İkinci Bölüm
A. MELEKLER VE BAZI ÖZELLİKLERİ
1. MELEK KELİMESİNİN ETİMOLOJİSİ
“Melek” kelimesinin etimolojik yapısını incelediğimizde, meleklerin vazifeleriyle bu kelimenin yapısı arasında çok ciddî bir münasebet görürüz.
Melek Arapça bir kelime olup أَلَكَ kökünden gelir. أَلَكَ , atın ağzındaki gemi çiğnemesine denir.
Aynı kökten gelen أَلوُكٌ ise “risalet” mânâsınadır. Zira risalet de ancak ağızla, yani dille yerine getirilir. Buradaki risalet, umumî mânâda birini herhangi bir vazife ile bir yere gönderme demektir.
Aynı fiil, mektup ve selâm gönderme mânâsına da kullanılır. Ayrıca أَلوُكٌ ’da “tebliğ” mânâsı da vardır.
Melek kelimesinin, kelime yapısı olarak aslı مَأْلَكٌ ’dür. Önce أ ile ل birbiriyle yer değiştirmiş ve مَلْأَكٌ olmuştur. أ ’deki hareke de ل ’a geçince أ sakin kalmış ve kelime مَلَكٌ şekline dönmüştür. مَلَكٌ hemzeli şekilde yazılabilirse de, ekseriyetle hemzesiz yazılmaya alışıldığından dile öyle yerleşmiştir. مَلَكٌ müfred (tekil)dir; cemisi (çoğulu) مَلَائِكَةٌ şeklinde gelir. Melek kelimesinde “kuvvet” manası da vardır.1
2. MELEKLERİN MAHİYETİ
Mutlak mânâda melâike, büyük âlemle küçük âlem arasında münasebet kuran, elçilik yapan, kalbimizi okşayan, ona itminan üfleyen, onu biçime koyan, Cenâb-ı Hak’tan gelen mesajları alıp âdeta regüle ederek kabul edilebilir hâle getiren çok mukaddes elçiler topluluğuna denir. Yüzleri öbür âleme yönelik ve daha çok öbür âlemin vazifelileri olan melekler, Cenâb-ı Hakk’ın her iki âlemdeki tasarruflarına nezaret eder ve onları alkışlarlar.
Melekler, sadece “emirler âlemi”nden olmayıp, nurdan kendilerine has cisimleri de vardır; fakat bu cisimleri latîf ve nuranîdir. Bu sebeple, hulûl ve nüfuz keyfiyetleri çok seri ve mükemmeldir. İnsanın gözbebeği içinde yer alır, baktırır ve ona güzel şeyleri gösterirler. Peygamber ve velinin kalbine ayrı mânâ ile, bitkiler ve hayvanlar âlemine ayrı mânâlarla nüfuz ederler.
Melekler, “Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere isyan etmez ve ne ile emrolunuyorlarsa onu yerine getirirler.”2 ve bu, sırf meleklere has bir keyfiyettir. İnsan ise, asla melek gibi değildir. Onda sürekli iniş-çıkış ve zikzaklar söz konusudur. Evet, insan, meleküstü bir mahiyet kazanabileceği gibi, akılsız, şuursuz mahlukatın altına da düşebilir. Oysaki meleklerin makamı sabittir. Nurdan yaratıldıkları için, insan ve cinlerde olduğu gibi, onlarda kat’iyen isyan ve başkaldırma bahis mevzuu olamaz.
Meleklerde erkeklik ve dişilik de yoktur. Onların öfke, kin, gazap, kıskanma, haset gibi kötü duyguları bulunmadığı gibi, beşerî, cinnî arıza ve garîzalardan da müberradırlar.
Melekler yemez, içmez, acıkmaz, susamaz ve yorulmak nedir bilmezler. Maaş ve ücretleri yoktur ama Allah (celle celâluhu) namına işledikleri her emirde, latîf bir zevk ve hoş bir lezzet alırlar. Terakki ve rütbeleri olmamakla beraber, Allah’a karşı ibadetlerinde, derecelerine göre derin bir feyiz vardır. Nurdan olduklarından, gıdalarına nur kâfidir. Nasıl insanlar su, hava, ışık ve değişik gıdalarla gıdalanır ve bunlardan lezzet alırlar, melekler de zikir, tesbih, hamd, ibadet, Cenâb-ı Hakk’a ait mârifet ve muhabbet nurlarıyla gıdalanır ve bunlardan engin bir lezzet alırlar. Hatta güzel kokular dahi, bir nevi onların gıdası sayılır.
Evet onlar, güzel kokudan zevk alır ve hoşlanırlar. Burada, selim fıtratı en üst seviyede temsil eden Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) güzel kokudan hoşlanıp güzel koku süründüğünü de hatırlatıp geçelim…3
3. MELEKLER VE MİSYONLARI
Eşyayı ve hâdiseleri bizzat kendi kanunları içinde izah imkânsızdır. Kanunlar, Cenâb-ı Hak ile irtibatlandırıldıkları zaman izaha kavuşmuş olacaklardır. Eşyada, Cenâb-ı Hakk’ın yardımcısız, ortaksız, tam tasarrufa sahip rubûbiyeti söz konusudur. Allah’ın (celle celâluhu) hiç kimseye ve hiçbir yardıma ihtiyacı yoktur. Zira O, her türlü noksandan münezzeh ve mukaddestir. O’nun bir adı da Samed’dir. Her şey O’na muhtaç, fakat O hiçbir şeye muhtaç değildir.
Evet, mutlak istiğnanın yegâne sahibi O’dur. Meleklere gelince, onlar sadece Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufuna nezaretçilik yapar ve tekvînî kanunlarda, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini temsil, tebcil ve takdir ederler.
Cenâb-ı Vacibü’l-Vücud, bir iş murad buyurduğu zaman, o işi onlara ferman eder, onlar da bu işin başında kayyimlik yaparlar. İşte bu mânâda, bir çekirdeğin etrafındaki elektronların hareketinden, gökten yağmur damlalarının inişine, ondan meteorların düşüşüne, ondan da büyük sistemlerin, büyük nebülözlerin hareketlerine kadar, hâdiselerin çapına göre, bir müekkel (vazifeli) melek vardır.. ve her melek müekkel olduğu ilâhî icraatı alkışlamaktadır.
Onlar bu alkışlamayı tesbih, tahmid ve tekbirlerle yerine getirirler. Melekler için bu bir vazife, bir mükellefiyettir. Zaten Cenâb-ı Hak onları bu hikmete uygun olarak yaratmıştır. Yani onlar, Cenâb-ı Hakk’ın kurbiyetini, mahlukatın da O’ndan bu’diyetini idrak eder ve “Sübhanallah” derler. Efendimiz’in, Ebû Zerr’e söylediği bir sözden meleklerin tesbih, tahmid ve tekbirlerini Cenâb-ı Hakk’a şu ifadelerle takdim ettiklerini istinbat ediyoruz:
سُبْحَانَ رَبِّي وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ رَبِّي وَبِحَمْدِهِ4
Bunlar öyle faziletli tesbihlerdir ki, mü’minin ağzından çıktığı zaman bu işle alâkalı bütün melâike-i kiram bundan hâsıl olan sevabı yazabilmek için âdeta birbirleriyle yarışırlar.
Bir keresinde Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) namaz kıldırıyordu. Rükûdan kalkarken her zaman olduğu gibi, سَمِعَ اللّٰهُ لِمَنْ حَمِدَهُ dedi. Arka safta bulunan bir sahabi (nereden öğrendiğini bilmiyoruz) رَبَّنَا وَلَكَ الْحَمْدُ حَمْدًا كَثِيرًا طَيِّبًا مُبَارَكًا فِيهِ diyerek mukabelede bulundu.
Allah Resûlü, yüzünü cemaate çevirdiğinde “Bu sözü söyleyen kimdi?” diye sordu. Sahabi “Bendim!” cevabını verdi. Ve Allah Resûlü sözlerine şöyle devam etti: “Gördüm ki melekler bu sözün sevabını yazmak için birbiriyle yarışıyordu.”5 Yani hepsi kendi seviyesine göre bu duadaki sevabı tespit için koşuşuyorlardı. Çünkü bu onlara has, onlara ait bir dua şekliydi.
Cenâb-ı Hakk’ın azameti karşısında, bu azameti sezişin, duyuşun sarhoşu ve sermesti bir kısım melekler, başlarını yere koyar, ara sıra kaldırır, Rabbin ulûhiyet saltanatına bakar ve bu büyük saltanata karşı kulluklarını ifa edememenin aczi içinde “Seni tesbih ederiz ey Mâbud-u Mutlak! Sana hakkıyla ibadet edemedik!” (Kulluğumuzu Sana, Senin azametine uygun şekilde yapamadık. Sen öyle bir yüce ve yücelerden yücesin ki bizim yaptığımız kulluk o ululuğa karşı hiçbir şey ifade etmez.) der ve tekrar secdeye kapanırlar.
Meleklerin bir kısmı, sadece bunu yaparlar. Melekiyet tarafı galebe çalan, melekiyet âlemini kendinde inkişaf ettiren insan da, tesbihat, takdisat ve tahmidatıyla, cismen olmasa bile, ruhen, fikren, kalben, sırren ve latîfelerle melâike-i kirama yapılan teveccühten hissedar olur. Hz. Mevlâna’nın ifade ettiği gibi, insanın bir hayvanî bir de melekî yönü vardır. O, bir taraftan behîmî hisler, garîzeler, şehvetler, gazaplar, kinler, nefretlerden ibaret hayvanî bir varlık, diğer taraftan da iz’anlar, irfanlar, Allah’ı bilmeler, ubûdiyetler, aczi idrakler ve yüzü yerde olmalar gibi meleklere ait vasıflarla mücehhez bir nadide hilkattir.
İnsan bu dünyada, hayvanî yönünü öldürüp melekî yanını inkişaf ettirmek için bulunmaktadır. Melekiyet tarafını inkişaf ettirenlerin ruhlarıdır ki, öbür âlemde, melâike-i kiram gibi, Cenâb-ı Hakk’ın Arş’ının etrafında pervaz edip duracaktır. Hayvanî tarafı inkişaf eden kimseler ise, (iradeleriyle veya iradesiz) ihmallerinin neticesi veya şehevanî duygularına esir olmanın encamı olarak baş aşağı gayyaya gidecek ve esfel-i sâfilîne müstahak mahluklar hâline geleceklerdir. Onlar dünyada meleklerden ve meleklere ait hayat tarzından uzak yaşadıkları gibi, ahirette de onlardan uzakta kalacak ve onlardan müjde adına hiçbir şey duyamayacaklardır.
a. İnsanla Münasebeti Açısından Meleklerin Misyonu
İnsanların meleklerle münasebeti veya tersine bir ifade ile meleklerin insanlarla münasebeti, daha insanoğlu ana karnında iken başlar. Buhârî ve Müslim’in beraberce rivayet ettikleri bir hadis, bu konuda bize gayet aydınlatıcı bilgi vermektedir. Hadiste şöyle denilmektedir:
“Allah (celle celâluhu) rahime bir melek vazifelendirir. O melek ana rahmine nutfe düşmesinden itibaren her safhada Rabb’e seslenir ve ‘Rabbim, şu anda nutfe; Rabbim, şu anda alaka; Rabbim, şu anda mudğa!’ der. Cenâb-ı Hak, o cenini yaratmayı murad buyurursa melek sorar, ‘Rabbim, bu erkek mi olsun dişi mi? Şaki mi yoksa said mi? Rızkı nedir? Eceli nedir?’ Bütün bunlar kişi daha anasının karnında iken yazılır.”6
Bir başka hadiste de şöyle denilmektedir:
“Sizden herbirinizin yaradılışı evvelâ ana karnında kırk günde toplanır. Sonra kan pıhtısı, sonra bir çiğnem et olur. Sonra ona melek gönderilir ve ruh üflenir. Ve meleğe, rızkını, ecelini, amelini, şaki mi, said mi olacağını yazması söylenir.” 7
Bu ve benzeri hadislerde anlatılan yazma ameliyesi, Levh-i Mahfuz’da kayıtlı malumatın, meleklerce istinsahı mânâsına gelir. Zira eşya daha vücuda gelmeden evvel, ilmî planda, “Levh-i Mahfuz-u A’zam”da tespit edilmiş bulunmaktadır ki, biz buna bu yönüyle de kader diyoruz.
Kader, her şeyi daha olmadan evvel ilmî planda ve ilmî vücuduyla Allah’a vermek, Allah’a havale etmektir. “Olmak” vetiresi, havası içine girmiş ve “olma” silsilesi arasında yerini alma durumunda olan eşya, Levh-i Mahfuz’un istinsahları hâlinde, “Levh-i Mahv ve İspat”ta, yine Allah’ın ilmi dahilinde olmak kaydıyla mükerrem melekler vasıtasıyla yazılıp tespit edilmektedir. Bizler, mertebe mertebe hep bir kaderle karşı karşıya bulunmaktayız.
Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hâl ve geleceği bir nokta gibi görüp bilen ve esasen kendisi için geçmiş ve gelecek diye hiçbir şey söz konusu olmayan Cenâb-ı Hakk’ın, mikro âlemden normo âleme, ondan da makro âleme kadar, yani en küçükten en büyüğe, bütün kâinatı ilmî planda, ilmî vücutlarıyla tanzim edip programlaması, tayin, tespit, tasnif, takdir etmesi ve bütün bunları tasarı ve ilmî plandan alıp, irade, kudret ve meşîet planına geçirmesi ve haricî âlemde göstermesi adına olup biten her şeyi, daha olmadan evvel Kitab-ı Mübîn’de tespit ve takdir etmesidir.
Kader, insanın kesbiyle, Allah’ın yaratmasının mukareneti ve beraberliğidir. Yani insan bir işe mübaşeret edip iradesiyle o işe eğilim gösterir, Allah da dilerse o işi yaratır. İşte kader, ezelî ve sonsuz ilmiyle, eşyayı olmadan evvel bilen Allah’ın, yine olacakları daha olmadan evvel bu şekilde tespit buyurmasıdır.
Cenine ruh üfleyinceye kadar, Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufu perdesizdir. Daha sonra melek gönderilir ve cenine ruh üflenir.
Embriyolojik safhaların bütününde insan-melek münasebeti devam eder. Hatta bu meseleyi anne-babanın ilk temasına kadar götürmek de mümkündür. Onun içindir ki hadis-i şeriflerde, mukarenet öncesi: “Allahım, beni şeytandan, şeytanı da benden uzak tut!”8 şeklinde dua edilmesi tavsiye edilmiştir. Böylece, daha işin başında muhtemel bir çocuğa şeytanın temas etmesi, yani onunla kontak kurması önlenmiş olacaktır.
Daha açık ve net bir ifade ile söyleyecek olursak, bu çocuk daha o dakikadan itibaren melekûtî yönü gelişmeye hazır bir zemin bulmuş sayılır. Yani bu şekildeki bir davranış onun için, şeytandan korunması adına bir sığınaktır. Ve yapılan dua ta “rahm-i mâder”de böyle bir melek atmosferi hâsıl etme yolunda atılan ilk adımdır.
b. Melekler Sadece Birer Memurdurlar
İnsanla melek arasındaki münasebet, insanın ömrü boyunca devam eder. Ahirette ise bu münasebet ebedîleşir ve sonsuza kadar sürer. Ancak burada hâdiseye yine Kur’ânî kriterlerle bakmak gerekir. Aksi hâlde meleklere hakikî mânâda tasarruf verilmiş olur ki, bu da gizli bir şirk demektir. Onun içindir ki Kur’ân, bu husus üzerinde açık-kapalı birçok tahşidat yapar ve meleğin sadece vazifeli bir memur olduğu gerçeğine dikkat çeker.
Bir kısım melekler, insanların amellerini yazmakla vazifelidirler. Bu hakikate işaret eden bazı âyetlerde şöyle denilmektedir: “And olsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz; çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı (melek, onun sözlerini ve işlerini) kaydetmektedirler.”9
Bu âyetlerde, önce insanın Allah tarafından yaratıldığı, içinden geçen her şeyin Allah tarafından bilindiği ve Cenâb-ı Hakk’ın insana şah damarından daha yakın olduğu anlatılmakta, daha sonra da melekler tarafından insanın her hâlinin kaydedildiği dile getirilmektedir ki, âyetin meseleye bu şekildeki yaklaşımı, belli mânâlara ve bilhassa “tevhid” şuuruna dikkat çekmektedir. Bu cümleden olarak:
Birincisi: Kasem ve tekit edatlarıyla, en küçük bir tereddüt ve şüpheye mahal bırakmamak üzere deniliyor ki: “Kasem olsun, gerçekten de insanı Biz yarattık.”
Bu ifade ile, yaratmanın doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’a ait olduğu ve hiç kimsenin bu mevzuda Cenâb-ı Hakk’a ortak ve şerik olamayacağı anlatılmış oluyor. Yani “Melekler Cenâb-ı Hakk’ın yardımcı ve muînleri değildirler ve hilkatte şirke yer yoktur. Onlar sadece yaratma hâdisesinin müşahitleri ve nezaretçileridirler. Başkalarının olmadığı gibi meleklerin de yaratmaya müdahaleleri yoktur.” denilmektedir.
İkincisi: “Biz ona şah damarından daha yakınız.” ifadesi ile yine bize aynı mânâyı ihtar ediyor. Şöyle ki: Cenâb-ı Hak insana şah damarından daha yakındır. Yani daha insan kendisinden habersiz ve vücudunda olabilecek hâdiseler henüz vuku bulmamışken, Allah (celle celâluhu) ona ondan daha yakın, ilmiyle her şeyi bilmekte ve her şeyden haberdar bulunmaktadır. Ayrıca, mademki Cenâb-ı Hak insana şah damarından daha yakındır; öyle ise insandaki tasarruflarında O’nun hiçbir vesile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Meleklere gelince, yukarıda da söylediğimiz gibi, onlar sadece ilâhî icraatın alkışçıları ve nezaretçileri durumundadırlar.
Kur’ân, evvelâ insanın aklına gelebilecek her türlü şüphe ve tereddüt isini-pasını temizliyor; ardından da bize, meleklere ait bu misyonu naklediyor:
“İki melek, insanın sağında ve solunda durmakta.” Öyle ki insanın hem fiili, hem sözü, hem davranışı, hatta hayalinden geçenler, onun his dünyasına misafir olan düşünceler dahi bu iki melek tarafından kaydedilmekte.. insan abes olarak yaratılmış bir varlık değil ki, onun davranış ve fiilleri kayda alınmasın.
Evet, insana ait her şey iyi-kötü mutlaka ahirette değerlendirilmek üzere amel defterine tespit edilmektedir. Başka bir âyette de: “Mükerrem Kâtipler, yaptıklarınızı bilmekte.”10 buyrulmaktadır. Diğer bir âyette de bu hususta şöyle tahşidat yapılmaktadır: “Yoksa Biz, onların sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmez miyiz sanıyorlar? Hayır, işitiriz ve yanlarında bulunan elçilerimiz de (her yaptıklarını) yazarlar.”11
c. Melekler Amellerimizi Yazar ve Niyetlerimizi Bilirler
Kur’ân-ı Kerim meleklerin yazma işini çeşitli vesilelerle anlatır.12 İmam Hasan ve İmam Katade, mübah şeylerin dahi melekler tarafından yazıldığını söylerler. Onlara göre, ağzımıza koyduğumuz her lokma dahi yazılmaktadır. Onun içindir ki seleften bazı zatlar, vücutlarını ayakta tutacak kadar yemek yer ve “Lokmalar yazılıyor. Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda defterlerin açıldığında durmadan yiyip içen bir kul olmaktan utanır, hayâ ederim.” derlerdi.
Bazıları da, def-i hâcete fazla ihtiyaç duymamak için böyle davranırlardı; davranırlardı zira oraya her girişinin Cenâb-ı Hak’tan bir uzaklık olduğunu düşünürlerdi. Ayrıca, ihtiyacını gidermek için oraya giren bir insanın açılıp-saçılmasını da hesaba katarlardı. Böyle utanılacak bir şeyi sıkça yapmak ise onlar için bir ızdıraptı. Bunun için de onlar, buna sebep olabilecek şeyleri imkân ölçüsünde azaltmaya bakarlardı.
Mübahları terk etmek gerekir mi, gerekmez mi?
Bu, eskiden beri üzerinde konuşulagelen bir husustur. Bize göre insan, israfa meyletmemek şartıyla mübahlardan istifade etmelidir. Bunda bir mahzur yoktur. Ancak yine de bütün davranışların yazıldığı hesaba katılarak hareket edilmelidir. Cumhur, her şeyin kaydedildiğini söylerken İbn Abbas (radıyallâhu anh) sadece günah ve sevapların yazıldığını söylemektedir.
Ona göre bir amelin neticesi, günah veya sevap hükümlerinden birine giriyorsa, o amel, melekler tarafından yazılıp kaydedilmektedir. Yani insanın ibadetleri, orucu, zekâtı, haccı, namazı, duası, tesbihi ve dudaklarından sevap adına dökülen her şey mutlaka yazılmaktadır. Ve tabiî insanın işlediği günahlar da yine melekler tarafından kaydedilmektedir.
İmam Malik, bir hastanın inleyişlerinin dahi yazılmakta olduğunu söylemektedir. Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak, “Ben hasta kulumun inlemelerinden hoşlanırım.”13 buyurmaktadır. Zira onun belâ ve musibetler altında inlemesi, Hz. Yakub’un إِنَّمَۤا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِۤي إِلَى اللّٰهِ “Ben sadece gam ve kederimi Allah’a arz ediyorum.”14 demesi gibi, dağınıklık ve perişaniyetini Allah’a şikâyet etmesidir. Cenâb-ı Hak, kulunun bu tür eninlerinden, ulûhiyetine yakışır şekilde bir “lezzet-i mukaddese”si olduğunu ifade buyurur.15
İmam Ahmed İbn Hanbel ölüm döşeğinde hasta yatıyordu. Hapishanede çektiği işkence ve zulüm vücudunu tamamen eritmiş ve onu yatağa düşürmüştü. Bu bitkin hâlinde, bazen iniltileri duyuluyordu.
Bu arada akın akın kendisini ziyarete geliyorlardı. Bunların çoğu da onun talebeleriydi. Ahmed İbn Hanbel’in talebeleri arasında, ileride Buhârîleri yetiştirecek çapta nadide insanlar vardı. Bunlardan biri bir gün İmam’a: “Tavus b. Keysan’dan, hastanın iniltilerinin kaydedildiğine dair bir hadis işittim.” dedi. İmam, o güne kadar böyle bir hadis duymamıştı, o andan itibaren ruhu cesedinden ayrılacağı ana kadar bir daha da iniltisi işitilmedi. Bu iniltilerinin şikâyet adına kaydolabileceği endişesi, koca imamı inlemekten dahi vazgeçirmişti.
Âlimlerin ekserisi, meleklerin, insanın kalbinden geçen şeylere de muttali olduklarını söylerler. Bazı âlimler bunu kabul etmeyip kendi görüşlerini destekler mahiyette mürsel birkaç hadis rivayet etseler de, birinci görüşü savunanlar iddialarında haklı gibidirler. Zira Buhârî, Müslim ve Tirmizî’de meleklerin, insanın kalbinden geçen şeylere muttali olduklarına dair pek çok hadis vardır. Meselâ bu hadislerden birinde şöyle denilmektedir:
“Aziz ve Celil olan Allah, meleklerine şöyle ferman eder: Kulum bir kötülük yapmak istediğinde onu yapıncaya kadar yazmayın. Yaptığında da sadece bir günah yazın. Eğer onu Benden dolayı terk ederse bir iyilik yazın. Eğer iyilik yapmak ister de yapamazsa bir sevap yazın. Eğer yaparsa, on mislinden başlayarak yetmiş bin misline kadar sevap yazın.”16
Demek oluyor ki, insanın niyetine, niyetindeki ihlâs ve samimiyet baremine göre sevaplar kat kat yazılıyor. Günahlara gelince, onlar, Cenâb-ı Hakk’ın merhametinin bir eseri olarak sadece işlenen kadar kaydedilir.
Bu mânâları ifade eden sayısız hadis vardır. İfadelerdeki farklılıklara rağmen aynı noktayı işaret etmelerinin mânâya kazandırdığı kuvvete dayanarak diyoruz ki, melekler insanların niyetlerini bilmektedirler. Ancak onlar kendi istedikleri gibi yazma-çizme hakkına sahip değillerdir. Niyetlerin iyi veya kötüsünün nasıl kaydedilmesi gerektiğine dair bizzat Cenâb-ı Hak’tan talimatları gelmektedir.
4. MELEKLERİN HZ. ÂDEM’E SECDE ETMESİNDEKİ SIR
Hz. Âdem, zellesi sabit bir insandı ve melâike-i kiram bunu biliyordu. “Sen, yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecekleri mi halife kılmak istiyorsun?”17 sorusuyla da âdemoğlunun yapacaklarını bildiklerini gösteriyorlardı. Âdemoğlu da daha sonra işlediği bunca cinayetlerle, dünyayı kana boğan canavarlıklarla, bütün insanlığı dâğidar eden anarşi ve bozgunculuklarla bir mânâda meleklerin masumiyetinde mütecellî bir keyfiyeti göstermektedir ki, bu mânâ az çok Hz. Âdem’in mahiyetinde müşâhede ediliyordu.
