İ’LÂ-YI KELİMETULLAH VE RIZA-YI İLÂHİ

Soru: “İman ve Kur’ân hizmetinde bulunanların hedefi sadece ve sadece “İ’lâ-yı Kelimetullah” olmalı ve rıza-yı İlahi’den başka bir gaye gözetmemelidirler.” sözünü biraz açar mısınız?

İman ve Kur’ân hizmeti için çalışma ve gayret gösterme, sadece Allah rızası için olmalıdır. Zira kullukta en önemli mertebe, rıza-yı ilâhî mertebesidir. Bu itibarla da insan, hayatı boyunca hep onu yakalama ve elde etme peşinde olmalıdır. Bu mertebe, tasavvuftaki “nefs-i mutmainne” pâyesiyle de irtibatlandırılabilir. Evet, Cenâb-ı Hak: يَۤا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ۝اِرْجِعِۤي إِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً “Ey mutmain olmuş nefis, sen O’ndan razı O da senden razı olarak Rabbine dön!..”1 buyurarak buna işaret eder. Bu itminanı elde etmiş sahabe efendilerimiz için de: رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ “Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan.”2 ifadesi kullanılır ki, bu da rıza vasfının çok önemli olduğunu gösterir. Bu konu üzerinde hemen bütün büyük mutasavvıf ve âlimler kemâl-i hassasiyetle durmuş ve rıza mertebesinin ihlâs ve muhabbet pâyesi olduğunu vurgulamışlardır. Bunlardan İmam Rabbânî hazretleri, Mektubat’ın hemen pek çok yerinde “muhibbiyet” ve “mahbûbiyet” makamlarından bahseder ve ardından da rıza mertebesinin, bu makamlardan daha ileri olduğunu vurgular.

Muhibbiyet, Allah’ı sevme; mahbûbiyet de Allah tarafından sevilme makamıdır. Bu makamlardan hangisinin mebde’, hangisinin müntehâ olduğu hususunda çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Meselâ Râbiatü’l-Adeviyye, Allah’ın sevmesinin önce geldiğini söyler. Ona göre Hz. Allah’ın bir insanı sevmesi sayesinde, o insanın da Allah’ı sevmeye başlaması söz konusudur ki, buna göre insan, evvela mahbûb, sonra da muhib olur.

Ameli esas alan ve insan iradesine önem verenlere, hususiyle de Ehl-i Sünnet içinde Maturidîlere göre, öncelikle muhibbiyet, yani ferdin Allah’ı sevmesi, sonra da Allah tarafından sevilmesi gelir. Batı’da bu esası aynen kabul eden düşünürler olduğu gibi, aksi de sözkonusudur. İster öyle ister böyle, sonuçta kişi için önemli olan şey; Allah’ın rızasını elde etmek ve O’nun sevgisine ulaşabilmektir. Bediüzzaman Hazretleri, bir anlık rü’yet-i cemâlin, binlerce senelik Cennet hayatına bedel olduğunu söyler.3 Hâlbuki Cemâlullah’ı müşâhede, cennette mü’minlere lütfedilen en büyük pâyedir. Mü’minler cennet yamaçlarında, Cenâb-ı Hakk’ı bizim dünyada kavrayamayacağımız bir müşâhede ile müşâhede ederler ve her temâşâda o tecellîye mazhariyetin ayrı bir buudunu yaşarlar. Cennet hayatı ki, onun da bir saati binlerce dünya hayatına bedeldir. Allah rızasına gelince o, bütün bunlardan daha öte bir mazhariyettir. Kur’ân-ı Kerim’de onun büyüklüğü; وَرِضْوَانٌ مِنَ اللّٰهِ أَكْبَرُ “Allah’ın rızası her şeyden büyüktür.”4 âyetiyle ifade edilir. Mesele gidip Hak hoşnutluğuna dayanınca, bizim hayatımızda da her şey gidip Allah’ın rızasına bağlanmalı, ona göre plânlanıp hep rıza yörüngeli olmalıdır.

