İlim

İnsan duyularıyla elde edilen veya Allah’ın (celle celâluhu) vahiy ve ilham yoluyla bildirdiği bilgi ki, zaman zaman onun herhangi bir tezahürünü ifade sadedinde: Gerçeğe, vâkıa uygun bilgi veya bir şeyi olduğu gibi kavrama mânâlarına da hamledilmiştir. Aynı zamanda, ilim, kesin olsun olmasın, tasavvur veya hüküm olarak, mutlak mânâda idrak etme, düşünme ve anlama mânâlarına da gelir. Hatta çok defa, ilim sözcüğüyle mârifet mânâsını kasdettiğimiz de olur.

İlim bahsinde, hangi konunun bizi daha çok alâkadar ettiği belli olmakla beraber, az dahi olsa, ilim, ilmin sebepleri ve bölümleri gibi bir kısım tasavvurî taksimlere temasın yararlı olacağına inanıyorum.

İlim, kendi içinde vasıtalı ve vasıtasız olmak üzere ikiye ayrılır:

a- Her insan ayrı ayrı bir kısım hususiyetlerle yaratılmıştır. Bu hususiyetleri bilmek, değerlendirmek her ferde vasıtasız olarak verilmiş bir bilgi mevhibesidir. İnsanın, havasızlık, susuzluk, açlık, tasa, sevinç gibi hususları idrak etmesi.. ve çocukların süt emmesi, kuşların uçması, balıkların yüzmesi, bülbülün yuva örmesi, yeni doğmuş yavruların kendileri için tehlikeli sayılan şeylerden sakınmaları gibi özelliklere veya bu özelliklerle hayatları için yapılması lâzım gelen şeyleri anlamaları mânâsına gelen şuur veya idrake vasıtasız ilim diyoruz.

b- Buna karşılık, akıl ve hisler aracılığıyla öğrenilen ilimler de vasıtalı ilimlerdir. Maddî şeylerle alâkalı bilgiler daha çok, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyularıyla elde edilir. Fizik ötesi bilgiler ise, zihin, muhakeme, kalb, sır, hafî, ahfâ, hatta sâika ve şâika yollarıyla..

Konuyla alâkalı değişik bir taksim de, ilmin elde edilme yolları açısından karşımıza çıkar. İslâm’a göre ilmin sebepleri üçtür:

1. Göz, kulak, burun, dil ve deriden ibaret olan, bizim “sağlam duyu organları” dediğimiz “havâss-ı selîme.”

2. “Haber-i sâdık” sözcüğüyle ifade edeceğimiz doğru haber ki, o da kendi içinde ikiye ayrılır:

a. Yalan üzerinde ittifakları mümkün olmayacak kadar çok sayıdaki bir cemaatin ihbârı mânâsına gelen “mütevatir haber.”

b. Allah tarafından gönderilen peygamberlerin mesajları mânâsına “haber-i resûl.”

3. İlmin üçüncü sebebi de akıldır. İster düşünülmeden hemen akılla bilinen bedihiyyât kabîlinden olsun, isterse düşünülerek ve istidlâl yoluyla ulaşılan bilgiler nev’inden olsun, bu kabîl mâkulâtın zâhirî sebebi akıldır.

Bundan başka ilim, aklî ve naklî olmak üzere ikiye ayrılır.

Bunlardan birincisini şu üç kategoride hulâsa etmek mümkündür:

1. Sağlık ve eğitim gibi topluma lüzumlu ilimlerdir ki, lüzumları nisbetinde vacip veya farz-ı kifaye sayılmışlardır.

2. Din nazarında mezmum olan ilimlerdir ki, sihir, simya, remil, tılsım ve hokkabazlık gibi mârifetleri bu cümleden sayabiliriz.

3. Mübah ve icabında vacib sayılan ilimlerdir ki, hendese, hesap, kelâm, tıp, fizik, kimya ve tarih gibi ilimler bu kategori içinde mütalâa edilirler.

Naklî ilimler de kendi içinde mükâşefe ve muamele adlarıyla iki bölümde hulâsa edilmişlerdir. Bunlardan muamele kısmı, fiil ve terkten ibaret olmak üzere dört bölümde ele alınmıştır:

1. Usûl ki; Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas’tan ibarettir. Aynı zamanda bunlara “edille-i şer’iyye” de denir.

2. Fürû ki; bunlar da, ibadet, muamelât, münakehât ve ukûbât gibi adlarla kitaplarda yerlerini almışlardır.

3. Mukaddimât ki; lügat, sarf, nahiv, maânî, beyan, bedî gibi ilimlerdir.. ve bunlar, hadis, tefsir, fıkıh ilimlerini sıhhatli anlama yolunda sadece birer vasıtadırlar.