Bununla beraber inanan insanların mükerrem yüce bir tarafı vardır ki Cenâb-ı Hak o tarafına bakıyor ve meleklere “Âdem’e secde edin!”18 diye emrediyor. Melekler de bu emre kayıtsız şartsız itaat edip Âdem’e (aleyhisselâm) secde ediyorlar.
Niçin meleklere böyle bir emir veriliyor? Hangi meziyettir ki, kan dökeceği, fesat çıkaracağı bilinen bir varlığı öne çıkarıyor ve masumiyetleri âyetle sabit mükerrem varlıklar ona inkıyat inhinasında bulunuyorlar?
1. Cismaniyet ve ruhaniyete ait mânâ ancak onunla tebellür edecek, ilâhî maksatlar onunla anlaşılacaktır.
2. Hem madde hem de mânâ ile Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine ayna olma, Âdem’le zuhur edecektir.
3. O, bütün isimlerin odak noktası olacaktır.
4. O, bütün varlığın mihrabı hâline gelecektir.
5. Bütün isim ve sıfatlar onda tecellî edecektir.
6. O, bütün kâinatın fihristidir. Âlemler onda pinhân, kevn u mekân onda matvîdir.
7. Ve Âdem, o Âdem’dir ki, benîâdemin en şereflisi, İnsanlığın İftihar Tablosu onun neslinden gelecektir.
İşte bunlar ve bunlara benzer hususiyetlerine binaen Allah (celle celâluhu), meleklere Âdem’e secde etmelerini emretmiştir. Ancak bir sebep daha var ki, en az diğerleri kadar önemlidir. O da şudur:
Melekler mârifete âşık ve ilâhî isimleri öğrenmeye heveslidirler. Hâlbuki bütün esmâ Âdem’e öğretilmiştir. Onlar da bu ilme hürmeten Âdem’e secde etmişlerse, tabiat ve hilkatlerinin gereği bir hususla emredilmişler demektir.
5. MELEK VE İNSANDAKİ İRFAN FARKI
Biz, bazı melekleri isim ve icraatlarıyla tanıyoruz. Zira onlar hakkında hem Kur’ân-ı Kerim’de hem de İki Cihan Serveri’nin mübarek sözlerinde çeşitli vesilelerle söz edilmektedir. Bazı melekleri ise, onların hakkında herhangi bir bahis bulunmadığından ötürü, sadece gördükleri vazife ve hepsine birden verilen unvanla biliyoruz.
Melekler arasında da, insanlarda olduğu gibi derece farklılıkları vardır. Meselâ dört büyük melek diğerlerinden üstündür. Daha sonra ise sırasıyla Hamele-i Arş, Mele-i A’lâ, Nediy-yi A’lâ, Refîk-i A’lâ melekleri gelir. Bunları, Kerûbiyyûn, Müheyyemûn, Cennet’e nâzır Rıdvan ve Cehennem’e bakan Malik takip eder. Meseleyi daha umumî bir platformda ifade edecek olursak, zerreden sistemlere kadar her yerde müekkel (vazifeli) melekler vardır ve bunlar arasında derece farkı olması da gayet normaldir.
Bu kıyaslamayı insanlarla melekler arasında yaparsak, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin de ifade ettiği gibi, karşımıza şöyle bir değerlendirme çıkar:
İnsanların havasları, yani nebiler, meleklerin havaslarından; yine insanların avam kısmı da meleklerin avam kısmından üstündür. Ancak bu üstünlük, Cenâb-ı Hakk’ı bilme açısından değil, O’na ayna olma cihetiyledir.
Melekler Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını anlama hususunda bizden çok ileridirler. Bize gelince, biz hem maddemiz hem de ruhumuzla O’na âyinedarlık ettiğimiz cihetle.. evet sadece bu yönümüzle belki onlardan ileri sayılabiliriz. Ama bu, hiçbir zaman mutlak üstünlük demek değildir. Hele irfanları yönüyle meleklere ulaşmak âdeta imkânsızdır. Efendimiz’in miraçta gördükleri ve gördüklerinden aktardıkları bize bu hakikati apaçık gösterir.
Allah Resûlü, bir beşerin çıkabileceği en zirve noktaya tırmanırken, her geçtiği yerde oraya ait melekler topluluğunu kullukla bütünleşmiş bir vaziyette müşâhede etti. Kimisi rükûda, kimisi secdede ve kimisi kıyamda olan bu melekler, yaratıldıkları günden beri hep aynı ibadet şekliyle Rablerine arz-ı ubûdiyet ediyorlardı. Hepsi de haşyet içindeydiler.
Efendimiz nice merhaleler katetti. Nebilerin ruhlarıyla görüştü ve öyle bir noktaya ulaştı ki, o noktada mazi ve istikbal tek çizgide birleşiyordu. Hatta öyle bir yere geldiler ki orada Cibril’i de gerilerde bıraktı… Evet, O Ferîd-i Kevn ü Zaman, bundan öte seyahatine tek başına devam edecekti. İşte O’nun terakki ve mazhariyeti buydu. Ancak bütün bunlara rağmen Allah Resûlü, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna vardığı an, Cibril’in “Bir adım daha yaklaşırsam yanarım yâ Resûlallah!” dediği o hengâmede Cibril’in tedbir, temkin ve edebini görmüş ve beşerle onun arasındaki irfan farkını da çok iyi müşâhede etmiştir.19
Evet, meleklerin irfanı anlaşılmaz, idrak edilmez denecek kadar ileri seviyededir. Beşere gelince elbette onun da mazhariyetleri vardır. Ama o da bir yere kadardır. Allah (celle celâluhu) mülk erbabına işin bir yönünü, melekût erbabına da diğer bir yönünü lütfetmiştir. Beşerde ise her iki mânâ da vardır. Haddizatında o, bu iki mânânın kendisinde bulunmasıyla gerçek bir kıymet ifade etmektedir. Maddede boğulup kalan insan bu mânâyı kucaklayabilmekten çok uzak olsa bile, beşer arasından çıkan nice mânâ erleri, insana ait bu meziyeti hakkıyla temsil etmişlerdir ve edeceklerdir.
6. BAZI ÖZELLİKLERİ
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi meleklerde cinsiyet yoktur. Kur’ân, meleklere dişilik isnadını, müşriklere ait bir söz olarak nakleder.
“Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların yaradılışlarına mı şahit oldular ki, (böyle hüküm veriyorlar?) Şahitlikleri yazılacak ve (dediklerinden) sorulacaklardır.”20
Onların yapıları nurdandır. Bu husus, bir hadis-i şerifte şöyle anlatılır: “Melekler nurdan, cinler dumansız ateşten, insanlar ise Kur’ân’ın size anlattığı şeyden (yani kokuşmuş çamurdan) yaratıldı.”21
Cin ve insin yaratılışında madde vardır. Melâikede ise nur esastır. Onun için onları tarif ederken de “Melâike; latîf, nuranî, muhtelif suretlere girebilir kabiliyetinde bir kısım âli ruhlardır.” diyoruz.
Kur’ân-ı Kerim bize melekleri anlatırken, onların vasıflarından ve gördükleri vazifelerden de bahseder. “Melekler ki, Allah’ın hiçbir emrine âsi olamazlar ve sürekli Allah’ın emirlerini yerine getirirler.”22
Meleklerden bazılarının vazifesi maddî-mânevî her türlü belâ ve musibete karşı insanları korumaktır. Kur’ân: “Yemin olsun zecredenlere!”23 (Bağırıp sürenlere, insanları günahlardan veya şeytanları semavî haberlere uzanmaktan men edenlere.) ifadesiyle bu hakikate işaret eder.
Onlardan bazılarının vazifeleri de sırf bir nezarettir. Yani bunlar, “âyât-ı tekvîniye” ve “şeriat-ı fıtriye” dediğimiz hâdiseler silsilesine ve kâinatta câri kanunlara gözcülük ederler.
Diğer bazılarının vazifeleri ise, yaratıldıkları andan itibaren Rabbilerinin önünde saf tutup durmaktır. Kur’ân onlardan bahsederken, “Yemin olsun, saf saf duran meleklere!”24 der.
Allah Resûlü, “Meleklerin, Rabbileri huzurunda yaptıkları gibi saf tutmalı değil misiniz?” buyurur ve sahabeyi öyle durmaya teşvik eder. “Melekler Rabbilerinin huzurunda nasıl saf tutarlar ey Allah’ın Resûlü?” diye sorulunca da, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara şu cevabı verir: “Önce ilk safı doldururlar ve safları gayet sık tutarlar.”25
Sahabe, kendi devirlerindeki saf tutma keyfiyetini Ebû Dâvûd’un Sünen’i ve Dârekutnî’de bize şöyle anlatır: “Omuzlarımız yanımızdakilerin omuzlarına, topuklarımız da yine yanımızdakilerin topuklarına değerdi. (Öyle ki elbiselerimiz öncelikle omuzlardan eskimeye başlardı, safları o kadar sık tutardık.)”26
Onlar, kurşunla perçinlenmiş bir duvar gibiydiler her hâlleriyle.. ve âdeta göklerdeki meleklerin benzeriydiler. Kur’ân, meleklerin kendilerini şöyle anlattıklarını nakleder: “Biziz o saf saf dizilenler biz. Ve biziz o tesbih edenler biz.”27
Evet, kulluk, meleklerinkine benzetildiği ölçüde derinleşir.
7. MELEKLERDEKİ HAŞYET
a. Meleklerin Allah Korkusu: İclâl
Meleklerde müthiş denecek çapta ve bizim havsalamızın alamayacağı ölçüde bir haşyet ve Allah korkusu vardır. Kur’ân onların bu durumunu şöyle anlatır:
“Üstlerindeki Rabbilerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi harfiyen yerine getirirler.”28
Bu âyet bilhasa meleklere ait havfı anlatır. Onun için evvelâ bu mânâda “havf” ile ilgili bazı mülâhazalarımızı arz etmekte yarar var.29
Havf (korku) çeşit çeşittir. Havf bazen günahtan olur. Mü’min, günahları karşısında irkilir, ürperir ve titrer. Nasıl olmasın ki, günah ebed yolunda insanın önünü kesmiş en büyük düşmanıdır. Ve her zaman onun varlık gayesini tehdit etmektedir. Allah’a kul olmak için yaratılmış olan insan, kendine bir vedîa ve emanet olarak verilen uzuvları, günah ve inhiraflarla Hakk’ın istemediği istikamette ve kendi hevesine göre kullanmakla emanete hıyanet ve kendine de zulmetmiş sayılır.
Evet, günah ki bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşmaktır. Günaha giren kimse, kendini vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir tali’siz ve bütün ruhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallıdır. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecali kalır.
Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır. Bu fırtınaya maruz kalan kurur; bu zehirli havayı teneffüs eden de ölür.
İnsan, günah içine bir kere girmeye dursun; girdi mi, artık ne ölçü, ne kıstas, ne de değer hükmü kalır. Bir uçağın, başaşağı yere inmesinde, yer çekiminin hesaba katılmaması ve fıtrat kanunlarının affetmeyeceği çizgiye varılması ne ise, hikmet elinin koyduğu yasaklar atmosferine girmek de aynı şeydir.
Âdem (aleyhisselâm), şahsî hayatında açtığı böyle bir gediği, ceyhun ettiği gözyaşlarından meydana getirdiği ummanlar içinde yüze yüze aşabilmişti. Şeytan ise, başaşağı düştüğü o günah gayyasından kurtulamadı ve helâk olup gitti.
Ve daha “Nice servi revan canlar / Nice gül yüzlü sultanlar / Nice Hüsrev gibi hanlar / Ve nice tâcdarlar.” böyle ilk bir adımla günah deryasına yelken açtı, bir daha da geriye dönmeye muvaffak olamadılar…
Kur’ân bize şu duayı öğretiyor:
“Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma. Bize katından bir rahmet ver, şüphesiz Sen, çok bağış yapansın.”30
Farkına varmadan insanın kalbi kayar, hayatı istikametini kaybeder, zevki-şevki söner, geceleri bir ölünün geceleri gibi geçer. Öyle ki gecesinin siyah zülüfleri üzerinde ne bir “âh” ne de iki damla gözyaşı bulunur. Çünkü kalbî ve ruhî hayat tamamen dumura uğramış ve bu mevzuda bir duraklama, donma ve humûdet başlamıştır.
İşte insan bu duruma düşmekten korkmalıdır. Kalbin dalâlete doğru çevrilmeye başlaması, ebedî hasretin ilk sinyalleridir. Çok kere bu hâle sebebiyet veren de yine işlenen herhangi bir günah olmaktadır. Zira her bir günah içinden küfre giden bir yol vardır. İşlenen her günah, her hata, insanı Allah’tan uzaklaştırıp, küfre yaklaştırır. Günah küfür demek değildir. Fakat her günah işleyen, bilmelidir ki, küfre doğru bir adım atmış ve Allah’tan da bir adım uzaklaşmıştır.
Bu mevzuda günahın en küçüğü dahi bir korku sebebi, bir korku vesilesidir. Ancak bütün bunlar beşere ait korkulardır. Meleklere gelince onlar bu türlü korku ve endişelerden münezzeh ve müberradırlar. Ancak onlarda da bir korku vardır. Bu ise, Cenâb-ı Hakk’ın celâline karşı duyulan korku cinsindendir ki, buna “iclâl” denilir.
“İclâl”, Allah’ın azametini görme korkusudur. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:
“Semada Cenâb-ı Hak bir emir ferman edeceği zaman semalar titrer ve tarrakalar çıkarır. Melâike-i kiram ne olduğunu hisseder ve hepsi secdeye kapanır. Başını ilk kaldıran Hz. Cibril olur. Başını kaldırır ve Rabbinden emir telakki eder. Daha sonra da diğer melekler başlarını kaldırır ve:
– Rabbimiz ne dedi yâ Cibril, derler. Cibril şu cevabı verir:
– Hak söylüyor Rabbimiz. Aliyy ve Kebir olan O’dur.”31
Kenzü’l-ummâl’de Taberânî’nin rivayet ettiği bir başka hadislerinde de Resûl-i Ekrem şunu ifade buyuruyorlar:
“Yedi kat semada bir adım, bir karış, hatta bir avuç yer yoktur ki orada kıyama durmuş veya rükûa varmış veya secdeye kapanmış bir melek olmasın. Kıyamet günü de bütün melekler başlarını kaldırır, Rabb-i Kerimlerine doğru teveccüh eder, bakar ve ‘Sana hakkıyla kulluk yapamadık ey Mâbud!’ derler.”32
Evet, bunu devamlı rükû, secde ve kıyamda bulunan melekler söylüyor ki, bu bir iclâl ve i’zam korkusudur.
İbn Kesir’in de işaret ettiği bu hadisler, yaratıldığı günden beri kıyamda, rükûda, secdede duran meleklerin varlığına delâlet etmektedir.33
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatıyor:
“Miraç gecesi belli bir noktada, Hz. Cibril’i eskimiş bir elbisenin perişaniyetinde gördüm. (Âdeta o noktaya vardığında ayaklarının bağı çözüldü. Eskimiş bir elbise gibi yığıldı kaldı.) Allah korkusu onu bu hâle getirmişti. O zaman bir meleğin Cenâb-ı Hakk’ı nasıl bildiğini anladım. Bir ara Cibril’e döndüm ve ‘Hiç Rabbini gördün mü?’ diye sordum. Birdenbire irkildi, neredeyse yıkılacaktı. Ve bana şu cevabı verdi: ‘Nasıl olur yâ Muhammed? Rabbimle aramda nurdan 70 perde vardır. Bir lahza yaklaşsam, bir adım atsam yanar kül olurum.’”34
Miraca gidilirken Cibril, Efendimiz’e bir binek getirmişti. Adı Burak idi bu bineğin. Ancak hem bineğin kendisi hem de ona nasıl binildiği bizce meçhuldür. Zaten gidilen ve gezilen yerler de meçhuldür. Sanki Efendimiz, bu bilinmez binekle, bilinmeyen âlemlere yelken açmıştır. Ancak Burak, neşvesinden dolayı biraz serkeşçedir. Bir ara Cibril ona yaklaşır ve kulağına eğilerek: “Ne yapıyorsun böyle? Sana şimdiye kadar böyle bir süvari binmemiştir!” der. Ve olan o esnada olur. Burak tepeden tırnağa ter içinde kalır.35
İşte, daha önce söylediğimiz, Efendimiz’in şevk ve iştiyak içinde, o ana kadar görmediği âlemleri müşâhede ettiği esnada Cibril’e “Rabbini hiç gördün mü?” sualine karşı onun haşyet ve dehşet içinde verdiği cevap ve işte Burak’ın Efendimiz’in vasfını işitir işitmez takındığı hâl! Bunlar hep birer irfan ve hep birer haşyet örneğidir.
Bu bir melek haşyetidir. Cenâb-ı Hakk’ın azametine karşı meleğin duyduğu saygı budur. Hâlbuki onlar, hiçbir işlerinde isyan etmezler ve kendilerine ne emrolunursa onu da aynen yaparlar. Buna rağmen onların haşyeti böyle olursa, ya her hâli günah bizlerin hâli ve haşyeti nice olmalıdır! Zaten Efendimiz’in bu vak’aları nakletme hikmetlerinden biri de bize bu şuuru aşılamak içindir.
Dünya ve ahirette meleğe enîs olmak isteyenler şimdiden karakterlerini melekleştirmelidirler. Bu da ancak onlar gibi yaşamakla mümkündür. İçinde meleklere benzer haşyet yaşamayanların ise bu hâli kazanması oldukça zordur.
b. Haşyette Melekleşenler
Dünyada korkanlar, ahirette korkudan emin olacaklardır. Onun içindir ki bir hadis-i kudsîde: “İki emniyeti ve iki korkuyu bir arada toplamam.”36 buyrulmaktadır. Bu mesele ile alâkalı olarak Buhârî ve Müslim’de Efendimiz tarafından şöyle bir hâdise nakledilir:
Geçmiş ümmetlerden birinde, ehlullahtan (Allah’ın veli kulu) bir zat vefat edeceği zaman çocuklarına vasiyette bulunur ve “Ben öldüğümde cesedimi yakın, külünü de savurun!” der. Adam ölünce evlâtları babalarının dediğini yaparlar. Cenâb-ı Hak bu kulu karşısına alır ve cesedini niçin yaktırdığını sorar. Kul: “Senin korkundan yâ Rab!” cevabını verir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak ona: “Ben de seni affettim.” karşılığında bulunur. 37
Hz. Muaviye (radıyallâhu anh), Asr-ı Saadet’in en büyük siyasî dâhilerinden birisidir. İstenmeyen pek çok hâdiseye karışmıştır; ancak bu durumdan kendisi de memnun değildir.
Vefat edeceği an çocuklarını yanına çağırır. Kalbinin üzerinde sakladığı küçük bir keseyi çıkarır. İhtimamla açar. İçinde birkaç kıl ve birkaç tırnak vardır. Bunları çocuklarına gösterir ve şöyle der:
“Evlâtlarım! Ben, Resûl-i Ekrem (aleyhisselâm) ile beraber bulundum. Ona sahabi olma şerefine erdim. Bir gün tıraş olurken herkes gibi ben de yere dökülen mübarek kıllarından kapabildiğim kadar aldım. Tırnaklarını keseceği anı gözetledim ve yine onlardan birkaçını alma imkânına sahip oldum. Ömrüm boyunca bunları mukaddes bir emanet olarak sakladım. Şimdi ölümüm yaklaştı. Uzuvlarım birbirine veda etmek üzere. Vücut viranesi yıkılıyor. Felek adım adım sûra yaklaşıyor. Arş-ı emanımdan sûr sesi gelmeye başladı. Size vasiyetim şudur: ‘Beni kabrime koyarken bazı azalarımın üzerine bu mübarek kıl ve tırnaklardan yerleştirin. Öyle inanıyorum ki Rabbimin huzuruna bunlarla gidersem kurtulabilirim.’”38
İşte her sahabinin endişe ve korkusu! Hz. Muaviye ki, onun devrinde nice ülkeler fethedildi. İslâm ordusu İstanbul surlarına kadar dayandı. Kıbrıs o devrede İslâm diyarı oldu. “Türk’ün sahabisi” diyebileceğimiz Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri İstanbul’a onun devrinde geldi. Ancak o bütün bu olanlara bel bağlamıyordu. Şefaatini umduğu tek şey, Efendimiz’e ait mübarek tırnak ve tüylerin kendisiyle beraber bulunacak olmasıydı.
Bu bir anlayış meselesidir. Dinde yeri vardır-yoktur, burada onun münakaşasını yapacak değiliz. Belki bunlar şifreyi çözen davranışlardır. Rahmet, bu şifrenin çözülmesiyle ihtizaza gelecektir. Nitekim kendini yaktıran adam da şeriata göre amel etmiş değildir. Fakat onun korku ve endişe yüklü bu ameli kurtuluşuna sebebiyet vermiştir.
Melekler de, melekleşmiş insanlar da “haşyet” içindedirler. Çünkü onlar “Allah”ı bilmekte ve O’nu tanımaktadırlar. Bu mânâya işaret içindir ki Kur’ân’da “Allah’a karşı en çok haşyet içinde olanlar, Allah’ın âlim kullarıdır.”39 buyrulmaktadır. Allah’ı bilen, elbette O’na karşı haşyet içinde olacaktır.
B. DERECELERİNE GÖRE MELEKLER
1. HZ. CİBRİL (aleyhisselâm)
Meleklere, Kur’ân ve Sünnet’te anlatılan vasıflarıyla inanmalı ve bu vasıflarla onlar tavsif edilmelidir. Aksi hâlde cahiliye devrinde olduğu gibi, bir kısım çarpıklıklara, aşırılıklara girilebilir. Nitekim bazıları onlara -hâşâ- “Allah’ın kızları” demişti.. Kur’ân, bu itikat inhirafını tashih ederek meleklerin gerçek hüviyetlerini ortaya koymuştur.40 Sünnet’te de meleklere ait birçok hususiyet ve keyfiyet zikredilmiştir. Melekler arasında bir kısım müşterekler olduğu gibi bir kısım mertebe farkları da vardır. Şimdi biz, en büyüklerinden bazılarına kısaca temas edelim:
Hz. Cibril, hayata mazhar. Gönülleri ihya, ona ait ulvî bir vasıf. Öyleki, onun nefhasıyla vücut bulan Hz. Mesih dahi -Allah’ın izniyle- ölüleri ihya edebiliyor; yani Hz. Mesih’e o cinsten mucizeler veriliyor.41 Cibril’in ayağını bastığı çamur bile, Samiri’nin buzağısına ses ilham ediyor.42 Bütün ilhamlar, kalb ve gönüllere gelen pek çok vâridât Cibril’in sesiyle-soluğuyla insanî idrak dalga boyuna ulaşıyor. Ve nihayet peygamberlere gelen vahiylere yine o, “yed-i emin”lik ediyor.
Kâinatın Fahrı’na getirdiği son mesajlar ile o, bütün cihanı diriltecek bir hayat iksiri solukluyordu. Kupkuru bir dünya bu mesajlarla diriliyor ve bataklık hâline gelmiş bir cihan, gelen vahiylerle gülistana dönüyordu.
Allah Resûlü, Cibril’i çok severlerdi. Hatta ona karşı minnet duygularıyla dopdoluydu. Onunla öyle bütünleşmişti ki, âdeta onsuz edemiyordu. Onlar, birbirisiz olamayan ikiz kardeş gibiydiler. Bir yönüyle onlar her türlü teşbih ve benzetmenin ötesinde tıpkı ikizlerdi.. zira her ikisi de “Âlemlere rahmet olarak gönderilme” sırrına mazhardılar. Bazen Cibril’in gelmesi gecikirdi.. işte o zaman, Allah Resûlü’nün iştiyak ve beklentisi dayanılamayacak ölçüye varırdı. Bir defasında yine böyle bir gecikme olmuştu. Cibril geldiğinde Efendimiz’in ilk sözü şu oldu:
“Yâ Cibril! Bizi daha fazla ziyaret etmene mâni nedir?”43
Sanki Efendimiz şöyle demek istiyordu:
Niçin bizi ihmal ediyorsun? Sen bir âlemde yaşıyorsun ki ben o âleme çıkamam. Hâlbuki benim yaşadığım yere sen çok rahatlıkla girebilirsin.
İbn Abbas diyor ki: Allah Resûlü, Cibril’in geleceği anı hep iştiyak içinde beklerdi. Zira Cibril, Cenâb-ı Hak’la O’nun arasındaki münasebeti temin ve tesis eden kader tayinli bir vasıtaydı.
