Necisin? Nereden Geldin?
Şimdiye kadar, “Necisin?”, “Nereden geldin?” ve “Nereye gidiyorsun?” sorularının cevaplarını şimdiye kadar hep felsefe arayagelmiştir; ama bu soruların cevabını sadece din vermiştir. Felsefe, sorularına cevabı hep tabiatta aramış; aradığını bulamamış, hatta bazen düşüncenin ufkunu kararttığı da olmuştur. Din ise her şeyi Allah’la (celle celâluhu) irtibatlandırarak, kalb, kafa ve hislere birden seslenmiş ve insan ruhunda itminan esintileri meydana getirecek sözler söylemiştir.
Aslında Allah’tan geldiğinin idraki içinde bulunan bir insan, herhangi bir şaşkınlığa düşmeden bu sorulara rahatlıkla cevap verebilir. Bu şuura sahip olmayanlar ise, felsefenin düştüğü fasit daireye düşerek, ne geldikleri yer, ne yaşadıkları hayat, ne de gidip dayanacakları son nokta hakkında kat’iyen bir şey söyleyemeyecektirler. Bir materyalistten dinlediğim ve hiç unutmadığım şu ifadeler, onların insana bakış açısını ne güzel resmetmektedir: “İnsanların hayatları tıpkı bir marula benzer. Marul, toprakta gelişip büyüdükten sonra çürür. Daha sonra toprağa karışarak gübre olur. Gübrelenmiş bu toprak üzerinde yeni marullar biter. Bu marullar, insanlar tarafından yendikten sonra onların vücutlarında yerlerini alırlar. Daha sonra da ölür ve toprağa karışarak başka marullara gübre olurlar.” Düşünce yapısı böyle olan insanların “Nereye gidiyorsun?” sorusuna verecekleri cevaplar da, “Kemiklerin menbaı olan toprağa gidiyoruz.” veyahut da “Yokluğa ve hiç olmaya gidiyoruz.” şeklinde olacaktır ki, bu cevapların hiçbirisi insana inşirah verici değildir.
Oysaki, Cenâb-ı Hakk’ın göndermiş olduğu dinler ve peygamberler, bu sorulara gayet mukni ve inandırıcı cevaplar veregelmişlerdir. Onlar, “Nereden geliyorsun?” sorusuna: “İnsan öyle bir mahiyete mazhardır ki, onun tesadüflerin bağrında gelişmiş olması kat’iyen düşünülemez. Mahiyet-i insaniyye, ancak Allah’ın kudretiyle meydana getirilebilecek kadar harikadır. İnsan, sırf fizikî yapısıyla bile tetkik edildiğinde, Allah’ın bir mührü olduğu kabul edilmezse, onun yaratılışını izah etmek mümkün değildir. Evet bir hikmet mecmuası hâlinde yaratılan insanda, Allah’ın hikmetlerini görmedikçe, onun var oluşu hakkında söylenen her söz havada kalacaktır. Öyleyse insan; “Ben Allah’tan geliyorum; O’nun bir mührü ve mahlûkuyum” dediğinde sehl-i mümteni bir cevap vermiş olacaktır.
Evet insan, tesadüflerin bağrında gelişmiş bir varlık değildir; o, her şeyi enginlerden engin o muhit ilmiyle bilen, o muhteşem kudretiyle şekillendiren, o sınırsız iradesiyle düzene koyan, o hâkim meşietiyle belli bir istikamete sevk eden “Allâmu’l-guyûb”un dest-i kudretinde gelişmektedir. Cenâb-ı Hak, insanı, kabiliyet ve istidatlarını inkişaf ettirip geliştirmesi, yeryüzündeki güzelliklerin menbaını bilmesi ve kâinatın bağrına serpiştirilen ahengi temâşâ ve tefekkür etmesi için yaratmıştır. Nitekim “Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.”1 ve “Ey insanlar! Hem sizi hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz.”2 âyetleri de bunları vurgulamaktadır.
Ölüm bir yokluk değildir. Kabir, ahirete giden bir koridordur. Hayatlarında bir kerecik olsun hayallerinden yalanı geçirmeyen enbiyânın, daima doğru söyleyen ve doğru gören asfiyânın ve bu hakikata imza atan binlerce evliyânın kanaati bu istikamettedir. İnsan, fıtratındaki ebet düşüncesinin işaret ettiği ahiret hakikatine, dünya hayatının binlerce senesi tek dakikasına muadil ve mukabil gelmeyen Cennet hayatına, Cennet’te onca revnaktar güzellikleriyle bir tek dakikasına mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini görmeye doğru gitmektedir. Binaenaleyh iman sayesinde insanın, hem geldiği, hem bulunduğu, hem de gideceği yer gayet açık ve aydınlıktır.
Mârufun Her Çeşidi..
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanların, maruftan hiçbir şeyi küçümsemeyip mutlak yapmalarını;3 yarım hurmayla dahi olsa, bunu bir kurtuluş vesilesi saymalarını tavsiye eder.4 Bu açıdan, yolda insanlara eziyet verecek şeylerin bertaraf edilmesini (imatatü’l-eza) bile sadaka olarak değerlendirir5 ve fuhuş yapan bir kadının, çölde susuz kalmış bir köpeğe su içirmesinin bağışlanma vesilesi olduğunu ifade buyurur.6 Keza ihlâsla söylenmiş bir sözün ahirette insanı nasıl Cennet’e yükselttiğini şöyle anlatır: “Aziz ve celil olan Allah (kıyamet günü), ümmetimden bir adamı halkın içinden alır ve onun için doksan dokuz büyük defter açar. Her defter, gözün alabildiği kadar büyüktür. Rab Teâlâ adama sorar:
– Bu defterde yazılı olanları inkâr ediyor musun? Muhafız kâtiplerim (olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi?
Kul:
– Ey Rabbim! Hayır, (hepsi doğrudur!) der.
Rab Teâlâ sorar:
– (Bunları yapmada beyan edeceğin) bir özrün var mı?
Kul:
– Hayır! Ey Rabbim! der.
Aziz ve celil olan Allah:
– “Evet! Senin bizim yanımızda (makbul, büyük) bir de hasenen var. Biz bugün sana zulüm yapmayacağız!” buyurur.
Hemen bir kart çıkarılır. Üzerinde “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah (şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın elçisidir)” yazılıdır.” Sonra, Rab Teâlâ der:
– Ağırlığını (yani amellerinin ağırlığını) hazırla!
Kul sorar:
– Ey Rabbim! Bu defterlerin yanındaki bu kart da ne?
Rab Teâlâ ona:
– Sana zulmedilmeyecektir! der.
Hemen defterler Mizan’ın bir kefesine konur, kart da diğer kefesine. Tartılırlar. Sonunda defterler hafif kalır, kart ağır basar. Esasen Allah’ın ismi yanında hiçbir şey ağır olamaz.”7
Evet, Cenâb-ı Hakk’ın kullarını ne ile affedeceği belli değildir. Bu bakımdan kula düşen şey, küçük-büyük fark gözetmeksizin marufun her çeşidini yapmak ve Cenâb-ı Hak katında kendi kurtuluşuna vesile aramak olmalıdır. Burada konuyla alâkalı gördüğüm Hz. Ömer’le (radıyallâhu anh) ilgili bir menkıbeyi hatırlatmak istiyorum: Hz. Ömer (radıyallâhu anh) vefat ettikten sonra, kendisini rüyada gören bir zatın, “Hangi amelinle kurtuldun?” sorusuna, “Sokağa çıktığımda bir çocuğun güvercinle oynadığını ve ona eziyet ettiğini görmüştüm. Elimi cebime soktum ve birkaç kuruş çıkararak çocuğa uzattım. Karşılığında da güvercini alıp azat ettim. İşte bu, benim kurtuluşuma vesile oldu…” cevabını verir. Aslında Ömer’in binler devasa hizmeti vardı ki, her biri binlerce kurtuluşuna vesile olabilirdi. Yine Mekke ve Medine suyunun kendisi tarafından getirildiği söylenen saliha kadın, Harun Reşid’in hanımı. Onu da rüyada görür ve ne ile affedildiğini sorarlar: “Sazende bir gün yanımda saz çalıyordu. Birdenbire minarelerden ezan sesi yükselmeye başladı. Ben o ezana hürmeten, “Susun; şimdi dinlenilecek olan şey bu ezandır!” dedim. Benim bu davranışım rahmet arşında hüsnükabule mazhar olmuş. Allah beni de onunla affetti.” cevabını verir.
Allah (celle celâluhu), bir kudsî hadiste: “Geniş zamanınızda Beni anın ki, sıkıntılı anlarınızda da Ben sizi anayım.”8 buyurur. Bu sözüyle âdeta O, bizlerle bir sözleşme yapmakta ve sıkıntıya düştüğümüz an yanımızda olacağına dair bir vaatte bulunmaktadır. Bizler, içinde yaşadığımız şartlar itibarıyla, Cenâb-ı Hakk’ın yardımına daha çok muhtaç durumdayız. O hâlde, her geceyi “Kadir” diye ihya eden insanın, bir gün “Kadir”i yakalaması muhakkaktır; her gelen insanı “Hızır” bilip ona ihsanda bulunanın da, bir gün “Hızır”la karşılaşması mukadderdir anlayışıyla hareket edip, her fırsatta kurtuluşumuza vesile aramamız gerekmektedir. Gece-gündüz bu anlayışla hareket edip, aczimizle, fakrımızla her şeyin kuvvet kaynağı olan Allah’a yönelip O’ndan affımızı istediğimiz müddetçe, dualarımızın kabule karin olacağı umulur.