4. Mütemmimât ki; bu da tamamen Kur’ân ilimleriyle alâkalıdır. Kur’ân’ın lafzıyla alâkalı olan kısmı: Mehâric, tashîh-i huruf, aşere, takrib unvanlarıyla.. mânâsına taalluk eden bölümler, tefsir ve tevil adlarıyla.. ahkâmıyla alâkalı kısımlar da usûl kitaplarının konusu olan, nâsih-mensûh, hâss-âmm, celî-hafî, hakikat-mecaz-kinaye, mücmel-müfesser, muhkem-müteşabih gibi isim ve unvanlarla ele alınmış ve işlenmişlerdir.

Naklî ilimlerin mükâşefe kısmına gelince, bu da, ledünnî ve vicdanî namlarıyla iki bölümde mütalâa edilmiştir ki, “Kalbin Zümrüt Tepeleri”ni doğrudan doğruya alâkadar eden de işte bu bölümdür. Bu bölümde ele alınıp işlenen şeyler, bir açıdan müstakil gibi görünse de, esasen bunlar da yine Kitap ve Sünnet’e dayanmaktadır. Bu temiz kaynaklardan istinbat edilmeyen, Kitap ve Sünnet filtresinden geçmeyen vâridât ve mevhibeler kuşkuyla karşılanır. Bunların hücciyetleri bir yana, sübjektif bağlayıcılıklarının olduğu bile söylenemez.

Hz. Cüneyd: “Peygambere uğramayan yollar kapalıdır, neticeye ulaştırmaz” veya “Kitap ve Sünnet bilmeyenin arkasından gidilmez!” sözleriyle..

Ebû Hafs: “Her zaman hâl ve davranışlarını Kitap ve Sünnet’e göre değerlendirmeyen ve kendini kontrol etmeyen, bu meydanın erlerinden sayılmaz” beyanıyla..

Ebû Süleyman ed-Dârânî: “Kalbe gelen vâridâtı ancak Kitap ve Sünnet gibi iki şahid-i sadıkla kabul ederim.” tembihiyle..

Ebû Yezîd: “Otuz sene nefsime karşı mücahedede bulundum, ilmî ölçülere riayet kadar ona ağır gelen bir şey görmedim.” tespitleri ve “Bir insana göklerde tayarân etme kerametinin verildiğini görseniz dahi aldanmamalısınız; onun emirler, nehiyler ve şer’î hudutlara riayet mevzuundaki hassasiyetine bakmalısınız!” ikazlarıyla..

Ebû Saidi’l-Harrâz: “Dinin ruhuna muhalif olan bâtın, bâtıldır.” vecizesiyle..

Ebû’l-Kâsım Nasrâbâzî: “Tasavvufun özü, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, hevâ ve bid’atlerden uzak kalmak, kusurlardan dolayı herkesi mâzur görebilmek, evrâd ü ezkârda tekâsül göstermemek, elden geldiğince ruhsatlardan uzak durmak ve dinde şahsî yorumlardan sakınmaktan ibarettir.” irşadıyla bu önemli hususu ders veriyor olsalar gerek.. ve daha nicelerinin, konuyla alâkalı ne lâl ü güher ifadeleri..!

Bu meydanın erlerine göre “ilim” “hâl”den önce gelir. Zira “hâl” tamamen ilme tâbidir. Aslında ilim enbiyânın mirası, âlimler de bu peygamber terikesinin vârisleridirler. Bu konuda 1 اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الْأَنْبِيَاءِ ferman-ı Nebevîsi, ulemâ için pâyeler üstü bir pâye ifade eder.

Gerçeğin ilmi veya gerçeğe ulaştıran bilgi, kalblerin hayatı, basîretlerin nuru, sinelerin vesile-i inşirahı, akılların cevelangâhı, ruhların lezzet kaynağı, hayrette kalanların rehberi ve dostu, yalnızların “enîs ü celîs”i, meleklerin temenna durdukları kıymetler üstü kıymeti haiz, arz televvünlü, sema kaynaklı bir maidedir.

Evet, ilim, imana önemli bir basamak, hidayet ve dalâleti, şüphe ve yakîni birbirinden ayıran esaslı bir mihenk ve insanın insanî yanlarını ortaya çıkaran ilâhî bir sırdır.

