Vird’e (Zikir) Farklı Bir Bakış

İmam Gazzâlî Hazretleri İhyâ’sında herkesin kendine göre virdinin olduğunu ve hâllere göre evrâdın değiştiğini ifade etmektedir. Meselâ ilim adamının kitap mütalâa etmesinin, onu anlatmasının ve yazmasının, bir tüccarın da devamlı ticaret ile meşgul olup kazancının fazlasını tasadduk etmesinin hepsinden daha makbul olduğunu belirtir. Aslında İmam Gazzâlî Hazretlerinin söylediği bu hususu Üstad Hazretleri de fiilî dua sadedinde ele alarak değerlendirmektedir. Nitekim fiilî duayı yapmak, kavlî duayı terk etmeyi gerektirmez. Bu değerlendirmeler, me’sûr olarak bize intikal eden, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait duaların ihmal edilmesi şeklinde de anlaşılmamalıdır.

Ayrıca, umum evliyâ, asfiyâ ve mukarrabînin katıldığı –Erzurumluların tabiriyle– dua örfânesine az dahi olsa iştirak etme durumu da mevzuubahistir. Belki sübjektif denilebilecek bu tespiti delillerle ortaya koymam mümkün olmayabilir; ama vicdanın sezişiyle ben o bereketi hissediyorum. Dua örfânesine katılındığı ve iştirâk-i a’mâl-i uhreviye esasına göre amel edildiği takdirde, eksiksiz olarak bütün sevap aynen herkesin defterine kaydolur. Aynı şey Kur’ân, Cevşen, Evrâd-ı Kudsiye veya diğer me’sûr dualar için de geçerlidir. Böylece o örfâneye, herkesin elinde olan miktarla iştirak etmesi, orada zengin bir mâide-i semaviye meydana getirir.

Zikrin Kalb Üzerindeki Etkisi

Ortopedi uzmanı bir doktorun; “Her insanın 360 mafsal üzerine yaratıldığını, Allah’ı tekbir ve tahmid etmek gibi yaptığı hayırların hepsi 360’ı bulduğu takdirde, o günün akşamına, Cehennem ateşinden uzaklaşmış olarak çıkacağını”1 bildiren hadisi izah sadedinde namaz hareketlerinin vücuttaki faydaları üzerinde durması, bana şunları hatırlattı:

Başta Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere bütün nebiler Allah’ı çok zikretmişler ve aynı zamanda zikre teşvikte bulunmuşlar. Daha sonraki asırlarda da Hak dostları bu işi sistemleştirmiş ve bir ölçüde şekillendirmişler. Meselâ, bazılarına göre لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ denirken, dilin ağız tavanına yapıştırılacağı ve kalbin hareket ettirileceği ifade edilmiş. Diğer bazılarına göre, zikir esnasında لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ derken kalbi harekete geçirme adına, إِلَّا اللّٰهُ ’ı daha vurgulu bir şekilde söylemenin zikirde bir esas olduğu üzerinde durulmuş… Böylece zamanla kalb âdeta tabiî ritmini unutup, kendini tamamen zikrin âhengine kaptırmış ve bir uzv-u zâkir hâline gelmiş.

Zikrin, eskiden olduğu gibi, her gün yapıldığı düşünüldüğünde, bunun sonucu çok önemli bir kalb hareketinin olduğu söylenebilir. Kanaat-i âcizanemce kalb uzmanları tarafından, zikrin kalb hareketlerine ne türlü tesirlerinin olduğu araştırılmaya değer bir mevzu. Tabiî böyle bir araştırma, hem bu şekilde zikir yapan insanlar, hem hiç zikir yapmayanlar, hem de zikri vurgusuz olarak düz bir şekilde yapan insanlar üzerinde uygulanmalıdır ki, sağlıklı bir test olabilsin. Bunun neticesinde de elde edilecek veriler ışığında ilmî bir makale neşredilse zikrin fonksiyonları alanında önemli bir adım atılmış olur kanaatindeyim. Maksadımı tam ifade edememiş olabilirim ama bu mevzuun araştırılması gerektiği, uzun zamandır düşünüp durduğum konulardan…

Hayvanların Zikri

Üstad, hayvanların lisan-ı hâlleriyle tesbih ve zikirlerinin, kelimesiz ve harfsiz olduğuna işaret edip kedilerin mırmırları için, “Yâ Rahîm” dediğinden bahsediyor.2 Kedilerin rahat bir ortamı bulduklarında, diğer hayvanlar gibi durmayıp, bir kenara çekilerek mırmır etmelerinin sırrı, zannediyorum henüz bütün teferruatıyla keşfedilmiş değil.

Kim bilir belki de Cenâb-ı Hak böyle bir zikri kedilere tahsis etmiştir. İhtimal, diğer hayvanlar da dinlense onların da kendilerine göre bir zikirlerinin olduğu belirlenebilir. Zira nasıl ki insan, esmâ-i ilâhîyenin çoğunu câmî bir aynadır. Aynen bunun gibi, hayvanlar da Cenâb-ı Hakk’ın bir veya birkaç ismine mazhar bulunmaları itibarıyla, her bir hayvan nev’inin, mazhar olduğu bazı isimleri, hususî şiveleri ve kendilerine mahsus sesleriyle Allah’ı zikretmiş olabilirler.

Namaz İnsanı

İnsan, secdede hiçbir şey söylemeden, en derin mülâhazalar ile istediği kadar durabilir. Önemli olan kişinin kendini namaza salıvermesidir. İnsan, namazda bazen öyle bir şey okur ki, o şey onu alıp değişik derinliklere götürebilir. Bu tamamen vicdanî bir mülâhaza olup hissetme ve duyma meselesidir. Resûlullah’ın rükûu kıyamına yakın, secdesi de rükûuna denkti. O, bazen bir rekâtta Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ sûrelerini okurdu; rükûda duruşu da ona eşti; hemen bütün rükünler aynı gibi olurdu.. evet, bazen O’nun nafile olarak kıldığı bir rekât namazı, bizim hatimle kıldığımız teravih namazı kadar sürerdi. Hâlbuki biz, senede bir ay kıldığımız teravih namazı ile ne kadar çok namaz kıldığımızı sanırız..!

İnsanlardan Bir İnsan Olmak

Mü’min bir kimse, insanlardan bir insan olarak hademe gibi davranmasını bilmelidir. Bu ahlâk, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), daha doğrusu Kur’ân ahlâkıdır. Bu ahlâkın sinelerde yer edebilmesi için çok büyük kimseler, hademelik yaparak kendilerine tevazu temrinatı yaptırmışlardır. Onun için mü’min, insanlardan bir insan olarak insanlara hizmet etmeye ve gönül rahatlığıyla her işi yapmaya kendini alıştırmalıdır. Mü’mine, buyurma ahlâkı yakışmaz. Zaten o, peygamber ahlâkı değildir ve firavunca bir davranış şeklidir.