Velilik ve Beden
Müslümanlık, ne liberalizm ne kapitalizm ne de materyalizm-komünizm vb. sistemlerin ön gördüğü bir sistemdir. O, apayrı bir dinamizm ve güç kaynağının adıdır. O, insanı maddî, mânevî, bedenî ve ruhî bütün değerleriyle inkişaf ettirmenin, geliştirmenin değerler üstü değerlere ulaştırmanın, işlettirmenin adıdır. Bir diğer ifadeyle kalbi kadar kafasını, kafası kadar bedenini ve bedeni kadar da ruhunu işlettirme disiplinidir.
Velilerin, insanın cesedini ihmal ettiğinden şikâyet ederler. Oysaki bedeni de veli yapmak yolu İslâm’da açıktır ve onu kapatmaya kimsenin gücü de yetmez. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraca çıkarken, bedenini de beraberinde götürmüştür. Benim bedenim ahirette ruhuma refakat edecekse –ki akidemize göre edecek– onu böylesi bir şeyden mahrum etmeye hakkım yoktur. Bence gerçek velilik de işte budur.
Esfel-i Sâfilin ve İnsan
İnsan mahiyet itibarıyla fenalıklara mütemayil, cimriliğe düğümlü, dünya muhabbeti ile meşbû bir biçimde yaratılmıştır. Bu açıdan insana bakıldığında, onun riyazî olarak çukura yuvarlanma ihtimalinin daha çok olduğu görülecektir. Bunun için de mutlak mânâda insana “esfel-i sâfilîn’in çocuğu” denilebilir. Ancak insan, her zaman bu mahiyetini terbiye ile iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa kanalize de edebilir; edebilir ve “ahsen-i takvim” sırrını gösterebilir.
Bu çerçeveye giren mevzularla alâkalı kitapları okumak, sohbetleri dinlemek bahsini ettiğimiz terbiyenin bir buudu sayılabilir. Dolayısıyla insan sair terbiye metotlarının yanında bunlara da mutlaka başvurmalıdır. Ne var ki bir insan, böyle kitapları okuması ve yürekleri hoplatacak sohbetleri dinlemesine rağmen mahiyetinde bir değişiklik hissetmiyorsa ve hayat üslubu aynı şekilde devam ediyorsa suçu kendinde aramalıdır. Bu konuda Üstad Hazretlerinin yaklaşımının çok önemli olabileceğini düşünüyorum. O mutlak mânâda insan ve insan fıtratına ait meseleleri ele alıp, anlatırken hep “ben”, “gafil nefsim” diyerek nefsini muhatap alır. Onun için böylesi konularda biz de, esfel-i safilin’in çocuğu olduğumuz gerçeğinden hareketle, kendimize benlik adesesiyle bakmamız gerekir. İşte O zaman insan, okunan ve anlatılan şeylerden daha çok istifade eder. Yanlışlıklarını daha net görür ve istikamet kazanabilir. Aksine hareket edip, okuduklarını ve anlatılanları başkasına havale ederse, o kendi nefsini müzekkâ, müberrâ addediyor demektir ki; onun, içinde bulunduğu çukurdan kurtulması oldukça zordur.
Peygamberlerde Şefkat Buudu
Cemiyet hâlinde yaşamaya mecbur olan insanların, aralarındaki muamele ve münasebetleri tanzim, hayat kanunlarını talim ve cemiyeti tam bir adalet, hakkaniyet temelleri üzerine oturtmak için, Allah tarafından peygamberler gönderilmiştir. Bu peygamberlerin, bebeklik ve çocukluk dönemlerinde karşılaştıkları şeyler, onların ileride üstlenecekleri misyonu yerine getirmede âdeta bir ön hazırlık olmuştur. Meselâ; peygamberlerden bazılarının hayat serencamelerine baktığımızda, babalarının annelerinden önce öldükleri ve bu sebeple de, annelerinin himayesinde büyüdükleri görülür. Meselâ, Hz. Musa, annesinin ellerinde bir yetim olarak büyümüş; Hz. İsa, zaten bir mucize olarak babasız dünyaya gelmiş; Efendimiz’in babası da, henüz O, dünyaya teşrif etmeden vefat etmiştir.
Burada ince bir noktaya dikkatlerinizi istirham ediyorum. Anne, çocuğuna karşı babadan daha şefkatlidir. Bir ölçüde babanın iradesi daha güçlü olduğu için, şefkatini onunla bastırarak çocuğuna karşı duyarlılığını tam hissettirmeyebilir. Annenin şefkat adına iradesini, baba kadar zapturapt altına alamaması, tabiatı gereği olduğu gibi çocuğun yetiştirilmesi adına da çok önemlidir. Zira baba –büyük ölçüde bugüne kadar öyle olmuştur– ailesinin maişeti için devamlı dışarıda bulunmasına karşılık anne, hep evde olması hasebiyle, çocuğa karşı büyük bir güven kaynağı olagelmiştir. Hele bir de babanın öldüğü düşünülecek olursa, anne, babanın boşluğunu da kapatmaya çalışacağından onun çocuğuna karşı şefkati âdeta ikiye katlanır.
Bir çocuğun şuur altı beslenme döneminin 1-10 yaşları arasında olduğu düşünülecek olursa, daha sonra ümmetine rehberlik yapacak olan bir nebinin babasız olarak, şefkat kahramanı bir annenin himayesi altında büyümesi, peygamberlik mesajının gönüllere duyurulması açısından çok önemlidir; Zira onlar, şefkatlerini peygamberlikleri döneminde oluk oluk ümmetinin sinelerine akıtacaklardır.
Ayrıca baba, ailesi adına hayatın bütün zorluklarını, güçlüklerini göğüsleyen insandır. Peygamberler gibi hayata erken uyanan insanlar, çok erken dönemde babalarını başlarında bulamayınca, o boşluğu Allah’a kurbetle doldurmaya çalışmışlardır. Âdeta Allah, peygamberlerin ellerinden kuvvet kaynağı olacak bütün güvenecekleri, dayanacakları insanları çekip almak suretiyle, onların sadece ve sadece kendisine teveccüh etmelerini sağlamıştır.
Evet, babadan ayrı ve yetim olarak annelerinin şefkat kanatları altında birer şefkat kahramanı olarak yetişen peygamberler, Allahu Teâlâ’nın rahmaniyet ve rahimiyetinin yeryüzündeki temsilcileri olarak şefkati bir iksir gibi kullanıp gönüllerde taht kurmuşlar; kurmuşlar ve insanlara hidayet ve kurtuluş yollarını göstermişlerdir.
“N’olur Yâ Rab, N’olur Yâ Rab,
İçimizi imanla doldurup, bizi imana doyursan.. cismaniyetimiz adına yaşamayı unutturup kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselterek, soluklarımızı meleklerin soluklarına ulaştırsan.. yolunda küheylânlar gibi coşturup, sinelerimizin çatlayacağı ana kadar da yorgunluğumuzu hissettirmesen.. milletimizi bir kere daha ayağa kaldırıp, zilletimizi sona erdirerek, devletler muvazenesinde yerimizi alma gaye-i hayaline ulaştırsan.. “N’olur ya Rab, neyin noksan olur ya Rab!”
Kendini Sıfırlama
Allah ne güzel!.. Onun karşısında bir başka güzellik de, insanın, kendini günde birkaç defa sıfırlayıp, mutlak kemalin O’na ait olduğunu vurgulamasıdır. Evet, insan Allah’ın azameti karşısında “ben… ben… ben…” diyeceğine, mârifet-i sâni adına açılan menfezlerden içeri girerek, asıl büyüklüğün O’na, küçüklüğün ise kendine ait olduğunu ilân etmelidir.
Yine insan, kendisine ihsan edilen maddî ve mânevî şeyler karşısında “Ben kim, bu ihsanlara lâyık olmak kim? Şayet O’nun sonsuz lütfu olmasaydı, ben bunlara sahip olamazdım.” diye düşünmeli, hatta böyle düşünmeye kendini şartlandırmalıdır. Burada Üstad Hazretlerinin “Allah’ın en büyük ihsanı, insana mazhar olduğu lütufları hissettirmemesidir.”9 sözünü hatırlamak yerinde olur zannediyorum. Evet, bu belki de en büyük bir mazhariyettir. Keşke insanlar bunun şuurunda olabilselerdi!..
Bazı hadislerde “Ahirette bütün Nebilerin gıpta ile bakacakları topluluklar”dan10 bahsedilir. İhtimal bu topluluklar, peygamberâne bir azim ve kararlılıkla hizmet eden ve yaptıkları hizmet karşılığında hiçbir beklentiye girmeyen kişilerdir. M. Âkif, Çanakkale Şehitleri için “Yine bir şey yaptım diyemem hatırana.” der. Aynen öyle de, din-i mübîn-i İslâm için büyük büyük işler yapanlar “Yine bir şey yapamadık senin için.” demelidirler ki, hadiste bahsedilen topluluk içine girebilsinler.
