İnayet Çağrısı

Soru: Mü’mince bakış açısına göre, peygamberâne bir cehd ve gayret ortaya koymakla beraber, bu cehd ve gayreti, Allah’ın rızası ve hizmette muvaffakiyet için izafî gayret, nisbî çırpınış ve bir inayet çağrısından ibaret görmek gerektiği ifade ediliyor. İzafî gayret, nisbî çırpınış ve inayet çağrısı kayıtlarının ardındaki mülâhazaları lütfeder misiniz?

Cevap: İnsan, niyetiyle, cehd ü gayretiyle, plan ve projeleriyle yüksek bir mefkûreye dilbeste olmalı, yüce bir gaye-i hayal takip etmeli ve gerekirse bu mevzuda her şeyini feda etmeye âmâde bulunmalıdır. İsterseniz böyle bir yolda ortaya konulması gereken performansa, peygamberâne bir cehd de diyebilirsiniz. Zira gönüllerde kalıcı müessiriyetin yolu, hakikî mürşid olan enbiya-i izâmın muttasıf bulunduğu evsaf-ı âliyeye sahip olmaktan geçer. Onların sahip oldukları ismet, sıdk, emanet, sadakat, fetanet, tebliğ gibi sıfatlar, insanlık semasının yıldızları o zatların kalbî ve ruhî hayatlarının farklı buud ve derinlikleridir. Bu yüce sıfatların bütünü onların mânevî mahiyetlerini meydana getirir. Allah (celle celâluhu) bütün bu vasıflarla, onları etemmiyet ve ekmeliyete mazhar kılmıştır. Zira etemm ve ekmel olan bir din, öyle olmayan insanların eliyle yeryüzünde tesis edilemez. Mademki, Allah (celle celâluhu) اَلْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım.”152 fermanıyla anlattığı bu dini, tabir caizse, resûllerinin eliyle tesis buyurmuş; o hâlde, peygamber yolunun yolcuları da imanda, İslâmiyet’te, ihlâsta, aşk u şevkte bu etemmiyet ve ekmeliyetin talibi olmalıdır.

“Enaniyet Hesabına Hareket Edeceksem…”

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ruhunun ufkuna yürümeden önceki son gecesinde Hazreti Ebû Bekir’i imam tayin buyurmuştu.153 Hazreti Ebû Bekir’in böyle bir göreve tayin edilmesi önemli bir mazhariyet olduğu gibi, cemaatin o imamın imamlığını kabul etmesi de ayrı bir mazhariyettir. Evet, sahabe-i kiram engin havsalasıyla bu durumu kabullenmiş ve iktida edilmesi gereken o zata iktida etmişti. Bu esnada Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) mübarek sütresini sıyırıp, cemaatin o mübarek mukteda bihin arkasında huzur içinde ubûdiyetlerini ifa ettiklerini görmüş, vazifesini yapmış olmanın süruruyla tebessüm buyurmuş ve perdeyi indirmişti.154 O perde aynı zamanda dünyaya karşı da inmişti; fakat Kâinatın İftihar Tablosu ruhunun ufkuna yürürken mesrurdu. Çünkü iman davasını omuzlayacak o güzide topluluk, birlik ve beraberlik ruhu içerisinde Allah huzurunda el pençe divan durmuştu. Zaten İki Cihan Serveri’nin hayatının gayesi de buydu. Bundan dolayıdır ki, mübarek sütresini huzur ve itminan içerisinde indiriyordu. Aynı ulvî yaklaşımı, aynı duygu ve düşünceyi Resûl-i Ekrem Efendimiz’in cin taifesiyle görüşüp onlara dini tebliğ etmesi hâdisesinin akabinde de görüyoruz. Bir rivayette, Abdullah İbn Mesud Hazretleri, Allah Resûlü’nün, bu görüşmeden sonra, “ins ve cinnin iman edeceklerinin kendisine vaat edildiğini, insanların inandığını, şimdi de cinlerin iman ettiğini, böylece bu vaadin gerçekleştiğini, dolayısıyla vazifesinin bittiğini ve ölüm vaktinin yaklaştığını” iş’arda bulunduğunu nakleder. Evet, İki Cihan Serveri, dünyada bulunuyor olma gayesini, vazifesine bağlamıştı. Vazifesi biter bitmez de bu ten cenderesinden kurtulup bir an önce Hakikî Dost’a kavuşma arzusundaydı.155

Aslında böyle bir düşünce, Kur’ân’a dilbeste olmuş ve insanlık çapında yeniden bir “ba’sü ba’de’l-mevt”i gerçekleştirmeye çalışan her bir ferdin mefkûresi olmalıdır. Evet, bir diriliş kahramanı, hayatını bu yüce mefkûreyi ikameye bağlamalıdır. Hatta yeri geldiğinde; “Allah’ım, bugüne kadar vifak ve ittifaka vesile kıldığın ve hak yolunda istihdam buyurduğun bu ‘bende’n, eğer bugünden sonra, enaniyet hesabına hareket edecek, benliğini işin içine katarak ihtilâf ve iftirak çıkmasına sebebiyet verecekse, ne olur, onu, nezd-i ulûhiyetine al; al da onu baş aşağı yuvarlanıp gitmekten ve mahv u perişan olmaktan kurtar!” demesini bilmelidir. İnsan bu konuda hep yiğitçe davranmalı ve her gece yatağa girdiğinde, “Eğer dinim adına bir şey ifade ediyorsam dünyada kalmamın bir mânâsı vardır. Dinim adına bir şey ifade etmiyorsam burada kalmanın da bir anlamı yoktur.” mülâhazalarıyla başını yastığa koymalıdır.