Güzel Koku Sürünmek

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) güzel kokuyu reddetmediği gibi güzel koku ile içli dışlı bir hayat yaşamış; onu saçına sakalına sürmüş ve sürülmesini de tavsiye etmişti. Hatta bir hadislerinde de güzel kokuyu namazla birlikte anmış, böylece güzel kokunun yerini ve değerini belirtmişti.3 Buradan hareketle Efendimiz’in güzel koku sürünmeyi bir itiyat (alışkanlık) hâline getirdiğini söylemek mümkündür. Zaten ruhların en güzeline sahip olan Nebiler Serveri’nin, ervah-ı tayyibeye böyle bir konuda başka şekilde davranması da düşünülemezdi. Evet, ervah-ı tayyibenin güzel kokuları sevmelerine mukabil, ervah-ı habise de çirkin kokulardan zevk alırlar.

Burada istidradî olarak bir hakikate daha işaret etmek isterim. Ervah-ı tayyibe ile güzel koku sürünen insanların, belli bir noktada bir araya gelebildiklerini söylemek mümkündür. Öyle zamanlar vardır ki, bu zamanlarda insan iki farklı durumun berzahında bulunuyor gibi olur. Aslında güzel koku ile temiz ruhların birbiriyle münasebeti olduğu gibi, pis kokularla habis ruhlar arasında da bir alâkanın bulunduğundan söz edilebilir. Kim bilir belki de birincilerin mâyelerinde güzel kokuların özü, ikincilerin mahiyet ve hilkatlerinde de fena kokuların esası mevcuttur…

Kulun Allah’la Münasebeti

Mü’min, hayatını belli bir seviyede programlayıp Allah’la olan münasebetini kavi tuttuğu müddetçe Cenâb-ı Hak da onu boş bırakmaz ve onun en küçük hatalarını dahi çeşitli vesilelerle hatırlatır, hedefinden sapmasına meydan vermez. Yeter ki, mü’min, niyet ve hedefini O’nun yolunda hep seviyeli tutsun.

Allah, kulunun niyetine göre ve hayırlardaki devamlı cehd ve gayretinin neticesinde ona hep rahîmâne tecellî ederek boşluklarını doldurur ve hata çizgilerini bile hayra çevirip oralardaki çirkinlikleri izale eder. Cenâb-ı Hakk’ın lütufları, daima kulunun hamle ve ataklarının önündedir. Kul, sofada beklerken bile, hep pürheyecan salonun kapı aralığından gelecek lütuf ve tecellîleri gözlemeli ve “Acaba ne zaman harem dairesine çağrılacağım?” diye dipdiri beklemesini bilmelidir.

Bunun dışında bir de aynı sofada olup da başını sağa-sola çevirerek huzurun âdâbından uzak duranlar vardır. İşte bunlar, o heyecan ve duyarlılığı ortaya koyamadıklarından nasipsiz sayılırlar. Sevap ancak harem dairesi önünde her türlü mâni, sıkıntı ve musibete rağmen sabır göstererek, dipdiri o kapıdan “Gel!” denmesini beklemekle elde edilebilir. Onun için her fert, iradesini zorlayarak hep harem dairesinden gelecek bu sese kulak verip beklemelidir.

Dualarımızda Af ve Afiyet İsteme

Allah’tan af ve afiyet istemek, kulluk adına çok büyük önem ifade etmektedir. Nebiler Serveri: سَلُوا اللّٰهَ الْعَفْوَ وَالْعَافِيَةَ “Allah’tan af ve afiyet isteyiniz.”4 buyurarak dualarımızda Allah’tan af ve afiyet istememiz gerektiğini belirtmiştir. Allah Resûlü başka bir hadislerinde de af ve afiyetin ne büyük bir nimet olduğunu “Allah hiç kimseye yakînden sonra (bir rivayette de, ihlâs kelimesinden sonra) afiyetten daha büyük bir nimet vermemiştir.” buyurarak gösterir. Hz. Ebû Bekir de, kendisini çok önemli sorumlulukların beklediği hilâfet makamına geldiği ilk günlerde îrâd ettiği bir hutbelerinde, hıçkıra hıçkıra ağlar ve Efendimiz’in bu beyânını hatırlatır.5

Hadiste ifade edildiği gibi Allah’tan istememiz gereken şeylerin birincisi aftır. Af; Allah’ın insanı affetmesi, muahezeye tâbi tutmaması ve kusurlarını bağışlaması demektir. Allah zaten çok affedici ve bağışlayıcıdır. Nebiler Serveri, Allah’tan affı nasıl isteyeceğimizi bize şu şekilde öğretiyor: اَللّٰهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ كَرِيمٌ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنِّي “Allahım! Sen çok affedicisin, çok cömertsin, affetmeyi seversin, beni de affet.”6 Kulun Allah’tan af dilemesi, daha baştan onun kusurlarını itiraf ettiğini ve kulluğunu da müdrik olduğunu gösterir.

Allah’tan istememiz gereken bir diğer şey de afiyettir. Zira afiyetsiz hayat bazen çekilmez bir hâl alır ve şikâyetlere de sebebiyet verebilir. Kanûnî merhum, sıhhatin önemini şu meşhur mısralarıyla ne güzel ifade eder!

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

Sıhhat ve afiyet içinde olmanın bir de kulluk hayatına bakan yönü vardır. Bir kere mükemmel bir ibadet, arızasız olarak ancak afiyetle yerine getirilebilir. Mü’minin ibadet yaparken kullandığı âzâları afiyette olmazsa, ibadetlerini yerine getirmede zorlanabilir. Meselâ böyle birisi gece kalkıp, berzah âleminde kendisi için kût (azık) ve kuvvet olacak, hatta burak hükmüne geçebilecek teheccüdü eda edemez; namazlarını huzur içinde kılamaz ve Allah yolunda rahat koşturamaz. Binaenaleyh mü’min için sıhhat ve afiyet, ibadetlerini tam yerine getirebilme adına Allah’ın ona verdiği önemli birer nimettir.