Müslümanlıkta tevazu, mahviyet ve hacalet esastır. İslâm’a göre insan kendi acizliği ve fakirliğini anlayabildiği ölçüde seviye kazanır. İşte bu bizim “kendini sıfırlama” diye ifade ettiğimiz husustur. Zaten insan Allah’ın kulu değil midir? Allah’ın kulu olma lütfundan rahatsızlık duyma olur mu? Büyükler, Hakk’a kulluğu en büyük pâye saymışlardır. Allah Resûlü’nün “kul peygamberliği”11 tercihi bizlere ne önemli bir örnek teşkil eder!
Hâsılı, kendini Allah’ın yüklediği misyonun dışında farklı farklı makamlarda gören insan, bana göre İslâmî esasları tam kavrayamamış, psikolojik açıdan da rahatsız biridir.
Ene (Benlik)
Ene, insanın benliği demektir. Ona, terbiye ve tezkiye ile nefs-i emmareden levvameye, oradan mülheme, mutmainne, râdıyye, merdıyye ve sâfiyeye kadar terakkiye açık olan “hayvanî nefis” de diyebiliriz. Üstad Bediüzzaman, bu meseleye 30. Söz’de tasavvufçuların yaklaşımına benzeyen bir anlayışla açıklık getirmiş ve bir yönüyle sofilerin düşüncelerini çağa göre daha derli toplu hâle getirmiştir. Buradaki ifadelerden de hatırlanacağı üzere benlik kazanma sırları, her şeyden önce insanın kendi mahiyetini idrak ederek, “Benim de bir iradem var.” demesiyle başlar. Çünkü irade, esas olarak benliğin rükünlerinden birisidir. Zaten Üstad “irade”yi, latîfe-i Rabbâniye denilen kalb, şuur ve hisle birlikte “vicdanın dört rüknü”nden biri olarak da zikreder.12
Bu latîfeler, kâinatı duyma, hissetme ve onu değişik unsurlarıyla ele alıp hallac ederek yorumlama… gibi insana değişik düşünceler ilham eder. İrade, insanı muhabbetullah; kalb, mârifetullah; şuur, müşâhedetullah; his de Cennet ufkuyla buluşturur. Bunlar, aklı aşkın olan sistemin, birer parçası olarak insanın mahiyetine dercedilmişlerdir. Biz, çok defa farkına varmadan, o sistemle hedeflenen gayelere karşı arzu ve istek duyarız ki o da, içimizde böyle bir sistemin bulunmasına delâlet eder. Descartes da: “Bende nâmütenahi bir düşünme hassası var. Ben, nâmütenahi olmadığıma göre, bana verilen bu hassa, nâmütenahi olan bir Zât’tan gelmektedir.” mülâhazasıyla bu hakikati ifşâ eder.
Evet insanın, her şeyden önce kendi benliğinin çerçevesini belirlemesi gerekir. Yani o, “Bende bir irade, duyma, bilme, düşünme, yorumlama, azim, cehd… gibi hassalar var.” diyerek bunları tespit edip, sonra bir kısım mukayeseler yaparak bunları kendisine ihsan edeni bulabilir. Meselâ insan, yemek yerken, sadece ağzına lokmayı götürüp boğazından midesine gönderene kadar, kendisine verilen iradeyi kullanır. Artık bundan sonra, insanın elinde olmayan ve müdahale imkânı da bulunmayan bir dizi sistem devreye girer. Buradan hareketle insan, “Gücümün yetmediği, kudretimle halledemediğim, benimle alâkalı olduğu hâlde farkına bile varamadığım, tamamen benim iradem dışında cereyan eden birçok hâdise var ki, bütün bunlar, beni çok iyi bilen ve tanıyan birisi tarafından idare ediliyor.” diyerek eşya ve hâdiseleri evirip çeviren sonsuz Kudret Sahibi’ni bulabilir.
Netice itibarıyla bu tefekkür seyahatini tamamlayan insan, Yunus misali benliğini âdeta bir kristal gibi taşa vurarak kırar.. kırar ve benlikten vazgeçmenin meyvelerini devşirmeye başlar. Böylece insan, fenâ fillâha giden yolda, vuslatın her an biraz daha artan cazibesiyle mest ve sermest olarak adım adım hedefe doğru yaklaşır.
Namaz ve Secde
Muhakkikîn-i ulema, namaz rükünleri arasında yer alan secdeyi, “insanın ulaşabileceği en son zirve” olarak kabul eder ve “diğer rükünler, secdeye ulaşabilmek için birer basamak hükmündedir.” derler.
Bu tahlile bütünüyle katılıyorum. Evet insan abdest ile başlayan, Rabbin huzuruna çıkma ameliyesinde çeşitli safhalardan geçer ve Allah Resûlü’nün ifadesiyle “Kulun Rabbisine en yakın olduğu” mekâna, yani secde hâline ulaşır.13 Yalnız burada önemli olan, secdedeki insanın, Rabbisi ile olan kalbî münasebeti ve duyduğu, hissettiği şeylerdir. Meselâ bana göre bir insan, kıyamda dururken “Rabbim, şayet Sen teşrî kılmasaydın, Sana karşı nasıl kulluk yapılır ben bilemezdim; Sana sonsuz hamd ü senalar olsun”; rükuda “Bu hâlim benim ubudiyetimi ifade etmede yeterli mi değil mi bilemiyorum ama Efendimizi örnek alarak yapabildiğim kadar yapmaya çalışıyorum, Sen kabul eyle.” ve secdede; “Eğer muktedir olsaydım Allah’ım, başımı ayaklarımdan da aşağıya koyardım.” gibi düşüncelerle namazın her bir rüknünü duya duya eda etmelidir.
Evet, namaz, miracın gölgesinde öteler ötesine yapılan bir seyahat ise, secde de o namazda en âzam bir rükün olduğuna göre, insan secdede nihaî kurbeti hissetmeye ve kalbinde onu yakalamaya çalışmalıdır.
Bana göre secde, Mevlâna’nın tabiriyle “şeb-i arûs” misali insana değerlendirmesi için verilmiş bir fırsattır. Herkesin mârifet ufku ve kâmet-i kıymeti ölçüsünde “âsâr-ı feyz”e mazhar olabileceği bir zemindir. Secde Allah’ın haricinde her şeyin ve herkesin nefyedilip “illallah” deneceği mekândır ve onun Rabbisiyle kurbet yudumlayacağı bir yerdir.. evet Cenâb-ı Hakk’ın şanına muvafık kemal-i inkıyadın adıdır secde. Öyleyse burada ne, nasıl, ne şekilde ve niçin yapılması gerekiyorsa, bunlar nazara alınarak yapılmalıdır.
Medine’nin Gülü (sallallâhu aleyhi ve sellem)
Medine’nin Gülü ve gönlümün çiçeği.. O olmasaydı âlemin ne değeri olurdu.. evet, neyleyeyim O’nsuz dünyayı. Zaten O olmasaydı biz yaratılmazdık.. ve O olmasaydı hilkatin sırrını hiçbir zaman öğrenemezdik.. ve yine O olmasaydı varlığı bir kitap gibi okuyamaz; onu bir meşher gibi mütalaa edemez; o kitabın satır ve sayfaları arasında O’na giden yolları bulamazdık. O olmasaydı Cennet’i duyamaz, Cehennem’e karşı ürperti hissedemezdik. Cennet’in yolunu kesen mekarihi sevemez, Cehennem’i çepeçevre saran şehvetlerden uzak kalamazdık. Cemâl nedir bilemez, rıdvan nedir duyamazdık.. hâsılı, O olmasaydı biz de hiçbir şey sayılmazdık.
Evet O, Gönlümüzün Gülü’dür. Ne mutlu bizlere ki, bizi götüren geminin dümeninde O’nun gibi bir kaptan var ki o gemiye binen mutlaka kurtulur. Bir rıhtımda o geminin ayrıldığını görüp de ona ulaşamayan ise hüsran içinde kalır.
Bu itibarla da O, her gece hayalde ve düşlerde dolaşmalı. O’nun âşıklarından Hz. Enes, “Rüyama girmediği gece yoktur.” der.. ve yine o kutlulardan birisi olan Hz. Ebû Hüreyre de “O hep benim rüyalarımı süsler.” diyerek mazhariyetini ifade eder. Bu insanların hepsi tıpkı bir mecnun gibi O’na gönülden bağlı ve tutkundurlar. Edip Eddâî’in dediği gibi “O’nu gerçek sevenler su içtikleri kâsenin dibinde bile O’nun gül cemalini görürler.”
Eğer kıtmir, O’nun hakikatini temâşâ ile Cennet’in bayıltan güzelliklerle donanmış tepelerinden birini tercih etme durumunda olsaydı, bütün güzelliklerin kaynağı, arzın göbeğinin en büyük vâridâtı, Cennet yamaçlarının bile güzelliklerinin asıl kaynağı, güzeller güzeli, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu tercih ederdi. Gerçi insan, bu tercih duygusunu içinde bir feveran hâlinde her zaman hissetmeyebilir ama temelde o his ve duygu, insanın içinde potansiyel olarak her zaman mevcuttur. Yeter ki, O’nun sevgisini tutuşturabilecek bir meş’ale ile gönüllerdeki karanlık noktalar aydınlatılsın ve insanlığa, O’na giden yollar gösterilsin.
O’nu sevmeyenler, sevginin, hakikat-ı Ahmediyenin, hatta hakikî mânâda insanlığın ne demek olduğunu bilmeyen, sevgiden yoksun tâli’sizlerdir. Yazıklar olsun O’nun dünyasında olduğu hâlde dalâlette olanlara, gaflet deryasında yüzenlere ve bunca güzellikler içinde gözü bağlı gezen körlere..!
