İnsanı Hakikate Ulaştıran
Nurdan Helezon: Tefekkür
Soru: Mesleğimizin çok önemli bir esası olan tefekkür ameliyesinin istenen seviyede gerçekleştirilebilmesi hangi esaslara bağlıdır?
Cevap: Tefekkür, insanın kendi iç dünyası hakkında kendini düşünmeye zorlaması, eşya ve hâdiseleri sürekli hallaç etmesi ve bütün bunları tekrar ber tekrar mütalâaya alarak engin ve derin düşüncelere açılması demektir. Aslı itibarıyla Arapça bir kelime olan tefekkür, “tefe’ul” babından gelir. Bu babın özelliği ise, tekellüftür. Yani insanın bir işi gerçekleştirmek için ciddi bir gayret ortaya koyup kendini zorlaması, bu istikamette iradesinin hakkını vermesidir. Dolayısıyla rahatlıkla diyebiliriz ki tefekkür kelimesi, türediği kip itibarıyla, basit bir düşünce ameliyesinden ziyade, sistemli, derin ve süreklilik arz eden bir düşünme faaliyetini ifade etmektedir.
Kur’ân Aktif Aklı Nazara Veriyor
Mesleğimizin önemli bir esası olan tefekkür aynı zamanda Müslümanlığın da temel disiplinlerinden birisidir. Zira Kur’ân-ı Kerim pek çok âyet-i kerimede semalardan, yağmurun yağışından, bitkilerden, bulutlardan, rüzgârdan, yıldızlardan, atmosferden, canlıların yaratılışından, insanların rızıklarından… kısaca âfâk ve enfüse (dış ve iç âlemler) dair nice delillerden bahsettikten sonra meseleyi hep tefekküre bağlamıştır. Mesela Cenab-ı Hak, yer ve göklerin yaratılışını, gece ve gündüz sürelerinin değişmesini, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin yüzdürülmesini, semadan indirilen yağmurla ölmüş yeryüzünün diriltilmesini ve orada pek çok canlı yaratılmasını, rüzgârların hareketini, yeryüzü ve sema arasında emre âmâde duran bulutları zikrettikten sonra لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ buyurmak suretiyle, bütün bunlarda tefekkür eden insanlar için Allah’ın (celle celâluhu) varlık ve birliğine âyetler bulunduğunu zikretmiştir.146
Kur’ân-ı Kerim’de buna benzer çok sayıda âyet bulunmaktadır. Bu âyetlerin bazısı meseleyi akla, bazısı fikre, bazısı ise ilme bağlıyor. Bunların arasında nüans bulunsa da temelde hepsinin aynı noktaya işaret ettiği görülecektir ki bu da Allah’ın (celle celâluhu) âfâk ve enfüste yaratmış olduğu deliller üzerinde insanın düşünmesi, aklını kullanması ve tefekküre dalmasıdır.
Pek çok âyet-i kerimenin sonunun, لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ şeklinde hitama ermesi bize şu hususu da hatırlatmaktadır: Kur’ân-ı Kerim tefekkürü geniş zamana delâlet eden bir kiple ifade ederek nazarlarımızı sürekli aktif akla çevirmektedir. Evet, Kur’ân-ı Kerim, bir tek defa bile pasif akıldan bahsetmediği gibi, sadece maziye yönelik bir aklî ameliyeden de bahsetmez. Bilakis Kur’ân-ı Kerim, geniş zamanda sürdürülecek bir tefekkürden bahsetmek suretiyle, geçmişin yanında bugünün ve yarınların da tefekkür edilmesini ister. Dolayısıyla insan, geçmişle aklî ve mantıkî irtibatlar kurmanın yanında, yaşadığı çağı ve gelecek zamanı da tefekkür imbiklerinden geçirmeli ve her adımını makuliyet zemininde atmalıdır. Ayrıca söz konusu âyet-i kerimelerin aktif akla işaret etmesi, tefekkürdeki sürekliliği vurgulaması açısından da çok önemlidir.
Burada istidradî olarak bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Kur’ân’da yer alan bu tür âyet-i kerimelere meal verirken, genellikle “akletme” kelimesinin kullanıldığını görüyoruz. Fakat bu kelime, يَعْقِلُونَ lafzının mânâsını tam olarak ifade etmemektedir. Her ne kadar alternatif başka bir tabir bulunamadığından dolayı bu kelime ile iktifa edilse de bunun zayıf bir karşılık olduğunu da belirtmek gerekir. Belki bunun yerine, “aklı yürüterek eşya ve hâdiseleri okuma”, “tefekkür yoluyla akıldan hâsıl olabilecek ürünlere ulaşma”, “aklı değerlendirmek suretiyle varlığı sağma” vs. denilebilir.