Bundan daha büyük bir afiyet de borç altında bulunmamaktır. Genel mânâda ne birine medyûn (borçlu) yaşamak ne de –hafizanallah!– borçlu olarak ölüp gitmek; evet, bu durum mü’min için hiç de iyi olmayan bir âkıbettir. Meseleye açıklık getirecek bir misal zikretmek istiyorum: Huzur-u Risâletpenâhîye, bir borçlu cenaze getirilir, Efendimiz: “Borcu var mı?” diye sorar. “Evet” cevabını alınca da: “Buyurun arkadaşınızın namazını siz kılın.” der. Oysaki, Efendimiz’in, zina etmiş ve recm edilmiş insanların namazını kıldığını biliyoruz. Bundan, borçlu olarak ölmenin ne kadar fena olduğunu çıkarmak mümkündür. Neyse ki bir sahabi o vefat eden zatın borcunu tekeffül eder ve Allah Resûlü de onun namazını kıldırır.7

Borçlu vefat etme meselesi, Allah Resûlü’ne o kadar dokunur ki, bir gün: “Eğer biri borçlu olarak vefat ederse, onun borcunu ödemek bana düşer. Allah, ganimetten bana bir şeyler lütfederse, bütün borçluların borcunu öderim. Ama vefat eden kişi, bir servet geriye bırakırsa o da onun çoluk çocuğunun olsun.”8 buyurmuşlardır.

Evet, yukarıda zikrettiğimiz hadislerde de görüldüğü gibi, borçtan azade olma afiyetler üstü bir afiyettir. Ehl-i tahkikten bazıları, kul hakkı da bir borç olduğundan hareketle şöyle demişlerdir: “Birinin üzerinde arpanın yedide biri kadar dahi kul hakkı varsa, borçlu olduğu zat helâl edeceği âna kadar, borçlu kişi, harp meydanında dahi ölse Cennet’e giremez.” Zira borç bizzat kul hakkına girmektedir ve insan şehit de olsa kul hakkından hesaba çekilmedikçe Cennet’e giremez. Ben de şimdiye kadar şehitlerin kul hakkından muaf olduklarına dair bir şey duymadım ve görmedim. Görseydim, çok sevinecek ve kendime şöyle-böyle şehitlik yolu araştıracaktım.

Akıl ve Kalbin İzdivacı

Bir dönemde sufilik, vâridâttan mahrum softalar yüzünden, fıkıh da salt fıkhî meseleler içinde kaybolup giden fıkıhçılar eliyle özünden uzaklaştırılmış, işin müntesipleri de kısır döngüler içinde birbirleriyle uğraşıp durmuşlardır. İlk dönemde yaşanan kavgalar da, hep bu çarpık duygu ve düşünceyi paylaşan fıkıhçı ve softalar arasında yaşanmıştır. Yoksa o dönemdeki gerçek fıkıhçı ve tasavvuf büyükleri arasında herhangi bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Meselâ Ebû Hanife, kendi devrinin tasavvuf büyüklerinden Fudayl b. İyaz veya İbrahim b. Ethem hakkında –ki bunlar görüşüp tanıştığı insanlardır– ta’n u teşni’ ifade eden yarım kelimelik dahi olsa bir sözünün olduğu söylenemez. Nitekim Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Malik’in de bu ve benzeri şahıslar hakkındaki hükümleri aynıdır.

Bu husus dikkate alınarak hem tasavvufî derinlikte, hem de fıkhî formasyonda bu seviye mutlaka yakalanmaya çalışılmalıdır. Bunun yolu da a’zamî zühd, a’zamî takva ve a’zamî ihlâstan geçer. Allah’tan a’zamî zühd, a’zamî takva, a’zamî vilâyet talep ederek, dünyayı dünyadan ötürü ve nefse bakan yanlarıyla istihkâr edip, ukbâya bakan ve onu elde etme mülâhazasıyla sımsıkı tutmaya endeksli bir hayat çizgisinde yaşandığı takdirde insanlık hem bu dünyada hem de öte dünyada mesut olacaktır.

İnsan, Çilenin Çocuğudur

Mü’min, sıkıntı, problem ve imtihanlarla tasaffi ederek insanî ufka ulaşır. İhtimal, bu sıkıntı ve imtihanlar dünya ile sınırlı olmayıp, berzahta da farklı dalga boylarıyla sürüp gidecek ve mü’minin Cennet’e ehil hâle gelmesine kadar devam edecektir. Anlayabildiğimiz kadarıyla Allah, sevdiği insanı mahkeme-i kübrâya getirinceye dek önüne yer yer engebeler koymakta; onu âdeta değişik arınma havuzlarına sokup orada damıtmakta ve istediği kıvama ulaştırmaktadır.

Ötedeki tasaffinin ilk basamağını kabir âlemi teşkil eder. Dünya ile ahiret arasında âdeta bir bekleme salonu hükmünde olan kabir âlemine giren insanı, orada Münker-Nekir melekleri karşılar ve ona değişik sorular sorarlar. Bu sorular karşısında terleyen mü’min, orada kısmen arınır ve kurtulabilirse yürür ötelere. Bazıları kabri aşsalar da düşe-kalkadırlar sırtlarındaki veballerle. Mahşerdeki o müthiş sahneler, onların da pek çok günahı dökmelerine ve yeniden bir kere daha arınmalarına vesile teşkil eder. Bazıları ise bir adım ötede kitaplar uçuştuğu zaman, “Acaba kitabım sağdan mı, yoksa soldan mı gelecek?” endişesiyle titrer; bu sıkıntı ile onlar da bazı şeylerden kurtulur ve yürürler daha ötelere. Bu kademelerden de geçen mü’min, sıratı geçerken artık bütün bütün arınmış, tam özünü bulmuş ve Cennet’e ehil hâle gelmiş sayılır. Bu insanı, küre-i arza döndürseniz dahi, artık o öyle bir safvete ulaşmıştır ki, âdeta Efendimiz’in –aynıyla olmasa da– miraçtaki safveti gibi başındaki gözleri ile Allah’ı görecek hâle gelmiş gibidir. Böyle bir akıbet için ne çekilse değer… Evet Cenâb-ı Hak, her çektiğimiz sıkıntı ile adım adım bizleri o neticeye doğru götürmektedir.

İnsanın dünyada karşılaştığı pek çok musibet ve ahirette defterini alacağı âna kadar yoluna çıkan akabeler, zâhirde onun aleyhinde gibi gözükse de hakikatte bunlar onu alıp firdevslere uçuran birer merdiven hükmündedirler. Beled sûresindeki “Biz insanı meşakkat, imtihan ve çile ile içli dışlı yarattık.”9 âyeti insanın bu çileli hayatını ne güzel resmeder!

Hassas ve Hissiz Ruhlar

Havf, reca, saygı ve sevgi gibi ulvî hisler samimî mü’minin ruhunu çepeçevre sardığında, mü’minin gözünden dökülen damlaların adıdır gözyaşları. Yüzünü bu gözyaşları ile yıkayan da ince ruhlu insandır. İçi sızlamayıp, kirpiği ıslanmayanlara gelince, onlar birer kem tali’lidir.

