İlmin İzzeti ve Enaniyet

Soru: İlmin izzeti ne demektir? İlmin izzetini korumak nasıl olur?

Cevap: Bir mü’min için ilmin izzetini muhafaza etmek elbette çok önemlidir; fakat inanan bir gönül için öncelikli olarak korunması gerekli olan husus, ilmin izzetini de ihtiva ve tazammun eden dinin izzetidir. Zira Hazreti Ömer’in ifadesiyle, Allah bizi dinle aziz kıldığına göre1 inanan bir insan da, mü’mince davranmalı, bu işin emini ve kefili olmaya gayret göstermeli ve böylece bir ömür boyu hep dinin itibar, kıymet, izzet ve şerefini korumaya çalışmalıdır. Evet, inanan bir gönlün, her hâli, oturuşu-kalkışı, konuşması-sükûtu hep mü’mince olmalı ve herkes onu emin ve güvenilir bir insan olarak bilmelidir. O, insaniyet-i kübrâ olan İslâm’ı yaşamada hiç mi hiç taviz göstermemeli; güzel huy ve güzel ahlâkıyla her zaman seviyeli bir temsil ortaya koymalı ve asla kendi şahsında doğruların yanlış bir şekilde algılanmasına, yanlış okunmasına meydan vermemelidir. Siyer yorumcularının ifade ettikleri gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhissalâtü vesselâm) inanmadıkları dönemde bile insanlar, birisine bir emanet bırakmak istediklerinde, akıllarına ilk gelen zat, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi olan Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) oluyordu.2

Bu açıdan bir mü’min, her zaman emanette emin bir emanetçi gibi davranmalı ve böylece insanların kendisinde görüp tanıdığı mü’minliğin yara almasına asla fırsat vermemelidir. O, İslâm’ı kemal-i hassasiyetle yaşamalı ve elinden geldiğince düşmemeye ve sürçmemeye çalışmalıdır. Beşer tabiatının gereği herhangi bir düşme ve sürçme yaşadığında da hemen tevbe, inabe ve evbe ile onu telâfi ve tamir etme yoluna gitmelidir; gitmeli ve Seyyidina Hazreti Âdem ve Hazreti Havva Validemiz gibi: رَبَّنَا ظَلَمْنَۤا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer merhamet buyurup da kusurumuzu bağışlamazsan apaçık hüsrana uğrayanlardan oluruz!”3 diye yalvarıp yakarmalı veya Seyyidina Hazreti Musa gibi: رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي “Yâ Rabbî, ben kendime yazık ettim, affeyle beni!”4 ifadeleriyle Rabbine teveccühte bulunmalı ya da Seyyidina Hazreti Yunus İbn Metta gibi: لَۤا إِلٰهَ إِلَّۤا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendime zulmedenlerden oldum.”5 diyerek Rabb-i Kerim’ine hâlini arz etmelidir. Dikkat edilecek olursa bu duaların hepsinde, dua sahipleri olan o büyük peygamberler, “zulüm” kelimesini kullanmış ve ondan Allah’a sığınmışlardır. Zulüm ise, haksızlıkla bir şeyin yerini değiştirmek ve hakkı kaldırarak onun yerine haksızlığı koymak demektir. İşte peygamberler dahi –tabiî kendi ufuk, hassasiyet ve derinlikleri açısından– hep böyle bir duruma düşmekten Allah’a sığınmışlardır. Dolayısıyla inanan bir insan olarak bizler de daha başta böyle bir hassasiyetin temsilcisi olmaya çalışmalıyız. Ve hele milletin gözünün içine baktığı, önde görünen insanlar bu mevzuda daha bir hassas olmalıdır. Zira bir Türk atasözünde ifade edildiği gibi, başka yerde hemen fark edilemese de, imamın beyaz sarığına konan bir sinek hemen belli olur. Bu açıdan ehl-i ilimden olan veya milletin önünde rehber, pişuva ve pişdarlık yapan insanlar evvelen ve bizzat dinin, saniyen ve bi’l-araz da dinin hadimi olması itibarıyla ilmin izzetini koruma adına, başkalarına nazaran hayatlarını çok daha dikkatli, çok daha hassas bir çizgide yaşamalıdır.

