İNSANLIĞIN İFTİHAR TABLOSU
Soru: İnsanlığın İftihar Tablosu, “O, kendi olarak doğdu, kendi olarak yaşadı ve kendi olarak dünyadan göçtü.” buyuruyorsunuz. Bu ne demektir?
Yıllar önce söylediğim bu cümledeki mülâhazalarımı şimdi bütün netliği ile tekrar hatırlamam çok zor. Ama yine de ruh hâletimin müsaade ettiği ölçüde hiçbir tasnife tâbi tutmadan, aklıma geldiği şekliyle buna açıklık getirmeye çalışayım.
Necip Fazıl, O’nu ifade için “O ki, o yüzden varız.” derdi. Bu yaklaşım, hadis kriterleri açısından tenkit edilse de, mânâsı doğru olan “Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım.” hadis-i kudsîsinden mülhemdir. Evet, Allah, kâinatı O’nun için yaratmıştır. Kâinat, Allah’ı anlatan bir kitapsa -ki, öyledir- bu kitabın tercümanı Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). O olmasaydı, kâinat kitabı okunamayan, anlaşılamayan bir sır olarak kalacaktı. Dolayısıyla onun içinde yaşayacak ama, onunla Allah’ı tanıyamayacak ve O’na ulaşamayacaktık. Oysaki Allah, Kur’ân-ı Kerim’de beyan ettiği üzere, varlığı, Kendisine ibadet etsinler, İbn Abbas’ın tefsirine göre de, Kendisini tanısınlar diye yaratmıştır. Bu itibarla denebilir ki, Hz. Muhammed olmasaydı, varlık bilinmeyecek ve dolayısıyla Allah da tanınmayacaktı. Öyle ise O’na varlığın ille-i gaiyesi, yani, yaratılış sebebi denebilir.
O’nu, kendinden önce gelen her peygamber, misyonu ölçüsünde ve çerçevesinde anlatmış ve haber vermiştir. Meselâ, Endülüslü büyük âlim Kadı Iyaz’ın Şifa-i Şerif’inde geçtiği üzere, Hz. Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâb-ı Allah’a O’nu şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir. Cenâb-ı Allah’ın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Ben, Cennet’in kapısında لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ yazısını gördüm. İsmi, Senin İsm-i Şerifi’nin yanında anılan biri, Senin yanında en kıymetli olmalıdır.” şeklinde cevap vermiştir. En son Hz. İsa da O’ndan çok bahsetmiş, İncillerin eldeki nüshalarında “Size daha çok söyleyeceklerim var; fakat şimdi siz bunları kaldıramazsınız. Ben gideyim, ta ki, dünyanın Efendisi, gerçeğin ruhu, hakkı bâtıldan ayıran Zât gelsin ve size bütün hakikatleri anlatsın.” demiştir.
Hz. İsa, O’nu Ahmed olarak haber vermiştir. İlâhî bir tevafuktur ki, dedesi Abdülmuttalip, “Gökte ve yerdekiler O’nu övsün” diyerek, O’na Muhammed ismini koymuştur. İmam Rabbanî gibi büyük zatlar, önemle hakikat-i Ahmediye ve hakikat-i Muhammediye üzerinde dururlar. O, yeryüzüne gelmeden önce “Hakikat-i Ahmediye”nin sahibiydi. Dolayısıyla Hz. İsa, O’nu Ahmed ismiyle müjdelemiştir. Dünyadaki misyonu itibarıyla da O “Hakikat-i Muhammediye”yi temsil etmiştir. Nebiler Serveri bu temsil sonunda Hakikat-i Ahmediye’ye bilfiil ulaşarak veya Hakikat-i Ahmediye’yi bilfiil gerçekleştirerek, yine “Hz. Ahmed” unvanıyla işaret buyrulan varlığın ruhu olma âlemine dönmüştür.
O’nun dünyaya gelişi de değişik olmuştur. Bir kere O dünyaya gelmeden önce ve geldiği esnada, siyer kitaplarında anlatıldığı üzere, pek çok harikulâdelikler meydana gelmiştir. İran’daki Sava gölü yere geçmiş, ateşgedelerin bin yıldır yanan ateşleri sönmüş, Kâbe’deki putlar yüzüstü devrilmiş ve İran Sâsâni hükümdarının sarayının şerefelerinden on dört tanesi yıkılmıştır.