Günümüzde, mü’minler olarak yarım yamalak yaşadığımız dinimizle gerçek hâlimiz arasında ciddî tutarsızlıklar vardır ve genel durumumuz çok ağlanacak tablolar içermektedir. Maddî-mânevî hayatın hemen her ünitesinde ciddî imtihanlara maruz kalmış olmamıza rağmen bir kısım insanlar hâlâ gülebilmekte ve anlamsızca eğlenebilmektedirler. Bu itibarla bir kesim böyle vurdumduymaz bir hâl içinde olunca, diğer kesime de oturup âh u efgân ederek gözyaşı dökmek düşüyor. Eğer vazifem olsaydı ve elimden gelseydi, katı kalbleri yumuşatma yolunda hiç durmadan yirmi dört saat, hatta Hz. Yakup gibi kör olasıya ağlar, bu gamsızları yumuşatmaya çalışırdım.

Aslında kötülük yapmaya kilitlenmiş o katı kalbleri, değil gözyaşları, Cennetlerin kevserleri bile yumuşatamaz. Zira bu tür insanlar rahmet ve şefkatten fersah fersah uzak öyle nasipsizlerdir ki, bunlar gam deryasının içine düşseler bile, damlanın ıslattığı kadar olsun ıslanmadan hep kupkuru kalır giderler. Evet bir tarafta havadan nem kapanlar –ki onlara canım kurban olsun!– diğer tarafta ise deryanın içinde bile ıslanmayan kaskatı ve olabildiğince kaba ruhlar…

Bugün ağlanacak o kadar çok şey var ki! Bazen neye ağlayacağımı ve neye üzüleceğimi bilemiyorum. Yumurtanın kırılacağına mı, civcivin çiğneneceğine mi, hazanın eseceğine mi, harmanın savrulacağına mı, baharın kaçırılacağına mı, hasat mevsiminin boşu boşuna geçeceğine mi? Yoksa kendi duygu ve düşünceni paylaşanlar içinde, tıpkı kızılelma önünde, Viyana’ların eşiğinde, Giraylar tarafından köprünün açılmasıyla arkadan hançerlenme gibi hançerleneceğine mi, Ordu-yu Hümâyûn’un derbeder olacağına mı?

Ey bütün bir tarih boyu ağlamayı unutanlar! Gelin; şu çıkmaz gibi görünen işlerin başında durup bir kere daha asırlık gamsızlığımıza, vurdumduymazlığımıza son vermek için sa’y ve şevkimizi kamçılama adına oturup hep beraber ağlayalım!

Ağlanacak bunca şeyin olduğu, sıkıntı ve ızdırap dolu bu kutlu yolda mü’minin en büyük azığı sabır olmalıdır. Allah Resûlü, dini için çektiği sıkıntılar karşısında Yâsir ailesine şöyle seslenmiştir: صَبْرًا يَا أٰلَ يَاسِرٍ فَإِنَّ مَوْعِدَكُمُ الْجَنَّةُ “Sabredin ey Yâsir ailesi! Size vaad edilen yer Cennet’tir.”10 Demek ki her varoluş, Âl-i Yâsir gibi “sabir” dikenini yutmaktan geçiyor. Yemek borunuza takıla takıla, midenizde kendisini hissettire hissettire, bağırsaklarda sancı hâline gele gele.. acı ve ızdırapla kıvrandıra kıvrandıra bir süreçten geçiyor. Hele biraz daha sabır. Bu yolun sonu Cennet’tir. Gün gelecek, ötede güllere saksağanları salanlar, gül tarlasını dikenlere terk edenler, yumurtalara dokunma plânıyla oturup kalkanlar o gün ellerini dizlerine vurup ettiklerine nâdim olup ağlayacak ve eyvahlar edecekler ama o gün defterler kapanmış ve iş işten geçmiş olacaktır…

Kendini Oku!..

İnsanları, insanlık semasına yükseltme konumunda olan kişilerin karşılaşacakları en zor durumlardan biri, hiç şüphesiz sürekli değişik huylardaki insanlara muhatap olmaları ve yine bu değişik karakterdeki kimselere, gerçek insanlığa giden yolları göstermeleridir. Zira insanlar arasında yılan, çıyan ve fare ruhlu bir hayli insan vardır. Burada zikredilen hayvanlardan her birinin insandaki bir huyu sembolize ettiğini düşünebilirsiniz. Nitekim bu insanlar içinde gizlice bir yerlere sızma, önüne geleni sokma, başkalarına zarar verme gibi huy ve karakter taşıyanların sayısı hiç de az değildir. Hatta eğer bu insanlar çıyanlar ve fareler âlemine inseler bunların kralı olabilecekleri bile söylenebilir.

Değişik huy ve fıtrattaki insanlara hizmet edenlerin katlanmaları gereken, aynı zamanda büyük sabır gerektiren durumlardan bir diğeri de, herkesi kendi konumu içinde, ahlâkı, huyu, tepki ve tavırlarıyla iyi tanıma ve her insana fıtratına göre muamelede bulunmalarıdır. Herkes çehre, hareket ve bakışlarıyla mutlaka kendi karakterini ortaya koyar. Basiretle bakılabildiği takdirde birçok kimsenin tavır ve davranışlarında yalanın döküldüğü görülebilir. Ama şu da unutulmamalıdır ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bilmesine rağmen hiçbir zaman münafıkları açığa vurmamıştır. Böyle durumlarda insan, zorlardan zora talip olmalı ve çevresindeki insanlardan ziyade kendi içindeki yılanı ve çıyanı görmelidir. Yaratılış itibarıyla insan hep karşısını görmeye kilitlenirse kendi levsiyatını göremez. Büyüklerimizin ifadesi ile “Kimse ayranım ekşi demez.”

Evet böyle durumlarda yapılması gereken, insanın kendini okumasıdır. Onun için Üstad Hazretleri: “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var!”11 der.

Türbe Ziyareti ve Bir Hakikat

Yaşar Hocaefendi ile aramızda geçen bir hatıradan hareketle küllî bir hakikate küçük bir işarette bulunmak istiyorum:

Bir defasında İstanbul’a gelirken, Hocaefendi bana “Fatih’in türbesini ziyaret et, Fatiha’nı oku ve ardından ona şöyle de: “Mânevî güzellikleriyle koruyamayacağın İstanbul’u ne diye aldın!” Bu hâdisenin üzerinden yıllar geçti. Şimdi düşünüyorum; Yaşar Hoca gibi imanı ölçüsünde aşkı, aşkı ölçüsünde heyecanı olan bir insanın bu sözleri acaba yitirilmiş tarihî bir miras karşısındaki mukaddes hafakanları mıydı? Hoca hangi mülâhaza ile bana böyle bir teklifte bulunmuştu bilemem. Tabiî benim ruhum bu sözü söylemeye müsait miydi, o da ayrı bir konu… Ben Fatih’in kabrinin başında durdum, tazim ve tebcil içinde dualarımı okudum ve sonra hocanın dediği şeyleri söyledim. Ama çok duygulandım, kendimden geçtim ve hıçkırıklara boğuldum. Hem öyle bir boğuldum ki o andaki hislerimi kat’iyen ifade edemem.