Gusül, Cinler ve Ruhlar
İnsanı, maddî sebepler itibarıyla Allah’ın sıyanetinden (korumasından) çıkarabilecek bazı hâller vardır. Meselâ erkekler için cünüp olma hâli buna örnek sayılabilir. Bu hâlden kurtulmak iradî olduğu için, insanın yıkanmasını tehir etmesi, ilâhî sıyaneti inkıtaya uğratabilir. Onun için bu hâli fazla uzatmamak ve hemen o hâlden kurtulmak gerekir. Zira bu, hadisin ifadesiyle kanın aktığı mecrada dolaşan şeytan15 ve emsali varlıklar için en müsait bir zemin ve vasattır. Kadınlara gelince; şerir mahlûkların musallat olması, genelde onların hayız ve nifas dönemlerine rastlar. Bu dönemde kadınların kendilerini korumaları meselâ, namaz abdesti alarak, namaz kılamasalar dahi vakit içinde namaz kılınacağı süre seccade üzerinde kıbleye müteveccih olarak oturmaları öteden beri tavsiye edilen bir husustur.
Konumuzla doğrudan alâkalı olmasa da ayrı bir husus da şudur; Üstad, ruhlarla ilgili mevzuyu anlattığı yerde, ruhların cismaniyete ait hususları temâşâ için bazı şekillere girebileceğinden bahseder. Bu reenkarnasyon demek değildir. Belki insanın, ruhun girdiği o şeklin –meselâ akrep veya yılanın– hususiyetlerini duyması demektir. Şimdilerde hayal mahsulü kurgu filmlerde yerini bulan bu şey, aslında bir yönüyle hakikatin ifadesidir.
Keramet
Keramet, Allah’ın herhangi bir velinin eliyle yarattığı harikulade hâldir. Kerameti farklı açılardan üç ayrı kategoride mütalaa edebiliriz:
1. Maddî keramet, velinin havada uçması, seccadesini suya serip namaz kılması, bast-ı zaman-tayy-ı mekâna mazhar olması gibi harikuladelikler bu cümleden kerametlerdir.
2. Ruhî keramet de diyebileceğimiz mânevî keramet ise, Hak dostunun oturuşu, kalkışı, konuşması, kısaca bütün hayatıyla âdeta Cenâb-ı Hakk’ın tanınıp bilinmesi için bir mir’ât-ı mücellâ olma hâlidir ki, insana daha eslem bir yolla bahşedilmiş ubudiyet eksenli bir keramettir.
3. Bir de ilmî keramet vardır ki, o da, bilginin bilinmesi, değerlendirilmesi, değerlendirilip yararlı olması adına Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği keramettir. İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Mevlâna Halid, Şah Veliyyullah Dihlevî, Bediüzzaman gibi âlimler bu keramete mazhardırlar. Allah onlara öyle bir keramet-i ilmiye nasip etmiştir ki, ilkler diye ifadelendirdiğimiz Hz. Ebû Bekir’ler, Ömer’ler, Osman’lar, Ali’lerin hakikî varisleri sayılırlar. Evet, aynen onlar gibi olamazlar; çünkü onların durumları özeldir. Hususî bir rahle-i tedristen ders almış ve vahyin nüzulüne bizzat şahit olmuşlardır. Onların o saf ve temiz ruhları, başka akımların tesirinde kalmadığı için, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) arızasız temsil etmeleri, onlarda bir keramet şeklinde tecelli etmiştir. Onların kafası natüralizm, sosyalizm, liberalizm, kapitalizm… gibi hiçbir felsefî cereyanla mâlül olmamıştır. Ve dolayısıyla dimağları âdeta bir reşha gibidir. İçlerine akan hakikatler, kendi hususiyetlerini korur ve olduğu gibi onlarda tecelli edebilir ve etmiştir de. Onun için biz buna keramet-i ilmiye diyoruz ki bu da bütün kerametlerin en büyük olanıdır.
Bir de herkes için bahis mevzu olabilecek hatta yukarıda sıraladığımız kerametlerin hepsinden daha büyük olan bir keramet vardır ki o da Cenâb-ı Hakk’a karşı arızasız kulluk yapmaktır. Meselâ kırk sene hiç ara vermeden, hatta cemaati bile aksatmadan kâmil mânâda namaz kılmak, Allah’ın Şah-ı Geylanî’ye ihsan ettiği kerametlerden daha büyük bir keramettir. Arızasız oruç tutmak, zekât vermek, –kendisine farz olmuşsa– hacca gitmek, Allah’ın öyle büyük bir ikramıdır ki bazı büyük veliler bile buna mazhar olamamışlardır. Onun için kâmil veliler, daha ziyade arızasız kulluk sergilemeye çalışmışlar ve harikulade hâllere talip olmak şöyle dursun, kendilerinden böyle bir hâl sadır olduğu zaman, onu bir namus telâkki edip başkalarının bilmesini dahi istememişlerdir. Gerçek veliler arasında bu hâl “Keramet, erkeklerin hayzıdır.” şeklinde ifade edilir. Keramete mazhar olup onu bilerek açığa vuran veli, Allah ile arasında olan sırrı, dolayısıyla da kurbeti kaybetmiş demektir. Onun için Allah dostları, bu türlü davranışlardan hep sakınmışlar ve Allah’la aralarındaki bu yakınlığı kaybetmekten korkmuşlardır.
Hâsılı, hâlis ubudiyetin yolu, bu dünyada birtakım harikuladeliklere mazhar olunsa bile bunu bir aybaşı hâli telâkki ederek, bir an evvel bunlardan sıyrılıp sadece Allah’la meşgul olmaktır. Kerameti arzu etmek ve beklemek, olmuş bazı şeyleri başkalarına kerametvâri anlatmak, meşgul olunması gerekli olan büyük hakikatleri bırakıp Allah’ın imtihan için verdiği çok küçük ve değersiz şeylerle meşgul olmak demektir.
Nasibi Yorgunluk ve
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Nice namaz kılanlar vardır ki, nasipleri sadece yorgunluk ve zahmettir.” ve –hadisin devamında–: “Nice oruç tutanlar vardır ki, nasipleri sadece açlık ve susuzluktur.”16 buyurmaktadır.
Namazın ifade ettiği mânâ, bilhassa onun iç ifadesi, insanın iç derinliğiyle yakından alâkalıdır. Kur’ân’da da namazın anlatıldığı her yerde, onun bu iç derinliğine dikkat çekilmektedir. Meselâ Mü’minûn sûresinde, felâh bulan insanlar anlatılırken; “Namazlarında huşû duyan mü’minler kurtuluşa ermişlerdir.”17 denilerek, namaz-huşû münasebeti nazara verilmektedir. Evet huşû gerçek mânâsını ancak namazda bulur. Öyleyse insan namazda, namazdan başka bir şey görmemeli, duymamalı ve düşünmemelidir.
Namazla insan, muhtaç olduğu ve elinin yetişemediği ihtiyaçların temini için, fiilî ve kavlî duaya geçmiş, Allah’ın yüceliği karşısında “kemerbeste-i ubudiyet” içinde durmuş demektir. Evet o, mü’minin en mühim meselesidir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu meseleyi izah ederken; “Namazı, veda namazı kılıyor gibi kılın!”18 buyururlar. Veda namazı; “Şu kıldığım namaz, son namaz olabilir, bir kere daha belki namaz kılmaya muvaffak olamam…” düşüncesiyle kılınan namazdır.
Namaz, kalbin kûtu ve gıdası, ruhun da miracıdır. Bütün sıkıntılara karşı o, ruhu dinlendirir ve kalbi kanatlandırır. Efendimiz, dünyevî işlerinden sıkılınca, أَرِحْنَا يَا بِلَالُ “Bizi bir ferahlandırıver ey Bilal!”19 diyerek ondan namaza çağrıda bulunmasını isterdi. Namaz, tembel ve uyuşuk insanın yapabileceği bir şey değildir. O, daima hüşyar bir gönlün, uyanık kalb ve duyguların, Rabbin karşısında eda edeceği bir vazifedir.
Namazda –ara sıra olsa bile– devamlı dünyaya ait işlerin muhasebesini yapan, onların riyaziyesiyle meşgul olan bir insan için, sadece namazın yorgunluğu yanına kâr kalacaktır. Rabbim, –sonsuz rahmetinden dileyelim– kimsenin yorgunluğunu yanına kâr bırakmasın. Kalbimizi, duygularımızı ona karşı daima hüşyâr ve huşû içinde kılsın!
Mesavi-i Ahlâk
Şeytan, eskilerin “mesavi-i ahlâk” dedikleri kötü vasıfların kaynağıdır. Her bir insan kendi vicdanını yoklasa, zannediyorum –az veya çok– bu kötü duygulardan kendisine bulaşmış olduğunu görecektir. Aksi ise, meleklik iddiası olur ki, insan için böyle bir şey düşünmek mümkün değildir.