İnsan Ancak Tefekkürle Kendini Keşfeder
Allah (celle celâluhu) pek çok yerde dikkatleri aklı kullanmaya ve tefekkür etmeye çektiğine göre, mü’minlerin de gerek âfâkî gerekse enfüsî tefekkürde derinleşmeleri gerekmektedir.
Enfüsî tefekkür mevzuu olarak insanı, –Alexis Carrel’in de İnsan Denen Meçhul isimli kitabında tahlil ettiği üzere– sadece fizyolojisi ve anatomisi itibarıyla ele alacak olsanız bile o, hakikaten saygı duyulması gerekli olan bir âbide şeklinde karşınıza çıkacaktır. Evet, insan iç-dış yapısıyla o kadar mükemmeldir ki, muhalfarz eğer Allah’tan (celle celâluhu) başka birisine secde etmek caiz olsaydı, insana secde edilirdi. Fakat Allah (celle celâluhu) kendisinden başka hiç kimseye secde edilmesine müsaade etmemiştir. Meleklerin Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm) secdeleri ise emre itaatteki inceliğin anlaşılması adına bir imtihan ve iptilanın gereğidir.
Bununla birlikte Allah’a (celle celâluhu) yapılan secdede Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm) bir mihrap olması, böyle bir konum, faikiyet (üstünlük) ve hususiyeti ihraz eden başka bir varlık olmadığını göstermektedir. Zira Hazreti Âdem, bir yönüyle madde ve mânânın, fizikî ve ruhanî âlemlerin birleşik noktası gibidir. Farklı bir ifadeyle o, Cenab-ı Hakk’ın bütün esma-i hüsnasının cami bir aynasıdır. İşte böylesine mükemmel bir varlık olan insanı, maddî ve mânevî buutlarıyla okumaya başladığınızda, derin derin tefekküre dalmamanız mümkün değildir. Evet, insanı ister el, ayak, göz, kulak, burun, dil, dudak gibi maddî yanıyla ele alın, isterseniz mahiyet-i nefsü’l-emriyesi (hakiki mahiyeti) itibarıyla ele alın, doğru okunabildiği takdirde o, insanı derin derin düşünceye sevk edecek mükemmel bir kitap gibidir.
Hususiyle nefsi, kalbi, duyguları, şuurunun şuurunda olması, iradesini yönlendirmesi itibarıyla insana bakıldığında, onun hiçbir boşluğa rastlanmayacak nasıl muhteşem bir mekanizmaya sahip olduğu görülecektir. İnsan, böyle bir sistemin dümeninde bulunması, onu işletmesi ve onun merkez noktasına tahtını kurması itibarıyla onun en yakınında durduğundan dolayı, onu en iyi anlayan da kendisidir. Eğer insan enfüse açılabilir, onun maddî ve mânevî yanı üzerinde düşüncelerini derinleştirebilirse, tıpkı yeryüzünde başarılar elde ettikten sonra uzaya açılan insanlar gibi, âfâka da açılabilir. Farklı bir ifadeyle, enfüs üzerinde iç âlemlerde gerçekleştirdiği sistemli bir tefekkürle, Allah’ın (celle celâluhu) abes bir şeyi yaratmadığının farkına varan bir insan, nazarlarını dış âlemlere tevcih ettiğinde de, tıpkı çiçeklere konan bir arı gibi farklı bal özleriyle geriye dönecektir.
Sohbet Mekânları Tefekkür Meclisleri Olmalı
Evet, bize düşen vazife, âfâkî ve enfüsî olmak üzere her iki tefekkür kanadını da çok iyi değerlendirerek oturup kalktığı meclisleri derinlemesine Allah’ın teşriî ve tekvinî âyetleri üzerinde durulan ve kalbin zümrüt tepelerinde dolaşılan yerler hâline getirmektir. Bu yapılmadığı takdirde meclisler laubaliliklerden kurtulamayacaktır. Laubaliliğin hüküm sürdüğü yerlerde ise insanlar sürekli –bağışlayın– dudu nineler gibi falanı filanı eleştirmekten, başkalarının kabahatleriyle meşgul olmaktan ve onun bunun gıybetini yapmaktan kurtulamazlar. Bu tür dedikodularla meşguliyet ise hem zamanı, hem mekânı hem de atmosferi kirletir. Böyle kirli bir atmosferde ise tefekkür çimlenmesi gerçekleşmez. Esasen nefis ve hevasının akıntılarına kendisini kaptıran bir insan, varlığı doğru okuyup doğru yorumlamasını sağlayacak tefekkür mekanizmasının eline kement vurmuş ve onu felç etmiş demektir.