Bana göre bizim, Osmanlı’nın mirasını koruyamadığımız ve onlara lâyık bir mirasçı olamadığımız muhakkak. Yalnız bu durum bizim, Osmanlı’ya hakaret etmemizi, padişah türbeleri başında bu ve benzeri sözler söylememizi de gerektirmez. Burada ille de bir suçlu aranacaksa, hiç şüphesiz o suçlu bizleriz. Öyleyse her zaman cedlerimizi ziyaret etmeli, onlara dualar okumalı ve kat’iyen saygısızlıkta bulunmamalıyız. Hele cihanı idare etmiş o sultanların huzuruna mutlaka tazim, tekrim ve tebcille gidilmeli ve Kur’ân’lar okunmalıdır. Fakir, türbeyi her terk edişimde, sanki Kâbe’den ayrılıyor gibi geri geri çıkmış ve saygısızlık yapmamaya çalışmışımdır.

Şimdi de fırsat buldukça aynı şekilde ziyaretlerde bulunmayı düşünürüm. Ruhuma o insanlar hiç ölmemiş de mezarlarında dipdiri ve bizi gözlüyor gibi geliyor. Vicdanlarımız sanki onların diri olduğuna dair bir şeyler fısıldıyor kulaklarımıza, kalblerimize, ruhlarımıza.

Bazıları bu hususları farklı şekillerde değerlendirebilir, kabul etmeyebilir, hatta bu yüzden beni tenkit de edebilir. Ama bana göre insan, düşünceleriyle, mülâhazalarıyla, niyetleriyle ve niyetlerindeki enginlikleriyle insandır. İnsan, cismaniyete ait duyguları sadece o kafes içine hapsettiği zaman, insanî yolu, insanî yaşayışı ve insanî ufku daraltmış sayılır. Oysaki mahiyet-i insaniye, meleklerden de ulvîdir. Öyle olmasaydı Allah, meleklerden sonra Âdem’i yaratır mıydı? Melekler potansiyel olarak Âdem’le ifade edilecek mânâ, muhteva ve memuriyet ruhunu haiz idiler ama, onu âlem-i şehadette sergileyecek istidatta değillerdi. Onun için Allah Hz. Âdem’i yani insanı yarattı. Evet, insanın yürüdüğü yolda veya yolun sonunda “esfel-i safilîn” de var, “âlâ-yı illiyyîn” de. Cibril’in ulaşamadığı ufuklara ulaşmak da var, şeytanı şeytanlıkta geride bırakmak da.

Evet, melekler bu enginliği ihraz edememişlerdir. Bazı hususî faziletlerde onlar insanın önünde olsalar da, hususî açıdan “Mercuh râcihe tereccüh edebilir.” kaidesi itibarıyla, insan meleklerin önündedir. Buna göre başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve altın silsile içinde daha niceleri seyr u sülûk-i ruhanîde meleklerin mukarreb olmayanlarını geçmişlerdir.

Hâsılı; insan, mülâhazalarının enginliği, niyetinin derinliği ile insandır. Dar yaşayan, dar gören, dar düşünen ve cismaniyetin eteğine takılıp kalarak beden endeksli hayat yaşayanlar, gerçek insanî mânâ ve muhtevayı kavrayamazlar. Dilerim Rabbim, çağın nuranîleri içinde yer alan hiç kimseyi böylesi mazhariyetlerden mahrum bırakmaz…

Kavlî ve Fiilî Dua

Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) mervî, sahih hadis mecmualarında kaydedilen bir hayli dua var. Hayatın hemen her alanıyla alâkalı bu duaların bazı kişiler tarafından –maalesef– farklı yorumlandığına şahit olmaktayız. Hatta bunlardan bazıları, bahse konu olan duaların okunmasının gerekli olmadığını, sebepler dairesinde ilgili alanda yapılması gerekli olan şeylerin yapılmasının dua yerine geçeceğini ifade etmektedirler. Bana kalırsa bu düşüncede olanlar, hakikatin bir yönünü görmüş iseler de, diğer yönünü görememişler. Aslında konuya, böyle esbapperestler gibi katı bir biçimde yaklaşmanın bence hiç yararı yok. Sebepler dünyasında bulunduğumuza göre elbette sebeplere riayet etmek şarttır ve Üstad’ın tabiriyle de bu bir fiilî duadır.12 Ne var ki fiilî duayı yapma, kavlî duayı yapmaya hiç de engel değil; hatta onun için önemli bir istinat noktası sayılır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Bedir Savaşı öncesi, harp adına yapılması gereken her şeyi fiilî olarak yapmış ve sonra da bütün benliğiyle Rabbine yönelmiş ve O’na dua dua yalvarmıştı.13

Allah Resûlü’nün اَللّٰـهُـمَّ إِنّـِي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْهَمِّ وَالْحَـزَنِ “Allahım! Tasa, keder ve hüzünden Sana sığınırım.”14 duası üzerinde durarak konuyu biraz daha açmak istiyorum. Öncelikle, sadece bu duanın değil, bütün duaların hakikatini kavramaya gayret etmenin şart olduğunu ifade etmede yarar var. Yani hangi dua, hangi şekilde, nasıl ve neye karşı okunacaksa bu esasların, hadisleri dikkatle incelemek suretiyle tespit edilmesi gerekir.

Sâniyen, bütün dualarda esas olan teveccühtür. Teveccüh, bir mânâda maddî her şeyi unutarak, sadece ve sadece O’na yönelme ve O’na sığınmayı ifade eder. Bu aynı zamanda bizim için bir moral ve bir takviyedir ki, bununla kuvve-i mâneviyemizi yükseltmiş oluruz; zira biz dua ile, her şeye gücü yeten bir Zât’a sığınırız.

