İrşatta Üslup ve Sözün Tesiri

Soru: “Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker (İyiliği teşvik etme ve kötülüğe karşı uyarma)” vazifesi eda edilirken, yapma yolunda yıkımlara sebebiyet vermemek için dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Kur’ân-ı Hakîm’in beyanları içinde “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” vazifesi, en hayırlı ümmet olmanın ayırt edici bir vasfıdır. Âl-i İmrân sûresinin, كُـنْـتُمْ خَـيْـرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَـنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْـكَرِ “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, ma’rufu emreden, münkerden alıkoyan en hayırlı bir ümmetsiniz.”12 âyet-i kerimesi bu konuda bize hem bir müjde vermekte hem de o ulvî ve kudsî sorumluluğumuzu hatırlatmaktadır. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, inanan gönülleri muhatap alarak onlara diyor ki, sizler, sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlar için çıkarılmış bir ümmetsiniz. Sizler, insanlığa insanî değerleri öğretmekle mükellefsiniz. Esasında bu duyguya, sırf kendi iradenizle uyanmış da değilsiniz. Allah (celle celâluhu), sizin kalblerinizi insanlık için açmış, sizi sahneye sürmüş ve takdir ettiği senaryoyu oynamaya muhatap hâle getirmiştir.

İşte ümmet-i Muhammed, Allah’ın kendilerine yüklediği bu emanete sahip çıkmak ve bu mükellefiyeti taçlandırabilmek için, ma’rufu (iyi olan şeyleri) insanlığın dikkatine sunup onun tahşidatını yapmalı ve münkere (kötü olan şeylere) karşı da onları uyarmalı, kötülüklerin akıbetini hatırlatarak onları bunlardan vazgeçirmenin yollarını aramalıdır. Esasen ümmet-i Muhammed’in diğer ümmetlere faikiyeti de buna bağlıdır.

Ma’ruf ve Münker

Ma’ruf, dinin emrettiği, akl-ı selimin severek kabul ettiği, hiss-i selimin hoş gördüğü ve vicdanın da kapılarını açıp “buyur” ettiği şeydir. Âyet-i kerimede öncelikle “ma’rufu emretme”nin nazara verilmesi önemlidir. Buna göre, en başta inanan bir insan, söylediği sözün ma’ruf olmasına dikkat etmeli; kötülük ve çirkinlikleri dillendirmekten daha ziyade iyilik ve güzellikleri öne çıkarmalı; bu işi yaparken de üslubunu çok iyi ayarlamalı, ma’rufu kime, ne şekilde ve hangi üslupla sunacağını önceden çok iyi belirlemelidir.

Münker ise, dinin yasakladığı, akl-ı selimin zararlı kabul ettiği, hiss-i selimin nahoş gördüğü ve vicdanın da kapılarını kapatıp reddettiği şeydir. İşte mü’min, iyiliği teşvik etmekle beraber “münkeri de nehyetmek” suretiyle, insanların bir yanlışlığın mahkûmu olmalarına, akıntıya kapılıp bir meçhule sürüklenmelerine ve derin bir suda boğulmalarına mâni olmaya çalışmalıdır. Zulmün çirkin yüzünü göstererek zalimi zulmünden, fısk u fücurun iğrenç yüzünü göstererek fâsıkı fıskından ve küfrün korkunç yüzünü göstermek suretiyle de kâfiri küfründen alıkoymaya çalışmalıdır. Tabi sadece sözleriyle değil, en başta hâl ve tavırlarının diliyle, bohemlik, kötülük ve çirkinliğe karşı muhataplarının gönlünde tiksinti uyarmalı ve onları bu gibi hata ve günahlardan uzak tutmaya çalışmalıdır.

Bâtılı Tasvirden Kaçınmalı

Ancak münkerin çirkin yüzünü göstermeye çalışırken onun güçlü, kuvvetli veya süslü gösterilmemesi gerekir. Yoksa hiç farkına varılmaksızın muhatapların zihninde münkere karşı bir temayül ve alâka uyandırılmış olabilir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu konudaki uyarısını, “Bâtılı tasvir, safi zihinleri idlâl eder (bozar, karıştırır).”13 sözüyle dile getirir. Evet, bazen insan, hak ve hakikati anlatacağım diye olumsuz şeyleri öyle resmeder ki, muhataplarda ona karşı bir merak veya imrenme duygusu uyarır. Bu yanlışlık, sadece söz ve konuşmayla da yapılmaz. Bir yerde vaaz u nasihatte bulunan veya konferans veren bir insan söylediği sözlerle safi zihinleri bulandırabileceği gibi, film veya dizi çeken birisi de ekrana taşıdığı görüntülerle aynı hataya düşebilir. Onlar, her ne kadar bâtılın, kamu vicdanında çirkin görünmesini hedeflemiş olsalar da hiç farkına varmadan iradesi zayıf kimselerde günahlara karşı imrenme duygusunu tetiklemiş olabilirler. Böylece, doğruyu ifade etmek ve doğru etrafında surlar oluşturmak maksadıyla yola çıkan insanlar, bilmeden başkalarını yanlış bir yola sürükleyebilirler.