Söz buraya gelmişken, Medet Efendi’den bahsetmek istiyorum. Kendisi, İkinci Abdülhamit’in yaveri bir binbaşı imiş. Bir zaman kendisiyle aynı yerde bulunmuştuk. O zaman ben on iki-on üç yaşlarında idim. O da yetmiş beş yaşında idi. İbadet ü taatında çok hassas, sakallı, nuranî bir zat idi. Ayrıca tam bir Osmanlı beyefendisiydi. 1908 yılında Sultan Abdülhamit (cennetmekân) hal’ edilince, ittihatçılar başkaları gibi onu da tımarhaneye atmışlar. Delilerin içinde kala kala kendisi de bir nebze aklî dengesini yitirmişti. Zaten mecnunlarla aynı mekânı paylaşmak zorunda kalan biri onlarla aynı çizgiyi paylaşmaz ve onlara uyum sağlamazsa, problem hâline gelir ve oradaki deliler tarafından “deli” ilan edilir. İşte, bir süre delilerin içinde kalan Medet Efendi, zaman zaman onların hâl ve tavırlarını naklederdi. Onlardan kimi eline bir ayna alıp Erzurum’u sel bastığından bahsedermiş, bir başkası soba deliğinde hazine yer aldığını anlatırmış, bir başkası da gazetede çıkan yazılara küfreder dururmuş.
Delilere dair Medet Efendi’nin naklettiklerinden bu hâdiseden şu noktaya gelmek istiyorum: Şayet biz de oturup kalktığımız yerleri nuranî birer meclis hâline getirmezsek dünyevî-uhrevî faydası olmayan mevzuları konuşur durur ve sürekli gevezelikle zamanımızı heba ederiz. Tıpkı tımarhanedeki insanlar gibi, birisi kalkar gereksiz bir söz eder, öbürü başka bir boş mevzuu dillendirir, başka birisi de kalkar bir başkasına verir veriştirir. Bunun sonucunda meclislerimizi verimsiz, bereketsiz çorak bir arazi hâline getirmiş, isyan deryasına yelken açmış ve –halk ifadesiyle söyleyecek olursak– eften püften meselelerle vaktimizi israf etmiş oluruz. Meclislerimizi iman meclisi hâline getirme dururken niye onu ruhtan, mânâdan yoksun bir kabristana çevirelim ki! İtaat vadilerinde dolaşma varken niye geriye dönüşü zor bir isyan deryasına açılalım ki! Niye meclislerimizde fırsatları değerlendirip değişik menfezler bularak oradan Kur’ân’ın değişik enginliklerine açılmayalım ki!
İşte meclislerimizi bereketli kılmanın yolu sözlerin hep Allah (celle celâluhu) ve Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) düşüneceğimiz tefekkür zeminine çekilmesi, muhavere ve müzakerelerin hep sohbet-i cânana getirilmesidir. Gevezeliğe dalmak isteyen olursa, usûlünce ona da müdahale edilmeli ve “Kardeşim! Allah adına, Efendimiz adına söyleyeceğin bir söz varsa söyle, dinleyelim; yoksa bir kitap getir, onu okuyalım.” demeli ve yürekleri hoplatacak, gözleri yaşartacak ve bize yeniden insanlığımızı hatırlatacak bir konu müzakere edilmelidir. Mesela orada bulunanların birisinden Kur’ân okumasını ister, şayet okunan âyetleri izah edecek birisi varsa ondan da okunan kısmın tefsirini yapmasını rica eder ve böylece içimize inşirah salmış oluruz. Tefsir yapabilecek selâhiyette birisi yoksa getireceğimiz bir meal ve tefsirle okunan âyetleri anlamaya çalışırız. Zira anladıkça, tefekkür ettikçe, seviyesizlikten, düşüncede sığlıktan kurtulacak ve engince mülâhazalara açılacağız.
Hasılı, tefekkür dinamiği sayesinde aczimizi, fakrımızı ve şükre ihtiyacımızı daha derinden anlayacak, mahlûkatı daha engin bir şefkatle kucaklayacak ve Allah’ın (celle celâluhu) izniyle şevk içinde hizmetimize devam edeceğiz.