Yukarıdaki duanın taalluk ettiği noktalara gelince;

1. İnsanın içinde, tasanın, kederin, hüznün hâkim olması demek, bir anlamda işlerin sarpa sarması demektir. Bu durumda bir insan, mantık ve muhakeme örgüsünü sağlam işletemeyebilir ve çaresizlikten kendini salıverir. Bu ise zaten onun hayatındaki bozuk olan düzenin, daha çok bozulması demektir. İşte bu merhalede insanın “Allahım, Sana sığınırım.” diyerek O’na iltica etmesi, bahsedilen badirenin aşılması için atılan ilk adımdır. Zira o, her şeye gücü yeten bir Zât-ı Ecell-i A’lâ’ya sığınmış ve moralini güçlendirme adına önemli bir adım atmış sayılır.

2. Tasa, keder ve hüzne medar olan hususlardan kurtulma çabası, o insanı fiilî duayı da yerine getirmeye sevk eder. Kavlî duayı yapıp, fiilî duayı yapmama, sözle davranış arasında bir tenakuz (çelişki) göstergesidir. Hâlbuki söz ve davranış birbirini tamamlayan ve insanı insan yapan özelliklerin başında gelir. Bir diğer ifade ile insan, sebeplere riayetle bu problemin üstesinden gelmek için duanın çağrıştırmasıyla çok ciddî mesajlar da alır.

3. Duaya esas teşkil eden şey, aslında bir hedef ve bir gaye-i hayaldir. Öyleyse bunun şuurunda olan insan, daha baştan kendini gam, keder, tasa ve hüzne boğacak şeylerin hemen hepsine karşı tavır alır.

Hâsılı, sebeplere riayet ile (fiilî dua), kavlî dua arasında bir çelişkiden ya da bir ayırımdan bahsetmek mümkün değildir. Onlar birbirlerini tamamlayan iki unsur ve bir vâhidin iki yüzünden ibarettir. Onun için meseleyi tek yönlü ele alıp, ifrat ve tefritlere girmenin de bir anlamı yoktur. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatını doğru anlama ve yorumlama bu türlü ifratlara, tefritlere girmemenin yegâne yoludur.

Hakikat-i Ahmediye ve Hakikat-i Muhammediye

Hakikat-i Ahmediye ve Hakikat-i Muhammediye, tasavvuf dünyasının enginliklerine açılabilen kimselerin, belli bir mesafe aldıktan sonra anlayabilecekleri iki kavramdır. Çok küllî hakikatleri ihtiva eden bu iki kavram hakkında öteden beri tasavvuf erbabı farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Önemine binaen fakir de bu kavramlar hakkında sentez mahiyetini taşıyan bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Hiçbir tasnife tâbi tutmadan, aklıma geldiği çerçevede bunları ele alacak ve arz etmeye çalışacağım.

Hakikat-i Ahmediye:

1. Kader plânında değerler üstü değere sahip bir mânâ ifade eder.

2. Ahmed, berzahî mânâda Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait bir isimdir.

3. Nahiv kaideleri itibarıyla gayr-i munsariftir ve âmiller onun üzerinde müessir değildir. Bu espriye binaen hakikat-i Ahmediye varlığın değerlendirilmesi adına bir “sâbite”dir.

4. Allah Resûlü’nün gerçek peygamberlik cevheri, Ahmediye kaynağında bulunmaktadır. Dolayısıyla da gerçek peygamberlik misyonunu onda aramak lâzım gelir. Bundandır ki, Efendimiz’in peygamberliği, vefatından sonra da bu kaynak itibarıyla devam etmektedir.

5. Bütün velilerin hatta –Hz. Âdem O’nun yaratılmasından önce o kaynaktan istimdatta bulunduğuna göre– peygamberlerin feyiz kaynağı da hakikat-i Ahmediye’dir. Hz. Meryem’e temessül eden ve Kur’ân’ın بَشَرًا سَوِيًّا15 dediği ruh da –ihtimal ki– bu mânâdaki Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dır. Zaten Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bir yerde “Meryem’i bana nikâhladılar.”16 buyurmuyor mu? Burada, Hz. Meryem’in gözüne başka hayalin girmemesi mülâhazası da, üzerinde durulmaya değer ayrı bir konu…

6. Kelâm ilmine ait mevzulardan olan “İsim müsemmanın aynı mı, gayrı mı?” meselesi zaviyesinden bakacak olursak, hakikat-i Ahmediye’de ne ayniyet ne de gayriyet söz konusudur. Bu, hakikat-i Muhammediye’yi hafife almak değildir. Tam aksine gerçek peygamberlik misyonunun hakikat-i Ahmediye etrafında döndüğünü izah adına yapılan bir tespittir.

7. Hakikat-i Ahmediye’nin hakikat-i Muhammediye’ye karşı fâikiyeti vardır. Fakat bu fâikiyet gerçek veçhesiyle öbür âlemde inkişaf edecektir.

8. Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımıyla “Allah, O’nun istikbalde yapacağı şeyleri bildiğinden dolayı O’na sanki bir avans vermiştir.”17 İşte o avans hakikat-i Ahmediye’dir.

Hakikat-i Muhammediye’ye gelince:

1. Bu, yukarıda sekiz madde hâlinde mahiyetini ele aldığımız Allah Resûlü’nün “Muhammed” ismiyle bizim aramıza inişidir ki, bu bizim adımıza şereflerin en büyüğü, O’nun adına bir tenezzüldür. Bir diğer tabirle hakikat-i Ahmediye’nin hakikat-i Muhammediye ufkundan insanlık âlemine bir nüzulüdür.

2. Hakikat-i Ahmediye kaynağını besleyen, hakikat-i Muhammediye’dir. Efendimiz’in söz ve fiilleri, o kaynağı besleyen ve böylece misyonun devamını sağlayan bir faktördür.

3. Sekizinci maddede ifade ettiğimiz avans –ki ona aşkın bir pâye demek de mümkündür– O’nun dünyada buna lâyık bir performans göstermesi gereğini de hâsıl etmiştir. Elhak dost ve düşmanın şehadetiyle o Nebiler Sultanı, bu performansı burada tam göstermiştir. Ezcümle, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) olarak O’nun Kâb-ı Kavseyn’e yükselmesi, vücub ve imkân ortası bir noktayı tutması, Allah ile irtibat adına beşer idrakini çok çok aşan bir aşkınlık içinde bulunması, bunun göstergelerinden sadece birkaçıdır. Öyleyse denilebilir ki, hakikat-i Muhammediye, hakikat-i Ahmediye’nin bir matiyyesidir. Yalnız bahsini ettiğimiz bu aşkınlığa ya da Allah’a doğru devamlı yükselen bu yolculuğa dünyanın belli bir noktaya kadar tahammülü ve müsaadesi vardır. Hâlbuki hakikat-i Muhammediye’nin seyr u sülûkü hiç bitmez. Seyr ilallah, seyr maallah, seyr billâh ve seyr anillâh.. derken, dünyevî seyr kemâle erer. Bu ikmal yolculuğunda Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) başkaları için tevil ve tefsire ihtiyaç duyulan hususları apaçık, ayan beyan görür ve müşâhede eder. Dünya artık O’nun urûcuna müsaade etmediği bir hâl alınca veya kendi kemalât arşına başı değecek hâle gelince de O, اَللّٰهُمَّ الرَّفِيقَ الْأَعْلٰى Allahım, yüce dostluğuna.”18 diyerek ruhunun ufkuna yükselir; yükselir ve urucunu başka bir âlemde devam ettirir. Muhammedîlikten tekrar Ahmedîliğe intikal eder. Livâü’l-Hamd’e ulaşır ve kendi ummanının derinliklerinde dalgalanır durur.