O, çocukluğunu da, doğumundan itibaren yine hep kendi olarak yaşamıştır. Misyonuna paralel olarak hususî koruma altında bulunmuş. Meselâ, gençliğinde Kâbe’nin tamiri esnasında taş taşırken, taşlar omzunu incitmesin diye, amcası Hz. Abbas’ın tavsiyesi üzerine, elbisesinin eteğini omzuna alınca, örtülmesi gereken avret yerinin baldır kısmından bir miktar açılmış ve derhal sırt üstü yere düşmüştür. Sonra kalkmış ve bir daha bu vaziyette hiç görülmemiştir.
Cahiliye Arapları, pek çok fecayi ve fezaiyi irtikap eden insanlardı. Merhametsiz ve gaddardılar. Hatta fakirlik korkusuyla ve bir de kendi anlayışlarına göre, kız çocuğu sahibi olma utancıyla (!) kız çocuklarını diri diri toprağa gömdükleri de olurdu. Ancak bunun yanında çok güzel hasletleri de vardı. Meselâ, cömertlik ve cesaret onlarda çok önemli hususlardı. Bütün cahiliye şiirlerinde bu iki temanın işlendiğini görürüz. Dile de çok hâkimdiler. Bundandır ki, meselâ Hz. Ömer, “Bir mecliste İbn Ebî Salt’tan bin beyit okuyabilirim.” derdi. İbn Abbas, Kur’ân’da geçen hemen her kelimenin mânâsı için cahiliye şiirinden bir mısra veya beyit okuyabilirdi. Sonra, yine onlar arasında emniyet çok mühimdi, öyle ki, kendilerine gelinlik bir kız emanet edilseydi el sürmezlerdi.
İşte bütün bunların hepsinde O, herkesi geçmiş ve ciddî bir fark atmıştı. O kadar ki, O’na herkes Muhammedü’l-Emin diyordu. Ve tabiî Allah’tan aldığı Kur’ân-ı Kerim de, söz ve belâgat açısından bütün sözleri geride bırakmış ve hepsinin önüne geçmişti. Öyle ki bütün edipler bir araya gelip el ele verselerdi, bir sûre, hatta bir âyete bile nazîre yapamayacaklardı. Evet, O, bu derecede bir üslûp, bir belâgat ve bir edebiyat mucizesiydi.
O, en çok eza ve cefaya maruz bırakıldığı bir zamanda miraçla şereflendirilmişti. Bu, kâinat içinden kâinat ötesine yolculukla, kendisine rehberlik eden Cibril’i bile bir noktadan sonra geride bırakmış, yoluna devam etmişti de, kendisine “Top senin, çevkan senin bu gece.” denmişti. Mahzen-i Esrâr sahibi Nizamî’nin engin ve renkli ifadeleri içinde, “Yıldızlar, yolunda kaldırım taşları gibi dizilmiş, melekler kendisine teşrifatçılık yapmış, yarım ay atının ayakları altında bir nal gibi kalmış, güneş O’nun ışık kaynağına sığınmıştı.” O, Kur’ân’da ifade buyrulan قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنٰى1 ’nın mânâsına göre, imkânla vücup arası bir noktaya gelmişti. Bu şu demekti: Bir kere O da, bir insandı ve yerdi, içerdi, uyurdu, sokaklarda dolaşırdı. Fakat Bûsîrî’nin ifadesiyle, “Bir beşerdi, ama herhangi bir beşer gibi değildi; taşlar arasında bir yakut gibiydi.” Bunu avâmî bir benzetmeyle şöyle izah edebiliriz:
Meselâ; Selimiye’nin önünden geçen herkes, kendince, bir şeyler hisseder: İyi ve zevk-i selim sahibi bir mimar, ondaki sanat karşısında zevkten zevke girer. Bir çoban da kendine göre onun karşısında bir şeyler hisseder. Bir diğer misal verecek olursak, meselâ; iyi gelişmiş damak zevki olanlar, yemekleri çok iyi ayırırlar ve onlar sıradan insanlardan farklıdırlar. Bunun gibi, O’nun her şeyi hissedişi bir başka idi. Dış görünümü ve yapısıyla bizim gibi bir beşer görünümündeydi ama bambaşka buudlarda yaşıyordu. Namaza durunca bazen, O’nun önünde Cennet temessül eder, O’na doğru adım attığı olurdu. Bazen de, bir başka şeyin temessülü karşısında geri çekilirdi. İşte, miraçla beşeriyetin en son sınırına varmıştı ki; ondan sonra sonsuzluk başlıyordu. Hiçbir şekilde Allah olunamayacağına göre, şüphesiz O Allah değildi ve olamazdı da. Bu yüzden, O’nun ulaştığı makama “imkânla-vücub” arası mânâsına قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنٰى dendi. O makamdaki, durumu itibarıyla kelâmcılar, hadisçiler başka türlü değerlendirmelerde bulunsalar da sûfîler, O’nun miraçta zaman, mekân hususiyet ve kayıtlarından müberra olarak Allah’ı gördüğünü söylerler.