Ümit Kırıcı Olmamalı

Aynı şekilde olumsuz şeyleri, kötülük ve çirkinlikleri, moral bozacak, kuvve-i mâneviyeyi kıracak şekilde tasvir etmeye kalktığınızda da münkerden nehiy emrine aykırı hareket etmiş olursunuz.

Mesela yeri gelir, muzdarip bir ruh hâliyle, “Günümüzde insanlık gözyaşına mahrum gidiyor. Hiçbir devirde günümüzde olduğu kadar kuraklık yaşanmamıştır. Âlem-i İslâm cayır cayır yanıyor. Onun izzeti, onuru, gururu ayaklar altında payimal olmuş. Onun saçıyla sakalıyla oynuyorlar. Fakat böyle acı bir tablo karşısında bile insanlar üzülmüyor, teessür duymuyorlar. Birkaç dakikalarını ayırıp iki damla gözyaşı dökme mevzuunda bile cimri mi cimri hareket ediyorlar.” dersiniz. Fakat bu tür mülâhazaları dillendirirken bir taraftan da, “Acaba bunları söylemekle hata mı ediyorum!” endişesini taşırsınız/taşımalısınız. Zira negatif bir durumu resmederken insan, hiç farkına varmadan muhataplarının kaldıramayacağı, onların kuvve-i mâneviyelerini sarsacak kasvetli bir atmosfer meydana getirmiş olabilir.

İnsan, içinde bulunduğu zaman diliminin olumsuz havasını geçmişle kıyas ederken de benzer bir endişeyle gel-git yaşayabilir. Mesela siz, Sultan Ahmet Han Hazretleri’nin;

“ İftirakınla Efendim bende tâkat kalmadı.

Pâre pâre oldu bu dîl, aşkta muhabbet kalmadı.

Şol kadar ağlattı ben bîçareyi hükm-ü kaza,

Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı.”

şiirini hatırlar, Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) âşığı ve mecnunu o koca sultanlardan sonra saltanat delisi insanlara kalmanın ne kadar acı verici olduğunu düşünür, bu mülâhazalarınızı seslendirirsiniz. Hakikaten geçmişte yaşanan gül devrini bilen insanlar için, şu an yaşanan hazan mevsimi ne kadar acı, ne kadar ızdırap vericidir! Böyle bir ızdırabı duymama, geçmişle günümüz arasında böyle bir mukayese yapamama ise belki bundan daha ağır, daha iç acıtıcı bir hâldir! Fakat ne kadar sukût etmişiz ki, içine düştüğümüz derin çukurun, yaşadığımız bunalımın farkına bile varamıyoruz!

Evet, bütün bunlar bir hakikatin ifadesidir. Fakat Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla; bir insanın söylediği her söz doğru olmalı fakat her doğruyu her zaman söylemek doğru değildir.14 Bazen doğru olduğuna inandığınız bir hakikati dile getirirsiniz. Fakat muhatapların idrak seviyesi, kalb ufku bu hakikati kaldırabilecek kıvamda değilse söz ve beyanlarınızla onları ümitsizliğe sevk etmiş, bir daha o güzellikler yaşanamayacakmış gibi yanlış bir kanaate itmiş olursunuz. İşte filmleriyle, dizileriyle, piyesleriyle, köşe yazılarıyla, vaaz u nasihatleriyle insanları negatif şeylerden sakındırmaya çalışan kimseler, bazen öyle kırılmalara sebebiyet verirler ki insanlar inkisar yaşamaya dururlar. Bu inkisarla da iradelerinin kolu-kanadı kırılır, ümitsizliğe düşerler.

Bu açıdan bir yerde konuşma yapacak insan, muhataplarının hissiyatını doğru okumalı, ele aldığı meseleyi uygun bir üslupla takdim etmeli ve karşı tarafta oluşabilecek muhtemel tepkileri de hesaba katmalıdır. Zira muhatapların neye karşı bağırlarını açacaklarını ve neye karşı reaksiyon göstereceklerini hesaba katmadan söylenen sözlerin, maksadın aksiyle netice vermesi muhtemeldir.