Hakikat-i Ahmediye ve hakikat-i Muhammediye kavramları üzerinde yaptığımız bu sentez mahiyetindeki değerlendirmeler, vicdanında derinleşen insanların belli ölçüde, belki de bir rüya gibi duyabileceği şeylerdendir. Rüya teşbihini şunu ifade etmek için bilhassa kullandım: Rüyalar hakikatlere ne kadar ayna oluyorsa, bunları duyan insanlar da işte o kadar duyabilirler. İşin gerçek veçhesi ve perde arkasına gelince o, bütün netliği ile öbür âlemde zuhur edecektir.

Zevk-i Ruhanî

Zevk-i ruhanîye giden yol, imandan, imana bağlı mârifetten, mârifet kaynaklı muhabbetten ve muhabbetten hâsıl olan aşk u şevkten geçer. Bence zevk-i ruhanîyi, beden ve cesette duyulan bir zevk şeklinde düşünmek yanlıştır. Mukayesesi bile doğru değildir. Evet iman, mârifet, muhabbet, mehafet, meveddet, aşk, şevk karışımı bir halitadan hâsıl olan zevk, bedene has dünyevî zevklerle nasıl mukayese edilir ki.!

Zevk-i ruhanîyi, bazı kimselerin cezb ve incizap neticesi duydukları şeyler türünden görmek de doğru değildir. Aslında o, herhangi bir değerlendirmeye sığmayacak, lafızlarla ifade edilemeyecek kadar ulvî ve ledünnî bir histir ve bir vicdanî zevktir. Bana göre Nur mesleği, böyle bir zevke her zaman açıktır. İmam Rabbânî Hazretlerinin “1000 seneden sonra vilâyet –aradaki mesafe açıklığından dolayı– nübüvvet verâsetine inkılâp edecek.” sözleri ile ifade buyurduğu hakikati Nurlar’ın temsil ettiğini zannediyorum. Evet, İmam Rabbânî bu sözleri ile vilâyetin nübüvvet kaynaklı yürütüleceğini belirtiyor. Bu çerçevede Nur eksenli yapılan İslâmî hizmetlerde –yine onun verdiği ölçüler içinde– tam ihlâs çizgisi korunabilirse, zılliyet plânında hakikat-i Muhammediye’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) temsil edilmiş olduğu söylenebilir.

Esas olan, bu mesleğin yaşanmasıdır. Zevk-i ruhanî ve diğer mevhibeler talepsiz geldikleri sürece mahzursuz olabilirler. Maksut olan Allah (celle celâluhu), matlup olan da O’nun rızasıdır.

Hırsa Dair

Hırs, tamahkârlık, doyma bilmeyen bir arzu ile bazı şeyleri istemek, şiddetli talep ve arzu mânâlarına gelir. Bu mezmum sıfat, mü’minlerde sebeb-i hasarettir. Yani, mutlak mânâda hırslı olan bir insan, maddî-mânevî kaybetmeye aday demektir. Dolayısıyla başarılı olmak ve hüsrana uğramamak için hırsı terk etmek veya onu hayra/iyiye kanalize etmek gerekmektedir; gerekmektedir zira insan birçok konuda hırstan kendini kurtaramaz. Bu da gayet normaldir. Zira hırs insanın tabiatında vardır. Öyleyse herkese düşen vazife, bu hissin yüzünü hayra çevirmek olmalıdır.

Bazen insan öyle şeylere karşı hırs gösterir ki haddizatında bunun, onun mânevî hayatında bir arpa kadar dahi değeri yoktur. Meselâ bir insanın dünyevî-uhrevî hiçbir kaygı gözetmeksizin “Sosyal hayatta kademem şöyle olsun.. hayatı şöyle yaşayayım.. çok kazanayım, her imkâna kavuşayım..” gibi temennileri, ona kaybettiren zararlı birer hırs ifadesidir. İşte bu mânâdaki hırs, haybet ve hüsrana sebebiyet verir ve insana bir kazandırsa da çok alanda kaybettirir. Öte yandan, takdirle karşılanan bir kısım hırslar da vardır ki, insan bunlarla Allah Resûlü’nün mübarek bir vasfını ihraz etmiş olur. Evet! Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ “Size karşı çok hırslı…”19 buyurmaktadır ki, Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanların iman etmesine, âlemin O’nun nuruyla nurlanmasına, herkesin sırat-ı müstakîme ulaşmasına, hiç kimsenin gözünün kapalı kalmamasına, inananların zikzaklar çizmemesine, herkesin gözünü açıp Allah’ı görmesine ve doğru yolu bulup Allah’a ulaşmasına karşı çok hırslıydı. İşte hırsın böyle mukaddes olanı da vardır ve herkes tabiatındaki bu duyguyu böyle ulvî bir gayeye yönlendirmelidir.

Evet, hırs yapılacaksa, Allah’ın rızasını elde etme ile Allah ve Resûlü’ne ulaşma mevzuunda yapılmalıdır. Aslında hırs olmadan dünyayı imar etmek imkânsızdır. Fakat bu uğurda hırsa takılıp arzu ve isteklerinin zebunu olarak yolda kalmak tehlikesi de söz konusudur. İşte yolların ayrım noktası: Bizim için bu dünyada, başarılı olmuş bir matador gibi “Allahım!” diyerek şehadet parmağını kaldırıp başarıyı ilan etmek de söz konusu; o kötü duyguya yenik düşüp mahcup ve mahzun iki büklüm, sürüm sürüm sürünmek de… Bu açıdan denebilir ki, insan bir taraftan kazanma, bir taraftan da kaybetme kuşağında bulunmaktadır. Hırs öyle bir haslettir ki, onunla dünyalar kazanılabildiği gibi, –hafizanallah– dünya ve ahiret kayıp da edilebilir…

Hâsılı, herkeste hırs hissi vardır. Ne var ki, hırsın babayiğitleri her zaman terslik gibi görünen bu handikapları aşıp olumsuz gibi görünen şeyleri olumlu hâle getirerek, hiç olmayacak şeylerden bereket elde edebilirler.