Efendimiz’in Cibril’e bu sorusu karşısında hemen durumu tavzih eden şu âyet nazil oldu. Âyet, meleği konuşturuyor ve şöyle diyordu: “Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O’na aittir. Rabbin asla unutkan değildir.”44
Buhârî ve Müslim bize şöyle bir hâdise daha naklederler: Cibril’in gelmesi 40 gün kadar gecikmişti. Geldiğinde Efendimiz ona: “İnmedin ey Cibril, iştiyaktan dayanamaz hâle geldim!” der. Buna karşılık Cibril de:
“Belki ben sana, senin bana olan iştiyakından daha fazla iştiyaklıyım. (Âdeta seni göreceğim anı dört gözle bekliyorum.) Fakat elden ne gelir ki, ben sadece bir memurum. (Git denirse gider, gel denirse gelirim.)”45 der.
Evet, meleklerin Allah’a en yakını olan Cibril ile bütün varlıkların Allah’a en yakını olan Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasında işte böyle bir iştiyak ve arzu vardı. “Temizler temizleredir.”46 âyetindeki nüktenin bir işareti de bu olsa gerek.
Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’inde rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
“Kul, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını elde etmenin yoluna düştüğü (bütün işlerinde O’nun hoşnutluğunu gözettiği, safvet ve samimiyet içinde rıza-i ilâhiyeyi hedeflediği) zaman Cenâb-ı Hak, Cibril’e hitaben: ‘Benim falanca kulum, durmadan beni razı etmeye çalışıyor. (Beni razı etmek için elinden gelen her şeyi yapıyor.) Dikkat edin, Benim rahmetim onun üzerindedir.’ der. Cibril bunu duyar duymaz, bütün gök ehline seslenir: ‘Allah’ın rahmeti, falan kişinin üzerindedir. Ben de onun yanındayım.’ Bu ses gökte yankılanır ve bütün gök ehlince de tekrarlanır.”47
Buhârî ve Müslim’de ise vak’a şu şekilde ele alınır:
“Allah bir kulunu sevdi mi, Cibril’e ‘Ben filanı seviyorum, sen de sev!’ diye seslenir. Cibril de onu sever. Sonra sema ehline ‘Allah (celle celâluhu) filanı seviyor, siz de sevin!’ der. Sema ehli de bütünüyle onu sever. Ve bu kul için yeryüzünde kabul vaz’edilir. -Allahım, bizi onlardan kıl!-
Allah, bir kuluna da buğzetti mi, Cibril’e ‘Ben filana buğzettim, sen de buğzet!’ diye seslenir. Cibril de ona buğzeder. Sonra sema ehline ‘Allah filana buğzediyor, siz de buğzedin!’ der. Sonra da o kişi için yeryüzünde buğz (öfke ve nefret) vaz’edilir.”48 -Allahım, bizi öyle olmaktan koru, muhafaza eyle!-
Bu hadis, inanan insanların, sevgi veya nefretlerinin kaynağına ve planlandığı yere dikkat çekiyor. Allah’ın sevdiği bir insana mü’minlerin kalbleri sevgi ve muhabbetle dolup taşar. Yine Allah’ın buğzettiği bir insana da mü’minlerin kalbinde sadece buğz ve nefret bulunur. Bu tablonun bize ilham ettiği ayrı bir ölçü daha vardır. O da şudur:
Bir kâfirin, din düşmanının mü’minden nefret etmesi, onu sevmemesi, Allah huzurunda o mü’min için lehte şehadet olacak ve bir avantaj sayılacaktır. Hasen derecedeki bir hadiste buna işaret vardır. Hadis-i şerifte “Allah’ı o kadar çok hatırlayın, o kadar çok anın ki, neticede size deli desinler.”49 buyrulmaktadır.
Mü’min, emniyet ve itminan insanıdır. O, umumî sulhü temin etmek için vardır. Dünya onunla bir Cennet iklimine dönüşecektir. Ondan hiç kimse hatta bir karınca bile zarar görmez, görmemiştir ve göremeyecektir. Fakat buna rağmen, yine de kundakçılık yapan, anarşiyi körükleyen, bozgunculuktan başka bir şey bilmeyen kâfir onu sevmez, sevmemiştir ve sevmeyecektir. Zira ki, mü’mine karşı nefret, kâfirin ve küfrün tabiatında vardır.
Bu açıdan diyoruz ki, kâfirler tarafından sevilen herhangi bir mü’min kendini ciddî bir kritiğe tâbi tutmalı ve akıbetinden daima endişe etmelidir. Çünkü bu sevgi normal değildir. Hatta mü’minde mevcut bir eksikliğin emare ve işareti olma ihtimali vardır. Burada “sevme” ile “beğenme” ve “takdir etme”yi de birbirinden ayırmak gerekir. Kâfir, bizdeki fazilet ve meziyetlerden dolayı bizi beğenip takdir edebilir; ama asla sevmez. Kur’ân’ın “en büyük düşman”50 diye tarif ettiği kâfir, mü’mini nasıl sevebilir ki?
2. HZ. MİKÂİL (aleyhisselâm)
Efendimiz’e kurbiyet ve yakınlığı olan bir başka mukarreb melek de Hz. Mikâil’dir (aleyhisselâm). Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz şöyle buyururlar:
“Muhakkak ki benim yer ehlinden iki vezirim, gök ehlinden de iki vezirim vardır. Yer ehlinden iki vezirim Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ve Ömer (radıyallâhu anh), gök ehlindeki vezirim ise Cibril (aleyhisselâm) ve Mikâil’dir (aleyhisselâm).”51
Taberânî’de hadis şu ifadelerle nakledilir: “Allah beni dört vezir ile teyit buyurdu. Bunlardan ikisi yer ehlinden, ikisi de gök ehlindendir.”52
Şimdi bir de, bu hadis adesesiyle Efendimiz’in ulviyet, yücelik ve şânını görmeye çalışmalıyız.. evet meleklerin en büyükleri ona vezirlik yapıyor. Nebilerden sonra insanlığın en seçkini Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de, yerde aynı makamı temsil ile Allah Resûlü’nün sağında ve solunda O’na iki sadık yardımcı oluyor.
Hz. Cibril ve Hz. Mikâil, melekler arasından seçilmişlerdir. Âyet: “Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer.”53 demektedir. Bu seçkinliktir ki, onları Efendimiz’e vezir olma pâyesine yükseltmiştir. Nebilerden sonra insanlığın en seçkini olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’e de aynı pâyenin verilmesi oldukça mânidardır. Sanki bu iki büyük sahabiden biri Cibrilliği, diğeri ise Mikâilliği temsil ediyor gibidirler.
Günümüzde beşer, İki Cihan Serveri’ni anlamada çok yaya bulunuyor. O’nu ancak kalb, ruh, duygu ve letâifini geliştirenler; ilmini, irfanını ve bunlarla gelen ilhamları aştıktan sonra, kalb ve kafa vahdeti içinde ve ufku cihanları içine alacak şekilde engin olanlar anlayabilirler. Ruh yapısı itibarıyla melekleşememiş insanların, O, meleklerin kendisine nöbettarlık yaptığı zâtı tam anlaması, tanıması ve idrak etmesi mümkün değildir.
Buhârî ve Müslim, Sa’d b. Ebî Vakkas’tan naklediyor: “Uhud’da (bir rivayete göre Bedir’de), Allah Resûlü’nün sağında ve solunda nöbet bekleyen beyaz sarıklı iki kişi gördüm. Muhtemel bir saldırıya karşı O’nu bekliyorlardı. Hâlbuki ben bu şahısları ilk defa görüyordum.”54
Uhud’da bir başka hâdiseye daha şahit oluyoruz: Mus’ab b. Umeyr (radıyallâhu anh) şehit düşüyor ama Allah Resûlü’nün hemen önünde bir başka Mus’ab akşama kadar savaşıyor. Akşam üstü Allah Resûlü ona hitaben “Mus’ab!” diye seslenince, bu şahıs “Yâ Resûlallah! Ben Mus’ab değilim!” diyor.55 İş o zaman anlaşılıyor. Mus’ab melekleşince, o esnada bir melek de Mus’ablaşıyor.
Hiç şüphe yoktur ki, ister beşer arasında yakınlık kazanıp Allah Resûlü’ne hizmet edenler, isterse melekler arasında ünsiyetle O’na yakın olanlar, mutlaka Allah katında hususî bir şerefle taltif edilmişlerdir. Haddizatında Cibril ve Mikâil çok şerefli birer elçidirler; ancak, Allah Resûlü’yle beraber olma ve O’na hizmet etmeleri bu iki şerefli elçiye daha bir derinlik kazandırmıştır.
3. HZ. İSRAFİL (aleyhisselâm)
Hz. Cibril’in nasıl Allah Resûlü’yle münasebeti var, öyle de Hz. İsrafil’in de ayrı makamı temsilen Efendimiz’le farklı bir münasebeti var. Zaten, hepsinin en ciddî münasebeti de neticede Allah ile…
Daha önce zikrettiğimiz hadiste de işaret edildiği gibi, Hz. İsrafil (aleyhisselâm) yaratıldığı günden beri Cenâb-ı Hak’tan “Sûra üfle!” emrini intizar etmektedir. Elbette bu, İsrafil’in (aleyhisselâm) dimdik ayakta beklediği ve başka hiçbir iş yapmadığı mânâsına gelmez. Belki o, ulvî ve yüce hakikatiyle, kulluğunu ilan ve ifade için, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda böyle kıyamda dururken, aynı anda kendisine verilecek diğer mükellefiyetleri de beklemekte ve verilen her emri yerine getirmek üzere huzurda elpençe divan durmaktadır:
Ondaki mârifet de aynen “Rabbimle aramda nurdan yetmiş veya yetmiş bin perde var, O’nu nasıl görebilirim. Ve ben bir adım daha atsam, yanar kül olurum!” diyen Cibril’in mârifeti gibidir. Zira o da mukarrebtir ve Allah’a en yakın dört melekten biridir.
Efendimiz’den şöyle bir vak’a naklederler:
“Safa Tepesi’nde Cibril ile beraber oturuyorduk. -Demek ki hâdise, Efendimiz Mekke’de iken cereyan etmiş.- Ben Cibril’e az hâlimi arz ettim. ‘Günler var ki Âl-i Muhammed’in evine bir avuç un veya kavut girmiş değildir!’ dedim. Ben sözümü bitirmiştim ki, gökte kıyamet kopuyor gibi bir tarraka, bir gürültü duyuldu. Sordum: ‘Yoksa kıyamet için emir mi verildi?’ Cibril: ‘Hayır, senin biraz evvelki sözlerin semada duyulunca, İsrafil’e buraya gelmesi için emir verildi.’ dedi.
Ve derken İsrafil yanımızda belirdi. Bana hitaben: ‘Yâ Resûlallah, Cenâb-ı Hak, senin biraz evvel söylediklerini duydu. Ve yerin bütün hazinelerinin anahtarlarıyla beni sana gönderdi. İstersen (Hz. Süleyman gibi) melik bir peygamber ol. İstersen tevazu içinde, bir kul peygamber olarak kal!’ dedi. O esnada Cibril’in yüzüne baktım. Bana ‘Rabbine karşı mütevazi ol!’ diye işaret ediyordu. Ben de Cibril’in dediğini tercih ile ‘Bir gün tok olup şükreden, diğer gün aç olup tazarruda bulunan bir kul peygamber olmak isterim.’ şeklinde İsrafil’e cevap verdim.”56
Görüldüğü gibi, nasıl Hz. Cibril, Allah Resûlü’nün bir vefadar dostuydu; öyle de İsrafil (aleyhisselâm) O’nun sadık bir dostu ve sadık bir arkadaşıydı.
Kur’ân-ı Kerim, Allah Resûlü’nün bu vefadar dostu İsrafil’den ve onun bütün cihanı ilgilendiren vazifesinden yer yer bahisler açar.
“Sûr’a üflendi, göklerde ve yerde olanlar (korkudan) düşüp bayıldılar. Ancak Allah’ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi, birden onlar kalktılar, bakıyorlar.”57
Âyette “Ancak Allah’ın dilediği ayakta kalır.” denilmekte ve ihtimal mukarreb meleklerin vefat etmeyeceğine işaret buyrulmakta. Zaten, Cenâb-ı Hakk’a dayanan, varlığını O’nunla sürdüren ve mânâ-i harfî cihetiyle varlığını O’nun varlığından bilen şuur sahiplerinin bu mânâda ölümsüzlüğü de aşikârdır.
İsrafil bir münadi, bir davetçidir. Onun için âyet şöyle demektedir: “Dinle, o gün münadi (İsrafil) yakın bir yerden çağırır.”58 Herkes mezarında sessiz yatarken, zerreler âleminde, bir mânâda darmadağınık vaziyette iken ve ruhlar kendilerine ait berzahta, maruz kaldıkları keyfiyetin koridorlarında dolaşırken hemen çok yakınlarında bir ses, bir soluk duyacaklar. Bu, onların kalkmaları gerektiğini haber veren İsrafil’in ses ve soluğudur. Bütün varlık bu ses ve solukla yeniden dirilecektir.
İsrafil bir “dâi”, bir çağırıcıdır ve insanları mahşerde toplanmaya çağıracaktır.
“Öyleyse sen de onlardan yüz çevir; o çağırıcının görülmemiş, tanınmamış bir şeye çağırdığı gün, gözleri düşkün düşkün (zillet içinde) kabirlerden çıkarlar; tıpkı yayılan çekirgeler gibidirler.”59
İşte böyle dehşetli bir günün davetçisi, çağırıcısı olarak, Cenâb-ı Hak’tan emir bekleyen bu şanı yüce melek, Allah Resûlü’yle olan irtibatı ve dostluğu adına elbette O’nun ümmetiyle de alâkadar ve ilgili bulunmaktadır. Kim bilir, ümmet-i Muhammed’in gaflet içinde bulunuşu, kıyamet sûrunu üfleyecek bu meleği ne kadar üzmekte ve mahzun etmektedir. Belki o da, hâlimizin ıslahı için dua eden meleklerden biridir…
4. … Ve HZ. AZRAİL (aleyhisselâm)
İnsan, hayata attığı ilk adımını -ki orası ana rahmidir- bir melek eşliğinde attığı gibi, bu hayattan ayrılık adına, ahiret âlemine doğru attığı ilk adımını da yine bir melek eşliğinde atar. İnsana bu son anında eşlik etme de melâikeye ait vazifelerden biridir. Bu vazifeyi de en zirve noktada Hz. Azrail (aleyhisselâm) temsil etmektedir. Bu sebepledir ki ona “Melekü’l-Mevt” (Ölüm Meleği) adı verilir.60
a. Hz. Azrail Bütün Ruhları Nasıl Kabzediyor?
Hz. Azrail’in bir fert olmasının, bütün ruhları kabzetmesine mâni bir yanı yoktur. Bulunduğu yerden bir şua gibi aksederek, istediği yere elini uzatabilir ve istenilen tasarrufta bulunabilir. (Meseleye daha önce aktardığımız bilgilerle yaklaşalım.) Ona, ne mesafelerin uzaklığı, ne de münasebet kurduğu şahısların çokluğu mâni olamaz. Güneşin bir tek şey olmasına rağmen, kendisine bağrını açan ayinelerin kabiliyetlerine göre, her yerde görülüp hissedildiği ve tesirine şahit olunduğu gibi, tamamen nur ve nuranî olan melekler, evleviyetle her yerde görünebilir ve icraatta bulunabilirler.. hayat üfleyebilir ve ruhları kabzedebilirler.
Kaldı ki, can alan ve ruhları kabzeden haddizatında Allah’tır (celle celâluhu). Azrail’e (aleyhisselâm) gelince, Hakk’ın her işinde bir kısım nezaretçi ve alkışçıları olduğu gibi, ruhların kabzedilmesi işinde de o, bir nezaretçi ve alkışçıdır. Her yerde hâzır ve nâzır olan Yaratıcı, akla, hayale gelmez ve hesap altına girmez pek çok işi birden yaptığı gibi, milyarlarca varlığı aynı anda hem var hem de yok edebilir.
İşte bu baş döndürücü kudret ve bütün eşyayı her an görüp bilen sonsuz ilimdir ki, bazıları akıldan uzak görseler bile, kâinatın zerreleri adedince işleri bir arada şaşırmadan görebilir ve her yerde ölenlerin ruhlarını da kabzedebilir.
Ayrıca, ruhları kabzetme işini ister Yüce Yaratıcı, isterse Azrail (aleyhisselâm) yapsın; her ruhu kabzedilecek zat, vadesi dolunca ona teveccüh eder ve ruhu kabzedilir. Bir fikir verebilmek için şöyle bir misal arz edebiliriz. Meselâ, aynı frekansta çalışan binlerce radyo gibi alıcılar düşünelim; bunların çalıştığı frekansta gönderme yapan bir “göndermeç” düğmesine dokunulduğu an, hepsine bir sinyal ve olursa mors alfabesinden bazı harfler duyulmaya başlar.
Aynen onun gibi acz, fakr ve ihtiyaç çehreleriyle, güçlü ve müstağni bir kapıya yüzleri dönük bulunan mahlukat, vade ve müddet bitimi düğmesiyle, hayat üfleyen ve hayat kabzeden Zât’a karşı ne zaman açılırsa, ya oldurucu veya öldürücü sinyalleri ruhunda duymaya başlar.
Âciz beşer, bir telsiz şarteli veya bir bilgisayar tuşlarıyla, kilometrelerce ötedeki cihazlarla oynayabilirse, neden bizim kayıtlı bulunduğumuz kusur ve noksanlıklardan uzak olan Zât, bir anda, canlı makinelerden ibaret olan insan ruhuyla münasebet kurmasın, istediği zaman onun ruhunu alıp ve istediği zaman da devam ettiremesin?
Ruhların kabzedilmesi hususunda farklı mütalâalar vardır:
1. Daha önce söylediğimiz gibi, her canlıya hayatı veren Allah’tır (celle celâluhu). Hayatı alan da yine O’dur. Buna göre Azrail’in (aleyhisselâm) vazifesi sadece bu muhteşem icraata nezaret ve bu icraatı alkışlamaktır.
2. Allah’ın emri ve izniyle her ruhu Azrail’in (aleyhisselâm) kabzetmesidir ki, bir ferdin tek başına bu kadar şeyi yapmasının mümkün olacağına dair bir kısım misaller vererek meseleyi daha önce aydınlatmaya çalışmıştık.
3. Kâinat çapında cereyan eden bütün işlere, bir temsilci başkanlığı altında pek çok melek nezaret ettiği gibi, ruhların kabzedilmesi vazifesinde de Hz. Azrail’e (aleyhisselâm) yardımcı olacak birçok melâike vardır ve bunlar sınıf sınıftırlar. Bir kısmı incitmeden, telaşlandırmadan, usulcacık kabzediciler; bir diğer sınıf ise, aldıkları ruhu bulutlar gibi semalarda yüzerek Yüceler Yücesi’ne ulaştırıcıdırlar ki, Kur’ân bu sınıfların hepsine işaret eder.
“O yerinden koparan ve derinden daldırıp çekenlere ve usulcacık çekip alanlara ve yüzüp yüzüp gidenlere kasem olsun!”61
Bu itibarla, ruhu kabzedilecek her ferde, ayrı ayrı gönderilecek pek çok melek vardır ve bunların hepsi Hz. Azrail’in (aleyhisselâm) kumandası altındadır. O, Allah’ın (celle celâluhu) emriyle, iyi ve kötü ruhlara göre değişik melekler gönderir ve ruhları kabzettirir.
Netice olarak diyebiliriz ki, tereddüte düşüp de “Azrail bir tek olduğu hâlde bunca ruhu nasıl kabzediyor?” sorusuna sebebiyet veren, evvelâ bir anlayış inhirafıdır. Oysaki yukarıdaki misallerden de anlaşıldığı üzere, melek ne yaradılışı itibarıyla, ne de mahiyetiyle asla insana benzememekte; insana benzemediği gibi, icraat itibarıyla da tamamen ondan farklı bir durum arz etmektedir. O, tıpkı insan ruhu gibi temessül eder, bir anda pek çok yerde bulunabilir ve pek çok şeyle münasebet kurabilir.
Günümüzde bir hayli yaygınlaşmış bulunan medyumluk, ruh çağırma ve görünmeyen varlıklarla münasebet kurma, hatta ispirtizma ve manyetizma gibi şeyler, fizik kanunlarını aşan ve onların ötesinde akıl almaz işler gören pek çok şuurlu ve müşahhas kanunların mevcudiyeti mevzuunda kanaat-i kat’iye verecek mahiyettedir. Binaenaleyh bu kabîl varlıkların benzerleri olan melâike, bunların kat kat üstünde vazife görebilir ve tasarrufta bulunabilir. Hele hele, ruhların kabzedilmesi gibi bir vazifede, her canlı, hayat müddetinin bitimiyle bu vazifelilerle aynı frekansa girerse… Bir de mükelleflerin bir tane değil de, sayılmayacak kadar çok olduğunu ve her vefat edecek zata gidebilecek bir meleğin mevcudiyetini düşünürsek, tereddüte sebebiyet verecek bir hususun kalmadığını görürüz. Yine de her şeyin doğrusunu ancak Cenâb-ı Hak bilir…
Burada çokça sorulan bir soruya cevap vermek gerekiyor. Soruda şöyle deniliyor:
Azrail (aleyhisselâm) bir tane olduğu hâlde bir anda vefat eden bir sürü insanın ruhunu nasıl kabzediyor?
Önce bu soruda beşerî ölçü ve kıstasların bizleri yanılttığını görüyoruz. Meleğin insana benzetilmesi bir yanlışlık olduğu gibi, “nomen”i “fenomen”de görmek, ruhun fonksiyonunu cesette aramak da birer yanlışlıktır. Buna binaen, sualin ortaya çıkmasına sebebiyet veren anlayış inhiraflarını ve terminolojik hataları izah etmeden soruyu cevaplandırmak muvafık olmayacağından, evvelâ, inhiraf noktalarının aydınlatılmasına ihtiyaç var.
Melek, tâbi bulunduğu âlem itibarıyla, hilkat ve mahiyeti, mükellefiyet ve vazifeleriyle tamamen farklı bir varlıktır. Onu, kendi âlemine bakmadan, mahiyet ve vazifesini düşünmeden tahlil etmek, hakkında hükümler vermek, elbetteki hatalı olacaktır. Bu itibarla, evvelâ onun, bu yönleriyle tanınmasında zaruret var. Ayrıca soruya müstakil bir cevap teşkil etmesi açısından daha önce temas ettiğimiz bazı hususların tekrarı da gerekmektedir.
Melek, kuvvet demek olan “melk”den veya elçilik mânâsına gelen “mel’ek”den alınmıştır. Birincisi itibarıyla çok kuvvetli, belki ayn-ı kuvvet mânâsına; ikincisi itibarıyla da emr-i ilâhînin âhize ve nâkilesi (alıcı-verici) olarak elçilik mânâsına gelir.
Bu üstün vasıflar Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı umum meleklerde bulunur. Bilhassa, vahyi getirmekle vazifelendirilenlerde bulunması zarurîdir. Bu üstün varlıklar, hayata-memata nezaret edenlerden alın da, Arş-ı İlâhî Hamelesi ve Hak divanının gözü hayret dolu vazifelilerine kadar geniş bir sahada, Allah’ın icraatına nezaret ve temâşâ ile mükelleftirler.
Makro âlemden mikro âleme kadar, bütün değişme ve tahavvüller, bütün terekküp (sentez) ve çözülmeler hep bu kuvvet ve elçilik temsilcisi meleklerin nezaretinde olduğu gibi, Allah’ın “Kelâm” sıfatından beşere gelen teşriî emirler de, yine bu emin ve güçlü varlıklar tarafından temsil edilmektedir. Âlemşümul (evrensel) cazibe ve dafia (çekme ve itme) kanunlarından, elektronların çekirdek etrafındaki muntazam hareketlerine kadar, bu ağır ve ince işlere nezaret, ne müthiş bir kuvvet istemekte ve ne emin elçiliği gerektirmektedir!..
Melekler, o kadar eşya ve hâdiselerin o ölçüde içindedirler ki, onlarsız ne bir yağmur damlası, ne de bir gök gürültüsü düşünmek mümkün değildir. İşte şeriat-ı fıtriyede (kâinatta cereyan eden kanunlar) bu şuurlu kuvvetler, her şeyi elinde tutan Hakk’ın sonsuz kuvvetinin -kabiliyet ve istidatlarına göre- onlardaki tecellîsinden ibaret olduğu gibi, bu büyük ve muhteşem tecellînin nokta-i mihrakiyesi olan, en değerli varlık insanoğlunun, hareket ve davranışlarını düzenlemek üzere, ilâhî âlemden esip esip gelen vahiy ve ilham meltemleri de, yine vahiy ve ilham sahibinin onlardaki tecellîsinden başka bir şey değildir.
Bu itibarla, Yaratan’la yaratık arasında vasıta olan ve Yaratıcı’nın muhteşem kudretine dayanarak, atomlardan nebülözlere kadar geniş bir sahada, melekûtî güç ve kuvvetin nezaret ve tasarrufunun vazifelileri olan melekleri beşere benzetmek ve beşer için zarurî olan bir kısım kayıtları onlar için de vârid görmek, bir düşünce inhirafı ve bir cehalet ifadesidir.