“Kişi kendin bilmek kadar irfan olamaz.” mantukunca bilmek bir mârifet, itiraf da ikinci mârifettir. Bunların yanında üçüncü bir mârifet ise, insanın noksanlıklar açısından sık sık kendi durumunu gözden geçirmesidir. Bu noksanlıkları izâle adına her insanın, zamanın her zerresini duyarak yaşaması; yaşayıp Allah’a giden yolları araştırması ve daima O’na istiğfarla yönelmesi ve kemal-i ubudiyet ve samimiyetle O’ndan af dilemesi lâzımdır. Aksine davrananlar bilmelidirler ki, böyle davranmakla kendilerini yalnızlığa ve karamsarlığa salıyorlar ve O’na giden yollara sırtlarını dönüyorlar. Hâlbuki böyle bir şey, her şeyi gören, bilen, duyan ve haberdar olan, yani Basîr, Alîm, Semi, Habîr olan Allah’tan kaçıştır ve böyle bir kaçışın mümkün olmadığı da açıktır.
Dert ve Bir Ölçü
Şairlerin öteden beri dertle alâkalı birçok terennümleri olmuştur. Fuzûlî’nin: “Kılma derdim kim helakim, derde dermandır..” yine Niyazi Mısrî’nin: “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş.” Ve başka bir şairin: “Dert elinden dâde geldim, gelmedi derman bana.” mısraları hemen akla gelen şeylerden… Ve bütün bu sözlerin ortak özelliği derman yerine, dert talebinde bulunmaktır. Evet kimi insanlar dertten şikâyet ederken kimileri de onu istemişler ve hayatlarının bir parçası hâline getirmişlerdir. Meselâ ben, güçlü-kuvvetli olduğum dönemlerde çok samimî olarak: “Allah’ım beni, Zâtını seven ve Zât’ın tarafından da sevilen bir insan yap, başka bir şey istemiyorum. Ve bana öyle bir hastalık ver ki, halk ondan tiksinmesin, hastalık beni meşgul etsin, ben de başka bir şey düşünmeye fırsat bulamayayım.” diye dua etmişimdir. Zaman içinde, isabetli-isabetsiz; fakat hüsn-ü niyetli bu duanın kabulüne defaatle şahit olmuşumdur. Evet benim bahsini ettiğim duayı yaptığım zamanlarda, kim bilir belki de düşüncem şu idi: “Allah sevdiği kullarının başından belâyı eksik etmez. Peygamberlerin hayatları meydanda. İnsan Allah tarafından sevilmeyi çok arzu ediyorsa bunun yolu umumiyetle hastalıklardan geçer..” Gerçi bugün bu düşüncenin yanlış olduğu kanaatindeyim. Zira Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün ümmet-i Muhammed’e “Allah’tan af ve afiyet isteyin.”20 tavsiyesi, demek ki o zaman gözümüzden kaçmış. Hatta ben bu duayı yaptığım yıllarda yakın bir arkadaşım: “Allah’ın hazinesi çok geniştir. O af, rahmet ve afiyet verdiği gibi insan yine de iffetli kalabilir.” demişti.. demişti ama ben çoktan dua etmiş bulunuyordum.
Hâsılı, Allah’tan dert istenilmemelidir, fakat derdi verdiği zaman da bir âşık-ı sadık gibi davranmalı, asla şikâyet etmemeli, ah u efgan edip inlememelidir.
Yukarıda bahsini ettiğimiz şairlerin Allah Resûlü’nün afiyet tavsiyesini bilmemeleri düşünülemez. Öyleyse onların bu hadise rağmen dert istemelerini daha engin mülâhazalarla yorumlamalıyız.
Sabır
“İman, amel-i salih, hakkı bilip hakkaniyet içinde bulunma ve sabredip sabır tavsiyesini paylaşma” esasları, İmam Şafiî’nin: “Allah başka bir sûre indirmeseydi, bu sûre insanlara yeterdi.”21 dediği Asr sûresinde zikredilen hakikatlerdir. Onun faziletinden dolayı olacak ki Ashab-ı Kiram, dağılmadan önce her mecliste bu sûreyi okurlarmış. Merhum Mehmed Âkif bu duruma atıfta bulunur ve:
“Hani Ashab-ı Kiram ayrılalım derken,
Görüldüğü gibi sûrede dikkat çekilen önemli hususlardan biri olarak, başa gelen şeylere karşı sabredip, sabır tavsiyesinde bulunma zikrediliyor.
“Nice sevmediğiniz şeyler vardır ki, o sizin için hayırlı olabilir. Ve nice sevdiğiniz şeyler de vardır ki, sizin için şerli olabilir.”22 âyeti, kişinin, kendisine isabet eden şeylerin zahirî yönüne bakıp aldanmaması konusunda çok önemli bir ölçüdür. Haddizatında insan, maruz kaldığı şeyin şok etkisinde kalıp, yanlış yorumlamalara girebilir. Mü’min bu ölçüyü daima hatırda tutup, fevrî hareketlerle kadere taş atmamalıdır. Evet, Üstad’ın ifadesiyle, kadere taş atan, sadece kendi başını yarar.23
Meseleyi, bir hadis-i şerifle biraz daha açacak olursak, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Sabır, belânın ilk tosladığı andadır.”24 buyurur. Demek ki, önemli olan musibetin isabet ettiği anda sabırlı olabilmektir. Meselâ; annemizin vefat haberini duymak, ilk anda bizde şok etkisi yapacaktır. İşte böyle bir anda hiçbir şey düşünmeden, إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ “Biz O’ndanız ve yine O’na döneceğiz.”25 deyip ızdırabını bağrına gömme gerçek sabırdır. Değilse meseleyi aklî, mantıkî plânda çözüp; “Ölüm herkes için geçerli, bu yaşta ölmeseydi ileride yine ölecekti. Öbür tarafta nasıl olsa beraber olacağız..” deyip, kalbde bir inşirah hâsıl olduktan sonra sabretmenin kıymeti ona göredir…
Bu durum, sabrın diğer çeşitleri için de geçerlidir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Mü’minin her durumu sürpriz ve şaşırtıcıdır! Zira her işi onun için bir hayırdır. Bu durum sadece mü’mine hastır, başkasına değil: Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder, bu onun için hayırlıdır. Bir zarar gelse sabreder, bu da onun için hayırlıdır.”26 buyurur ki, burada insana sevap kazandıracak şeyin teslimiyet olduğunu vurgulamak istemiştir. Biz, inancımız gereği her şeye sabrederiz. Ve arkasından bir hayır zuhur ettiğinde de: “İhtimal Cenâb-ı Hak, bu hayrın doğmasına bizim sabrımızı vesile yapmıştır.” deriz. Bu, aynı zamanda bir sabır kahramanı olmanın da emaresidir.
İnabe-İman-Amel-i Salih
Kur’ân-ı Kerim, Furkan sûresinde, haksız yere insan öldürmüş, zina etmiş, şirke girmiş insanlara kıyamet günü verilecek azabı anlattıktan sonra “Allah’a yönelen, iman edip ve imanının gereğini yapan, yani amel-i salih işleyen insanların bu hükümden müstesna olduğunu”27 bildirir. Burada inabe (Allah’a yönelme), iman ve amel peşi peşine zikrediliyor. Bana öyle geliyor ki bu âyet, her gün, her saat, her dakika, her saniye Allah’ı farklı bir derinlikte tanıyan, O’nu vicdanında daha engince duyan, hisseden ve bunun tabiî neticesi olarak da inabe, iman ve amelini yenileyen insanı anlatmaktadır. Böyle bir insan, tasavvufî yaklaşımla, “fenâ filmürşit, fenâ firresûl” mertebelerini yaşamış, “fenâ fillâh”a ulaşmış demektir. Daha önce de çeşitli münasebetlerle arz etmeye çalıştığım bu üç kavramı birer cümle ile bir kere daha hatırlatmak istiyorum. “Fenâ filmürşit”, müridin kendi istek ve arzularını aşarak, mürşidinin arzu ve isteklerinde fâni olup erimesi anlamına gelir. Bu seviyede mürid, mürşidinin gözlerinin içine her bakışında onun isteklerini anlar ve hemen onları yerine getirmeye koyulur. “Fenâ firresûl” mü’minin, Allah Resûlü’nün emir ve isteklerinde fâni olmasıdır ki, bana göre, fenâ filmürşit makamını hakkıyla temsil eden bir müridin, “fenâ firresûl” kavramı ile anlatılan hakikatleri yaşaması çok daha kolaydır. Zira birinde mürşit bahis mevzuu olmasına mukabil, diğerinde Nebiler Sultanı söz konusudur. “Fenâ fillâh”a gelince, adı üzerinde o, insanın Allah’ın meşieti ve iradesi önünde bütün bütün eriyip yeniden dirilişe ermesidir. Bundan önceki iki mertebe, insanı bu son merhaleye hazırlayan birer yoldur; yükselip bu seviyeye gelen insan, hadisin ifadesiyle gözü, dili, kulağı, eli, ayağı.. hâsılı bütün uzuvlarıyla Allah’ın meşieti dairesinde hareket ettiğinin şuuruna erer ve öyle de olur.28
Bunu bahsini ettiğimiz âyetle irtibatlandıracak olursak, insan şirk, zina, katl vb. büyük günahları işlemiş dahi olsa, Rabbisine yöneldiği takdirde, velilik mertebesine kadar her şeyi yeniden ihraz edebilecek bir konuma yükselebilir. Âyet, inabe, iman ve salih amel çizgisi ile bizlere bu hedefi göstermekte ve onu yakalamaya bizleri teşvik etmektedir.