Hâsılı, iyiliği teşvik etme ve kötülükten sakındırmada temkinli hareket edilmelidir. Ne bâtılın tasvir edilmesinde mübalâğaya girilmeli ne de hakkın ortaya konulmasında cimri davranılmalıdır.

Konuşurken Hakperest Olmalı

Olumlu ve güzel şeyleri anlatayım derken de bazen çerçevenin dışına çıkabilirsiniz. Mesela ortaya konan güzel faaliyetleri mübalâğaya girerek anlatırsınız. Hâlbuki mübalâğa zımnî (üstü kapalı) yalandır. Yalanın ise zerresiyle dahi dine hizmet edilemez. Hem mübalâğa, güzel faaliyetlerdeki feyiz ve bereketin kesilmesinin de önemli bir sebebidir.

Olumlu şeylerden bahsederken, bazen de meydana gelen güzelliklerin kaynağı kendinizmiş gibi onlardan nefsinize pay çıkarırsınız. Hâlbuki bahsettiğiniz meselenin % 99,9’u Allah’a (celle celâluhu) aittir. İnsan iradesine düşen hisse ise binde birdir. Bunu inkar etmiyoruz. Aksi takdirde Cebriye’nin düşmüş olduğu hataya düşer ve hiç farkına varmadan mutlak bir determinizme kaymış oluruz. Fakat güzel şeyleri resmeden ve başkalarına sunan bir insan, o işin bir kahramanı gibi davranır ve hayalen bile olsa kendine bir pay ayırırsa hayalini şirk esintileriyle kirletmiş olur. Bu kirli hayal, bir gün gelir onun tasavvurlarına toslar ve orada bir kırılmaya sebebiyet verir. Arkasından taakkulâtına dokunur ve aklında bir kısım çatlamalar oluşmasına yol açar. Neticede böyle bir insan, önce şirkin en masum (!) şekli olan “biz, biz” demeye başlar, arkasından da en galizi olan “ben, ben” demeye durur.

Nasihate Kendi Nefsinden Başlamalı

Öte yandan, nasihatin muhataplarda olumlu bir tesir bırakabilmesi bizzat söyleyen tarafından onun yaşanmasına bağlıdır. Zira Cenâb-ı Hak, Hazreti İsa’ya hitaben, يَا عِيسَى عِظْ نَفْسَكَ فَإنِ اتَّعَظَتْ بِهِ فَعِظِ النَّاسَ وَإِلاَّ فَاسْتَحْيِ مِنِّي “Ey İsa! Önce kendi nefsine nasihat et. O, bu nasihati tuttuktan sonra ancak insanlara nasihatte bulun. Yoksa Ben’den utan.” buyurmuştur.15 Allah, burada insanın kendi nefsine kabul ettiremediği bir şeyi başkalarına söylemesinin Kendisine karşı bir saygısızlık olduğunu ifade buyurmuştur. Söylediklerinin on katını yaşayan Hazreti Mesih (aleyhisselâm) gibi ulü’l-azm bir peygambere karşı Allah (celle celâluhu) tarafından böyle bir uyarı yapıldığı düşünülürse, diğer insanların bu konuda ne kadar dikkatli olmaları gerektiği daha iyi anlaşılır.

Şekilden kurtulamama, formalitelerden sıyrılamama ve sureti bırakıp mânâya geçememe de söylediğimiz sözlerin muhataplarda tesirsiz kalmasına sebebiyet veren başka bir husustur. Eğer bir buçuk milyara yakın İslâm dünyası içinde on milyon insan, İslâm’ı asr-ı saadet Müslümanları gibi yaşasaydı, insanlık âleminin çehresi şimdi çok farklı olurdu. Ama her şeye rağmen olana da hamdolsun. Zira Cenâb-ı Hak, لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّــكُمْ “Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım.”16 buyuruyor.

Ya Rab! Verdiğin nimetleri görmezlikten gelmemize fırsat verme, bizi onlardan mahrum bırakma! Kalblerimize inşirah ver ve bizi hakiki insan eyle! Bizlere her zaman şükürle gürleyen, haşyetle ürperen, acz u fakr şuuruyla yalvarıp yakaran gönüller ihsan eyle!..


12 Âl-i İmrân sûresi, 3/110.

13 Bediüzzaman, Mektubat, s.530 (Hakikat Çekirdekleri).

14 Bediüzzaman, Mektubât, s. 300 (Yirmi İkinci Mektup (Dördüncü Vecih).

15 Ahmed İbn Hanbel, ez-Zühd 1/54; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/382.

16 İbrahim sûresi, 14/7.

-+=
Scroll to Top