Evet, eğer melek de insanlar gibi sırtında maddî bir ceset taşıyıp da çözülme ve dağılmaya maruz kalsa ve her canlı gibi zaman tarafından aşındırılsaydı, onun hakkında vereceğimiz hükümlerde, insanı bir ölçü, bir mikyas kabul etmek mümkün olurdu. Hâlbuki, bütün bu farklılıklar var; hem de iki sınıfın birbirine kıyas edilmesini imkânsız kılacak kadar var!..
Melekler, yaratılış itibarıyla da insandan farklıdırlar. Bu farklılık, onların çok geniş bir sahadaki mükellefiyetleriyle alâkalı bulunmaktadır. Yaradılışlarındaki bu duruluk ve nurluluk, onları daha nüfuzlu ve daha seyyal kılmaktadır. Bir anda pek çok ruha aksetme, pek çok göz tarafından görülme ve birken çokluk cilvesiyle tezahür etme gibi hususiyetlere malik bulunan melâike, Hz. Âişe’nin (radıyallâhu anhâ) naklettiği bir hadise göre nurdan yaratılmışlardır.62 Bu itibarla da, nurun hususiyetlerine mazhardırlar.
Kaldı ki, mahiyetleri latîf olan melekler, güneş gibi maddî ve kesif şeylerden de çok farklıdırlar. Onların, değişik şekil ve suret almaları kabil olduğu gibi, bir anda değişik şekillerde görülmeleri de kabildir. Öteden beri dindarlar arasında, şimdi ise yaygınlaşmış şekliyle sosyete mahfillerinde, bu temessül keyfiyeti, o kadar bilinen bir mevzu hâline gelmiştir ki, erbabınca, tecrübeye dayalı neticeler kadar kat’îdir. Her gün, gazete ve mecmua haberlerinde, herhangi bir insan dublesi ve bir perispirinin, cismin bulunduğu yerden çok uzaklarda bulunması ve bulunduğu yerlerde iktidar ve tasarruf izhar etmesinden bahsedilmektedir ki, meselenin aslı ne olursa olsun, ruh gibi latîf varlıkların cisme nispetle daha seyyal, daha aktif ve daha muktedir olduğunu göstermektedir.
Bu madde ötesi seyyaliyet ve cevvaliyet, cismin rağmına ikinci varlığın daha aktif olduğunu gösterdiği gibi, ruha nispeten daha cevval olan melâikenin tabiat kanunlarının üstündeki fonksiyonuna da işaret etmektedir.
Melâike ve ruhların temessülleri, öteden beri bilinen şeylerdir. Başta nebiler olarak pek çok gönül erbabı bu mevzudaki müşâhedelerini anlatmış ve avamdan pek çok kimseyi de buna şahit göstermişlerdir.
Cebrail’in (aleyhisselâm) değişik suretlerde görünmesi ve hangi hâdise münasebetiyle gelmişse, o hâdiseye göre şekil alması; meselâ, vahiy esnasında elçilik vazifesine uygun bir şekilde63; muharebe sırasında da bir muharip suretinde zuhur etmesi64 gibi durumlar, hep temessüle misal olabilecek şeylerdir. Meleğin temessülü hem çok hem de umum melekler için vâkidir. Cibril (aleyhisselâm) Hazreti Dıhye (radıyallâhu anh) suretinde göründüğü65 gibi, ismini bilemediğimiz bir başka melek de “Uhud” harbinin en hareketli anında Mus’ab b. Umeyr şekline girerek Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde akşama kadar harbeder.66 Keza pek çok melekler, Zübeyr b. Avvam suretinde Bedir harbine iştirak ederek mü’minlerin kuvve-i mâneviyelerini takviyeye medar olurlar.67
Hak dostlarının, buna benzer şekilde, gayb âleminin erleriyle temasları sayılamayacak kadar çoktur. Hele, rüyalar vasıtasıyla umum halka tezahürü, meselemize, inkâra meydan bırakmayacak şekilde kuvvet kazandırmaktadır. Hemen hemen herkes bildiği ve tanıdığı ve kendisiyle yakından alâkadar görünen bir ruhun, rüyalar vasıtasıyla kendisine yol gösterdiğine, ışık tuttuğuna şahit olmuştur. Ne var ki, bir kısım kimseler rüyaların ancak bir kısmı için bahis mevzuu olan “şuuraltı” meselesini ta’mim ederek bu işin de anlaşılmaz hâle getirilmesine çalışmaktadırlar. Veyl olsun cehalete!
Bu meselenin tamamını, melâike, temessül ve ruhlarla alâkalı hususların tafsilen anlatıldığı bölüm ve yerlere havale ederek, netice olarak diyebiliriz ki, her varlık aynalarda misaliyle göründüğü gibi, melek de kendisine ayna olabilecek her yerde görünebilir, hem de maddî ve kesif cisimler gibi, sadece şekil olarak değil, aynıyla ve bütün fonksiyonlarıyla görülebilir…
b. Ruhları Kabzeden Meleklerin Farklı Görüntüleri
İster ruhları bizzat Hz. Azrail kabzetmiş olsun, isterse bu işi o, avene ve yardımcılarına yaptırıyor bulunsun, netice değişmez ve her insan, amelinin durumuna göre temessül eden bir melekle karşı karşıya kalır ve son nefesini bu hâlet içinde verir.
Eğer vefat eden, mü’min ve salih amel sahibi bir insan ise, onun ruhunu almaya gelen melek “Hemen çekip alanlara.”68 âyetinde işaret edildiği gibi neşe ve sürur dolu olarak gelir; huzur dolu bir atmosfer içinde o ruhu kabzeder. Ruhu kabzedilen insan, o hâlette iken bazen çok cüz’î bir acı hissetse bile ekseriyetle acı duymuş sayılmaz.. o, Mele-i A’lâ’nın müşâhedesiyle kendinden geçer ve meleklerin teşyi ve karşılamalarıyla yüceler yücesi âleme doğru kanat çırpan ruhunu seyreder. -Allahım, bize de böyle bir netice nasip eyle!-
Kâfirler ise kendi amelleri cinsinden korkunç yapılı meleklerle karşılaşırlar. Son anda açılan gözleriyle gidecekleri yeri müşâhede ederler ki, bu manzara onların içini korkuyla, endişeyle doldurur. “Andolsun söküp çıkaranlara.”69 mealindeki âyette de buna işaret vardır.
Onların ruhu, su dolu büyük bir kovanın derin bir kuyudan çıkarılması gibi ağır ağır ve yine onların ruhu, diken üzerine atılmış ipekli bir kumaşın sökülüp alınması gibi parçalana parçalana kabzedilecektir. Onlar binbir çeşit ızdırabı ruhlarında yaşayacak ve kapkaranlık bir ruhla bu dünyadan göçüp gideceklerdir. -Allahım, bizi bu kötü akıbetten muhafaza eyle!-
Kâfirlerin bu son durumlarını Kur’ân şöyle dile getirir: “Görseydin o inkâr edenleri; melekler onların canlarını alırken yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar. ‘Haydi kavurucu azabı tadın!’ (diyorlardı.)”70
Bunun bir mânâsı da şudur; o anda kâfirlerin maruz kaldığı azabı tasavvur dahi edemezsin, öyle şedit ve öyle ızdırap vericidir ki..!
Hâlbuki mü’minin ruhu kabzedilirken, nasıl neşe ve sürur havası eserse, daha sonra meleklerin elinde, solması istenmeyen bir demet gül gibi elden ele dolaşarak Mele-i A’lâ’ya yükselirken de aynı sürur ve neşe hissedilir. Ve uğradığı her yerde bu ruh, ilgi, alâka ve iltifat görür. Zaten o ölüm anında da gözünün alabildiği ölçüde kalabalık bir melek topluluğu tarafından karşılanmıştır. Onun semaya doğru ilk kanat çırpışları nasıl başlamışsa kabirden haşre, haşirden sırata, oradan da Cennet’e uzanan yolculuğu yine aynı şekilde devam edecektir. Zira insan nasıl yaşarsa öyle ölür ve nasıl da ölürse öyle haşrolur.
c. Kabirde Sual Melekleri ve Mü’minin Durumu
Kabirde mü’min, sual meleklerine cevabını tam verir. Onların, “Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin hangi din?”71 gibi sorularına mü’minin cevap vermesi çok kolay olur. Zira, “Allah, inananları, dünya hayatında da ahirette de sağlam sözle tespit eder.”72 âyetinin de işaret ettiği gibi o, dünyada iken bir “Kavl-i sâbit – Değişmeyen söz” olan tevhidi tekrar etmiş durmuş ve bu ifadeler onun gönlüne ve şuuraltına iyice yerleşmiştir. Orada aklı başına gelir gelmez de aynı şeyleri söyleyecektir. Çünkü o, dünyada iken kelime-i tevhidle bu derecede bütünleşmiştir.
Ben, nice inanan insan gördüm ki, ölüm anında, baygın ve kendinden geçmiş olduğu hâlde dili durmadan kelime-i tevhid çekiyor veya en kudsî söz olan “Allah” kelimesini yüzlerce, binlerce defa tekrar edip duruyor… Hele birisi var ki, sirozdan yatıyordu. Ağzında dili o kadar büyümüştü ki, zor dönüyordu. Ne var ki o hiç durmadan “Allah, Allah” diyordu. Zira bu kelime onun ruhuna, canına ve bütün varlığına sinmişti. Hayatını “Allah, Allah” söyleyerek geçirdiği için de öyle ölüyordu.
İmam Kurtubî diyor ki: “Ben birçok insan gördüm. Bunlardan kimisi ölüm anında, ‘Sepeti getir, otu götür, samanı ver, atı bağla!’ diyordu.. kimisi de cihad aşkı ve iştiyakıyla tutuştuğundan, ‘Atımı getirin, kılıcımı bana verin, beni atıma bindirin, cihada gitmek, Allah’ın yüce ve yüksek adını yüceltmek istiyorum!’ diyordu. Herkesin ömrü, amelinin cinsine göre mühürlenip noktalanıyor ve herkes de bu son anında ameline yakışır bir meleğin temessülüyle karşılaşıyordu…”73
İşte her insana ayrı bir keyfiyette görünme ve insanların ruhlarını bu görüntü ve keyfiyet içinde kabzetme de yine meleklerin vazifelerinden bir vazife, onların yüklendiği misyonlardan bir misyondur. Anlattığımız bu son husus da insan-melek münasebetine ait ayrı bir buud…
5. HAMELE-İ ARŞ
İsterseniz şimdi de, bir başka grup melâikeyi, “Hamele-i Arş” denilen Arş’ı yüklenmiş melekleri Kur’ân’dan takip edelim:
اَلَّذِينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ بِه۪ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذِينَ اٰمَنُوا رَبَّنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَحْمَةً وَعِلْمًا فَاغْفِرْ لِلَّذِينَ تَابُوا وَاتَّبَعُوا سَبِيلَكَ وَقِهِمْ عَذَابَ الْجَحِيمِرَبَّنَا وَأَدْخِلْهُمْ جَنَّاتِ عَدْنٍ الَّتِي وَعَدْتَهُمْ وَمَنْ صَلَحَ مِنْ اٰبَۤائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Arş’ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar Rabbilerini överek tesbih çekerler, onların Rabbileri hakkında kanaatleri de pek kavîdir ve mü’minler için şöyle mağfiret dilerler: Rabbimiz, rahmet ve bilgi bakımından her şeyi kapladın. Tevbe edip Senin yoluna uyanları bağışla, onları Cehennem azabından koru. Rabbimiz, onları ve babalarından, eşlerinden, çocuklarından iyi olan kimseleri onlara söz verdiğin Adn Cennetlerine sok. Şüphesiz üstün olan, hikmet sahibi olan Sensin, Sen.”74
Arş-ı İlâhî’yi taşıyan (taşıma keyfiyeti bizce meçhul), nazarları vücub âlemine müteveccih olan, rahmet semasının tercümanı bu nuranî kullar, bizimle doğrudan irtibatları bulunmadığı hâlde, en çok muhtaç olduğumuz bir meselede imdadımıza koşuyor ve Arş’ın etrafında pervaz ederken affımız için Rab’den bizim adımıza istiğfarda bulunuyorlar.
يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ “Rabbilerini överek tesbih ederler.”
Onlar Cenâb-ı Hakk’ın hem cemalinden haberdar hem de O’nun celâline karşı hayranlık ve hayret içindedirler. Yani “kurb” ve “bu’d”un âdâbına riayetin temsilcileridirler. “Bir adım daha yaklaşsak mahvoluruz!” şuuru kurbun; Cenâb-ı Hakk’ın ilim ve kudretinin ihatası dışında bir zerrenin dahi olmayacağı hakikatini bilmek de bu’dun bir tezahürüdür. Onun içindir ki, onlar, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ, sıfât ve zâtî cilvelerinin yakınlığını gördükçe “hamd”, cemalinin cilvelerini uzaktan uzağa seyrettikçe de “tesbih” ederler.
وَيُؤْمِنُونَ بِهِ “Onların Rabbileri hakkında kanaatleri de pek kavîdir.”
Zaten böyle olmasa, “hususî kurb”e mazhariyetleri mümkün olmaz. Zira “kurb-i umumî”, herkesi ve her şeyi şemsiyesi altına almasına mukabil, “kurb-i hususî” imana dayanır ve hergün ayrı bir iman derinliği ile kıvrıla kıvrıla O’na uzanır.
وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذِينَ اٰمَنُوا “Ve mü’minler için mağfiret dilerler.”
Demek ki onlar, bize daima şefkat ve merhamet nazarıyla bakıyorlar. Bizim amellerimiz, bizi onların her an müşâhede ettikleri celâlî tecellîlerden kurtarmaya yeterli değildir. Allah’ın çizdiği yola gitme ve durmadan hatalarımız için tevbe etme elimizdeki tek sermayedir. İşte Hamele-i Arş da, bizim elimizde bir çekirdek mesabesinde bulunan bu sermayenin mağfiret sünbülü vermesini istiyor ve “Tevbe edip Senin yoluna uyanları bağışla!” diyerek bu vesile ile bizi Cehennem azabından korumasını Cenâb-ı Hak’tan talep ve niyaz ediyorlar.
Yukarıdaki hadiste75 Cibril’e muhatap olduğu bildirilen melekler “Hamele-i Arş’tır. Zira mukarreb dört melekten sonra Allah’a en çok yakın olan onlardır.
Arş’ın taşıyıcıları mânâsına gelen “Hamele-i Arş”ın sayıları hakkında Kur’ân’da şu bilgi vardır: “Melekler de onun kenarındadır. O gün Rabbinin tahtını üstlerinde sekiz melek taşır.”76
Belki bu sekiz melek sekiz sınıfı temsil etmektedir. Ancak hem temsil keyfiyeti hem de meleklerin bizzat kendi şekilleri bizce meçhuldür. Efendimiz de bu mevzuda bize fazla malumat vermez. Ebû Dâvûd’un rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilir: “Size Hamele-i Arş’tan bir meleği anlatmam üzere bana izin verildi. Onun kulak memesiyle boynu arasında yedi yüz senelik mesafe vardır.”77
Bu hadisten şu hususları öğreniyoruz:
Birincisi: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) her bildiğini ve her müşâhede ettiğini bizlere aktarmış değildir. Zira öyle meseleler vardır ki, bizim dinî veya içtimaî hayatımızla hiçbir alâka ve irtibatı yoktur. Böyle meseleleri Efendimiz bizlere aktarmamış olabilir.
İkincisi: Efendimiz’in her söylediği ve anlattığı, Cenâb-ı Hakk’ın izin ve müsaadesine bağlıdır. Yani anlatılanlar vahiy bağlantılıdır. Müsaade edilmeyen hususlarda O’nun bize bir şeyler söylemiş olması söz konusu değildir.
Üçüncüsü: O’nun kendi şahsına bakan bir irfanı vardır ki, O, bu yönüyle Makam-ı Mahmud’a yükselmiştir. Bilinebilecek her şey, müşâhede edilebilecek her manzara O’nun irfanında erimiş ve O, bu irfan peykiyle semalara yürümüş ve mârifet gemisiyle, makamların en ulvîsi olan Makam-ı Mahmud sahiline demir atmıştır. Yani birçok malumat ve müşâhede -ki miraçta bunun sayısız örnekleri vardır- O’nunla beraber erimiş ve O’nunla bütünleşerek ahirete intikal etmiştir. Allah Resûlü bu sırlarını başka hiç kimseye fâşetmemiştir. Zira bir başka idrakin onları hazmetmesi imkân haricidir.
Dördüncüsü: Mademki bu melekler, bu şuurlu ilâhî kanunlar, bütün kâinatı kuşatmıştır, öyle ise bizim kalb ve gönül hayatımız da aynı kuşatma altındadır. Durum böyle olunca, bizim kalb itminanımız onlarla münasebet kurmaya, onların meydana getirdiği mânevî atmosferlerle rezonans olmaya bağlıdır. Bu münasebet ve rezonans temin ve tesis edildiği nispette de, Allah’tan bize nurlu ve bereketli haberler gelecektir. Bizim onlardan kopukluğumuz ise, aksi neticeleri doğuracak, kalb ve gönlümüz zulmanî haberlerin işgaline uğrayacaktır. Onun içindir ki, meleklerle bütünleşmek çok mühimdir. Onlarla bütünleşmek için de onları sevmek, sevmek için de onları bilmek şarttır.
O melekler ki -tabir caizse- bir elleri Arş’ta diğer elleri ise bizim kalb ve latîfelerimize kadar uzanmış durumdadır. Zaman ve mekân kaydından münezzeh ve melekût âleminin bu safî varlıkları, durmadan bizim his dünyamızı hallaç edip yoğurmaktadır. Onlar her an, her yerde Cenâb-ı Hakk’ın izin ve emriyle bulunabilirler.
İşte bu vasıflara sahip meleklerle münasebet kurma, insanı ulvî âlemlere uçuyor gibi bir mazhariyete erdirir. Bast hâli dediğimiz hâl, bunun bir tezahürüdür. Yani insanın ruh dünyasındaki inkişafı, meleklere ait âlemden gelen meltemlerin tesiriyledir. Bütün karamsarlık ve kötümserlikler ise, kabz hâlinin bir tezahürüdür ki, Cenâb-ı Hakk’ın “Kâbız” isminin tecellîsiyle meydana gelmektedir. Yani karanlık âlemlerle münasebet kurma oranında bu isim, bu tür tezahüre sebebiyet verecek şekilde tecellî etmektedir.
Arş hakkındaki malumatımız âyet ve hadislerde anlatılanlarla sınırlı olduğu gibi, Hamele-i Arş hakkındaki malumatımız da yine âyet ve hadislerde anlatılanlarla sınırlıdır. Refîk-i A’lâ, Nediy-yi A’lâ ve Mele-i A’lâ ile ilgili malumatımız da yine bu çerçeve içindedir.
6. MELE-İ A’LÂ VE MÜHEYYEMÛN MELEKLERİ
Öyle anlaşılıyor ki, âyet ve hadislerin bize Mele-i A’lâ hakkında söyledikleri malumat, kapasitemizin dışında bulunmaktadır. Biz bunların keyfiyetlerini değil, sadece varlıklarını biliyor ve buna iman ediyoruz.
Meselâ, “Mele-i A’lâ (Yüce Topluluk) tartışırken aralarında neler geçtiği hakkında bir bilgim yoktu.”78 âyetinde görüldüğü gibi, Efendimiz’den, Mele-i A’lâ’nın kendi aralarındaki tartışmadan haberi olmadığını söylemesi isteniyor. Hâlbuki, cihanın düzeni orada kararlaştırılıyor, kalemler orada oynuyor. Ama bütün bunlar nasıl oluyor, biz bunları bilemiyoruz.
Ve yine meselâ, Müheyyemûn melekleri var. Sessiz, tamamen lâhut ve vücub âleminde müstağrak bu melekler, kendilerinden geçmiş bir vaziyette kendilerinden bile haberleri olmayacak şekilde sadece Cenâb-ı Hakk’ı düşünürler. Aşk derdiyle dertlidirler. Yeryüzündeki bütün aşk ve şevkleri, Vedûd isminin bir cilvesi olarak bu melekler temsil ederler. Bildikleri tek şey Allah’tır. Veli, seyr u sülûkunda o âleme ulaştığı zaman, o âlemin atmosferinin tesiriyle vahdet-i vücud sırrını vicdanında hisseder. “Sadece Allah var, başka şey yok.” der.
Mevlâna’nın Mesnevi’sinde, insanın kendini de unuttuğunu ifade eden çok beyit vardır. Bu demde her şey birbirine karışır, “Ben” ve “O” farkı ortadan kalkar.
Azeri lehçesiyle söylenen şu mısralar bu hâlin ifadesidir:
Öyle bilmezdim ben kendimi
O ben miyim, ya ben o mu
Âşıkların budur demi
Yandıkça yandım bir su ver.
(Gedâî)
Orada sağ-sola karışır, el-ayak birbirine girer, uzuvlar vazife değiştirir. Çünkü insan orada aslını idrak eder, aslına ulaşır. Bu bir makamdır ve bu makamı Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda Müheyyemûn melekleri temsil etmektedir.
Cenâb-ı Hakk’ın Arş’ının etrafında, emre âmâde, O’nun cemalini seyir aşkı ve iştiyakıyla yanıp tutuşan ve belki yaratıldıkları andan itibaren kendilerini dahi bilmeyen, bütün bilgilerini mârifet-i ilâhiyeye teksif eden bu mükerrem melekler hakkında da bizler, hadislerin anlattıklarından öte bir malumata sahip değiliz. Sadece bu meleklerin, bilginin son ufkuna ulaşmış olduklarını biliyoruz. Onlar ancak Allah’ı bilmekte ve O’nu tanımaktalar. Böylece de bizlere en önemli dersi vermektedirler. Keşke onlardan bu dersi istenen ölçüde alıp biz de sadece bilgimizi mârifet-i ilâhiyeye hasredip O’nu bilmenin dışındaki bütün malumatın faydasız olduğu şuuruna uyanabilseydik!
Evet, kâinatı bilmekten gaye, onu yaratanı bilmektir. Eğer malumatımız bizi bu neticeye götürüyorsa bir mânâsı vardır. Yoksa, bizi O’ndan uzaklaştıran her malumat, hakkımızda zarardır.
7. HÂZİN veya RIDVAN
Allah’a yakın mukarreb meleklerden biri de “Hâzin”dir. Hâzin, Cennet’i denetleyen, gözeten meleğin adıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve selem) bir hadislerinde “Hâzin”den bahsetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Cennet’in kapısına gelir ve açılmasını isterim. Hâzin sorar: ‘Sen kimsin?’ Cevap veririm: ‘Ben Muhammed’im (sallallâhu aleyhi ve sellem).’ Hâzin, sözüne şöyle devam eder: ‘Ben bu kapıyı senden evvel hiç kimseye açmamaya emrolundum.’”79
“Hâzin”in cemisi (çoğulu) “Hazene”dir. Kur’ân bu ifadeyi kullanarak Cennet bekçilerinden bahseder:
وَسِيقَ الَّذِينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ إِلَى الْجَنَّةِ زُمَرًا حَتّٰى إِذَا جَۤاءُوهَا وَفُتِحَتْ أَبْوَابُهَا وَقَالَ لَهُمْ خَزَنَتُهَا سَلَامٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ
“Rabbilerinin azabından korunanlar da bölük bölük Cennet’e sevk edilirler. Kapıları daha önce açılmış bulunan Cennet’e vardıklarında onun hazenesi (bekçileri) onlara; ‘Selâm size, (ne) hoşsunuz, ebedî kalmak üzere buraya girin!’ dediler.”80
İttika edenler, takva dairesine giren mü’minler zümre zümre, grup grup Cennet’e sevk olunurlar. Cennet’e geldiklerinde kapıları ardına kadar açık bulurlar. Her grup, dünyada kazandığı kurbiyete göre kendilerine ait kapıdan rıdvan yurdu olan Cennet’e, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini seyretmek üzere girerler.
Cennet nedir? Orada Cenâb-ı Hakk’ın cemal ve kemali nasıl seyredilir? Bütün bunlar bizim ölçü ve kıstaslarımızla ölçülüp tartılamayacak şeylerdir.
Cennet’e girerken mü’minler, meleklerden selâm alacaklar. Melekler “Ne güzel yaşadınız, ne güzel şeyler yaptınız, yaptınız da Rabbinizi hoşnut ettiniz!”81 diyecekler.
Âyette geçen طِبْتُمْ kelimesi, aynı zamanda insana “kelime-i tayyibe”yi hatırlatır. Kur’ân “kelime-i tayyibe”yi, “şecere-i tayyibe”ye, yani güzel bir ağaca benzetir.82 Kökü sabit, dalları ise semadadır. Bu ağaç her mevsim meyve verir. Mü’minin ameli de böyle nuranî ağaç gibidir. Mü’min böylece kısacık dünya hayatına amellerindeki bereket ve yümünle ebediyet mührü vurmuştur. Çünkü onun niyeti ebedî kulluktur. Şimdi de o, bu niyetinin mükâfatını ebedî Cennet kazanmakla elde etmiş olacaktır.