İnsan bütün bu mülâhazalarla peygamberâne bir azim ve cehd içinde olmalı, bu konuda himmetini âli tutmalı ve onların sahip oldukları sıfatlara talip bulunmalıdır. Demelidir ki: “Allah’ım, Sen istidatları daha da inkişaf ettirebilirsin. Senin ‘kader’inin yanında ‘kaza’n ‘kaza’nın yanında da ‘atâ’n vardır. Kaza buyuracağın şeyleri atânla değiştirebilirsin. Bize nâmütenâhî istidatlar bahşeyle! İstidatlarımıza yeni yeni inkişaflar lütfeyle! Bizi her şeyi daha doğru okumaya, daha doğru değerlendirmeye muvaffak eyle!”

Kendisine peygamberlik payesi verilmeyen hiçbir insan, elbette ki enbiyanın ufkunu yakalayamaz. Çünkü onlar insanlığı irşad için, hususî bir donanımla gönderilmişlerdir. Hatta insanın, İmam Âzam Ebû Hanife, İmam Malik, İmam Şafiî, İmam Ahmed İbn Hanbel, İmam Evzaî, İmam Sevrî gibi insanların ufkunu bile yakalaması çok zordur. Hususiyle dört mezhep imamı, kutuplardan bile daha büyük bir ufkun insanıdır. Çünkü onlar ortaya koydukları kitaplar ve yetiştirdikleri talebelerle hayatî ve çok önemli bir ihya hareketini gerçekleştirmenin yanı başında, o ihya duygu ve düşüncesinin istikamet içinde devamı adına da çok önemli vazife görmüşlerdir.

Yeter ki Kendimizi Sıfırlayabilelim!

Evet, peygamberlerin ihraz ettikleri konumun zılliyet planındaki seviyesi bile bizim boyumuzu aşkındır. Fakat insan bütün bunlara rağmen Cenâb-ı Hak’la münasebet ve O’nun dinine hizmet noktasında himmetini hep âli tutmalı ve her zaman çok yüksek hedeflere talip olmalıdır. Bir taraftan Allah’tan bu yüce evsafı dilerken, diğer taraftan alabildiğine safvet, samimiyet ve vefa içinde meseleye sahip çıkmalıdır.

İşte başta peygamberler ve onları takip eden âbide şahsiyetlerin akabinde, onlardan sonra gelen insanlar bu yolda ortaya koydukları cehd u gayrete, izafî ceht, izafî gayret, nisbî çırpınış veyahut inayet çağrısı diyebilir. Bir misalle bu durumu ifade edecek olursak, bizim bu mevzuda göstereceğimiz gayret, yüzme bilmediği hâlde kendisini denize atan ve yüzebilmek için çırpınıp duran bir kimsenin hâline benzer. Nasıl ki, denize düşmüş ve orada çırpınıp duran böyle bir insana şahit olanlar, “Bu adam yüzme bilmiyor, onu kurtaralım.” derler. Aynen bunun gibi, büyüklerin takip ettiği yolda ilerlemeye çalışan birinin, “Allah’ım bu yolda yürümek benim haddim değil ama ben kendimi bu işe verdim. Enbiya-yı izâma, evliya-i fihâma, ebrar-ı kirama baktım, hepsi bu deryada yüzüyorlar. Ben de her ne kadar yüzmeyi beceremesem de onların yolundan gitme arzu ve niyetindeyim.” deyip o deryaya atlaması bir inayet çağrısı olur. Allah (celle celâluhu) Kendisine teveccüh etmiş böyle bir kulun boğulmasına fırsat vermez ve elinden tutup onu oradan çıkarır. Daha sonra ona yeni yeni ufuklar açar. Zerreyi Güneş, damlayı derya, hiç ender hiçi de her şey yapar onun için. Yeter ki biz bu anlayışla kendimizi sıfırlayabilelim. Yeter ki biz, varlık iddiasından, benlik davasından sıyrılabilelim. Bildiğiniz gibi sıfırın hiç değeri yoktur fakat bakarsınız yanına bir rakam konur ve birdenbire, onun değeri on kat artar.

Bu açıdan insan bir taraftan ölesiye bir cehd göstermeli, ölesiye çırpınmalı ama diğer yandan da her zaman haddini bilmeli, konumunun farkında olmalı, temkin ve teyakkuz içinde bulunmalıdır. Kendi üzerinde görünen güzelliklere asla sahip çıkmamalı, hatta mazhar dahi olmadığını, olsa olsa bir memerr olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü bizim üzerimizde görülen güzellikler bizim zatımızın lâzım-ı gayr-i mufarıkı değildir. Suyun üzerinde Güneş’in aksini alan kabarcıklar gibi bu güzellikler de bizim üzerimizde bazen görünüyor, bazen de görünmüyor. Öyleyse bütün bu güzellikler, O Güzeller Güzeli’ne mahsustur. Evet, bu güzellikler bize ait değil ve bizden kaynaklanmıyor. İşte kendisine bu mülâhazalarla bakan bir insan, iş ve gayretlerine bereket kazandırır, لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ “Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım.”156 âyetinin kahramanı hâline gelir; gelir de Allah (celle celâluhu) onun üzerindeki nimetlerini artırdıkça artırır.

152 Mâide sûresi, 5/3.

153 Bkz. Buhârî, ezan 51; Müslim, salât 90-97.

154 Bkz. Buhârî, ezan 94, amel fi’s-salât 6, meğâzî 83; Müslim, salât 98.

155 Bkz.: Buhârî, fezâilü’s-sahâbe 5, meğâzî 83-84; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 85, selâm 46.

156 İbrahim sûresi, 14/7.

-+=
Scroll to Top