İşte bu makamda iken bile O, yeryüzüne aramıza geri dönmek istemiş ve dönmüştü. Büyük velilerden Abdülkuddüs: “Eğer ben, o makama varıp, orada kalmak ile geriye dönmek arasında muhayyer bırakılsa idim, vallahi dönmez, orada kalırdım.” der. Ama O, geri gelmiş ve kendilerinden eza, cefa gördüğü insanların arasına inerek, onları da, bizi de, kaybettiğimiz cennete taşımıştı. Hiç olmazsa hepimizi o duyguya uyarmıştı. Mevlâna’nın ifadesiyle, bir ayağı hakikatte, diğer ayağı da 72 milletin arasında, ömrünün bakiyesini, halkın içinde Hak’la beraber sürdürmüştü.
O, son derece mütevazi idi. Yerde oturup yemek yediğini gören bir kadın, “Köleler gibi oturmuş, yemek yiyor!” deyince, ona: “Benden iyi köle mi olur? Ben, Allah’ın kölesiyim.” deyivermiş.
Her şeyden önce O bir kuldu. Hz. Cebrail’in (aleyhisselâm) yanında olduğu bir sırada açlıktan söz edilmişti. O’na, Allah’tan, kul peygamber mi, melik peygamber mi olmayı tercih ettiği sorulunca da O, kul peygamber olmayı tercih etmişti.
O, misyonuna başladığı gün ne kadar mütevazi ise, Mekke’yi fethedip de, şehre merkûbunun üzerinde girerken ondan kat kat daha mütevazi idi. Alnı, nerdeyse merkûbunun semerine değecekti.. evet, O, Allah karşısında kulluk şuuruyla o kadar iki büklümdü. Bir Batılı bunu ifade ederken, “Peygamberlik bestesini başladığı tonda, fakat çok daha tiz olarak bitirdi.” der.
Karşısına çıkan problemleri çok kolay hallederdi. Bundandır ki, Bernard Shaw, “Problemlerin üst üste yığıldığı çağımızda, bütün problemleri kahve içme rahatlığı içinde çözen Hz. Muhammed’e muhtacız.” itirafında bulunmuştu.
Kısaca O, kendi olarak doğdu ve kendi olarak yaşadı. Artık dünyada daha fazla yükselmesine imkân kalmayınca, yine kendi olarak bu dünyadan ayrıldı. Rahatsızlığı esnasında Hz. Âişe’den dua talebinde bulunurdu. Bu derece mütevazi idi. Son hastalığında da yine Hz. Âişe, O’nun elini avucunun içine almış, o ele tevessülle dua etmeyi düşünmüştü. O elini şiddetle çekmiş, bakışlarını yukarılara çevirmiş ve اَللّٰهُمَّ الرَّفِيقَ الْأَعْلٰى demişti. Evet, O, dünyadaki seyr-i ruhanîsini tamamlamıştı. Sözlerimizi Âkif’imizin ifadesiyle noktalayalım:
Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep;
1 Necm sûresi, 53/9.