İnsan ki fânidir. İnsan ki, cismaniyet yönüyle herhangi bir varlıktan farksızdır. Hâlbuki o böyle geçici bir hayatı, ebedî yapmasını bilmiştir. Yani o, Hâlık’ın vücudunun gölgesinden ibaret olan ebediyet mefhumunu öğrenmiştir. İşte bu büyük mânâyı idrakin mükâfatı olarak, Cennet kapısında karşılanmakta ve Cennet bekçileri ona ve onun gibi olanlara; “Selâm size! Siz ne güzel şeyler yaptınız; ebedî olarak şimdi girin Cennet’e!”83 demektedirler. O Cennet ki orası bütünüyle güzellerin ve güzelliklerin yurdudur. O Cennet ki, bütün güzeller ve güzellikler cemalinin birer cilvesi olan Ezelî ve Ebedî Güzel orada müşâhede edilecektir.
Bazı hadislerde, Cennet muhafızlarının başında bulunan meleğe “Hâzin”84 bazı hadislerde de “Rıdvan”85 denilmektedir. Rıdvan, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara verdiği nimetlerin ufuk noktasıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de bu hakikate şöyle işaret edilir:
“Mü’min erkek ve kadınlara altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Cennetler ve Adn Cennetlerinde güzel meskenler vaadedilmiştir. Allah’ın razı olması ise hepsinden büyüktür. İşte büyük başarı budur.”86
Cehennem’den kurtulur, Cennet’e girer, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini seyreder, peygamberlerin gül yüzlerini görüp kendinizden geçer ve hilkatin gayesini, fıtratın neticesini bütün çıplaklığı ile idrak edersiniz. Ama bütün bunların sonunda, her an sizin için gadab-ı ilâhî söz konusu ise, Cennet’le birlikte kavuştuğunuz her nimet, acı bir azap hissi de uyarabilir. Dolayısıyla da siz, böyle bir atmosfer ve iklim içinde, Cennet’ten dahi istenen ölçüde zevk alamaz ve yine istenen ölçüde sevinemezsiniz. Zira her an nimetlerin nikmete (azap) dönüşmesi mümkündür. Bu imkân ve ihtimal ise başka değil ancak ızdırap ve acı yüklüdür. Acı ve ızdırabın zerresi dahi bulunan yere Cennet denemez. Öyle ise, kendi mânâsıyla Cennet, Cenâb-ı Hakk’ın gadab ihtimalinin dahi kalkmasıyla gerçekleşecektir.
Zaten, ilâhî gadabın devam ettiği bir yere Cennet demek de mümkün değildir. Zira gadab-ı ilâhî dünyada belâ ve musibet olarak tecellî ettiği gibi, ahirette de Cehennem olarak tecellî edecektir. Onun içindir ki, bir hadis-i şerifte, Cenâb-ı Hakk’ın Cennet ehline: “Bundan böyle ebediyen gadaplanmayacağım!”87 diyeceği rivayet edilir ki, bu nokta çok mühimdir. Yani Cennet ehli için ilâhî gadab söz konusu değildir. Nasıl olur ki, Cenâb-ı Hakk’ın rıza ve hoşnutluğu kuşatmıştır Cennet’i. Ve Rabbin rızasını elde etmiştir Cennet ehli. Rıza ki, bütün nimetlerin en büyüğü, en değerlisi, en kıymetlisi.. ve Cennet nimetlerinin de sonu, nihayeti, neticesidir…
Cennet’e girecek insanlara yapılan hitapta da “rıza” mânâsına özellikle işaret edilmiştir. Mutmainne olmuş nefse, “Dön Rabbine, O senden, sen de O’ndan razı olarak.”88 denilmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki, Cennet, bütünüyle bir “rıza” otağıdır. Cenâb-ı Hak rızasıyla oraya tecellî etmekte, oraya girecekler de Rabbilerinden razı olarak oraya girmekte ve Cennet’e “rıza” mânâsına “Rıdvan” bekçilik etmekte.. ve âdeta Cennet gergefinde hep “rıza” mekiği işlenmekte. Dünyada iken Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmış olanlar, Cennet’te, Cennet bekçileri ve onlara nezaret eden “Rıdvan” tarafından karşılanırlar. Bu karşılama, kişinin ameliyle doğru orantılı olarak ayrı bir ihtişam kazanır.
Şehit ise, melekler tarafından çepeçevre kuşatılır. Kur’ân, Uhud’da şehit düşenler ve bilhassa Mus’ab b. Umeyr hakkında nazil olan âyette şöyle buyurur: “Melekler de her kapıdan (onların) yanlarına varırlar.”89 Yani aziz şehit, güller, demetler arasında Cennet’e götürülüyor. Cennet’e ait bütün menfezlerden melekler başlarını uzatarak ona “Hoş geldin!” mânâsına سَلَامٌ عَلَيْكُمْ بِمَا صَبَرْتُمْ “Sabretmenize karşılık size selâmlar, selâmetler!”90 diyorlar. Bazı melekler ise ona yaklaşma pâyesini elde ediyor, yanına kadar varıp ona tebrikte bulunuyorlar. Selâm verip ona ait makamla gözleri kamaşmış gibi “Ne güzel yurt, ne güzel yuva!”91 sözleriyle durmadan hayret solukluyorlar.
8. MALİK
İnsanlarla alâkası olan mukarreb meleklerden bir diğeri de “Malik”tir. Malik, Cehennem’e nezaret eden melektir.
Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Namaz kılmış oturuyordum. Birden bir ses duydum. Bana: ‘Malik, (Cehennem’e nezaret eden melek) durmuş senden bir selâm bekliyor!’ diyordu. Ben dönüp selâm vereyim, dedim. Fakat o beni bastırdı ve benden önce selâm verdi.”92 buyurarak bize “Malik”le münasebeti hakkında malumat vermektedir.
Malik, Cehennem’e nezaret eden bütün meleklerin başıdır. Nasıl Cennet’e nezaret edenlerin başında “Rıdvan” bulunmakta, öyle de Cehennem’e nezaret eden meleklerin başında da “Malik” bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerim Cehennem’de vazifeli bu melekleri de bize şöyle tanıtmaktadır:
“İnkâr edenler bölük bölük Cehennem’e sürüldüler. Oraya geldikleri zaman Cehennem’in kapıları açıldı, Cehennem’in bekçileri onlara şöyle dedi: ‘Kendi aranızdan, Rabbinizin âyetlerini size okuyan ve sizi bu günümüzde karşılaşacağınız şeyler hakkında uyaran elçiler gelmedi mi?’ ‘Evet, geldi.’ dediler. Ama, kâfirlere azap sözü hak olmuştu. O hâlde, içinde ebedî kalmak üzere Cehennem’in kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüymüş, denildi.”93
Yine bu çizgide başka bir sûrede, Cehennem ehli ile melekler arasındaki konuşma şöyledir:
“Ateşte bulunanlar Cehennem bekçilerine: ‘Rabbinize dua edin, bizden, bir gün olsun azabı hafifletsin!’ diyecekler. (Bekçiler) ‘Size peygamberleriniz açık açık deliller getirmediler mi?’ derler. Onlar da: ‘Getirdiler.’ cevabını verirler. (Bekçiler ise) ‘O hâlde kendiniz yalvarın.’ derler. Hâlbuki kâfirlerin yalvarması boşunadır.”94
Zuhruf sûresinde de Cehennem ehli, Malik’ten, Allah’ın kendilerini öldürmesini talep ederler:
“Şüphesiz suçlular Cehennem azabında devamlı kalacaklar, azapları hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde kurtuluştan ümit kesmişlerdir. Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zalim kimselerdir. ‘Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin!’ diye seslenirler. Malik de: ‘Siz böyle kalacaksınız!’ der.”95
Kâfirler… Kalblerini köreltenler… Selim fıtratlarını muhafaza edemeyenler… Gönüllerindeki sevgi ve irfan istidadını işletemeyenler… Dünyaya geldikleri zamanki safvetlerini korumayı beceremeyenler… Sağdan-soldan esen muhalif rüzgârlara kapılıp gidenler… Ruhlarının güç ve kuvvetini küfür ve tuğyan bataklığında eritenler…
İşte bunlar öbek öbek, bölük bölük Cehennem’e sevk edilecekler. Cehennem’de vazifeli olan melekler karşılayacak onları. Ve soracaklar: “Size, kendi aranızdan, Rabbinizin âyetlerini okuyan uyarıcı elçiler, peygamberler gelmedi mi?” Onlar “Geldi.” diyecekler. Zaten başka türlü demeleri de mümkün değil. Bu müthiş itiraf, âyetlerde şöyle anlatılır:
“Her topluluk onun içine (Cehennem’e) atıldıkça onun bekçileri, onlara: ‘Size bir uyarıcı gelmedi mi?’ diye sorarlar. Onlar da: ‘Evet, bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve ‘Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük sapıklık içindesiniz.’ dedik.’ Ve derler ki: ‘Eğer biz (onların dediklerini) dinleseydik, yahut düşünüp anlasaydık, şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık!.’ Onlar, günahlarını itiraf ettiler. Zaten o çılgın ateş halkına (Allah’ın rahmetinden) uzak olup ezilmek yaraşır.”96
Evet, herkese olduğu gibi onlara da Allah’ın elçileri, peygamberler geldi. Onları uyardı ve ikaz ettiler. Nitekim Kur’ân bu hususa da işaret eder: “Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı (peygamber) gelip geçmiştir.”97
Büyük-küçük her millet ve topluluğun içinde mutlaka bir nebi, vahiy ve ilham yüklü bir peygamber zuhur etmiştir. Hangi memleketin taşını, toprağını dinleseniz mutlaka oradan bir nebi izine rastlar, bir resûl sadâsı işitirsiniz.
Fakat içi pas bağlamış kâfir, gelen her peygamberi yalanlayıp tekzip etmiştir. Allah tarafından kalblerine, kendi işledikleri sebebiyle mühür vurulan bu sefil güruhun artık iman etmesi mümkün değildir. Zira Kur’ân’ın ifadesiyle onların gönül dünyaları tamamen matlaşmış durumdadır. Onlar bu hâlleriyle ahirete gidip Cehennem kapısına dayandıklarında, artık hata, günah ve isyanlarını itiraftan başka ellerinden bir şey gelmeyecektir.
Cennet’teki meleklerin, insanın içine inşirah salmasına mukabil, Cehennem zebanileri, hadisin ifadesiyle “kötü bir manzara”98 sergileyecekler ve durumlarıyla insanların içlerine korku ve dehşet salacaklardır.
Şu da kat’iyen unutulmamalıdır ki, ahirette melekleri kendisine enîs ve dost bulmak isteyen, mutlaka dünyada iken onlara enîs ve dost olmaya çalışmalıdır. Tanışma burada olursa dostluk orada devam eder. Fakat iman gibi bir irtibat bağıyla bugün onlarla münasebete geçemeyenler, ahirette onlardan kat’iyen alâka görmeyeceklerdir. Zaten buna hakları da yoktur.
Ahiret, dünya hayatının, başka bir âlemde, başka bir keyfiyette devamı olduğu gibi, meleklerle oradaki dostluk da dünyadaki dostluğun devamından başka bir şey değildir. Burada, namazda verdiği selâmlarla, sağ ve solundaki meleklerle selâmlaşıp duran insan, elbette ahirette onları, selâmlaşacağı dostlar olarak bulacaktır. Tabiî artık, selâm verme sırası onlardadır. “Selâmün aleyküm”ü evvelâ onlar söyleyeceklerdir ki, çeşitli âyetlerde, muhtelif vesilelerle bu nükteye de işaret edilmiştir.99
9. KÂTİP MELEKLER (KİRAMEN KÂTİBÎN)
İnfitar sûresinde “Kiramen Kâtibîn” adıyla sözü edilen melekler bunlardır: “Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar (Kiramen Kâtibîn) vardır, onlar, yapmakta olduklarınızı bilirler.”100
Kâf sûresinde ise şu şekilde anlatılırlar: “İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”101
Hadislerden de anlaşıldığı üzere, insanın sağında ve solunda bulunan meleklerden sağda bulunan, Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin temsilcisi melek, solda bulunan ve Cenâb-ı Hakk’ın izzet ve azametini korumakla vazifeli meleğe durmadan iltimasta bulunur. Kul günah işlediğinde, soldaki melek bunu derhal kaydetmek ister. Sağdaki melek vaziyete müdahale ederek ona, biraz daha beklemesini, belki tevbe edip pişman olacağını, belki bir hasene işleyip günahını örteceğini söyler. Nitekim böyle olabileceğini anlatan hadisler de vardır. Bir yerde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Nerede olursan ol, Allah’tan kork! Kötülüğe daima iyilik ekle ki onu silsin. Ve insanlar arasında iyi ahlâkla yaşa.”102
Evet, günah kirinden temizlenmenin yolu iyilik suyu ile yıkanmaktır. “Seyyie” ancak “hasene” ile bertaraf edilir. Evet, o şerefli melekler, yapılan her şeyi yazıp çizip, tespit etmektedirler. Yazılmadık, tespit edilmedik hiçbir şey yoktur. Peki ama niçin yapılıyor bütün bunlar? Cenâb-ı Hak Allâmü’l-Guyûb olduğuna, bütün gaybı bildiğine göre insanların amelleri neden kaydediliyor?
Elbette ki, Cenâb-ı Hak her şeyi (buna bizim amellerimiz de dahil) biliyor. Ancak insanın leh veya aleyhinde şehadet etsin diye her insanın amelini ayrıca kaydettiriyor. Böylece her insan yaptıklarını ahirette hem şahit olarak hem de netice olarak hazır bulacaktır ki, bir âyette şöyle denilmektedir:
“O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de; o kötülükle kendisi arasında (şimdi) uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi kendisin(in emrine karşı gelmek)den sakındırıyor. Allah kullarına Raûf’tur, şefkatlidir.”103
Bir diğer âyet de bu hususu şöyle teyit etmektedir:
“Her insanın amel kuşunu (defterini) boynuna yaftaladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız. ‘Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter!’ (deriz.)”104
Yani, oku kitabını ve hükmünü ver. Davranışlarında sen nasıl bir hayat nescettin? Nasıl bir hayat şeridi meydana getirdin? Verilen rolü nasıl oynadın? İşte al kitabını ve bütün bunları kendi kitabında gör!
Kitap nedir? Neşir keyfiyeti nasıldır? Ameller o kitaba nasıl yazılmıştır? Bu kitap nasıl okunacaktır? O kitabı yazan kalem nasıl bir kalemdir? Ve yazılar nasıl bir mürekkeple yazılmaktadır?
Bütün bunlar hiç önemli değildir. Önemli olan, vak’anın bizzat kendisidir. Ortaya bir kitap konacaktır. Bu kitapta, bizim bütün bir hayat serüvenimiz bulunacaktır. Duyulduğunda bizi memnun ve mesrur edecek haberlerle bizi mahcup edecek haberler, iç içe bize takdim edilen bu kitapta hepsi mevcuttur.
“İşledikleri her şey kitaplarda mevcuttur. Küçük büyük hepsi satır satır (o kitapta) yazılmıştır.”105 âyetleri de bu hakikati ihtar etmektedir.
Herkes işlediğini, zerre zerre ahirette görecektir. Kur’ân “Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür.”106 demektedir.
Ve o gün bazıları defterini sağdan alıp sevinir; bazıları da soldan alır üzülür. Kur’ân ahirete ait bu tasa ve sevinç tablosunu bize şöyle anlatır:
“Kitabı sağından verilen: ‘Alın, kitabımı okuyun!’ der. ‘Ben hesabımla karşılaşacağımı sezmiştim (bilmiştim) zaten.’ Artık o memnun edici bir hayat içindedir. Yüksek bir bahçede. Ki devşirmesi kolay (meyvelere yakın). ‘Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yiyin, için!’ Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: ‘Keşke bana kitabım verilmeseydi!’”107
Kim bilir bu zavallı orada kaç defa “Keşke anam beni doğurmasaydı!” diyecek ve yaptıklarına bin pişman olacaktır. Fakat oradaki pişmanlığın, feryat ve figanın, hatta yanıp-yakılmanın insana zerre kadar faydası yoktur. Zira ahiret, burada iken kazanılması gereken bir yerdir. Amel defteri kapandıktan sonra denilip yapılacakların faydalı olması söz konusu değildir.
Hâlbuki defterini sağdan alanların sevinç ve süruru sonsuzdur. Onların yüzleri bişaret ve gülücüklerin cümbüş yeri gibidir. Bir tarafta abûs çehreler, diğer tarafta gülücüklerinden güller açılan yüzler ve orada uçuşup duran defterler.. kimisi elindeki defteriyle iki büklüm, hacil ve kaçacak yer aramakta.. kimisi de yollara dökülmüş önüne gelene defterini okutmakta.. ve bu son manzara lâhut âleminin sakinleri tarafından da memnunlukla seyredilmekte.. melekleşmiş insanın sevincini seyretme onları da sevindirmekte.. Kur’ân bu tabloyu anlatırken de şöyle demekte:
“Hayır, ebrar (iyiler)in kitabı ‘İlliyyûn’ (yüceler)dedir. Biliyor musun ‘İlliyyûn’ nedir? (Yazılmış bir kitapları “Siccîn”de olmasına mukabil, ebrarın kitabı ‘İlliyyûn’ nedir?) Yazılmış bir kitaptır. Onu ancak “mukarreb” (Allah’a yakın) olanlar görürler.”108
Facirlerin kitapları “Siccîn”de olmasına mukabil, ebrarın kitabı “İlliyyûn”dadır. Ama illiyyûn nedir? O nasıl bilinecektir? Orası öyle yüce bir yerdir ki, Yüceler Yücesi bildirmedikçe “İlliyyûn”u bilmek mümkün değildir.
“Kitab-ı merkûm”dur illuyyûn. Temiz duygularla yaşamış ulvî bir hayatın sinema şeridine takılıp ulvî ve yüce bir kısım nazarlara arz edildiği bir güzellikler armonisidir. Allah’a yakın olan “mukarreb”ler müşâhede edebilirler ancak bu şanlı kitapta olanları. Senin tesbihlerini, tekbirlerini, şükürlerini, hamdlerini, kulluğunu, iç derinliğini, başını secdeye koyup inleyişlerini Cenâb-ı Hak oraya aksettirecek ve mukarreb melekler bir film seyrediyor gibi seni seyredecekler. İşte bunun içindir tespitleri ve işlenenleri kaydetmeleri.
Yaptığınız her şey, yüceler yücesi âlemde bir kısım yüce nazarlara arz ediliyor. Öyle ise: Adım atarken dikkat gerek! El uzatırken ihtimam ister! Bakışınıza hedef seçerken titizlik lâzımdır! Kulağınıza girecek sese soluğa ne kadar dikkat edilse değer.! Dudaklarınızdan dökülecek her söze, bir çekirdek atıyor gibi sonsuza fırlattığınız her kelimeye ne ölçüde hassasiyet gösterilse azdır! Konuştuğunuz şeylerin nereye gittiğini hesap edip öyle konuşmak lâzımdır. Amellerinizin nerelerde ve kimler tarafından seyredileceğini düşünüp yaptıklarınızı, yapacaklarınızı ona göre ayarlayın! Seviyenize göre, kalbî meyillerinizden, hayallerinize ait gafletlerden dahi hesaba çekileceğiniz endişesini sinenizde daima bir kor gibi taşımalı ve latîfelerinize ona göre çekidüzen vermelisiniz!
Gizli açık her şeyi Cenâb-ı Hak bilmektedir. Fakat mizanda bize lehte veya aleyhte şehadet etsin diye amellerimizi, mükerrem meleklerine kaydettirmektedir. Beratımıza veya mahkûmiyetimize amellerimizin yazıldığı bu defterlerin şehadetiyle hüküm verilecektir.
Mü’min müjdeye gark olacaktır defteriyle.. herkes görecektir kelime-i tevhid nasıl ağır basarmış mizanda böylece. Ayrıca kâfirin bütün bir ömür boyu söyleyemediğini, münafığın bir türlü içine sindiremediği kelime-i tevhidin ağır basışını ispat içindir yazılan bu defterler bir de…
10. KORUYUCU MELEKLER (HAFAZA)
Meleklerin yüklendikleri bir başka misyon da insanları her türlü belâ ve musibete karşı korumaktır. Nitekim daha önce onların bu misyonlarına dikkat çekmiş ve kısaca temasta bulunmuştuk.
“Hiç kimse yoktur ki üzerinde bir koruyucu, bir denetleyici (melek) bulunmasın.”109 âyetinde ifade edildiği gibi herkes için bir koruyucu melek mukadderdir.
Taberânî’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte her insana 360 meleğin nezaret ettiği ve insanı koruma altına aldıkları kaydedilmektedir.110 Âyette ise bu husus şöyle anlatılmaktadır:
“Her birini (her bir insanı) önünden ve arkasından izleyen melekler vardır. Onu Allah’ın emrinden (veya Allah’ın emriyle) korurlar.”111
Hem Efendimiz’in hadisinden hem de bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, sinekler gibi insanın üzerine üşüşen belâ ve musibetler, insanı çepeçevre kuşatan melekler tarafından çok defa geri çevrilmekte ve insan böylece öldürücü bin bir hâdise altında ezilip gitmekten korunabilmektedir. Elbette ki bu muhafaza, meşîet-i ilâhiyenin o şekilde tecellî etmiş olmasına bağlıdır. Zaten her meselede ilâhî murad, ilâhî dileme ve meşîet esastır. “Allah’ın olmasını dilediği şey olur; olmamasını dilediği şey de olmaz.”112 hakikati da bize bunu anlatmaktadır. Binaenaleyh, belâ ve musibetler meleklerce uzaklaştırılır; fakat meşîet-i ilâhiye o şekilde tecellî etmişse…
Buna vesile olabilecek şeylere gelince, biz onları bilemiyor, sınırlandıramıyoruz. Bazen insanın hoş bir tavrı, rahmet-i ilâhiyenin harekete geçmesine vesile olur ve Cenâb-ı Hak onun hakkında onu memnun edecek bir hüküm verir. Bazen de tam tersine, insanın münasebetsiz bir davranışı, ilâhî gazabı galeyana getirir ve verilecek hüküm o şahsın aleyhinde olur. Verilen hüküm karşısında meleklerin yapabileceği hiçbir şey yoktur.
Ne var ki, onlar enîs ve celîslerimiz (her zaman beraber olduğumuz arkadaşlarımız) olarak bizim başımızın üzerinde pervaz eder dururlar ve gelmesi muhtemel belâları savmak için bize kanat gerer, kalkanlık yaparlar. Zira bu, onlara ait bir vazifedir. Bu meleklerin ruhanî haz ve lezzetleri, yaptıkları bu vazifenin içine dercedilmiştir. Yani melekler bizi koruma vazifesini, müthiş bir zevk, heyecan ve coşkunlukla yerine getirirler.
11. SEYYAR (GEZGİNCİ) MELEKLER
Diğer taraftan bir kısım melekler de vardır ki, sürekli insanların ibadet ve zikir meclislerini takip eder dururlar. Bu da onlara ait bir misyon ve bir vazifedir. İbn Mâce’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle ferman eder: “Cuma günleri bana çokça salavat getirin. Zira o, meleklerin hazır bulundukları bir gündür…”113
Demek oluyor ki, bir de bizim salât ve selâmlarımızı seyretmek, onları Resûl-i Ekrem’in mübarek ruhuna ulaştırmak ve sonra onun bize gönderdiği mukabil selâmları kalbimize üflemek vazifesiyle vazifeli melekler var.
Allah, peygamberlerin cesetlerini toprakta çürütmez.114 Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), ehl-i keşfin ifadesiyle kabrinde “hayy”dır ve şehitlerin hayatını yaşamaktadır. O, ümmetin pek çok durumundan her zaman haberdardır. Binlerce yerden kendisine giden salât ve selâmı duyar ve bizzat mukabelede bulunur.
Öyle ise, sen de “es-Salâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Resûlallah!” derken bunu, dizlerini O Sultan-ı Zîşân’ın dizlerine vermiş, doğrudan doğruya huzurunda, O’nu tebcil ve tazim ediyor gibi söyle. Unutma! Biraz daha kendinden geçersen, dizlerinin dizlerine değdiğini bile hissedebilirsin.. ve böyle cân u gönülden kurbiyet temin ettiğin zaman O’nun mübarek ruhunun hemen orada temessülüne de şahit olabilirsin…
Ve yine Allah Resûlü, müttefekun aleyh (Buhârî ve Müslim’in beraber rivayet ettikleri) bir hadis-i şerifte şöyle ferman eder:
“İmam, غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ deyince siz ‘Âmin’ deyin. Zira her kimin ‘Âmin’ deyişi meleğin ‘Âmin’ deyişine denk gelirse (meleğin sesine karışır da Mele-i A’lâ’ya yükselirse) Allah onun geçmiş günahlarını mağfiret eder.”115
Bir başka hadiste şöyle ferman edilir:
“İmam, سَمِعَ اللّٰهُ لِمَنْ حَمِدَهُ deyince siz de اَللّٰهُمَّ رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ deyin. Kimin sözü meleklerin sözüne denk gelirse onun geçmiş günahları affolur.”116
Görüldüğü üzere, insanların ibadetlerine iştirak eden bu melekler, daima onlarla beraber tahmidat ve tesbihatta bulunmakta ve onların bu iştirakleri bazı günahların affına vesile olmaktadır.