Mârifet Ufku
Varlığın en küçük parçasında bütün bir varlığı hissedebilmek, o varlığın ifade ettiği mânâyı alıp ondan bir mârifet usâresi elde etmek, yakalanması gerekli olan bir ufuktur. Bunun için evvelâ insan vicdanında her şeyi mârifete çevirebilecek mekanizmayı harekete geçirmelidir. Bundan sonra kâinat, ne kadar geniş, ne kadar derin de olsa o müthiş kesret içinde bile insan, ilâhî tecellilere muttali olabilir ve bunun üzerine kendi mârifet peteğini örgüleyebilir; örgüleyebilir ve ister mârifet adına ister Cenâb-ı Hakk’ın esmâ, sıfat ve zatını görme adına bütün cihanlarda görebileceği hakikatleri bir damlada görebilir. Bunca ilâhî sanatlarla iç içe olup da bu güzelliklerin arkasındaki Sâni-i Hakim’i idrak edemeyenler ise, deryada yaşadıkları hâlde deryayı bilmeyen tâli’sizlerdir.
İnsanın benliği, Cenâb-ı Hakk’ın varlığını aksettiren çok önemli bir menşûr (prizma)dur. Çünkü hakikat, insanın mahiyetinde kendi azametine uygun vahidî tecelli ile mün’akis değildir ve bu tecelliler için de aynı tabiri kullanarak onda da bir “tenezzülât-ı ilâhiye ilâ idraki’l-beşer” meselesi söz konusudur. Bu açıdan herkes, hakikati büyük ölçüde kendi seviyesine göre soluklar.
İnsanın benliğinde Cenâb-ı Hakk’ın sem u basarı vardır. Hatta “hüve” sırrı insanda “ene” şeklinde tecelli etmiştir. İnsan, “ene” çeperini tasavvuftaki “fenâ fillâh” ve “bekâ billâh”la yırtıp atarak, Allah’ta bâki olma hususiyetine erebilir. Böylece insan, “ben” keşfiyle benlik sırlarını kavramış olur. Hedeflediği noktaya geldikten sonra da, elindeki kristal kaseyi yere çalarak, “Seninle ben maksûd damına ulaştım, artık bana lâzım değilsin.” der ve iliklerine kadar mârifetle dolu olduğu şuuruyla ilâhî varidleri zevkeder durur. Rabbim böyle bir ufka ulaşmayı hepimize nasip etsin. Amin..
Allah Bes, Gayri Heves..!
Seyr-i ruhanî de diyebileceğimiz seyr u sülûk; sâlikin ilim ve mârifet kanatlarıyla vuslata ulaşma yoluna denir.
Seyr u sülûkun üç mertebesi vardır:
1. Seyr ilallah: Bu, Allah’a ulaşma istikametinde yol alma demektir ki, bütün fenalıkları O’nun için terk etme, bütün iyilikleri, yine O’nun için yapma, bütün musibetlere O’nun için katlanma, bütün cazibedar güzellikleri O’nun hatırı için aşma ve zamanın çıldırtıcılığına karşı O’nun hatırına katlanma yolundaki menfi-müspet amellerin hepsi bu yolun azığı sayılır.
2. Seyr fillâh: İnsanın her dem Allah’ı duyması, her şeyde O’nu görmesi, her yerde O’na bakması, her lâhza O’nu düşünmesi ve O’nu söylemesi.. kısaca hayatının her anını O’nunla olma mülâhazası içinde sürdürmesi demektir ki bu makama ulaşan kimse, Allah’ta fâni olur ve fenâ fillâh ufkuna ulaşır.
3. Seyr minallah: Yukarıda sayılan mertebelerden geçen hak yolcusunun, geçtiği zümrüt tepelerin bütün cazibedar güzelliklerini bırakıp, bunları insanlara anlatmak için yeniden halka dönmesine denir. Buna “Halk içinde Hak’la beraber olma.” hâli de denilir.
Allahu Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de, وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ “Biz(im uğrumuz)da cihat edenleri Biz, elbette (hayır) yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, iyilik edenlerle beraberdir.”29 buyurarak büyük çoğunluğumuzu yakından ilgilendiren “seyr fillâh”a işaret etmektedir. Âyette geçen “جَهَدَ” fiili, bin bir türlü sıkıntı ve meşakkati göğüsleyerek ve Allah’ın verdiği bütün güç ve kuvveti harcamak suretiyle O’na ulaşma yolunda mücadele ve mücahede etme demektir. Ayrıca “جَهَدَ” fiili, âyet-i kerimede “جَاهَدُوا” şeklinde kullanılmıştır. Bu kelime müşareket (ortaklık) ifade etmektedir ki buradan şöyle bir mânâ da çıkarılabilir: Allah’ın size verdiği bütün güç ve kuvveti O’na ulaşmak için sarf etseniz ve bu uğurda bütün sıkıntılara katlansanız hedefe ulaşamayabilirsiniz; zira o hedefe ancak kolektif bir şuurla ve toplu hareket ederek ulaşabilirsiniz.
“فِينَا”, maiyet-i ilâhiyeye tam mazhariyet olma demektir. Hedefte ve gaye-i hayalde hep Allah olduğu, insan da bu istikamette bütün gücünü ortaya koyduğu takdirde neticede bu, cehd olmadan çıkıp cühde dönüşür.. ve artık hak yolcusu ciddî bir aşk u şevkle:
“Gelse celâlinden cefa, yahut cemâlinden vefâ,
der ve rıza yamaçlarında pervaz eder.
Allah’a giden yollar, mahlûkatın solukları adedincedir.30 لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا âdeta bu hakikati ifade etmektedir. “Sübül”, “sebil”in çoğuludur ve “yollar” demektir. Hedefte Allah olduktan sonra, bu yollardan hangisinden gidilirse gidilsin O’na ulaşılması muhakkaktır.
Son olarak, “وَإِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ”le, âyetin fezlekesi de tam olarak yerine oturmaktadır. Allah (celle celâluhu), ihsan şuuruyla kendisini görüyor gibi kendisine kulluk edenleri, maiyetine erdirmiştir ve onlarla beraberdir. Zaten Allah’ın maiyetinde olanların, yollarının başka yöne gitmesi de mümkün değildir.
Evet, her lâhza O’nunla olmalı, her yerde O duyulmalı ve her sözde O soluklanmalıdır. Zira, “Allah bes, gayri heves…”
Benlik Girdabı
Benliği nefyetmek ve bunu çokça vurgulamak gerekir. Hiçlik o kadar sık, o kadar aklî ve mantıkî vurgulanmalıdır ki insan, başarı ve muvaffakiyet şahikalarında ve zafer sarhoşluğu içinde dolaştığı anlarda bile, “Ben yaptım, ben ettim, ben başardım…” gibi şirk kokan şeytanî mırıltılarla ilâhî inayetlere sahip çıkmasın. Evet, insanın tabiatı, pörsümeye müsaittir ve onun içine bazı muvaffakiyetler karşısında fahir esintileri gelebilir. Bu sebeple insanın aczini, fakrını ve sıfır olduğunu hatırlatacak türden ikazlara muhatap olması çok önemlidir.
Allah’ın ihsan ettiği bazı başarılardan mütekellim vahde sigasıyla bahsetmek ve onları gerçekten kendimize ait zannetmek affedilmez bir hatadır. Gerçi bu tür ifadeleri mecaza hamletmek de mümkündür ama yine de yer yer işin aslını vurgulamak gerekir. En azından insan, içinde sürekli o duygu ve düşünceyi bir saat gibi kurulu tutması icap eder. Öyle ki, o olumsuz esintinin kavurucu havası hissedildiğinde, “Ne kadar vicdanım bozulmuş ki, bu tür vehimler bana geliyor.” diyerek kendi içinde bir tepki mekanizması oluşturmalıdır.
Zerreden Kâinata ve Allah’a
Tek bir şuada güneşi, damlada deryayı, cümlede kitapları, zerrede bütün kâinatı ve tabiî bunların verasında Hz. Hakikat’i görebilme, kadimden beri birçok İslâm mütefekkirinin beyan buyurduğu gibi, mârifet ufkuna ulaşabilme adına önemli bir hamledir. Evet, fıtratın gayesi, hilkatin neticesi Allah’a inanmak, mârifetullah ufkunda her gün biraz daha derinleşmek, zevk-i ruhaniye ermek, Yunus’un diliyle “ballar balını” bulmak demektir. Ben öyle inanıyorum ki, insan önce bu hakikatler hakikatini, hem de aksine ihtimal vermeyecek ölçüde kendi nefsine kabullendirebilirse, ardından bakış açısını ayarlayarak şuada güneşi, damlada deryayı, cümlede kitapları, zerrede bütün kâinatı görebilir. Evet, böyle biri, rahatlıkla kesretten sıyrılarak vahdete erebilir. Zira böyle bir insan, kâinata hangi yandan bakarsa baksın, bir yolunu bulur ve kendi mârifet peteğine ballar akıtabilir ve böyle biri, kudretin eşyaya –büyük olsun, küçük olsun– taallukunda, esmâ, sıfat ve zât dairelerini mülâhazaya alarak, önce mârifetullah, sonra muhabbetullah ve en sonra da zevk-i ruhanî ummanına erebilir.