Rızayı elde etme yoluna gelince, Efendimiz bir çok hadislerinde o yolun gereklerine işaret sadedinde; her yapılanın Allah rızası için yapılması, her kazanılan muvaffakiyetin ve her başarının O’na verilmesi ve neticeye karışılmaması… gibi hususlara dikkati çeker. Sofilerin bakışı daha da farklıdır; Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, cehennemden korkup ibadet edene “abdü’n-nâr=cehennemin kulu”; cennet arzusuyla ibadet edene “abdü’l-cennet=cennetin kulu”, Allah’a kulluk yapmanın zevki ile coşana da “abdü’l-lezzet=lezzetin kulu” dermiş; der ve ibadetlerin sırf Allah emrettiği için yapılması gerektiğine işaret edermiş. Bu itibarla, Kur’ân hizmetkârları, gönüllerinde rızâ-yı ilâhîden başka hiçbir şey taşımamalıdırlar. Onlar gönüllerinde maddî-mânevî hiçbir şey taşımadıkları halde, şayet beklemedikleri bir surette, Allah’tan bazı şeyler gelecek olursa, o zaman da birer armağan ve hediye olarak alıp öper, başlarına kor, şükranla iki büklüm olurlar.

Bir diğer açıdan rıza mertebesi, insanın kendi rağmına yaşaması demektir. Meselâ, insan bir şeyler anlatır ve bu anlattığı şeylerde başkalarına yararlı olmayı düşünebilir. Tabiî başarılı olmayı da.. ancak bunda, Allah’ın hoşnutluğunu gözetmesi çok önemlidir. Allah (celle celâluhu), onun tumturaklı laflar etmesinden, hadisin ifadesiyle “alîmü’l-lisan” olmasından hoşlanmayabilir. O halde eğer onun yüreği varsa, “Allah’ım! Eğer senin hoşnutluğun benim burada sükût etmeme, hatta bu insanlar karşısında kem-kümüme bağlı ise, vallahi ben onu istiyorum..” diyebilmelidir. Evet, işte bu şekilde bir rıza düşüncesi hayatımızın yörüngesi olmalı ve hiçbir zaman başkalarının takdiri ya da tahkiri bizim için kriter sayılmamalıdır.

Üstad’ın vermiş olduğu ölçüler içinde; halkın teveccühü, Allah’ın rızasının bir gölgesi, bir neticesi olması itibarıyla hüsn-ü kabulle karşılanıp kabul edilebilir. Değilse kat’iyen ona iltifat edilmemelidir.5 Cahiliye şairlerinden biri, halkın teveccühünü, hiçbir zaman ulaşılamayan bir ümniye olarak niteler. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yüzüne tükürükler atılıp, başına topraklar saçıldığı ve olmadık hakaretlere maruz kaldığı halde, rızadan geri durup halkın teveccühünü aramamıştır. Çağımızın fikir mimarı da aynı şekilde, köy köy kovulmuş, kasaba kasaba sürgün edilmiş, bir avuç insanla o nûrânî ömrünü tamamlamış olduğu halde, kimsenin himaye ve iltifatını aramamıştır.

Evet, iman ve Kur’ân hizmetinde bulunanların hedefi sadece ve sadece “İ’lâ-yı Kelimetullah” olmalı ve rıza-yı ilâhîden başka bir gaye gözetmemelidirler. Her zaman Kur’ân’ın elmas düsturlarıyla hareket edip, her kapıyı sevgiyle çalmalı ve yine sevgiyle insanlara bir şeyler anlatma yolları araştırmalıdırlar. Bunun için de zannediyorum her zaman, insanlarla diyalog yolunun açık olması gerekecektir.