Allah’ın Rıza ve Hoşnutluğu

Soru: Allah’ın rıza ve hoşnutluğu kalb ve ruhta hissedilebilir mi? Hissedilebilirse bunun emareleri nelerdir?

Allah’ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmak, bir mü’min için çok önemlidir ve onun hayatının temel yörüngesidir. Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kalb ve ruh dünyasında hissetmek ise bu büyük ideale göre ikinci-üçüncü derecede bir meseledir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mevzuda temel ölçü kabul edilebilecek bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “Allah nezdindeki değerinizin ne olduğunu öğrenmek istiyorsanız Allah’ın sizin nezdinizdeki yerinin ne olduğuna bakın!”20

Bu peygamberâne ölçüye göre, hayatını Rabb’inin istediği şekilde yaşamaya çalışan, O’nun her hüküm ve icraatına rıza gösteren, gösterip bir mahbub u matlub gibi O’na tutkun bulunan, her lahza O’nu düşünüp O’na kavuşacağı ânın özlemiyle yaşayan kimse, Allah’ın hoşnutluğuna ermiş ve O’nu –keyfiyetler üstü bir sevgiyle– seviyor demektir.

Allah’tan razı ve hoşnut olduğunu söylemesinin yanında, başına gelen kaza ve belâlara, ibadet ü taatin ağırlığına, her türlü musibetlere, O’nun yolunda hizmette tahammülfersâ hâdiselere ve zamanın çıldırtıcılığına karşı her şeyi gönül hoşnutluğu ile karşılayan yani Allah’a karşı tavrı hep rıza televvünlü olan birinin, Allah nezdinde karşılaşacağı muamele de rıza televvünlü olacaktır. Allah’ın bir kulundan hoşnut olmasının en büyük emaresi, o kulun, her lahza Allah’tan hoşnut olduğunu soluklamasıdır. Her şeyiyle Allah’a teslim olmuş ve “mertebe-i kusvâ”da rızayı temsil eden kimse, o ölçüde Allah tarafından da seviliyor demektir. İşte bu da, “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.”21 sırrına mazhariyetin ifadesidir. Bundan daha önemli bir emare de yoktur. Bundan öte söylenilecek bütün hususlar teferruata aittir.

Meselâ, böyle bir ufka ulaşan kişi, içine hiç sıkıntı gelmeden namaz kılabilir, en yorgun en sıkıntılı olduğu anlarında bile namaz kılmak onun için bir inşirah vesilesi sayılır. O, orucunu aynı ruh hâleti içinde tutar.. Allah yolunda hizmet ederken, sahip olduğu şeylerden infakta bulunurken hep gönül rahatlığı içinde ve Hz. Rahmân’ın teveccühleriyle yüz yüzedir.

Hâsılı, kulluğa ait her şeyi gönül rızası ile yapan ve yaptıklarında da ihlâslı olan bir kimsenin “Rabbim benden hoşnuttur.” diye düşünmesinde herhangi bir sakınca yoktur.

İnsandaki Boşlukların Müspet Tesiri

İnsandaki boşluklar, umumiyet itibarıyla kişinin kendi iradesini suistimalle meydana gelirler. Bu açıdan onların birer tezkâr, yani bir günahı ya da bir gafleti hatırlatması ve insanın da onlardan teberri etmesi açısından insan üzerinde müspet tesiri vardır denilebilir.

Bunu biraz daha açmak gerekirse; insanın, –büyük günahların dışında ve kasıtsız olduğu sürece– Kur’ân’ın ifadesiyle اَللَّمَمُ22 denen şeyleri işlemesi ve o bataklığa az girip çıkması, eğer onda olduğundan fazla bir heyecan, bir rahatsızlık meydana getiriyorsa, Allah (celle celâluhu) onu affeder. Sadece affetmek mi? Aynı zamanda o kimseyi müttakînden kılar. Çünkü o, işlemiş olduğu en küçük bir günahtan bile rahatsızlık duymaktadır ki bu durum, onun bu hususta duyarlılığını ortaya koyması bakımından fevkalâde önemlidir.

Yine bu boşluklar, kulun tabiatının sadece fenalıklar tarafından çekilmesi ânında değil de, olduğu gibi bırakılması hâlinde bile kendi aleyhine işlediğini, bu yüzden onu sürekli mârifetle yenilemesi, ihtimamla ele alması gerektiğini hatırlatması açısından da ayrı bir ehemmiyet arz eder. Buna karşı kul, Yunus Emre düşüncesiyle, “Allahım, ben Seni istiyorum, benim tabiatım Senin elinde, elimden tut ki, hayatımda hiç kopukluk olmasın, sürekli duyayım, doyayım ve hep bir itminan insanı olarak yaşayayım; yaşayayım da ağyâra ait bir damla bile bende yer bulamasın.” demek suretiyle o boşlukları kapatabilir.

1Ebû Ya’lâ, el-Müsned 8/64; et-Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-âsâr 1/92.

2Bediüzzaman, Mektubat s.70 (On Altıncı Mektup, Dördüncü Nokta, Birincisi); Tarihçe-i Hayat s.261 (Eskişehir Hayatı).

3Nesâî, işretü’n-nisâ 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/128, 199, 285.

4Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/3; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 3/220.

5Tirmizî, daavât 105; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/3, 7, 8.

6Tirmizî, daavât 84.

7Buhârî, havâlât 3, kefâlet 3; Nesâî, cenâiz 67; İbn Mâce, sadakât 9.

8Buhârî, ferâiz 15; Müslim, ferâiz 15.

9Beled sûresi, 90/4.

10İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/162; el-Hâkim, el-Müstedrek 3/432.

11Bediüzzaman, Sözler s.747 (Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere, Birinci Nokta).

12Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.340 (Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Zeyl, Birinci Nükte); Emirdağ Lâhikası-2 s.142.

13Müslim, cihad 58; Tirmizî, tefsîru sûre (8) 3.

14Buhârî, cihâd 74, et’ime 28, daavât 36, 40; Tirmizî, daavât 70.

15Meryem sûresi, 19/17.

16et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/52, 8/258, 22/451; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 7/200.

17Bkz.: Bediüzzaman, Asâ-yı Mûsâ s.64 (Meyve Risalesi, Onuncu Mesele).

18Buhârî, fezâilü’s-sahâbe 5, meğâzî 83-84; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 85, selâm 46.

19Tevbe sûresi, 9/128.

20Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.333; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 3/390, 4/106.

21Beyyine sûresi, 98/8.

22Necm sûresi, 53/32.

-+=
Scroll to Top