“İlmin İzzeti” Kılıfı Altında Egoizm

Fakat bu noktada şu hususa dikkat edilmelidir: Bazen izzet-i ilmiye, enaniyete de inkılâp edebilir. Evet, bazen insan, ilim ve müktesebatından dolayı kendini farklı görüp farklı hissetmeye başladığında, belli bir müddet sonra, hiç farkına varmaksızın, ilmin izzetini muhafaza ediyorum diye, başkalarına tepeden bakacak, kendisinden başka kimseyi görmeyecek ölçüde bir egoist hâline gelebilir. Dolayısıyla birbirinden farklı olan bu iki hususu birbirine karıştırmamak gerekir. Biraz daha müşahhaslaştıracak olursak; bir insan, kendi şahsında ilmin itibar ve şerefi zedelenmesin diye, mesavi ve mühlikata düşmemek için ölesiye bir mücadele ortaya kor, kılı kırk yararcasına bir hassasiyet gösterir, kimseye el açmaz, minnet altına girmez. Fakat bu esnada ilim öğrenip malûmatı arttıkça o şahsın enaniyeti güçleniyorsa, bunun ismi, izzet-i ilmiye değil; olsa olsa derecesine göre egoizm veya egosantrizm olabilir. Böyle bir insanın ise behemehal nefsinin terbiye ve tezkiyeye ihtiyacı vardır. Bu da bir yönüyle iyi bir mürşid ve rehber vasıtasıyla o insanın hayvaniyetten çıkıp, cismaniyeti bırakıp, kalb ve ruhun yörüngesinde seyahat etmesine vabeste bir husustur.

Ne İdik Ne Olduk

Tâbiîn ve tebe-i tâbiîn dönemlerine baktığımızda –henüz o dönemde sistemli bir sofilik, tasavvuf ve tarikat bulunmasa da– derinlemesine bir kalbî ve ruhî hayatın yaşandığını görüyoruz. Daha sonraki dönemlerde ise, seyr u sülûk-i ruhanî dediğimiz, insanların Allah’a doğru yürüme ve yükselmeleri mevzuunda belli sistemler kullanılmıştır. Bu sistemlerin farklı farklı olmasında konjonktür ve dönemin ilmî seviyesi gibi bazı faktörler belirleyici olmuştur. İmam Rabbânî, İzz İbn Abdüsselâm, Fahruddin Râzî, Abdülkadir Geylânî, Ebû Hasan Şâzilî gibi büyükler zamanın yorumu ve kendi çağlarında öne çıkan meseleleri nazar-ı itibara alarak, ümmühata sadakat içinde kalıp, tevil, istinbat ve içtihada açık alanları doldurmak suretiyle farklı metotlar ve sistemler kurmuşlardır.

Fakat sonraki dönemler itibarıyla, ne olmuşsa olmuş ve medrese, bir taraftan nefsin terbiye ve tezkiyeye tâbi tutulup kalbî ve ruhî hayatta seyahat edilmesini hedefleyen tekye ruhuna karşı tavır almış, diğer taraftan da tekvînî emirlerin mütalâa ve müzakere edildiği müspet ilimlere karşı kapılarını kapatmıştır. Oysaki Hazreti Pîr Kur’ân-ı Kerim’in tarifini yaptığı bir yerde, Kur’ân’ın, şu kâinat kitabının bir tercüme-i ezeliyesi, âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin bir tercüman-ı ebedîsi olduğuna dikkat çeker.6 Evet, Cenâb-ı Hak kudret ve iradesiyle kâinat kitabında makasıd-ı sübhaniyesini ifade etmektedir. Kur’ân-ı Kerim ise kelâm sıfatından gelen beyanlarla bu tekvînî âyetleri şerh edip onların ne mânâya geldiğinin izahını yapmaktadır. Aslında dikkatli bir nazarla Üstad Hazretleri’nin eserlerine bakıldığında baştan sona bu hakikatlerin dile getirildiğini görürüz. Fakat ne acıdır ki, bizler, İslâm’ın ruhî hayatıyla alâkalı her şeyi medresenin bağrından söküp dışarıya attığımız gibi, tekvînî emirlerle alâkalı ilimleri de aynı şekilde kapı dışarı etmişiz. Aslında biz bu tavrımızla bir yönüyle kendi mahkûmiyetimizi de tescil etmişiz. Dolayısıyla bir hakikatin üç yüzünden ibaret olan kalbî ve ruhî hayat, dinî ilimler ve fünun-u müspete birbirinden koparılınca hepsi yetim düşmüştür. O gün için medresenin durumu böyle olduğu gibi, maalesef tekkelerin hâli de bundan farklı değildi. Onlar da ayrı bir gurbet yaşıyorlardı. Cami de kendine göre farklı bir gurbetin mahkûmuydu. Asırlar süren bu ayrılık neticesinde, gurbetler bir milletin gurbeti hâline gelmişti. Evet, bütün bir millet topyekûn bir hâlde iç içe gurbet yaşıyordu. Şu an itibarıyla bir realite olarak yaşanan bütün bu gurbetleri görmezlikten gelemeyiz.