Meleklerin bu dostluğu kişinin ölümüne kadar devam eder. Zayıf bir rivayet bize bundan sonrası hakkında da şu malumatı verir: Vefat eden insanın kabrinin başında iki melek durur. Bu melekler, sevabı kabir sahibinin hasenat defterine kaydedilmek üzere durmadan istiğfar ederler. Onların bu istiğfarı da kıyamete dek sürer.117
Meleklerden bir grup daha vardır ki, bunlar da nöbetleşerek mü’min kulların ibadet enginliklerini Cenâb-ı Hakk’a arz ederler. Hadiste anlatıldığı şekliyle:
“Cenâb-ı Hak, huzuruna gelen bu meleklere sorar:
– Nereden geliyorsunuz? Cevap verirler:
– Kullarının yanından.
– Kullarımı ne hâlde bıraktınız?
– Gittik namaz kılıyorlardı, döndük yine namaz kılıyorlardı.”118
Şu melek mürüvvetine bakın, dostluklarının hakkını nasıl da en güzel şekilde eda ediyorlar! Onlar vazifeyi sabah vakti devralmışlardır. O esnada mü’minler sabah namazı kılmaktadırlar. İkindi vaktinde nöbet değişikliği yapılmıştır. O esnada da ikindi namazı eda edilmektedir.
Dudakları dua ile süslü, içleri Cenâb-ı Hakk’ı anmakla dolup taşan, hissiyatları alabildiğine gelişmiş mü’minler hakkında meleklerin verdikleri rapor işte böyle bir mahiyet arz etmektedir. Ve bu raporun takdimi her gün tekerrür edip durmaktadır.
Nerede Allah anılıyor, nerede konuşmalar O’ndan bahisler etrafında dönüp duruyor, nerede gönüller Allah aşkıyla yanıyor ve diller bu aşka tercüman olma peşinde, nerede tefekkürün merkezinde lâhûtî muhteva bulunuyor ve ilâhî tecellîlere ait tefekkür dalga dalga göğe yükseliyor, nerede “Allah Allah” zikirleriyle sema lerzeye geliyor, mutlaka orada bu melekler hazırdırlar ve melekleşmeye azmetmiş insanları temâşâ içindedirler. Sanki zikir meclisi, ana arının konduğu bir dal gibidir ve bu meleklerle, melekleşmiş insanlar da orada mârifet peteği örmektedirler. Zikir tamamlandıktan sonra da bu melekler, tekrar geldikleri yer olan Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna dönerler.
İsterseniz hâdisenin bundan sonrasını da başka bir hadis-i şeriften takip edelim. Melekler huzura varınca bütün gaybın anahtarı yanında olan Allâmü’l-Guyûb onlara sorar:
– Nereden geliyorsunuz? Melekler cevap verirler:
– Seni anan kullarının yanından yâ Rabbi!
– Peki onlar ne diyorlardı?
– Seni tesbih, tahmid ve temcid ediyorlardı. (Senin büyüklüğünü, azametini ve yüceliğini ilan ile meşgul oluyorlardı.)
– Onlar Beni gördüler mi?
– Hayır, Rabbimiz, görmediler.
– Ya görselerdi?.. (Yani Bana karşı aklın almadığı bir kulluk arz edeceklerdi!)
– Onlar ne istiyorlardı?
– Cennet’ini istiyorlardı Rabbimiz.
– Onlar Cennet’i gördüler mi?
– Hayır, görmediler.
– Ya görselerdi? (Evet görselerdi bir başka iştiyakla isteyeceklerdi!.)
– Neden istiaze ediyorlardı?
– Cehennem’inden, Allahım.
– Onlar Cehennem’i gördüler mi?
– Hayır, görmediler.
– Ya görselerdi? (Her hâlde görselerdi, mutlaka daha şiddetli onları Cehennem’den korumamı isteyeceklerdi.)
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
– Meleklerim, siz şahit olun, Ben o kullarımı affettim.
Melek döner ve şöyle der:
– Yâ Rabbi, onların içinde birisi vardı ki, esas gayesi Seni anmak değildi. O oraya dünyevî bir gaye için gelmişti.
Ve lütfu engin Rab şöyle ferman eder:
– Onlar öyle bir toplumdur ki, onların arasında bulunan (niyeti çok hâlis olmasa da) onlara verilenden mahrum edilemez.”119
(Biz de zaten Cenâb-ı Hakk’ın bu vaadine itimat edip ona bel bağlamış bulunuyoruz. Öyle inanıyoruz ki, cemaat hâlinde açılan eller istek ve talepleri itibarıyla mahrum bırakılmayacaktır. Ellerimizi bu niyetle açıyor, dualarımızı bu niyetle cemaatin duasına katmaya çalışıyor ve çalı, diken yetiştirmeye mahsus bir zeminde gül yetiştirmeye gayret ediyoruz. Böyle bir zeminde çamura batmadan, kirlenmeden bir hayat yaşamak nerede ise imkânsız…
Günahlarımız çok; fakat O’nun rahmeti günahlarımızdan daha geniş. Bunu bilerek O’nun kapısına geliyor, O’ndan af dileniyor, bizim dualarımızı da, kabul gören dualar arasına katmasını niyaz ediyoruz.)
Bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadırlar:
“Yeryüzünde seyyar (gezginci) melekler vardır. Bunlar zikir meclislerini dolaşırlar. Böyle bir meclis bulduklarında orayı kuşatır ve doldururlar. Sonra da ellerini açar şöyle derler: ‘Yâ Rabbi, şu anda Senin kullarından bazılarının yanındayız. Onlar, Senin kitabını okumakta, Senin peygamberine salavat getirmekte ve Senin yüceliğini müzakere edip durmaktadır.’ Bunun üzerine Cenâb-ı Hak ferman eder: ‘Onları rahmetimle çepeçevre kuşatın, onların arasında bulunan asla tali’siz olmaz.’”120
Zikir meclisleri, melekleri yeryüzüne çeken cazibe… Allah’ın anlatıldığı, tecellîleri içinde O’nun azametinin söz konusu edildiği, Habib’inin hak peygamber olduğuna dair delillerin tekrar edilip durduğu ve sonunda, salât u selâmların sohbetlere hitam-ı misk yapıldığı, buhur buhur mâneviyat kokan ve öbek öbek lâhut taşıyan kutlu yerler ışık evler…
Abdullah b. Revâha, dili kadar kılıcı, kılıcı kadar da dili keskin şanlı bir sahabiydi. O bazen yakın arkadaşlarından birine “Gel seninle bir saat iman edelim!” derdi. Onu tanıyanlar niyetini ve ondaki iç derinliğini bildiklerinden bir şey demez ve itiraz da etmezlerdi. Fakat bir gün niyetini kavrayamayan bir sahabi gitti onun bu sözünü İki Cihan Serveri’ne iletti. Bu sahabi “Biz zaten iman etmedik mi? Gel seninle bir saat iman edelim!” ne demek diyor ve bunu şikâyet konusu yapıyordu. Ancak Allah Resûlü, İbn Revâha’yı herkesten iyi tanıyordu. O, boş söz sarfedecek bir insan değildi. Onda ayrı bir enginlik, ayrı bir derinlik vardı. İki Cihan Serveri şöyle buyurdu:
“Allah, İbn Revâha’ya merhamet etsin! O, (meleklerin iftiharla bahsedecekleri) meclislerden lezzet alır, öyle meclisleri sever.”121
İşte Abdullah b. Revâha, her biri gökteki yıldızları andıran dostlarını imana davet ederken, aslında onlara şöyle bir teklifte bulunuyordu:
Gelin bir meclis kuralım. Oraya gökten bölük bölük melek insin ve meclisimize alkış tutsunlar. Mukarrebûn, Kerûbiyyûn melekleri, Mele-i A’lâ ve Nediy-yi A’lâ sakinleri nazarlarını bize çevirsinler ve bakışlarını bizden ayırmasınlar, lâhut âleminden gelen ilhamlarla gönüllerimiz coştukça coşsun, imanımız artsın ve bizler kevn ü mekâna sığmaz hâle gelelim. Zira ki, Cenâb-ı Hakk’a ait mânâ ve hakikatlerin müzakere edildiği meclislere melâike-i kiram enîstir. Kalbin dudakları öteler ötesine müteveccih olduğu müddetçe, bu kutlu dostlar o dudaklardan dökülenleri dinlemeye teşnedir. Bizim iç dünyamız, o uhrevî âlemlere dönük olduğu müddetçe o âlemlerin sakinlerinin yüzleri de bize dönük olacaktır. Yağmur taneleri gibi onlar da bizim çevremize yağıp duracaktır.
Bu gezginci melekler ehl-i ilimle de bir münasebet içindedirler. İlim yoluna girenlerin Cenâb-ı Hak katında ayrı bir değeri, ayrı bir kıymeti vardır. Elbette ki bu ilim Allah yolunda ve O’nun hesabına olmalıdır. Bu tür ilim ve ilim adamları sayısız hadis-i şeriflerde ve birçok âyet-i kerimelerde tebcil ve tebrik edilmiştir.
Meselâ Ebû Hüreyre’nin (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadiste şöyle deniliyor:
“Kim ilim tahsili adına bir yola girerse, Allah onun için Cennet’e giden yolları kolaylaştırır.”122
İlimden maksat Allah’ı bilmektir. O’nun mârifetine yardımcı olmayan ilme gelince, o, faydasız bir malumat yığınından başka bir şey değildir.
İnsan, “mârifet-i Sâni” dediğimiz şu kâinatın muhteşem Sanatkârını bilme adına kanaatini kuvvetlendirmek, irfanına yeni yeni tefekkür hüzmeleri katmak ve bir arı gibi her gün bir mârifet peteğine ayrı bir şuur usâresiyle dönmek için bir yola girebildiği takdirde Allah (celle celâluhu) Cennet’e giden yolu ona kolaylaştıracaktır.
Namaz artık onun için bir dinlenme, bir tenezzüh; hatta bundan da öte namaz onun şiddetli bir arzusu hâline gelecektir. İslâm’ı bir bütün olarak yaşadığı vakit kalbi mutluluktan güvercinler gibi kanat çırpacak ve İslâmî emirlerden birini ihmale uğratsa, gırtlağı derin bir pençe tarafından sıkılıyorcasına ızdırap duyacaktır.
Bu mârifet erlerinin bir araya gelişleri de ayrı bir cazibe atmosferi meydana getirir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle denilmektedir:
وَمَا اجْتَمَعَ قَوْمٌ فِي بَيْتٍ مِنْ بُيُوتِ اللّٰهِ يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ وَيَتَدَارَسُونَهُ بَيْنَهُمْ إِلَّا نَزَلَتْ عَلَيْهِمُ السَّكِينَةُ وَغَشِيَتْهُمُ الرَّحْمَةُ وَحَفَّتْهُمُ الْمَلَائِكَةُ وَذَكَرَهُمُ اللّٰهُ فِيمَنْ عِنْدَهُ
“Bir topluluk Allah evlerinden bir evde (ki biz onlara ışık evler diyoruz) oturur ve orada mârifet-i ilâhiye adına dersler yaparsa, kesinlikle orayı melekler kuşatır, üzerlerine sekîne iner ve Cenâb-ı Hak orada bulunanları kendi yanında bulunanlara anlatır ha anlatır.”123
Hadiste anlatılan evler hiç şüphe yok ki, mescitlerden ayrı olarak mütalâa edilmelidir. Zira biraz sonra da işaret edileceği üzere bu evler doğrudan doğruya ٌبَيْت ifadesiyle anlatılıyor ve cem’i (çoğulu) بُيُوتٌ deniliyor. بَيْتٌ bilindiği üzere “Ev” demektir. بُيُوتٌ ise evler, demek olur. Kur’ân’da ve hadislerde mescit için de bu kelime kullanılır ancak Kâbe mânâsı kastedildiğinde kelimenin başına lâm-ı ta’rif getirilir ve اَلْبَيْتُ denilir. Durum böyle olunca Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şerifte vasıflarıyla anlatılan bu evler, mescitler değil, belki belli bir devrede mecsit misyonunu da yüklenen evlerdir.
Hadisin kelimelerine kısa bir göz gezdirecek olursak, zannediyorum hadisten kastedilen mânâlar daha iyi anlaşılacaktır:
قَوْمٌ cemaat ve toplum demektir. O evdeki insanlar Kur’ân ve Sünnette işaret buyrulan cemaatleşme şuuruna sahiptirler: Amel ve fiillerinde kolektiflik hâkimdir. Zaten bir araya gelişleri de böyle bir gaye ve ideale matuftur.
اِجْتَمَعَ Bu şuurlu bir araya gelişi anlatmaktadır.
بَيْتٌ Yukarıda da ifade edildiği üzere evdir. Allah davasına hasredilmiş bu evlere hadiste بُيُوتُ اللّٰهِ denilmiştir.
O evlerde kitaplar alınıp okunmakta ve o kitaplardaki hakikatlerin incelikleri, bilenlerce bilmeyenlere anlatılmaktadır. Bilmeyenler de öğrenmeye arzu ve isteklidirler. Her meseleyi sorar ve her meseleyi öğrenmeye çalışırlar.
Onlar bu denli ulvî bir gaye için bir araya gelince, melekler de bu meclise karışır, çepeçevre orayı sarar.. ve tedris devam ettiği müddetçe de orayı terk etmezler. Zira ki, böyle bir mecliste bulunmama bir haybettir, bir hüsrandır. Melekler ise bu türlü akıbetten korunmuş varlıklardır. Onlar daima yümün ve bereket soluklar, yümün ve bereket ikliminin içinde bulunurlar.
Bir de onların üzerine “sekîne” iner. Devrin ve dehrin hâdiseleri onları yıldıramaz, ürkütemez, korkutamaz. Durmadan düşer kalkarlar ama, yine de yürürler. Bütün çarklar aleyhlerinde dönse de asla ümitsizliğe düşmez, bir gün o çarkların çark edeceğini bilir ve kendi lehlerine dönecek devran çarkını sabırla beklerler.
Hem onlar öyle korkusuz birer yiğittirler ki, cellatlar gelip kapılarına dayansa, yine paniğe kapılmaz, derslerine devam eder ve faydası olacağına kanaat getirirlerse, cellatlarını da aynı derslerin nur havzından istifade ettirmeye çalışırlar. Çünkü onlar itminan dolu bir hayat yaşamaktadırlar. Ve onlar bu evlerdeki tedrisi, hayatlarının gayesi hâline getirmişlerdir. Tarassutlar, sürgünler, hapisler, istintaklar onları bu davadan vazgeçiremez. Onların o yüce otağlarında panik iflas etmiştir. Zira onlar “sekîne”den birer âbide hâline gelmişlerdir.
“Ve Allah onları kendi yanında olanlar arasında anlatır ha anlatır.”
Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda nazarları kevn ü fesada müteveccih olan melekler vardır. Bazen bu melekler yüzlerini imkân âlemine döndürür ve insanları temâşâ ederler. İşte bu meleklere Cenâb-ı Hak, kendi davası uğruna bir araya gelen kullarını anlatır, der ki: “Sizin, hâllerine tam muttali olamadığınız Benim bazı kullarım var. Onlar şu anda Benim kitabımın içinde mevcut hakikatleri öğrenmek ile meşguldürler.”
Ve daha nice vasıflarıyla Cenâb-ı Hak yerdeki kullarını gök ehli yanında dile getirir, anlatır… Bu da yine insanlarla melekler arasında ayrı bir irtibat ve münasebet bağıdır.
Işık evler, çevrelerindeki bina yığınları itibarıyla, tıpkı hâle içinde yıldızlar topluluğuna nur âyetini tefsir eden bir mehtap veya ebedî nur, ebedî huzur arayanları firdevslere ulaştırma yolunda kurulmuş birer han gibidirler.. dikkatle bakanlar için her zaman, bu ışık yalılarının iç yapıları ve derinliklerinde “Allah onların (diğer binalardan daha ziyade) yükseltilmelerine ve (her şeyden yüksek, yüce) isminin oralarda anılmasına (dört bir yanda gürleyen yasak velvelelerine rağmen) izin verdi.. içlerinde sabah-akşam O’nu tesbihlerle yâd eden öyle yiğitler var ki ne ticaret (ve ticaretteki kazanç cazibesi) ne de alım-satım, Allah’ı zikirden, namazlarını dosdoğru yerine getirmekten ve zekâtlarını bihakkın eda etmekten onları alıkoymaz; (zira) onlar kalblerin (mehâfetle), gözlerin (hayret ve dehşetle) döneceği günden korkar (ve tir tir titrerler).”124 hakikatinin nümâyân olduğu hissedilir.
Bu evlerde, imanı, ibadeti, duayı, zikri, fikri, uhuvveti, vefayı ötelere ait derinlikleri ile duyup yaşama bahtiyarlığına erenler, âdeta her an yeniden doğar, baharlar gibi duygularıyla yeşerir, derken çeşit çeşit vâridâtla dolgunlaşan o kendilerine has hava, bütün gönüllerini bir saadet vaadiyle kaplar ve çok defa onların, hayra açık sinelerinde Cennet yaylalarının ferahlatıcı esintileri duyulur.
Evet, bugün büyüğüyle-küçüğüyle ışık evler, yıllar ve yıllar imana, imandaki huzur ve itminana susamış gönüllere, rahmet yüklü bulutlar gibi, gönderdiği bol bol “âb-ı hayat” ve insanımızın gönül tepelerine saldığı mârifet, muhabbet, ruhanî zevk şualarıyla diriliş üfleyen bir İsrafil sûru ve vicdanlarını şahlandıran Cebrail solukları olmuştur.
Evet, onlara uğrayanlarda pek çok menfî hisler silinmiş, inat ve karşı koyma düşünceleri kırılmış, müdavimleri de kendilerini, Cennet koridorlarında temâşâdan temâşâya koşan seyyahlar gibi görmeye, hissetmeye başlamışlardır. Başkalarının eğlenceye, zevke, sefaya giderken duydukları keyfi, neşeyi, sevinci, tiryakiliği, kudsîler, hem de kat katıyla ışık evlere uzanan yollarda duymuş ve yaşamışlardır. Onlar, bu ışıktan yollarda ve yolların gerçek değerinin teminatı olan bu kutlu yuvalarda düşünülen, söylenen, okunan şeyleri, ötelerden gelmiş ilham esintileri gibi karşılamış, gökleri aşıp gelen soluklar gibi dinlemişlerdir…
Ve yine onlar bu evlerde bugün hâlâ çoklarının akıl erdiremedikleri, bilemedikleri sırlarla tanışır, sema kapılarının aralandığını hisseder gibi olur, kapı aralarından sızıp geldiğine inandıkları vâridâtla bütün bütün uhrevîleşir, kendilerinden geçer ve yerlere serilirler.
Evet, kalblerinin balansını imana, Kur’ân’a, iman ve Kur’ân’ın gönüllere boşalttığı irfana göre ayarlayamamış tali’sizler, ne bu ufku kavrayabilir, ne de gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşer tasavvurlarını aşan bu derûnî hazları idrak edebilirler.
C. MELEKLERLE BÜTÜNLEŞMEK İÇİN
1. MELEKLERE MİHMANDAR OLMAK
Melek kendine ait misyonu eda ederken, insan da melekleşme gayretine hız vermeli ki aralarında bir bütünleşme meydana gelsin. Evvelâ insan, meleğin inebileceği zemini hazırlamalı, sonra da o zemini koruyup muhafaza etmeli ki, melekût âleminden içinde bulunduğumuz âleme doğru bir kayma, bir meyil, bir arzu ve iştiyak hâsıl olsun. Bu sebepledir ki, meleklere ait misyonun eda edilebilmesi, bir yönüyle insanın bizzat kendisiyle de alâkalı bulunmaktadır.
İnsan kendine düşeni yerine getirdiği sürece melek de kendisiyle alâkalı vazifesini bihakkın eda edecektir. Ancak insan herhangi bir hata ile onların geleceği yolu tıkar, onların gireceği menfeze set çekerse, geliş ve gidişleri belli daire ve prensiplere bağlı o melekût âleminin kutlu sakinleri, artık gelmez olur ve ayaklarını keserler.
Neticenin böyle bir hüsranla noktalanmaması için, bulunduğumuz zaman ve zeminin yümün, bereket ve sağanak sağanak yağacak rahmetten mahrum kalmaması, beşerin kendine düşen vazifeyi yerine getirmesiyle çok ciddî şekilde ve yakından alâkalıdır. Onun için biz de sözün burasında, yer yer onun vazifelerine dikkat çekerek mevzuu hem meleklere hem de bize ait yönleriyle terkipleyip takdime çalışacağız.
İnsan şu meşhergâh-ı âlem ve enâmda (varlığın sergilendiği âlem), Cenâb-ı Hakk’ın sanatlarını müşâhede ederken, kalb gözü açık olarak yaşamalı, bir arı gibi dolaşmalı, konduğu her çiçekten bir hüzme almalı ve onunla bir mârifet peteği örmeye çalışmalıdır. O ancak böyle yaptığı takdirde ahiret saadetinin temelini daha dünyada iken atmış olacaktır. İşte bunun içindir ki Abdullah b. Revâha, yakın dostlarının elinden tutup: “Gel biraz iman edelim!”125 diyordu.
Sen de, kalbin Allah’tan uzaklaştığı, kuruduğu, donduğu ve yozlaştığı dakikaları hatırladıkça, kalbi hüşyâr bir mü’minin elinden tut, “Gel kardeşim, gel camiye gidelim de, biraz iman edelim!” Yani, Rabbimizi hoşnut edelim. Mürde gönlümüze hayat üfleyelim. Sönmüş, pörsümüş hissiyatımızı, duygularımızı yeniden canlandıralım. Ta o, ilham-ı ilâhiye olarak gelen esintilere, mârifet ve muhabbet-i ilâhiye deryasından gelen dalgalara mâkes ve sahil olabilsin.
Sen hazır olacaksın ki, gelen gelsin ve orada hüsnü kabul görsün. Senin daima, Hak’tan gelen tecellîleri misafir edecek, onlara mihmandar olabilecek bir gönlün yoksa, gaflet anında ve kalbinin Hak’tan uzak kaldığı hengâmda, rahmet-i ilâhiye gelir de geriye döner. Sen, Allah’a imanının tam olduğunu sanırsın ama, heyhât! Haybet ve hüsran içinde gönlün ölüdür de haberin yok. Evet, müteyakkız olacaksın. Hem de hudutta nöbet bekleyen bir insan gibi, bir lahza gözünü kırpmadan hep zuhur bekleyecek ve tecellî avlayacaksın…
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), müteyakkız gönüllerin, uyanık duyguların, duyan, bilen, hisseden, her şeyden mânâ çıkaran kafaların temsilcisi olarak hayatını uyanıklık içinde geçirmişti. Gündüzleri O, zaten hep hüşyârdı. Gece basıp da “Uykunuzu dinlenme yaptık.”126 âyeti gereğince uyku onu sardığı zaman, derin derin düşünmeyi temsilen elini başının altına koyar ve “Rabbim, ötesini Sana havale ediyorum, şu kalbimin tek lahza Senden gafletine tahammülü yoktur ama, geldi bastırdı şu uyku!” düşünce ve mülâhazasıyla, bilinen bazı duaları okur ve yatağına öyle girerdi.
Sen de hayatını İki Cihan Serveri’nin hayat-ı seniyyelerine göre tanzim ederek, her anında Cenâb-ı Hakk’a teslim ile ömrünün dakikalarına yümün ve bereket akmasını temin edebilirsin. Onun için de bir lahza gözünü kapamamalısın ki, Mele-i A’lâ’dan gelenler uyanık ve kapısı açık bir mihmandar bulabilsinler.
Dikkat et! Senin kalbine her an misafir olmaya gelen Allah’ın rahmeti, bu kalbin hazır olup olmadığına bakan da yine bizzat Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir. Gafil bir kalbe O misafir olmaz. Sen hüşyâr olursan, Mele-i A’lâ senin gönlünün etrafını metaf yapar da Kâbe’nin etrafında dönüyor gibi senin etrafında döner. Bu hakikate işaret eden bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Bir insan ıssız bir yerde (su bulursa) abdest alıp, (bulamazsa) teyemmüm edip namaza durursa, onun namaz kıldığı meydanı dolduracak sayıda melek iner ve o insanın arkasında namaz kılar.”127
Demek ki yerine göre sen, meleklerin önüne geçebiliyorsun; geçebiliyorsun da onlar senin arkanda namaz kılmayı şeref sayıyorlar. Acaba cismaniyet ve beşeriyete ait onca hususiyeti sırtında taşıyan, yani şehvet, kin, nefret ve daha bir sürü şeytana ait duygularla -tabiî belli hikmetler için- meşbu ve dopdolu bulunan beşer bütün bunları nasıl aşıyor, aşıyor da muallâ insanî mevkie ve yüce bir ufka ulaşıyor?
İşte melek buna hayret ediyor ve gelip namaz kılan insanın ardında el pençe divan durarak ve âdeta, “Sen imamsın, ben de cemaatim.” diyor; bunu itirafı da kendisi için bir şeref biliyor.