Burada bir hatıramı nakletmede fayda mülâhaza ediyorum: Bir arkadaş vasıtasıyla tanıdığım bir doktor oldu. O, bana belinde disk kayması olup, sabah namazına kalkmakta zorlandığını söyleyen onlarca başı açık insanın gelip tedavi olmak istediğini söylemişti ki, benimle beraber başkaları da hayret etmişti. Yine tanıdığım öyle insanlar oldu ki, evlerinde bir mevlit okunması halinde bile, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve gözyaşları içinde Allah’a dua ediyorlardı. Bazı kimseler, bir zamanlar onları tenfir etmiş; dinden, imandan soğutmuş olduğundan bu insanlar Müslümanlığa farklı bir nazarla yaklaşıyor olabilirler. Eğer bunlar, dinin temel esasları olan Allah’a, Kur’ân’a, Peygamber’e.. inanıyorlarsa, bu insanların kucaklanması gerekir. Birtakım yanlışları varsa, o yanlışlar, pekâla uygun bir üslupla izâle edilebilir.

Dinde vaz’edilen prensipler, genel olarak temel meselelerdir.. fürûata ait meselelerde ise, büyük ölçüde bir esneklik vardır. Meselâ; fürûata ait bir mesele, hiçbir zaman Allah’ı inkârla kıyaslanmamalı. Evet, çeşitli sebeplerle başlarını kapatmayıp dinin bazı emirlerini yerine getiremeyen insanlar, yılda bir-iki defa da olsa camiye geliyorlarsa, onların başlarını-gözlerini yarma yerine, zihinlerine bir şeyler koyma yolları araştırılmalıdır. İşte asıl bu tarz bir hareket, Allah hatırı ve O’nun rızasını arama istikametindeki harekettir. Hadis-i şerifin ifade ettiği mânâ ile, halk içinde olup ondan gelen sıkıntılara katlanmak, tek başına inzivaya çekilip halvet yaşamaktan daha hayırlıdır.6

Burada yine kendi başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum. Komünizmin revaçta olduğu dönemlerde, birçok kez bu düşüncenin taraftarlarıyla görüşmüş ve onlara bir şeyler anlatabilmek için, belki saatlerce küfürlerini dinlemiş ve saygısızca tavırlarına katlanmışımdır. Hele bir defasında, konuştuğum insan ayağını ayağının üstüne attı –hâşâ– şu Tanrı denen şey nedir, peygamber denen kimdir, şu kader denen mevzu da neyin nesi.. bunları bize anlatabilir misin?.. gibi sorular tevcih etti. Sadece böyle bir sual tarzı karşısında bile, insanın çıldırıp cinnet getirmemesi mümkün değildir. Ama bütün bu sözleri dinlerken çoğu zaman ağlayarak: “Allah’ım bu laflar benim içimi deliyor ama, Senin hatırın için dinliyorum.” demişimdir. Bu, bir histir; mü’minin daima içinde beslemesi gerekli olan bir his. Üstad Hazretleri, “Bana ceza veren mahkeme heyeti, yazdığım bu risalelerle imanlarını kurtarsınlar, ben onlara hakkımı helâl ediyorum.”7 der. Evet, eğer sunulacak mesajlar, bu anlayış içinde sunuluyor ve bir yakınlık hissediliyorsa, böyle düşünüp hareket etmede bir mahzur yoktur. Zaten insanlarla böyle bir barışıklık, bizim de aradığımız şeydir. Zira bizler senelerden beri ruhumuzda, insanların bizden kaçışının ızdırabını yaşayıp durduk.

Hâsılı; yeniden İslâm’ın kendi ruhuna uygun olarak anlaşılması ve anlatılması bu ölçüde engin bir müsamahaya bağlanabilirse, o nispette hüsnükabul görecektir.

1 Fecr sûresi, 89/27-28.

2 Beyyine sûresi, 98/8.

3 Bediüzzaman, Mektubat s.260 (Yirminci Mektup, On Birinci Kelime).

4 Tevbe sûresi, 9/72.

5 Bediüzzaman, Mektubat s.466 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Altıncı Risale).

6 Tirmizî, kıyâmet 56; İbn Mâce, fiten 23.

7 Bediüzzaman, Şualar s.383, 413 (On Dördüncü Şua).

-+=
Scroll to Top