بَعِلْمَسْتْ آدَمِـي اِنسَانِ مُطلَق……چُو عِلمَش نِيست شُد حَيوَانِ مُطلَق

عَمَلِ بِي عِلْمْ بَاشَدْ جَهْلِ مُطلَق……بَجَهل اَى جَان نَـشَايَد يَافتَن حَقّ

“Âdemoğlu ilimle mutlak insan, ilim olmayınca da mutlak hayvandır. İlimsiz amel mutlak cehalet, ey cân cehaletle Hak bulunmaz.” diyen hak dostu mübalağa etmemiş olsa gerek…

Tasavvuf erbabınca ilim; akıl, sem’ u basar yoluyla elde edilen bilgi ve mârifetten daha çok, verâlardan akıp gelen tecellî-i ilm-i ilâhî dalga boylu öyle bir nur ve ziyadır ki, gelir bütün ruhu sarar ve insanın derûnundaki sır yamaçlarında, hafî tepelerinde, ahfâ zirvelerinde çiçek çiçek tüllenir ve hep Sonsuz’un vâridâtıyla gürler. Bu ilâhî tecellîye mazhariyetin mebdei, sır ve ötesinin Şems-i Ezel’e teveccühü, beden ve cismaniyetin kalb ve ruh seviyesine yükselmesi ve sinenin iman, muhabbet, aşk ve cezbe ile Zât-ı Hakk’a yönelmesi; müntehâsı da ilm-i ledünnîdir.

İlm-i ledünnî: 2 وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا fehvâsınca, berzahsız, hicapsız doğrudan doğruya “Hazîratü’l-Kuds”den insanî enginliklere yağan bir bârân-ı rahmettir. Kulluktaki derinlik, Allah ve Resûlü’ne karşı vefâ ve sadakat, duyguların rıza eksenli, davranışların ihlâs yörüngeli olması ve kalbin de yakînden yakîne koşması, ledünnî vâridât için, hatta o vâridâtın sağanak sağanak boşalması için bir yol ve bir şart-ı âdîdir.

Bütün enbiyânın ilmi, Cenâb-ı Hakk’ın vahyi ve talimiyle zuhura gelmesi açısından bilasale ilm-i ledünnî olduğu gibi, onların arkalarından giden ilhama mazhar evliyâ ve asfiyânın ilimleri de bittebaiyye o mâhrûların (ay yüzlüler) ziya-i ilimlerinin şuâları olması itibarıyla ledünnî sayılır. Bu ilmin Hz. Hızır’a tahsisi, belli bir zaman, belli bir makam ve belli bir hâl itibarıyladır ki, o ilmin bazı cüz’iyâtı açısından Hz. Hızır, kendine fâik olan bazı zatlara, mercuhun hususî bir kısım meselelerde râcihe tereccühü nev’inden öne geçmiştir. Yoksa onun ne Hz. Musa’ya ne de diğer ulü’l-azm zatlara üstünlüğü söz konusu değildir.

Ayrıca, Hz. Musa’nın ilmi, ilâhî ahkâmın mârifeti ve bu mârifetin, eşyanın perde önü ve perde arkası muvazenesini koruma gibi bir derinliğe açık olmasına karşılık, Hz. Hızır’ın bilgisi daha çok eşyanın bâtınına ait idi. Nitekim, bu ayrıma, Hz. Musa ile konuşması esnasında Hızır da işaret eder: “Yâ Musa! Ben Allah’ın bana talim ettiği bir ilme sahibim ki, sen onu bilemezsin. Sen de, Allah’ın sana talim ettiği bir bilgiye maliksin ki, ben onu bilemem.”3

Evet, ilm-i ledünnî, talim ve taallümle elde edilmeyip Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir mevhibesi ve bir kuvve-i kudsiyesinin nuranî tecellîsidir. Bu tecellî, sanattan Sâni’e eserden Müessir’e giden bir bilgi olmaktan daha çok, Sâni’den zîşuur sanata, Müessir’den esere akan bir mârifettir. Hatta o, esrar-ı Hakk’a ait mahrem vâridâtın insan ruhunda taayyününden ibaret sayılmıştır.

وَاللّٰهُ أَعْلَمُ بِالصَّوَابِ.

1 “Âlimler, peygamberlerin (aleyhimüssalâtü vesselâm) vârisleridir.” (Buhârî, ilim 10 (bab başlığında); Tirmizî, ilim 19; Ebû Dâvûd, ilim 1)

2 “Biz ona nezdimizden Rabbanî bir ilim öğretmiştik.” (Kehf sûresi 18/65)

3 Buhârî, ilim 44, enbiyâ 27, tefsîru sûre (18) 2, 4; Müslim, fedâil 172. Ayrıca bkz.: “Biz ona nezdimizden Rabbanî bir ilim öğretmiştik.” (Kehf sûresi 18/65)

-+=
Scroll to Top