Nasıl bir sahrada namaz kılanın arkasında kalabalık bir melek topluluğu namaza duruyor ve onun namazında hazır bulunuyor; öyle de her fert, nerede namaz kılarsa kılsın, namazında mutlaka melekler hazır bulunuyor ve onun bazı ifadelerine iştirak ediyorlar. Meselâ, tahiyyatta, “Selâm, bizim ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun!” ifadesini, namaz kılanın sağına-soluna selâm verirken, sağ ve soldaki mevcut melekleri niyet edebildiği takdirde onun selâmını alarak mukabelede bulunurlar. Ancak burada da görüldüğü gibi birinci vazife, yani melekleri o zemine çekme misyonu insana düşmektedir. Önce insan namaz kılacak, selâmında melekleri niyet edecek ki, melekler onun yanında hazır bulunsun ve onun bazı ifadelerine iştirakla yapılan bu güzel işi alkışlasınlar…
2. MELEKLERİN PERVANE OLDUĞU RUHLAR
Kişinin amelinin keyfiyet ve durumuna göre meleklerin tahşidatı artar. Bu hususa işaret eden pek çok hadis-i şerif vardır. Bu hadislerde, tergîb ve teşvik esasına dayanılarak özetle şöyle denilmektedir:
“Namazda ilk safta duranların, saflarını sık ve düzgün tutanların ve namazdan sonra tesbihatlarını hudû ve huşû içinde Allah’a takdim edenlerin, seherlerde kalkıp Allah karşısında el pençe divan duranların etrafında melekler pervaz ederler.”
Seherler ki, o vakitlerde Cenâb-ı Hak, rahmetiyle dünya semasına nüzul buyurur. “Yok mu tevbe eden, tevbesini kabul edeyim? Yok mu dua eden, duasına icabette bulunayım?”128 diyerek rahmetinin enginliğini vicdanlara duyurur. O dakikalardadır ki her yanda bir bâd-ı tecellî eser. Bu tecellînin uğradığı her yer anber kokar, gül kokar ve her gönül huzur ve saadet yudumlar dolaşır. Evet, sineler bir başka coşkuyla dolar taşar seherlerde. Öyle ise:
Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde,
Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gafil,
Cümle geceyi uyuma, Kayyûm’u seversen,
Dil, beyt-i Hudâ’dır, onu pâk eyle sivâdan,
Allah için ol halka mukarin gece gündüz,
diyen İbrahim Hakkı’ya kulak verelim.
Âlem gaflet içinde ve döşek üzerinde geceyi ve ömrünü tüketirken, sen değişik ağırlıkların altından sıyrılarak her şeyin üstesinden gelmeye çalış ve her zaman Rabbinin karşısında el pençe divan dur. Kur’ân: “Yanlarını yataklardan uzaklaştırır, korkarak ve umarak Rabbilerine dua ederler.”129 diyor ve teheccüt namazı kılanları tebrik ve tebcil ediyor. Sen de bu tebrik ve tebcile mazhar olmaya çalış!
Kat’iyen bil ki, berzah azabından kurtulmanın bir tek yolu vardır; o da geceyi ihya etmektir. Şayet kabirden ötesi hayatına nur saçmak, ayağın herhangi bir yere takılmadan, kösteklenmeden dümdüz sırat-ı müstakîm erbabı olarak burada ve ötede yürümek istiyorsan, gecenin kara zülüfleri üzerine nurlar saçarak hiç olmazsa iki rekât namaz kılmalısın. Evet, dört kıl, altı kıl, sekiz kıl; hiç olmazsa ahd ü peymâna sadakatin ifadesi olarak iki rekât namaz kıl ki, berzah hayatın aydınlansın!.
Abdullah b. Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Herkes gelir Allah Resûlü’ne rüyasını anlatır, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da tabir buyururdu. Ben de hep, ‘Keşke bir rüya da ben görsem de gelip Allah Resûlü’ne anlatsam.’ diye içimden geçirirdim. Bir gün bir rüya gördüm. Tanımadığım bazı kişiler beni ellerimden tutup zorla bir istikamete doğru sürüklüyorlardı. Beni bu hâlde sürükleye sürükleye derince bir çukurun yanına kadar getirdiler. Çukur alev alev kaynıyordu. Bana buranın Cehennem olduğunu söylediler. Onlar beni orada tutuyorlardı. Ben de kan revan içinde tir tir titriyordum ki, ‘Buraya atılmayacaksın. Senin için tasa ve endişe yoktur!’ dendi.”
(Evet, bu rüyayı gören Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’tı. Bu, her yönüyle babasıyla atbaşı giden nadide bir insandı.. düşünün ki, babasından sonra onu, -hem de o günün insanları- başlarında halife görmek istiyorlardı. Eğer Hz. Ömer, bizzat buna mâni olup “Bir evden bir kurban yeter!” demeseydi, belki de ümmet onu halife seçecekti. O, hem bir ilim okyanusu hem de takva ve zühdün zirvesinde bir insandı… İşte bu rüyayı o görüyordu.)
Sonra sözlerine şöyle devam etti: “Ben gördüğüm bu rüyayı ablam Hafsa’ya anlattım. O da Efendimiz’e intikal ettirmiş. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) rüyayı dinledikten sonra şöyle buyurmuşlar: “İbn Ömer ne güzel insandır! Keşke bir de teheccüt kılsaydı!”130
Zira Cehennem şeklinde onun nazarına arz edilen, berzah azabına ait bir tablodur. O tablo ile gösterilen belâya maruz kalmamanın tek yolu ise, gecenin teheccütle aydınlatılmasıdır. İbn Ömer diyor ki: “Ben, Allah Resûlü’nden bunu duyduktan sonra artık bir defa bile teheccüdü terk etmedim.”
Aynı hassasiyet ifadesini Hz. Ali’den de duyuyoruz. Şöyle buyuruyor: “Ben Resûl-i Ekrem’den önemli bir dua ile alâkalı fermanı duyduktan sonra, onu okumayı hiç mi hiç bırakmadım.” Bunu duyan yardımcısı soruyor: “Sıffin gecesinde de mi?” Hz. Ali cevap veriyor: “Evet, o gece de terketmedim.”131
Mevlâna İkbal şöyle diyor: “Allah’a hamd ederim ki senelerce İngiltere’nin o loş, karanlık, isli ve pis havası altında kalmama rağmen bir tek gece bile teheccüdümü terk etmedim.”
Teheccüt vakti, meleklerin nüzul ettiği an olması itibarıyla çok önemlidir. Teheccüt kılan insanın arkasında melekler saf saf olur durur ve onun rikkat kazanmış his dünyasına ilham esintileri üflerler. Bu da yine meleklere ait vazifelerden biridir. Onların bu vazifeyi yerine getirebilmesi için de insanın o vakti kulluk ve dua ile değerlendirmesi gerektir.
İnsan, her anını nurlu yaşamaya alışmalıdır. Zira İmam Rabbânî Hazretleri’nin de dediği gibi: “Bir ân-ı seyyâle vücud-u enver, binlerce sene vücud-u ebtere müreccahtır.”
Nurlu anlar, insanların meleklerle, ruhanîlerle sarmaş-dolaş olduğu anlar ve zamanlardır. Böyle anlarda, insanın sağına-soluna bölük bölük melek ve ruhanî iner ve onu çepeçevre kuşatırlar. Hatta o insan, basacak yer bulamaz: Adımını nereye ve hangi noktaya atsa mutlaka bir melek kanadı ona eşlik eder. Nifaklarından endişe duyup da ağlaya ağlaya Allah Resûlü’nün yanına gelen iki şanlı sahabi Hz. Ebû Bekir ve Hz. Hanzala’ya İki Cihan Serveri’nin söyledikleri, bu hakikate parmak basması bakımından oldukça önemlidir. Vak’a şöyle cereyan eder:
Hz. Ebû Bekir, Hz. Hanzala’nın hıçkıra hıçkıra ağladığını görür. Ona niçin ağladığını sorar. Aldığı cevap onu da ağlatır. Zira Hz. Hanzala özet olarak şöyle demektedir:
“Yâ Ebâ Bekir, Hanzala münafık oldu! Zira ben, Resûl-i Ekrem’in yanında bulunduğum andaki hâli, evime döndüğümde bulamıyorum. Allah Resûlü’nün huzurunda bütünüyle iman kesiliyor, ayrılınca ise o hâli kaybediyorum. Bana, bu bir nifak alâmeti gibi geliyor. Ve onun için de ağlıyorum.”
Hz. Ebû Bekir bunları duyunca o da ağlamaya başlar. “Vallahi, der, aynı hâl bende de var!”
Beraberce Allah Resûlü’ne giderler. Her ikisi de ağlamaktadır. Efendimiz onlara niçin ağladıklarını sorar. Onlar da durumu, olduğu gibi Allah Resûlü’ne aktarırlar. Bunun üzerine Efendimiz, mealen onlara şu cevabî karşılıkta bulunur:
“Eğer her zaman benim yanımda bulunduğunuz hâli muhafaza etseydiniz, Allah’a yemin ederim, melekler gelir sizinle musafaha ederlerdi. Siz çarşıda pazarda hep onlarla içli dışlı olurdunuz. Ama yâ Hanzala! Bu işin esası şudur: Bir müddet Rabbe kulluk, bir müddet de dünya için çalışma.. ve dünya için çalışırken de Rabbi unutmama…”132
İşte bütün mesele burada. Huzurda, Rabbe kulluğun hakkını verme.. çarşıda, pazarda ve evde de onlara ait hakları gözetme.. hiçbir zaman istikameti terk etmeme ve daima Cenâb-ı Hakk’ın murâkabesi altında bulunduğu şuuruyla hareket etmeye çalışma.
Böyle davranılırsa kalb, rikkat ve inceliğini korur. Kalb rikkatini muhafaza ettiği sürece de, melekler gelir o insana musafaha etmeye durur. Ne var ki, kalbe rikkat kazandırma ve bu rikkati koruma da ancak geceleri ihya ile olur. Gecelerini ihya edemeyenlerin kalb rikkatini muhafaza etmeleri çok zordur.
Allah’a sığınalım kasvet dolu kalbten..
Bunlar birbiriyle iç içe ve birbiriyle sebep-netice bütünlüğünde olan durumlardır ki, Allah Resûlü’nün dualarında peşi peşine zikredilirler. Kalbte kasvet varsa, gözde yaş olmaz; göz yaşarmıyorsa, o insanın kalbinde rikkat bulunmaz; bunların olmadığı yerde ise elde edilen bütün malumat ahiret adına hiçbir işe yaramaz. Faydasız geçen bir ömrün ise hesabı çok çetindir. Böyle bir ömür yaşamaktansa, bir an evvel ölmek daha yeğdir. Ölümü kendisine tercih ettirecek ömür ise sırtta bir yük, omuzda bir bâr demektir. Böyle bir ömürden Cenâb-ı Hakk’a sığınmak gerektir.
Melek, aşk ve cûşiş insanıyla beraber bulunmaktan ayrı bir haz, ledünnî bir zevk alır. Evet, onunla el ele, dudak dudağa, gönül gönüle vermek ve bütünleşip yek vücut hâline gelmek melek için ayrı bir seçkinlik pâyesi sayılır.
Meleklerle insanlar arasındaki irtibatı anlatan hadislerden biri de şudur:
“Kim ilim yoluna sülûk ederse, Allah ona Cennet’e giden yolu kolaylaştırır. Melekler işittikleri şeylerden hoşnut oldukları için kanatlarını ilim talibinin ayakları altına sererler.”133
Nasıl olur bu? Melekler, ilim yolcularının gelip geçecekleri yollara nasıl kanatlarını sererler?
Bizce keyfiyeti meçhul. Fakat bilinen bir gerçek var ki o da, sayıları çok az bu seçkinler, meleklerce koruma altındadırlar. Çünkü onlar nebilerin vârisleridir. “Allah seni koruyacaktır.”134 hakikati onlar hakkında da böyle tecellî etmektedir. Allah ve Resûlü onlardan hoşnut ve razıdır. Böyle olunca da melekler onlardan hoşnut ve razı olmak durumundadır.
Bu durum melekler için ayrı bir haz ve ruhanî bir zevk kaynağıdır. Zira kanatlarını ayaklarının altına serdikleri ilim yolcuları, mârifet-i ilâhiye ile meşbû ve dopdolu kimselerdir. Onlardır ki, kevn ü mekânın ve bütün mevcudatın -buna melekler de dahil- mânâsını keşfedip açma misyonunu yüklenmişlerdir. Eğer onların bu cehdi olmasaydı ve bu mânâda Allah Resûlü’nden istifade ve istifaza sağlanmasaydı kâinatın mahiyetini anlamak, kavramak asla mümkün olmayacaktı.
Ehl-i ilimdir ki, Efendimiz’in derslerine en birinci muhataplardır. Ehl-i ilimdir ki, varlık âleminde tecellî eden “Esmâ”yı anlama adına kurulan ders halkasında en birinci safı teşkil ederler. Evet, onlarla varlık abesiyet, eşya ve hâdiseler başıbozukluktan kurtulmuş olur. Bundan dolayıdır ki, melekler onlara ayrı bir önem, ayrı bir ehemmiyet vermekte ve kanatlarını onların ayaklarının altına sermektedirler.
Meleklerin insanlara olan bu tazimi, sırf Allah içindir. Bu sebeple de onlar yaptıkları bu hizmeti, döndüklerinde Rablerine bir armağan, bir hediye gibi takdim ederler. Melekleri ilim ehline hizmet etmeye sevk eden sırra gelince: Meleklerde sonsuz denecek ölçüde bir ilim ve irfan aşkı vardır. Allah’ı bilmek, O’nu tanımak ve O’nun mârifetine ermek meleklerin yaradılış gayesi ve biricik hedefleridir. Buna vesile oldukları için de onlar, ilim erbabına hep hizmet etmek isterler.
Yoksa Allah’ı bilmeye, Resûl-i Ekrem’i tanıtmaya götürmeyen, Kur’ânî hakikatlere nüfuza merdiven teşkil etmeyen ilimler kat’iyen melekleri cezbedecek ve onları yeryüzüne indirecek şeyler değildir. Zaten biz öyle bir ilim de tanımıyoruz. Zira fizik, kimya, matematik, astronomi ve daha ne kadar ilim dalı varsa, bunların hepsi kendi sahalarında, her zaman beşerin elinden tutar ve onu mârifet semasına yükseltirler.
Bu ilimleri bir kısım kendini bilmezler ve ruhen şeytan istilasına uğramış bir kısım sarhoşlar, Allah’ı inkârda kullanıyorlarsa, bu, onların kıstaslarının inhirafı, kafalarının dönmesi, bakışlarının bulanması neticesidir. Onlar meleklerden, melekler de onlardan fersah fersah uzaktır. Hâlbuki diğer ilim erbabı önünde melekler, tevazu duygu ve düşüncesiyle kanatlarını seriyor ve onlara tazimde bulunuyorlar. Hz. Âdem’e melâike-i kiramın secdesinde -Allahu a’lem- bu mânânın büyük bir tesiri vardır.
3. İNSAN – MELEK MÜNASEBETİNİ ZEDELEYEN HUSUSLAR
İnsana ait bazı davranışlar, insanla melek arasındaki bu ciddî ve çok buudlu münasebeti zedeler ve bazı durumlarda da kesintiye uğratır. Zira insan o esnada meleklerin hoşlanmayacağı, onların kerih ve çirkin görecekleri bir durum sergilemektedir. Bu noktaya işaret eden ve bu hususta tahşidat yapan pek çok hadis-i şerif vardır. Bu hadisler insan-melek münasebetini zedeleyen davranışları engelleme gayretine matuf söylenmiş öğretici hadislerdir. İnsan onlara uyduğu nispette, meleklerle olan münasebetlerini devam ettirir.
Meselâ, bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kim soğan, sarımsak, pırasa gibi kerih kokulu şeyler yerse, mescidimize gelmesin. Zira melekler kerih kokulardan hoşlanmazlar.”135 buyurmaktadır. Biz günümüzdeki yaygın bir illeti de buna ekleyip “sigara içenler” de diyebiliriz. Zira hükmün menâtı “kerih koku”dur ki, sigara da en az diğerleri kadar insanı rahatsız edecek kerih bir kokuya sahiptir. Elbette kişi bu kokuları izale edici müdahalelerde bulunabilirse, mescide gelmeyi engelleyen hüküm de ortadan kalkar. Zira burada esas olan, kerih ve çirkin kokunun giderilmiş olmasıdır. Yoksa gaye, insanları mescitten menetmek değildir.
Meleklerin münasebetini kesintiye uğratan bir başka sebebe de Allah Resûlü şöyle işaret buyurur: “İçinde suret ve köpek bulunan bir eve melekler girmez.”136
Bir başka hadiste de bu husus teyit edilmektedir. Şöyle ki, Efendimiz, Cibril’le buluşacaktır. Vakit geldiği hâlde Cibril bir türlü gelmemektedir. Efendimiz bundan ciddî şekilde tedirgin olur. Acaba Cibril niçin gelmemiştir? Gelmesine mâni nedir?
Daha sonra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) evin içini araştırır. Divan gibi bir şeyin altında torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’e ait küçük bir köpek yavrusu bulur. Onu dışarıya çıkarır. Hemen Cibril gelir. Efendimiz niçin geciktiğini sorar. Cibril cevap verir: “Biz melekler topluluğu, resim ve köpeğin bulunduğu yere girmeyiz…”137
Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki, insanla melek arasındaki münasebetin devamı için, belli bir zemin ve belli bir atmosfer şartı söz konusudur. Böyle bir zemin temin edildiği sürece melekler insanı çepeçevre kuşatırlar. Bu temin edilmediği zaman ise insanı şeytanıyla baş başa bırakırlar.
Cenâb-ı Hak’tan niyazımız, bizi hep meleklere enîs ve celîs etmesidir. Onlarla dost olup, onlarla oturup kalkalım… Ahirette de yine “Kişi sevdiğiyle, dostuyla beraberdir.”138 fehvâsınca onlarla beraber olmaya hak kazanalım…
Mevzuu, meleklerin temessül etmesiyle alâkalı Kur’ân ve hadis kaynaklı müşahhas bazı misallerle bitirmek istiyorum.
D. MELEKLERİN TEMESSÜLÜ
1. KUR’ÂN’DA MELEKLERİN TEMESSÜLÜ
Temessül, Arapça bir kelime olup, bir şeyin belli şekil ve surete bürünmesi mânâsına gelir. Meleklerin temessülü ise, onların cismanî bir şekil alarak bizlere görünmesi demektir. İşte bu mânâda meleklerin temessül ettiğine dair pek çok misal vardır.
Kur’ân, çeşitli vesilelerle bize bu türlü temessülleri haber verir. Meselâ, Hz. İbrahim’e melekler insan suretinde gelip misafir olmuşlardır. Kur’ân’da bu hâdise şöyle anlatılır:
“İbrahim’in ikram gören konuklarının haberi sana geldi mi? Bir zaman onun yanına girmişler ‘Selâm!’ demişlerdi. ‘Selâm, siz tanınmamış bir topluluksunuz.’ dedi (ve konuklarına yemek hazırlamak için) gizlice ailesinin yanına gitti, semiz bir buzağı getirdi. Onu önlerine yaklaştırdı, ‘Yemez misiniz?’ dedi. (Yemediklerini görünce) onlardan içine bir korku düştü. ‘Korkma!’ dediler ve ona ‘Bilge’ bir oğlu olacağını müjdelediler. Karısı (Sâre), çığlık içinde geldi. (Hayretten elini) yüzüne vurarak: ‘(Ben) kısır kocakarı(yım, benden nasıl çocuk olur?)’ dedi. Dediler ki: ‘Rabbin böyle dedi. O hüküm ve hikmet sahibi Alîm’dir.’”139
Aynı hâdise bir başka yerde şu şekilde anlatılır:
“Elçilerimiz İbrahim’e müjde getirdikleri zaman ‘Selâm!’ dediler. O da ‘Selâm!’ dedi; çok durmadan, hemen kızarmış bir buzağı getirdi. Ellerinin buzağıya uzanmadığını görünce durumlarını beğenmedi ve onlardan ötürü içine bir korku düştü. ‘Korkma, dediler, biz Lut kavmine gönderildik.’ Ayakta durmakta olan karısı güldü. Biz de ona İshak’ı müjdeledik. İshak’ın ardından da (torun) Yakub’u. (İbrahim’in karısı); ‘Vay, dedi, ben bir kocakarı, bu koca da bir pîr iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şey!’ (Elçi melekler) dediler ki: ‘Allah’ın işine mi şaşıyorsunuz? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey ev halkı! O, övülmeye lâyıktır. İyiliği boldur.’”140
Hâdisenin devamını Kur’ân bize şöyle anlatır:
“İbrahim’den korku gidip kendisine sevinç gelince, Lut kavmi hakkında bizimle mücadele etmeye başladı. (Elçilerimize onlardan azabı kaldırmalarını veya hafifletmelerini rica ediyordu.) Çünkü İbrahim, gerçekten halimdir, içlidir, Allah’a dönüp yalvarandır. (Melekler): ‘Ey İbrahim, dediler, bundan vazgeç. (Boşuna uğraşma) Zira Rabbinin emri gelmiştir. Mutlaka onlara, geri çevrilmez azap gelecektir.’”141
Hâdisenin başka bir kesiti de Ankebût sûresinde şöyle anlatılır:
“(İbrahim): ‘Ama orada Lut var!’ dedi. ‘Biz orada kimin bulunduğunu daha iyi biliriz. Onu ve ailesini kurtaracağız. Yalnız karısı (azapta) kalacaklardandır.’”142
Melekler Hz. Lut’a gelirler. Hepsi de göz kamaştıracak kadar güzel birer delikanlı şeklindedir. Hz. Lut onların gelişinden ve kavminin ahlâksızlıkları sebebiyle onu mahcup edecek davranış sergileyeceğinden ciddî şekilde endişe duyar ve içi daralır. Hâdiseyi Kur’ân’dan takip edelim:
“Elçilerimiz Lut’a gelince, onlar yüzünden kaygılandı, (çünkü elçiler genç delikanlı şeklinde gelmişlerdi) onlar için içi daraldı, ‘Bu çetin bir gündür!’ dedi. Daha önce de kötü işler yapmakta olan kavmi koşarak ona geldiler. Lut: ‘Ey kavmim, işte kızlarım onlar sizin için daha (güzel, daha) temiz! Allah’tan korkun, konuklarım içinde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin?’ dedi.
Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını bilirsin. Ve sen bizim ne istediğimizi de pekâlâ bilirsin!’ (Lut:) ‘Keşke size karşı dayanacak bir gücüm olsaydı. Yahut da çok sarp bir kaleye sığınabilseydim!’ dedi. Melekler dediler ki; ‘Ey Lut! Biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizden, karından başka hiç kimse geri kalmasın. Çünkü ötekilerine erişen azap ona da erişecektir. Onlara vaad edilen azap zamanı sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?’”143
Hz. Meryem’e melek, kusursuz bir insan suretinde temessül etmiştir. Kur’ân bu hâdiseyi de şöyle kıssa etmektedir:
“Kitapta Meryem’i de an. Bir zaman o ailesinden ayrılıp doğu yönüne bir yere çekilmişti. Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu (Cebrail’i) ona gönderdik. O, ona kusursuz bir insan şeklinde temessül etti.
Meryem: ‘Ben senden Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan (bana dokunma)!’ dedi.
(Ruh): ‘Ben, dedi, sadece Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim.)’
(Meryem): ‘Benim nasıl oğlum olur, dedi, bana bir insan dokunmadı ve ben bir kahpe de değilim.’
(Ruh): ‘Öyledir, dedi, Rabbin: ‘Bana kolaydır. Onu insanlara bir mucize ve bizden bir rahmet kılmak için (bunu yapacağız)’ dedi.’ Ve iş olup bitti.”144
Bu misallerde hep meleğin veya meleklerin temessüllerinden bahsedilmektedir. Melekler öyle bir şekle girip, surete bürünmektedirler ki, muhatapları onları aynen bir insan gibi görüp hissetmektedir. Onun içindir ki, Hz. İbrahim, gelen misafirlerine ziyafet hazırlamış ve yine onun içindir ki, Hz. Lut misafirlerine karşı mahcup olmamak için çırpınıp durmuştur. Hâlbuki gelenler melektir. Yemez, içmezler ve onlarda erkeklik-dişilik yoktur. Biz bu âyetlerin işaretinden anlıyoruz ki, temessül, ayniyete yakın bir misliyet çerçevesi içinde vuku bulmaktadır.
2. HADİSLERDE MELEKLERİN TEMESSÜLÜ
a. Dıhyeleşen Cibril (aleyhisselâm)
Birçok hadis ve müşâhede de bu hususu teyit eder mahiyettedir. Şimdi de bunlardan bazılarını nakledelim:
Müttefakun aleyh bir hadis-i şerifte Hz. Ömer (radıyallâhu anh) şunları anlatıyor:
“Allah Resûlü’nün huzurunda oturuyorduk. Beyaz elbiseler içinde tanımadığımız bir yabancı geldi. Üzerinde yolculuk alâmeti de yoktu. Efendimiz’den izin istedi. ‘Yaklaşabilir miyim yâ Resûlallah?’ dedi. Ve bu ifadesini üç defa tekrar etti. Her izin alışta Allah Resûlü’ne biraz daha yaklaşıyordu. Sonra ellerini dizlerine koydu ve Efendimiz’e soru sormaya başladı:
– ‘İman nedir?’ Allah Resûlü cevap verdi:
‘İman, senin Allah’a, meleklere, kitaplarına, peygamberlerine, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine ve ahiret gününe inanmandır.’