Kalb Ayağıyla Yürüyen İlim Ehli

Daha önce değişik vesilelerle üzerinde durduğumuz bu mevzua şu hususa dikkat çekmek için girdim: Eğer ilimle meşgul olan insanlar bir tezkiye-i nefis, terbiye-i ruh ve tasfiye-i kalb ameliyesinden geçmezlerse ilmin gayesi, özü ve ruhunu kavrayamaz, ilimden beklenen neticeyi elde edemezler. Aksine onlar, malûmatları arttıkça kendilerini ifade edip anlatmaya çalışır; seslerinde, sözlerinde, vurgularında, hatta haykırma ve höykürmelerinde hep kendilerini dinletmeyi düşünür, işin içine heva u heveslerini katarak, kendilerini pazarlama niyet ve mülâhazasıyla kendi hesapları peşinde koşarlar.

Bizim toplumumuzda bu asırlık problemler var olduğu gibi, genel itibarıyla İslâm dünyasında da aynı problemler yaşandı. Düşünün ki, son dönemlerde neş’et etmiş çok kıymetli bir âlim olan Said Havva, birçok değerli eserin telifinden sonra İslâm’ın ruhî hayatına dair bir eser kaleme aldı. Esasında o, yazdığı bu eserinde tasavvuf ve sofiliği anlattı. Ancak değişik endişelerle bu eserin ismine tasavvuf veya benzer bir isim vermedi/veremedi. Çünkü ihtimal, böyle bir isim kullanırsa bazılarının gazabına uğrayacağını düşündü. Bu ve benzeri misallerden hareketle, rahatlıkla diyebiliriz ki, bütün İslâm dünyasında da aynı sıkıntı ve problemler mevcuttur. Bu ise meselelere bir mânâda Zâhirî ve Haricîler gibi bakmayı netice vermektedir. Böyle olunca da meseleleri mahrutî bir bakışla görememe ve bütüncül bir nazarla mütalâa edememe gibi bir boşluk ortaya çıkmaktadır. Herkes çalıştığı alanı her şeye yeter görünce, meselelerin diğer yanlarını, başka ayaklarını, farklı açılarını ihmal ediyor. Dolayısıyla ekmeliyet ve etemmiyetle bize emanet edilmiş İslâm dini ekmeliyet ve etemmiyetten mahrum hâle getiriliyor. Hâlbuki Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem): اَلْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِينًا “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin hakkınızda hoşnutluğumu İslâm’a bağladım.”7 buyurmak suretiyle rızasını ekmeliyet ve etemmiyete bağladığını ifade buyuruyor.

Biz ise, asırlardan beri, bir taraftan, pozitif veya tecrübî ilimlere sırtımızı dönmüşüz, diğer taraftan da kalbî ve ruhî hayata tavır almışız. Bu realiteyi kabul edip ona göre bir mualecede bulunmazsak, hiçbir zaman problemlerimizi çözemeyiz. Ayrıca ciddî bir konsantrasyonla Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edip asırların ihmaline uğrayan bu ağır vazifede bir an-ı seyyale olsun bizi nefsimizle baş başa bırakmaması, inayet-i hassasıyla iradelerimizi teyid buyurması için yalvarıp yakarmalıyız. Çünkü bu yük, hakikaten çok ağır bir yüktür. İçinde bulunduğumuz grup veya topluluğu esas alarak bu mevzuda herhangi bir iddiada bulunmak küstahlık olur. Aksine biz, mevcut şartlar itibarıyla, bu mevzuda ortaya konulan bütün hizmetleri alkışlamalı, takdir etmeli; insanların şevklerini kamçılamalı, bunca zamandır fevt edilen bu azim meseleyi çözme adına yeniden vira bismillâh deyip omuz omuza, asırlardır eda edilmeyen o işin kazasını hep birlikte yapmaya çalışmalıyız. Bunu yaparken de hiçbir alanı ihmal etmemeli, tezkiye-i nefis, terbiye-i ruh ve tasfiye-i kalb mekanizmasını sürekli işletmeli ve böylece izzet-i ilmiye deyip enaniyet ve gurura girebilecek ilim taliplilerini koruma altına almalıyız.

1 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/10, 93; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/130.

2 Buhârî, meğâzî 61; Müslim, zekât 143.

3 A’râf sûresi, 7/23.

4 Kasas sûresi, 28/16.

5 Enbiyâ sûresi, 21/87.

6 Bediüzzaman, Sözler s.392 (Yirmi Beşinci Söz, Mukaddime); İşâratü’l-İ’câz s.7; Mesnevî-i Nuriye s.213 (On Dördüncü Reşha, İkinci Katre).

7 Mâide sûresi, 5/3.

-+=
Scroll to Top