Bediüzzaman Hazretleri de Risalelerinde sık sık bu hususu vurgular. O, bazen pirenin göz bebeği ile güneş, bazen zerre ile gergedan arasında münasebetler kurarak, Allah’ın Sanî, Halık ve Musavvir isimlerinin tecellilerine dikkat çeker.. çeker ve bu yolla ülfet ve ünsiyet perdelerini paramparça ederek, bizleri, perdesiz, hâilsiz hakikatlerle yüz yüze getirir.31 Bu anlayıştan hareketle, bir misal de ben vermek isterim: İnsan ihtiva ettiği pek çok latîfe ile Allah’ın varlık ve birliğini ilan eden çok önemli bir menşurdur. Kaldı ki, Allah’ın insanda tecelli eden isim ve sıfatları da O’nun kendi azametine uygun bir şekilde değildir. Öyle olsaydı, insanın varlığı da düşünce sınırlarını aşardı. Bu açıdan, o tecellilerde bile bir ilâhî tenezzülden bahsetmek mümkündür. İşte, bu zâviyedendir ki, vicdanında varlığının gayesine uyanmış, ona ulaşmak için yol arayan insanlar, kendi mahiyetlerine bakarak her zaman Allah’a ulaşabilirler. Yalnız bu, herkes için aynı seviye ve derecede olmayabilir.
Bir misalle, bu hususu biraz daha açalım; meselâ, konuşma, görme, duyma, tatma vb. melekelerin insanda farklı bir yanı vardır ki, insan onunla her şeyin üstündedir. Gerçi Aristo, insana “hayvan-ı nâtık/konuşan canlı” demiştir. Bunun doğruluğu veya yanlışlığı tartışılabilir. Ancak şurası bir gerçek ki, nutk/konuşma, düşünmeyi de tazammun eder. Düşünmeyen bir varlığın konuşması tahayyül edilemez. O açıdan daha sonra gelen mantıkçılar, insana konuşan değil de, “tefekkür eden canlı” demişlerdir. Şimdi bunlar bir tarafa, konuşma, insanı insan yapan, kültür ve medeniyetlerin devamını sağlayan, dolayısıyla da atalarımızdan devraldığımız, şu kurulu düzenin temelini oluşturan unsurlardan biri, belki de en önemlisidir. Zira insan dünden bugüne inançlarını, duygularını, düşüncelerini hep konuşarak beyan ve ifade etmiştir. Eline kalemi alıp, o beyanları yazıya dökmeseydi bugün bize ne kalırdı ki! Zaten اِقْرَأْ “Oku!”32 emri ile عَلَّمَهُ الْبَيَانَ*خَلَقَ الْإِنْسَانَ “İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti.”33 âyetleri de gayet sarih bir şekilde bu hakikati ortaya koymaktadırlar.
İşte yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi, insan, sadece sahip olduğu konuşma melekesinin, insanlık tarihi boyunca ortaya koyduğu zengin mirasa bakarak, Allah’a vasıl olabilir. Yeter ki, vicdanında bu işe uyanmış olsun.
Dünya-Ukbâ Muvazenesi
Dünya, ahiretin tarlası hükmündedir34 ve ahireti kazanma adına insana bahşedilmiş yegâne fırsattır. Bundan dolayıdır ki, dünya ile ahiret arasında sıkı bir irtibat vardır. Allahu Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de, “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma; Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez!’’35 buyurarak, dünya ve ukbâ hayatımız adına bize önemli ölçüler vermektedir. Âyette Allah’ın lütfetmiş olduğu nimetlerin, ahireti kazanma yolunda kullanılması ve bunun yanında, “Dünyadan da nasibini unutma.” ifadesiyle, dünyanın kesben terk edilmemesi üzerinde durularak insanlara, dünyada aziz ve şerefli olarak yaşama imkânlarını araştırmaları gerektiği mesajı verilmektedir.
Bir Menkıbe
İbrahim Havvas Hazretleri, gönül dünyamızı aydınlatan altın silsilenin önemli bir halkasıdır.
Burada müsaadenizle kendisine ait bir menkıbeyi nakletmek istiyorum:
Hazret, bir sene hacca gitmek niyetiyle yola çıkar. Yol boyunca kulağına “İbrahim Havvas!” diye gaipten bir kadın sesi gelir ve gayri ihtiyarî olarak Mekke tarafına değil de İstanbul’a doğru gider. Şehre girer ve orada kapısının önünde insanların toplandığı yüksek bir köşk görür. Daha sonra oradakilerden Rum kayserinin kızının delirmiş olduğunu ve çaresi için doktorlarını topladığını öğrenir.
Aslında, kayserin kızı bir vesileyle Barnaba İncili’ni okumuş ve orada Efendimiz’le alâkalı hakikatleri öğrenerek ihtida etmiş; Papazlar ise, “Ruhuna şeytan girdi ve delirdi.” gibi düşüncelerle onun yakılmasına karar vermişlerdir.
İbrahim Havvas Hazretleri, “Ben prensesi tedavi edebilirim.” diyerek onun yanına yaklaşır ve daha sonra aralarında şöyle bir konuşma geçer:
– Ey İbrahim Havvas! Hoş geldiniz.
– (İbrahim Havvas Hazretleri, hayret dolu ifadelerle) Beni nereden tanıyorsunuz?
– Canımı, canana teslim etmek istedim ve Hak Teâlâ’dan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyaz ettim. “Üzülme, yarın İbrahim Havvas dostum sana gönderilir.” buyruldu.
– Hastalığınız nedir?
– Gerçeği buldum ve ihtida ettim. Bu sebeple hâlime delilik, bana da deli dediler.
– Bizim diyara gelmek ister misiniz?
– Sizin diyar neresidir?
– Mekke, Medine ve Kâbe gibi mukaddes beldeler…
– Sağ tarafına bak!
Sağ tarafına bakan İbrahim Havvas Hazretleri, bir düzlükte Mekke, Medine ve Beytü’l-Makdis’i karşısında görür. Az sonra prenses, “Vakit yaklaştı, istek ve arzu haddi aştı.” deyip, kelime-i şehadet getirerek ruhunu Rahman’a teslim eder.
Kayser’in kızı, bütün debdebe ve ihtişamın yaşandığı bir saray ikliminde yetişmiştir. Onun bunları elinin tersiyle itip terk etmesi, kanatlanıp uçmasına yetmiştir.
İnsan-Kâinat Denklemi
İnsan, mahiyet itibarıyla kâinatın fihristi hükmündedir. Çok defa biz, kâinatın bütününü göremiyor ve Rabbimiz hakkında bütün esmasını câmî şekilde malumat sahibi olamıyoruz. Böyle büyük bir kitabı okumaya muktedir olamayan birisi için, tafsilli bir kitap hakkında malumat verebilecek bir fihrist hazırlanmışsa; isteyen bundan kitabın muhtevasını çıkarabilir. Hele bu kitabı yazan, içindeki mevzuları çok güzel bir şekilde ortaya koymuşsa; evet işte o zaman orada küçük cümlelerden dahi kitabın içinde neler olduğunu çok rahatlıkla anlayabiliriz.
Bir de, o hakikatlere tam mâkes olabilecek kafa ve kalb izdivacı gerçekleşebilse, o zaman kâinatın özü ve hulâsası, hedef ve gayesi açık bir şekilde insan fihristinde okunabilir…
Hep Canlı Kalma
Bir insanın, İslâmî aşk ve heyecanını devam ettirebilmesi için sürekli aksiyon içinde olması gerekir. Bu da bu uğurda devamlı plânlar, programlar geliştirerek, sık sık beynini, kalbini, ruhunu yoklamakla mümkündür. Dahası, öğrendiği hakikatleri başkalarına aktarmak için mutlaka hep bir muhatap peşinde olmalıdır.
Anlayıp ruhuna mal ettiği düşünceleri, cismaniyeti adına aldığı gıdalarla bedenin şekillenmesi gibi, onun ruhunu şekillendirmesi de böyle bir hamle ve aksiyona bağlıdır. Evet en güzel neticeler, sürekli aksiyonla elde edilir. Meselâ bir uluhiyet inancı ya da mârifet hakikati ki, bunlar nazari şeylerdir; bunu ancak başkalarına götürdüğümüz, o konuda gönlümüzün ilhamlarını başkalarına fısıldadığımız ölçüde tam anlayabiliriz.. daha doğrusu tam duyabiliriz.
Bu, bizim dinî ve ruhî hayatımız adına canlılığımıza vesile olmanın yanında, Cenâb-ı Allah’ın teyidine de önemli bir sebeptir. Yani Allah (celle celâluhu) ancak, kendisini bu işe adamış, yani dine hizmeti hayatının gayesi hâline getirmiş kimseleri destekler. Siz O’nun dinini desteklediğiniz sürece, O’nun desteğini garanti etmiş sayılırsınız.
Bu sebepten herkesin hem kendi canlılığı, hem de iman ve Kur’ân’a hizmet adına mutlaka bir plânı, hedefi ve ideali olmalıdır; olmalı ve kendi konumuna göre üslubunu çok iyi ayarlayarak muhtaç sinelere mutlaka ruhunun ilhamlarını boşaltma yollarını araştırmalıdır.
Yoksa insan hiç farkına varmadan, duygular dumura uğrar ve gün gelir söner gider. Bu ise mânen ölüm demektir. İş yapmayan insanlar, kaydıklarının da farkına varmadan kayar giderler. Sonra da ihtimal en önemli işleri önemsiz görür ve daha önceki yol arkadaşlarını hafife almaya başlarlar. Sukûtu kendilerinde arayacaklarına, ya başkalarının suûdunu sukût görür veya –el-iyazebillâh– öyle olmasını arzu ederler.