– ‘İslâm nedir?’
– ‘Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadet getirmen, namaz kılman, oruç tutman, zekât vermen ve hacca gitmen.’
– ‘İhsan nedir?’
– ‘Senin Allah’ı görüyor gibi kulluk etmen. Sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.’
Allah Resûlü’nün verdiği her cevaptan sonra yabancı صَدَقْتَ ‘Doğru söyledin!’ diyor ve Allah Resûlü’nü tasdik ediyordu. Biz ise olanları hayret içinde seyrediyorduk. Ve içimizden, ‘Hem soruyor hem de tasdik ediyor!’ diye geçiriyorduk. Son olarak da kıyamet ile ilgili bir soru sordu:
‘Kıyamet ne zaman kopacak?’ dedi. Efendimiz bu soruya: ‘Şu anda kendisine soru sorulan, sorandan fazla bir şey bilmiyor.’ cevabını verdi. Ardından da kıyamete ait bazı alâmetleri saydı.
Adam bunu da dinledikten sonra kalktı ve gitti. Birkaç kişi arkasından çıkıp baktı, fakat yolcu ortada görünmüyordu.
Allah Resûlü bize, bu gelenin kim olduğunu bilip bilmediğimizi sordu. ‘Allah ve Resûlü bilir.’ diye cevap verdik. Ve şöyle buyurdu: ‘O, Cibril’di. Size dininizi öğretmek için geldi.’ ”145
Cibril bazı kere vahyi insan suretine bürünerek getirirdi. Bu vahiy şekli, Efendimiz’e de en hafif geleniydi. Sahabe onu Dıhyetü’l-Kelbî’ye benzetirdi. Hâlbuki o anda Dıhyeleşen Cibril’di…
b. Meleklerle Hemdem Olan Sahabiler
Üseyd b. Hudayr (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Vakit geceydi. Kur’ân okuyordum. Atım kişnemeye başladı. Öyle ki, yakınında uyumakta olan oğlum Yahya’ya zarar verecek diye korktum ve sustum. Ben susunca atın kişnemesi durdu. Ben tekrar Kur’ân okumaya başladım, at da kişnemeye başladı.. ben susunca da durdu ve bu durum birkaç kere tekrar etti. Kur’ân okumayı bıraktım, zira at Yahya’ya zarar verecekti.
Tam bu esnada başım yukarıya doğru çevrildi; bulutsu bir ışık kümesinin yukarıya doğru çıktığını gördüm! Çıktı çıktı ve gözden kayboldu. Sabah gelip gördüklerimi ve başımdan geçen hâdiseyi Allah Resûlü’ne anlattım. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, “Kur’ân okumaya devam etseydin, onlar da orada bekler ve seni dinlerlerdi.”146 buyurdular.
Sahabe-i kiramdan Hanzala henüz evlenmişti. Ve Uhud’a da yıkanamadan çıkmıştı.. derken Uhud’da şehit oldu. İslâm ordusu geri dönünce hanımı gelip Allah Resûlü’ne durumu sordu. İki Cihan Serveri cevap verdi: “Birinci kat semada teneşir tahtası kuruldu.. ve Hanzala’nın nâşı orada melekler tarafından yıkandı…”147
Hanzala ki, cihad emrini duyunca hanımını yatakta bırakıp koşmuştu. Yıkanmaya dahi vakit bulamamıştı. Evet, Allah Resûlü’nün emrine itaatte bu zirveyi tutanlara Cenâb-ı Hak ayrı bir teveccühte bulunuyor ve Hanzala’nın nâşı meleklerce yıkanıyordu.
Sa’d b. Muaz, ensarın ulularındandı. Mus’ab dergâhında gelip iman etmiş ve ardından da Müslümanlığı en kâmil mânâda temsile koyulmuştu.
Hendek’te, Allah Resûlü’nün önünde göğsünü siper etmiş, savaşırken tali’siz bir ok gelip şahdamarına saplanmıştı ve o gün çok kan kaybetmişti. Allah Resûlü Sa’d b. Muaz’a ayrı bir önem veriyordu. Hastalığı esnasında onu birçok defalar ziyaret etti. Gel gör ki, Sa’d b. Muaz aldığı bu derin ve onulmaz yara sebebiyle her gün ahirete biraz daha yaklaşıyordu.
Acı haberi Cibril ulaştırdı. “Sa’d b. Muaz’ın vefatıyla Arş lerzeye geldi!” dedi. Allah Resûlü yerinden fırladığı gibi koşmaya başladı. Sahabe de ardından koşuyordu.. kimisinin ridası düşüyor, kimisinin takunyası ayağından fırlıyordu. Allah Resûlü’ne yetişmek âdeta mümkün olmuyordu. “Bizi yordun yâ Resûlallah!” dediler. Niçin bu kadar acele edildiğini bilemediklerinden böyle diyorlardı.
Allah Resûlü acelesinin sebebini izah etti: “Melekler bizden önce yetişir, Hanzala’yı yıkadıkları gibi Sa’d’ın cenazesini de yıkarlar ve biz bu pâyeden mahrum kalırız diye korktum ve onun için acele ettim.” dedi. Cenaze namazında Allah Resûlü ayaklarının ucuna basarak yürüyordu. Sebebini soranlara, “O kadar çok melek var ki, adım atacak yer bulamıyorum.” diyordu.148
c. Melekler Ordusu
Hendek muharebesinde İslâm ordusu, düşmanlar tarafından çepeçevre kuşatılmıştır. Önde Kureyş müşrikleri arkada ise her an kötülük yapmaları muhtemel çeşitli Yahudi kabileleri.. savaş bütün şiddetiyle devam ediyor. Bir ara Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “İçinizde, Ebû Süfyan tarafına geçip onların durumundan bize haber getirecek birisi yok mu?” buyurdu. Fakat şahıs açıkça belirlenmediği için Allah Resûlü’nün teklifine kimse cevap vermedi. Belki de hiç kimsenin yerinden kalkacak dermanı yoktu.
Bunun üzerine Efendimiz, Huzeyfe’ye (radıyallâhu anh) ismiyle seslendi: “Kalk, git. Ebû Süfyan ve ordusu hakkında bize haber getir!” dedi. Ardından da “Sakın gidip gelirken herhangi bir hâdiseye sebebiyet verme ve onlara görünme!” diye tenbihte bulundu.149
Hâdisenin gerisini bizzat bu şanlı sahabiden dinleyelim:
“Ben hemen yerimden fırlayıp kalktım. Sanki o yorgun-argın insan ben değilmişim gibiydi.. öyle zindelenmiş, öyle canlanmıştım. Yola koyulduğumda hava gül gülistandı. Âdeta güneş başımı yakıyordu. Hâlbuki karşı tarafa geçtiğimde bir de ne göreyim, ortalık kızıl kıyamet. Fırtına her şeyi önüne almış sürüklüyor.. kazanlar devriliyor, çadırlar uçuşuyor, insanlar oraya-buraya koşuşuyor.. bu arada Ebû Süfyan’ın sesini duydum, ordusuna şöyle bağırıyordu: “Muhkem bir yerde değilsiniz. Göçe hazırlanın. Ben göç ediyorum!”
Bir ara Ebû Süfyan’ı karşımda buldum. Sırtı bana dönüktü. O anda içimden Allah Resûlü’nün bu amansız düşmanını öldürmek geçti… Tam elimi sadağıma atmış idim ki, Efendimiz’in “Sakın bir hâdiseye sebebiyet verme!” sözü aklıma geldi ve niyetimden vazgeçtim.
İş anlaşılmıştı. Kureyş, büyük bir bozgun içinde ric’ata hazırlanıyordu. Bu durumu Allah Resûlü’ne müjdelemek için hemen geriye döndüm. Yolda, atlarını belli bir istikamete doğru mahmuzlamış giden sarıklı süvariler gördüm. Hiçbirini de tanımıyordum. Bana “Sahibine selâm söyle, müşriklerin haklarından geldik!” dediler ve yanımdan geçip gittiler.
Allah Resûlü merakla beni bekliyordu. Durumu olduğu gibi aktardım. Beni bir battaniyeye sarıp ısıttılar. Zira soğuk iliklerime işlemişti. Hâlbuki bu tarafta hava yine gül gülistandı. İki Cihan Serveri getirdiğim habere çok sevindi. Hemen iki rekât şükür namazı kıldı. Melekler kâfirlerin altını üstüne getirmiş ve onları perişan etmişlerdi… Benimle selâm gönderen süvariler de onlardı…”150
Hz. Âişe Validemiz anlatıyor:
Hendek muharebesinden dönülmüştü. O esnada ben hücremde bulunuyordum. Dışarıda bir ses duydum. Allah Resûlü tam kapının önünde birisiyle konuşuyor ve eliyle karşısındaki şahsın üzerindeki tozu toprağı siliyordu. Muhatabı, Allah Resûlü’ne:
“Yâ Resûlallah, silâhınızı bıraktınız mı? Ama biz melekler topluluğu henüz silâhlarımızı bırakmadık. Allah (celle celâluhu) Sana, Kurayzaoğulları üzerine yürümeni emir buyuruyor.” dedi.151
Allah Resûlü içeriye girince sordum: “Yâ Resûlallah, kiminle konuşuyordun?” “Cibril’le.” buyurdu. “Rabbimin emrini tebliğe gelmişti…”
Sahabi öbek öbek Benî Kurayza’ya doğru giderken, yağız bir delikanlı görürler. O da atını mahmuzlamış ve Benî Kurayza’ya doğru gitmektedir. İpek kadifeden eyeri olan beyaz bir katırın üstündedir. Görenler onu ilk önce Dıhye’ye (radıyallâhu anh) benzetmiştir. Durumu Allah Resûlü’ne söylerler.
Şöyle cevap verir: “O, Cibril’di.. bizden önce gidip Benî Kurayza’nın kalbine korku ve panik saldı.. onların mâneviyatlarını sarstı, ümitlerini bitirip tüketti…”152
d. Sarıklı Süvariler
Bir sahabi heyecanla, Bedir’de başından geçen bir hâdiseyi Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatıyor: “Yâ Resûlallah, bir ara alt edemeyeceğim kadar güçlü bir kâfir beni önüne katmış kovalıyordu. Tam bana yetişecekti ki, أُقْدُمْ حَيْزُومُ ‘Hayzum, ilerle!’ diye bir ses, sonra da müthiş bir kamçı şakırtısı duydum. Arkama döndüğümde bir de ne göreyim! Kâfir upuzun yerde yatıyor. Başında bir kamçı yarası vardı. Fakat o ses ve kamçının sahibi ortalıkta görünmüyordu.”
Allah Resûlü bu sahabinin anlattıklarını dinledikten sonra şöyle buyurdu: “O, Cibril’di. Hayzum onun atının adıdır. Uhud’a, mü’minlerin imdadına koşmak için gelmişti…”153
Ebû Râfi anlatıyor: Mekke müşrikleri, Bedir’den hezimetle geri dönmüştü. Ben Zemzem kuyusunun kıyısında Müslümanların kullanacakları oklara temren yapıyordum. Bir ara Ebû Leheb geldi, sırtı bana dönük oturdu. Çok heyecanlıydı. Ebû Süfyan’ı görünce hemen yanına çağırdı: “Yeğenim, hele anlat nasıl oldu?” dedi. Ebû Süfyan anlatmaya başladı:
“Vallahi amca, dedi, ben Ficar savaşlarında da bulundum, fakat Bedir’de gördüklerimi hiçbir yerde görmedim… Biz onlara boyunlarımızı uzatıverdik… Onlar da istediklerini öldürdü, istediklerini de esir ettiler. Zira bizim karşı koyacak dermanımız yoktu… Gökle yer arasını beyaz elbiseli, sarı sarıklı yağız gençler, atak süvariler doldurmuştu. Bunlara ne ok, ne kılıç işliyordu…”
Ben, Ebû Süfyan’ın dediklerini duyunca saklandığım yerden fırladım ve “Vallahi bunlar meleklerdir!” dedim. Ebû Leheb zaten burnundan soluyordu… O sinirle üzerime saldırdı ve bana bir tokat vurdu. Ümmü Fazl, hâdiseyi görmüştü. Hemen yanımıza geldi ve Ebû Leheb’e “Efendisi burada yok diye suçsuz bir adamı dövüyorsun öyle mi?” dedi ve elindeki yayı Ebû Leheb’in kafasına geçiriverdi. Ebû Leheb aldığı bu yara ile kanlar içinde evine döndü, ertesi gün hastalandı ve bir hafta sonra da öldü…154 Belki de onu Bedir hezimetinin kederi öldürmüştü.
Zübeyr b. Avvam, Allah Resûlü’nün “Havarim” dediği yiğit sahabi… Bedir’de başına sarı bir sarık dolamıştı. O gün Cibril de aynı kıyafete bürünmüştü… Bir ara Efendimiz’in yanına geldi ve bütün meleklerin bugün Zübeyr gibi başlarına sarı sarık doladıklarını söyledi.. âdeta, gök yer o gün Zübeyrlerle doluvermişti.155
Bedir’de, Uhud’da, Huneyn’de çok açık ve seçik olarak melekler bizzat göründükleri gibi, Çanakkale’de, Kıbrıs’ta, Afganistan’da ve İslâm’ın yüce adının yükseltilmesi için kavga verilen daha nice yerlerde melekler görülmüş ve müşâhede edilmiştir. Bu çeşit melâikeye ait temessüller sayılamayacak kadar çoktur. Bütün mesele, meleklerin bulunabilecekleri zemini, bizlerin hazır hâle getirmesidir. Bu yapıldığı takdirde melekler yine gelir, içimizde arz-ı endam eder ve bizlere de görünürler.
1 İbn Manzûr, Lisanü’l-arab 10/496; İsfahânî, Müfredat s.82.
2 Tahrim sûresi, 66/6.
3 Nesâî, işretü’n-nisâ 10; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/128, 199, 285.
4 Tirmizî, daavât 127.
5 Buhârî, ezan 126; Ebû Dâvûd, salât 119; et’ime 52; Tirmizî, salât 179; daavât 55; Nesâî, iftitah 19, 36; tatbik 22; Dârimî, et’ime 3.
6 Buhârî, hayz 17; enbiyâ 1; kader 1; Müslim, kader 5.
7 Buhârî, bedü’l-halk 6; enbiyâ 1; kader 82; tevhid 28: Müslim, kader 1; Ebû Dâvûd, sünnet 16; Tirmizî, kader 4; İbn Mâce, mukaddime 10.
8 Buhârî, bedü’l-halk 11; vudû 8; nikâh 66; daavât 55; tevhid 13; Müslim, nikâh 116; Ebû Dâvûd, nikâh 45; Tirmizî, nikâh 6; İbn Mâce, nikâh 27.
9 Kaf sûresi, 50/16-17.
10 İnfitar sûresi, 82/11-12.
11 Zuhruf sûresi, 43/80.
12 Bkz.: İnfitar sûresi, 82/10-12; Kehf sûresi, 18/49; İsrâ sûresi, 17/14.
13 Tabarânî, el-Mu’cemü’l-kebir 8/166; Beyhakî, Şuabü’l-iman 7/145-149.
14 Yûsuf sûresi, 12/86.
15 Beyhakî, Şuabü’l-iman 5/452; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl 3/311.
16 Buhârî, rikak 31; tevhid 35; Müslim, iman 203, 204, 206, 207, 209; Tirmizî, tefsir (6) 10.
17 Bakara sûresi, 2/30.
18 Bakara sûresi, 2/34.
19 Aliyyü’l-kârî, Şerhu’ş-Şifa 1/431, 434-435.
20 Zuhruf sûresi, 43/19.
21 Müslim, zühd 60; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/153, 168.
22 Tahrim sûresi, 66/6.
23 Sâffât sûresi, 37/2.
24 Sâffât sûresi, 37/1.
25 Müslim, salât 119; Ebû Dâvûd, salât 93; Nesâî, imâmet 28; İbn Mâce, ikâme 50.
26 Ebû Dâvûd, salât 93; Dârakutnî, es-Sünen 1/282; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/276. Ayrıca bkz.: Buhârî, ezan 76.
27 Sâffât sûresi, 37/165-166.
28 Nahl sûresi, 16/50.
29 Havf ile alâkalı ayrıca bkz.: M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 1/58-64.
30 Âl-i İmrân sûresi, 3/8.
31 Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 7/94-95.
32 Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl 10/367.
33 İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye 1/38.
34 Aliyyü’l-Kârî, Şerhu’ş-Şifa 1/434.
35 Heysemî, Mecmau’z-zevaid 1/328; Kâdı İyâz, eş-Şifa 1/161.
36 İbn Hibbân, es-Sahîh 2/406; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/483.
37 Buhârî, tevhid 35; Müslim, tevbe 25, 27.
38 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 4/433-436; İbn Hacer, el-İsâbe 3/473.
39 Fâtır sûresi, 35/28.
40 Bkz.: En’âm sûresi, 6/100; Nahl sûresi, 16/57; Enbiyâ sûresi, 21/26.
41 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/49.
42 Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/96.
43 Buhârî, tefsir (19) 2; tevhid 28; bed’ü’l-halk 6; Tirmizî, tefsir (19) 4.
44 Meryem sûresi, 19/64.
45 Buhârî, tefsir (19) 2; tevhid 28; bed’ü’l-halk 6; Tirmizî, tefsir (19) 4.
46 Nûr sûresi, 24/26.
47 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/279.
48 Buhârî, bed’ü’l-halk 6; edeb 41; tevhid 33; Müslim, birr 157.
49 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/68, 71.
50 Bakara sûresi, 2/98; Münafikûn sûresi, 63/3-4.
51 Tirmizî, menâkıb 16; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/290.
52 Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebir 11/179.
53 Hac sûresi, 22/75.
54 Buhârî, libâs 24; meğâzî 18; Müslim, fezâil 46, 47.
55 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/121.
56 Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 9/18-20; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/231.
57 Zümer sûresi, 39/68.
58 Kaf sûresi, 50/41.
59 Kamer sûresi, 54/6-7.
60 Secde sûresi, 32/11.
61 Nâziât sûresi, 79/1-3.
62 Müslim, zühd 60; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/153, 168.
63 Buhârî, bed’ü’l-halk 7; Müslim, iman 287.
64 Buhârî, cihad 18; Müslim, cihad 65.
65 Buhârî, iman 37; tefsir (31) 2; Müslim, iman 5, 7, 8; Ebû Dâvûd, sünne 16.
66 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/121.
67 Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 6/83.
68 Nâziât sûresi, 79/2.
69 Nâziât sûresi, 79/1.
70 Enfâl sûresi, 8/50.
71 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/287, 295.
72 İbrahim sûresi, 14/27.
73 Kurtubî, et-Tezkira s.35.
74 Mü’min sûresi, 40/7-8.
75 Bkz.: Cibril bahsi.
76 Hâkka sûresi, 69/17.
77 Ebû Dâvûd, sünne 18.
78 Sâd sûresi, 38/69.
79 Müslim, iman 333; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/136.
80 Zümer sûresi, 39/73.
81 Zümer sûresi, 39/73.
82 İbrahim sûresi, 14/24-25.
83 Zümer sûresi, 39/73.
84 Müslim, iman 333; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/136.
85 Kudâî, Müsnedü’ş-şihab 2/130.
86 Tevbe sûresi, 9/72.
87 Buhârî, rikak 51; tevhid 38; Müslim, cennet 9; Tirmizî, cennet 18.
88 Fecr sûresi, 89/27-28.
89 Ra’d sûresi, 13/23.
90 Ra’d sûresi, 13/24.
91 Ra’d sûresi, 13/24.
92 Müslim, iman 278.
93 Zümer sûresi, 39/71-72.
94 Mü’min sûresi, 40/49-50.
95 Zuhruf sûresi, 43/74-77.
96 Mülk sûresi, 67/8-11.
97 Fâtır sûresi, 35/24.
98 Buhârî, tabir 48; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/8.
99 Bkz.: Ra’d sûresi, 13/23-24; Nahl sûresi, 16/32; Zümer sûresi, 39/73.
100 İnfitar sûresi, 82/10-12.
101 Kaf sûresi, 50/17-18. Ayrıca bkz.: Zuhruf sûresi, 43/80; Ra’d sûresi, 13/11.
102 Tirmizî, birr 55; Dârimî, rikak 74.
103 Âl-i İmrân sûresi, 3/30.
104 İsrâ sûresi, 17/13-14.
105 Kamer sûresi, 54/52-53.
106 Zilzâl sûresi, 99/7-8.
107 Hâkka sûresi, 69/19-25.
108 Mutaffifîn sûresi, 83/18-21.
109 Târık sûresi, 86/4.
110 Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr 4/48; Zebîdî, İthâfü’s-sâde 7/288.
111 Ra’d sûresi, 13/11.
112 Ebû Dâvûd, sünnet 6.
113 İbn Mâce, cenâiz 65.
114 Bkz.: İbn Mâce, cenâiz 65.
115 Buhârî, ezan 111, 112; daavât 64; Müslim, salât 72; Tirmizî, salât 71.
116 Buhârî, ezan 125; bed’ü’l-halk 7.
117 Bkz.: Beyhakî, Şuabü’l-iman 7/184.
118 Buhârî, mevâkîtu’s-salât 16; bed’ü’l-halk 6; tevhid 23, 33; Müslim, mesâcid 210.
119 Buhârî, daavât 66; Tirmizî, daavât 129. Ayrıca bkz.: Müslim, zikr 25.
120 Buhârî, daavât 66; Tirmizî, daavât 129. Ayrıca bkz.: Müslim, zikr 25; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/251, 382.
121 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/230, 2/132, 3/265.
122 Buhârî, ilim 10; Müslim, zikr 38; Ebû Dâvûd, ilim 1; Tirmizî, Kur’ân 10; ilim 19; İbn Mâce, mukaddime 17.
123 Müslim, zikr 38; Ebû Dâvûd, vitr 14; İbn Mâce, mukaddime 17.
124 Nûr sûresi, 24/36-37.
125 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/230, 2/132, 3/265.
126 Nebe sûresi, 78/9.
127 Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 1/405, 406.
128 Buhârî, tevhid 35; teheccüd 14; daavât 13; Müslim, müsafirin 166; Muvatta, Kur’ân 30; Tirmizî, daavât 80; Ebû Dâvûd, salât 311.
129 Secde sûresi, 32/16.
130 Buhârî, teheccüd 2; fezâilü ashabi’n-Nebi 19; tabir 36; İbn Mâce, rüya 10.
131 Buhârî, nafakât 7; Müslim, zikr 80.
132 Müslim, tevbe 12,13: Tirmizî, kıyame 59; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/178, 346.
133 Ebû Dâvûd, ilim 1; Tirmizî, ilim 19; İbn Mâce, mukaddime 17.
134 Mâide sûresi, 5/67.
135 Müslim, mesâcid 72. Ayrıca bkz.: Buhârî, ezan 160; et’ime 49; i’tisam 24; Tirmizî, et’ime 13; Ebû Dâvûd, et’ime 40.
136 Buhârî, bed’ü’l-halk 7, 17; meğâzî 12; libâs 88, 94; Müslim, libâs 81, 82, 83, 84; Ebû Dâvûd, tahâret 89; libâs 45; Tirmizî, edeb 44.
137 Tirmizî, edeb 44. Ayrıca bkz.: Müslim, libâs 81, 82, 83, 84; Buhârî, bed’ü’l–halk 7; libâs 94; Ebû Dâvûd, libâs 45.
138 Buhârî, edeb 96; Müslim, birr 165; Tirmizî, zühd 50; daavât 98.
139 Zâriyât sûresi, 51/24-3O.
140 Hûd sûresi, 11/69-73.
141 Hûd sûresi, 11/74-76.
142 Ankebût sûresi, 29/32.
143 Hûd sûresi, 11/77-81.
144 Meryem sûresi, 19/16-21.
145 Buhârî, iman 37; tefsir (31) 2; Müslim, iman 5, 7; Nesâî, iman 5, 6; İbn Mâce, mukaddime 9.
146 Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 15; Müslim, müsafirin 242; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/81.
147 Hâkim, Müstedrek 3/225.
148 Buhârî, menâkıbü’l-ensar 12; Müslim, fezâilü’s-sahabe 123, 124, 125; Tirmizî, menâkıb 50; Heysemî, Mecmeu’z-zevaid 9/308-310; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 2/221-225; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 1/287, 294.
149 İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/115; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/242, 243.
150 İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/115.
151 İbn Hişam, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/244-245; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/118-128.
152 Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/175; İbn Hişam, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/244-245.
153 Müslim, cihâd 58; Saîd İbn Mansûr, es-Sünen 2/359.
154 Bkz.: el-Bezzâr, el-Müsned 9/317; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/308; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 4/73.
155 İbn Sad, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/103; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 2/97-100; İbn Hacer, el-İsâbe 2/555; Bezzar, el-Müsned 6/328.