İNSANIN YANINDA YER ALMAK
Soru: İnsan hakları ihlallerini sorgulamak ve mağdurları korumak üzere gerçekleştirilen organize faaliyetler hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Günümüzde, insana ve insanî değerlere hizmet için birçok organizasyonların gerçekleştirildiği ve bu cümleden olarak vakıfların kurulduğu hepimizin bilgisi dahilinde olan şeylerdendir.. ve bunlar pek çoğu itibarıyla kuruluş gayeleri çizgisinde hizmet vermektedirler. Bir de dünya çapında insanlık hesabına kurulmuş gibi görünen kurum ve kuruluşlar var. Bunların gerek tüzüklerine, gerekse faaliyetlerine baktığımızda, hiç de kuruluş gayelerine uygun hizmetler vermedikleri görülecektir. Mehmet Âkif’in “Âcize hak yok.” dediği türden buralarda ancak güçlülerin hakkı korunmaktadır. Yine Sadi’nin “Ne yapayım, karınca gibi ayaklar altındayım; Arı değilim ki, başlar üstünde uçayım.” yaklaşımıyla, ayaklar altında ezilen âcizler güruhu karıncaları, başlar üzerinde “vız vız” edenler ise bu devleri temsil ediyor.
Türkiye ve dünyada kuvvete yenik düşen, haksızlığa terk edilen binlerce insan vardır. Meselâ; ömrü boyunca çalışıp başarılı olmuş, takdir üzerine takdir toplamış, semeresini alacağı zaman da alaşağı edilmiş nice insanlar biliyoruz. Fakat hakkın rağmına kuvvete yenik düşmüş bu insanların haklarının savunulması sırasında, bu gayeye yönelik kurulmuş vakıfları görmekte zorlanıyoruz. Zira baştan bu tür insanlara “Siz şikâyetlerinizi bize getiremezsiniz, sizin haklarınız burada savunulmaz.” denilip, haksızlığa terk edilmişlerdir.
Cemil Meriç merhum, “Avrupa’da bir dönem haksızlıklar yaşanırken, Osmanlılar, ‘insan hakları’ diye bir kavram düşünmemişlerdi. Çünkü onlar bu hakikati yaşıyorlardı. Dünyanın dört bir yanında en küçük bir haksızlığın işlenmesine, hakkın-hukukun çiğnenmesine izin verilmeyecek şekilde, Devlet-i Âliye mekanize birlikleriyle hemen oraya yetişirdi.” demişti. Zannediyorum bundan dolayı da Avrupa’da çoğu zaman Osmanlı idaresi tercih edilmiştir. Fransız ihtilalinde bile, Fransızlar gelip Osmanlı’ya dehalet etmişlerdir. Osmanlı ölümle karşı karşıya kaldığı dönemlerde bile, kendisine sığınanları korumayı ihmal etmemişti. Osmanlı bugünün dünya jandarmalığına soyunanların yaptığı gibi, çifte standartlara hiç girmemiş ve her hâlükârda haklının yanında yer almıştı.. evet, bu duygu, bu düşünce âdeta milletimizin ruhuna işlemişti.
Bugün itibarıyla inanmış gönüllerin bir araya gelip kurmuş oldukları vakıflarda ise, temel felsefe itibarıyla bizim mânâ köklerimize bağlı ve çok farklıdır. İnsan hak ve hukukunun sonuna kadar müdafaa edildiği bu felsefe, geçmişi gibi istikbal vaad etmektedir. Nitekim bu felsefe uğruna her şey feda edilebilmekte ama düşünceye saygılı kalınmaktadır.
Şahsen ben bu seviyeye gelebilmeyi, onları oluşturan insanların düşünce ve inanç yapılarına bağlıyorum. Meselâ bu yapıyı oluşturanlar, kendilerine “Sevdiğiniz mallarınızdan Allah yolunda harcamadıkça ‘fazilet’ mertebesine ulaşamazsınız. Bununla beraber her ne infak ederseniz, Allah mutlaka onu bilir.”1 mealindeki âyet hatırlatıldığında, neleri varsa ortaya dökecek kadar diğergâm ve hasbî insanlardır. Bunlar yaşamaktan çok, yaşatma zevkiyle doludurlar. Onlar, “Gözümle görüp, netice ve semeresini almadığım bir şeye yatırım yapmam.” felsefesiyle değil; bir yönüyle aysberg gibi, bir yüce davada görüneninden daha büyük görünmeyeni olan bir mefkûreye hizmet etmektedirler. Ve şimdiye kadar da bu inanmış gönüllerden; yaptıkları şeyin yerine ulaştırıldığından emin olmalarından dolayı, “Ne oluyor ki!” diyen çıkmamıştır. Diğer mü’minlerin de infak sevdalısı ve Allah korkusuyla dolu kimseler olduklarına inandıkları için, başkalarının itham ve iftiralarına hiç mi hiç aldırmamışlardır. Her hâlde Hakk’a adanmışların oluşturduğu şahs-ı mânevî ile cemiyet arasındaki fark da bu olsa gerek.
Keşke her şeye rağmen hak ve hakikat düşüncesinin galip gelmesi milletin her ferdinin, her müessesenin ve her vakfın en birinci derdi olsaydı!
1 Âl-i İmrân sûresi, 3/92.