Kâbe’nin Tavaf Ettiği İnsanlar
İnsanlar Kâbe’yi tavaf ettikleri gibi Kâbe’nin tavaf ettiği insanlar da vardır. Ben ilk defa fıkıh hocamızdan dinlemiştim. Hoca, bir ders esnasında şöyle demişti: “Kâbe’ye teveccühe niyet ederken zâtına niyet etmeyiniz; çünkü bazen hakikat-ı Kâbe, yeryüzünde Allah’ın matmah-ı nazarı müstesna kimseleri tavaf etmek için orada olmayabilir. Onun için siz her zaman Kâbe cihetine niyet ediniz.” Kur’ân’ın iş’ârı da zaten o istikamettedir ki, bir âyet-i kerimede: “Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.”36 buyrulur.
Kâbe’ye yönelmenin, Kâbe’yi tavaf etmenin ya da Kâbe tarafından tavaf edilmenin hakikati ne olursa olsun, ibadet-varlık-Kâbe aynı çizgide, o en yüce hakikate ulaşmak için yanıltmayan birer vasıta olduklarında şüphe yok. Siz isterseniz ibadet ve Kâbe’ye, kendi gönül gözünüzden başlayarak, göz-gez-arpacık nazarıyla da bakabilirsiniz.
Kâbe’de varlığın sırrı, insanda kâinatların mânâsı, kalbde de ulûhiyetin esrârı gizli olduğuna göre bu çizgide tarassut en büyük hakikati duymanın en kestirme yolu olsa gerek.
İki Kudsî Mekân: Kâbe ve Ravza
Kâbe; mü’minlerin kalbinin müşterek attığı bir mihrap ve “İnsanlar için vaz’edilen ilk ev…”37 takdîr ve tebcîliyle yüceltilmiş ilk mâbettir. Temeli, yeryüzünde henüz, harcın, taşın, tuğlanın bilinmediği bir dönemde, gökler ötesi âlemlerde plânlandı ve durulardan duru bir Nebinin eliyle gerçekleştirildi. Oturduğu zeminin o işe tahsisi, Âdem nebinin yeryüzünü teşrifinden yıllar ve yıllar önce kararlaştırılmıştı. Öyle ki, bir gün melekler Hazreti Âdem’le karşılaştıklarında “Sen, var edilmeden evvel bizler defaatle Kâbe’yi tavaf ettik.” diyeceklerdir. Tufandan sonra “Hatırla o zamanı ki, İbrahim ve İsmail (aleyhisselâm) Kâbe’nin temellerini yükseltti ve şöyle dediler: “Ey Rabbimiz, bizden bu hayırlı işi kabul buyur!”38 ilâhî beyanıyla, peygamberler babası Hazreti İbrahim ve onun oğlu İsmail (aleyhisselâm) dümdüz olmuş Kâbe arsası üzerinde onu yeniden inşâ ettiler.
Arzın merkezinden “Sidretü’l-Müntehâ”ya kadar ins, cin ve meleğin her zaman çevresinde dönüp durduğu bir amud-i nuranî’nin (nurdan sütun) yeryüzünde mücessem bir kesiti sayılan Kâbe, her lâhza görünür görünmez milyarlarca temiz ruhun, harîmine can atıp vuslat aradığı, öyle eşi-menendi olmayan bir binadır ki, kıymeti semalara eşittir dense sezâdır.. zaten o gökte ve yerde Allah’ın evi mânâsına “Beytullah” olarak yâd edilmektedir.
Kâbe; bulunduğu noktaya o kadar uygundur ki, ona dikkatlice bakan herkes, bulunduğu yerle, onun ruh ve mânâsı arasındaki sımsıkı râbıtayı hemen sezebilir. Sanki o, hariçten getirilmiş rastgele malzeme ile değil de yerden fışkırıp çıkmış veya gökte melekler tarafından inşa edilip bilâhare yeryüzüne indirilmiş gibidir. O, yanı başındaki, yanmış kavrulmuş, büyük-küçük, dağ-tepe ve taş yığınları arasında, bir zikir halkasındaki serzâkire benzer. Çevresindeki her şey onun iniltileriyle inler, onunla yukarılara el kaldırır ve sonra da sessiz sessiz onu dinlemeye koyulur.
Ravza ise bize dünyada bulunmanın ruhunu duyuran biricik binâdır. Bu mübârek binâ ile münasebet ve kalbî alâkalarımız, bizde öyle kudsî heyecanlar hâsıl eder ki; onu düşünüp, onun hakkında bir şeyler söylerken, sanki iffetiyle tanıdığımız bir nâmus âbidesini anlatıyor gibi yanlışın en küçüğüne dahi düşmeyelim diye korkar ve tir tir titreriz. Onun aydınlık semtine dehâlet eden her ruh, vicdanının derinliklerinde, Nâbi’nin:
“Sakın terk-i edepten kûy-i mahbûb-i Hüdâdır bu
na’tının yankılandığını duyar ve irkilir.
Mekke, beşer tarihi boyunca bir kısım kısa aralıkların istisnasıyla, hep insanlığın mihrabı olmuştur. Mekke’nin bu hususiyeti Kâbe’den ötürüdür ve bu yönüyle de Kâbe mihraplar mihrabıdır. Bu muhteşem mihrabın bir de minberi vardır ki –Sahibine vücudumuzun zerrâtı adedince salât ü selâm olsun– o da Cennet bahçelerinden daha temiz olan Ravza-i Tâhire’dir.
Evet Kâbe, yeryüzünde en mübarek yerdir. Her ne kadar kesin bir malumat olmasa da Ravzâ, Kâbe’nin mayasıyla yoğrulmuş olabilir. Ben şahsen Kitap ve Sünnette böyle bir değerlendirme görmedim, ancak bir ehl-i tahkikten, Ravzâ’nın, hususiyle sadece Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) medfeninin yeryüzünde her yerden daha kıymetli olabileceğini işitmiştim. Ne var ki Cenâb-ı Hakk’ın: “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke’deki (Kâbe)dir.”39 buyurduğu Kâbe, yeryüzünde en mübarek bir buk’adır. O mübarek yerin bereketindendir ki, oradan pek çok peygamber zuhur etmiştir. Hatta denilebilir ki, peygamberler, dünyanın değişik yerlerinde bulunsalar da hemen hemen hepsinin mebde ve menşeleri Kâbe’dir. Bu açıdan orası enbiyâ-i izâm için âdeta bir konak mesabesindedir.
Esasen Kâbe hakkında daha başka hususlar da söylenilebilir. Fakat okuyucuların zihinlerinin tecsim ve teşbihe girmeleri endişesinden dolayı bu konuda aklıma gelen hususları ifade etmekten çekiniyor ve bu kadarlıkla iktifa ediyorum.
1 Zâriyât sûresi, 51/56
2 Bakara sûresi, 2/21.
3 Bkz.: Müslim, birr 144; Ebû Dâvûd, libâs 25.
4 Buhârî, zekât 9, 10, menâkıb 25, edeb 34; Müslim, zekât 66-67.
5 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/178; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/326.
6 Bkz.: Müslim, tevbe 155; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/507.
7 Tirmizî, îmân 17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/213.
8 İbn Atıyye, el-Muharraru’l-vecîz 1/226. Bu mânâdaki hadis için bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/307; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.214.
9 Bediüzzaman, Mektubat s.508 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Dokuzuncu Kısım).
10 Tirmizî, zühd 53; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/229, 239, 328.
11 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/231; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 4/171.
12 Bediüzzaman, Sözler s.584 (Otuzuncu Söz, Birinci Maksad).
13 Bkz.: Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 148; Nesâî, mevâkît 35, tatbîk 78.
14 Aliyyülkârî, el-Masnû’ s.150; el-Esrâru’l-merfûa s.295; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/214.
15 Buhârî, ahkâm 21, bed’ü’l-halk 11, i’tikâf 11, 12; Ebû Dâvûd, sünnet 17, 81.
16 İbn Mâce, sıyâm 21; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/373.
17 Mü’minûn sûresi, 23/1-2.
18 İbn Mâce, zühd 15; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/412.
19 Ebû Dâvûd, edeb 78; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/364, 371.
20 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/3; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 3/220.
21 İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 1/3.
22 Bakara sûresi, 2/216.
23 Bediüzzaman, Mektubat s.301 (Yirmi İkinci Mektup, Birinci Mebhas, Dördüncü Vecih).
24 Buhârî, cenâiz 32; Müslim, cenâiz 14,15.
25 Bakara sûresi, 2/156.
26 Müslim, zühd 64.
27 Furkan sûresi, 25/68-70.
28 Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.
29 Ankebût sûresi, 29/69.
30 Bkz.: İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye 3/549; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 1/396, 6/165, 14/160.
31 Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.230 (Nokta İkinci Burhan); Şualar s.7 (İkinci Şua, Birinci Makam, İkinci Meyve).
32 Alak sûresi, 96/1.
33 Rahman sûresi, 55/3-4.
34 Bkz.: el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/19; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.497.
35 Kasas sûresi, 28/77
36 Bakara sûresi, 2/144.
37 Âl-i İmrân sûresi, 3/96.
38 Bakara sûresi, 2/127.
39 Âl-i İmrân sûresi, 3/96.