İSLÂM’DA ŞEKİLCİLİK YOKTUR

Soru: Hz. Katâde (radıyallâhu anh) Müslüman olduğu zaman Efendimiz’in: “Ey Katâde! Saçlarını kestir.” buyurmasının hikmeti nedir?

En başta İslâm’ın genel disiplinlerine aykırı olan böyle bir sözü Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylemiş olacağına ihtimal vermiyorum. Zaten mevsuk hadis kaynaklarında böyle bir rivayet de yok. Kaldı ki, bir kısım siyer kitaplarında da bildirildiği üzere, çoğu sahabinin uzunca ve örgülü saçları vardı. Bazıları onu toplar, başlarının üzerinde yumak yaparlardı. Bunu teyit eden bir vak’a vardır ki, şöyle cereyan eder: Efendimiz, saçlarını o şekilde yumak yapmış bir insan görür ve ona saçlarını çözmesini ve onların da secdeden nasiplerini almalarını tavsiye eder.1 Ne var ki Efendimiz’in, ne Ebû Bekir’e, ne Ömer’e, ne de Hz. Osman’a –ki bunların hepsinin saçları uzundu– “Saçlarınızı kesiniz.” şeklinde bir emri olmamıştır. Bilindiği üzere Mekke fethinden sonra çoğu sahabi, gönülleri ganimetle telif edilerek yumuşatılmış ve Müslümanlığa kazandırılmıştı. Onların sırtlarında kâfir urbası, başlarında küfür sarığı vardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onları bile çıkarmalarını istememişti. Zaten Allah Resûlü’nün bu türlü bir işe kalkışması, şekilcilik olurdu. O ise, bütünüyle şekilcilikten münezzeh ve müberrâ idi.

Vâkıa, Efendimiz’in tarz-ı telebbüsü (giyim tarzı), yiyip içmesi, yatıp kalkması, tamim edilip, kimse o işe zorlanmadan, hâlisane bir niyetle O’na uyma düşüncesi ile yapılması makbuldür; ancak Efendimiz’in, bu tür şekilcilikle alâkalı hiçbir emri de olmamıştır.

İşin enteresan tarafı ise, günümüzde çokça üzerinde durulan ve dinin bir aslı gibi insanlara sunulan sarık mevzuunda bile Efendimiz’in, Buhârî, Müslim gibi mevsuk hadis kitaplarında rivayet edilen bir işareti dahi olmamıştır. Bu mevzuda sadece, Efendimiz’in Mekke’ye girerken başında siyah bir sarığın olduğu ve hafifçe arkaya sarkıttığına dair bir rivayet vardır.2 Sarıkla namaz kılmanın yirmi beş veya yirmi yedi derece,3 hatta yetmiş yedi derece4 daha faziletli olduğuna dair rivayetlerin hepsi Ümmühât’ta (temel hadis kaynakları) değil, Zevâid’de (tâlî kaynaklar) geçmektedir. Haddizatında bütün bunlar teferruata ait meselelerdir ve işi zorlaştırıcı şeylerdir. Ancak sakala dair bir hayli rivayet vardır ve bu yüzden Hanefi fukahası o mevzu üzerinde oldukça hassasiyetle durmaktadırlar; durmakta ve sakalın olduğu gibi bırakılması gerektiğini ifade etmektedirler. Ne var ki, Hanefi fukahâsının bunca hassasiyetine rağmen, bu mezhebe müntesip dünya kadar insan da sakal bırakmamıştır. Muhammed Ebu’z-Zehra, sakalı Efendimiz’in âdet-i seniyyelerinden biri olarak değerlendirir. Dolayısıyla “Bir insan bu âdete uyma düşüncesiyle sakal bırakırsa sevap kazanır.”5 der. Bu yüzden, sakal bırakmayana, sarık sarmayana, şalvar giymeyene günah işliyor demek sertçe bir yaklaşım olsa gerek. Zaten, bir insanın arkasından, ona günah işliyor demek, gıybettir. Gıybetin haram olduğu ise kat’îdir.

Bu sözlerime bakarak, benim bunların aleyhinde olduğum zannedilmemeli; hiç kimse için de düşünülmemeli; ne var ki dinin vaz’ettiği kriterlere saygıda da kusur edilmemelidir. Evet bunlar, her ne kadar Efendimiz’e ait birer âdet-i seniyye olarak değerlendirilse ve O’nunla irtibatımızın, O’na bağlılığımızın bir ifadesi sayılsa da, meselenin yerinin dinî kriterler açısından çok iyi bilinmesi de zarûrîdir.

Evet şekil, İslâm’da bir esas değil, tâlî bir meseledir ve bunlara takılıp kalmamak gerekir. Mevzuyla alâkalı zikredilen hadis, hasen ya da zayıfsa –ki zayıfına bile ben Ebû Hanife gibi çok saygılıyım. O büyük imam, zayıf bir hadis bulduğu yerde içtihada başvurmaz, hadisle amel edermiş– zaten amel etme mecburiyeti getirmez. Kaldı ki, meseleyi şu şekilde izah etmek de mümkündür; ihtimal bu sahabi, günümüz gençleri arasında bir kısım kimselerin, saçlarının bir yanını kestirip diğer taraflarını bırakmaları gibi saçlarını, insan tabiatını çirkinleştirecek şekilde kestiriyordu da, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kâfirleri takip ve taklit etmeme mevzuundaki hassasiyetinin gereği onu ikaz buyurmuşlardı. Meselâ; özellikle “Şemâil” kitaplarında olmak üzere, bir kısım hadis kaynaklarında zikredildiği gibi, Efendimiz, Mekke’de saçlarını teâmüle uygun olarak taramasına rağmen, daha sonra müşriklere muhalefet olsun diye önünü ön tarafa, sağını sağ tarafa, solunu sola ve arka kısmını da arka tarafa doğru taramıştı. Medine-i Münevvere’ye hicret ettiğinde de, Hristiyan ve Yahudiler’in –Roma tarihine dair resim ve filmlerde görüldüğü gibi– saçlarını alınlarına kadar uzatarak öyle şekillendirdiklerini görünce, yine tavrını değiştirdi; bu sefer de saçlarını sağa ve sola tarayarak ortadan ayırıverdi, ihtimal o gün yapılan tıraşlarda bazıları saçlarının sağ ve solunu kesip, sadece tepede saç bırakıyorlardı. Bu ise, birilerine benzemede zorlamalı bir haldi.6 Bu yüzden Efendimiz: “Kim özenerek bir kavme benzerse, o onlardandır.”7 esprisine göre davranmıştı.

Aynı zamanda insan yapısına bakıldığında görülür ki o, tecemmül esas alınarak harika bir plânlamadan geçirilmiş.. evet onun vücut yapısı, öyle hendesî, öyle riyazî inceliklere göre inşa edilmiştir ki, bakıp da onu takdir etmemek mümkün değildir. Bir zamanlar bu hendeseye olan hayranlığımı şu sözlerle ifade etmiştim; Allah Resûlü, “Şayet Allah’tan başkasına secde caiz olsaydı..”8 buyururlar. Ben de: “Eğer Mâbud-u bi’l-Hak’tan başkasına secde câiz olsaydı, ahsen-i takvim menşûrundan geçirilmiş insan âbidesi karşısında aynı şeyleri söylerdim.” dediğimi hatırlıyorum. Nitekim Allah (celle celâluhu), tahiyye mânâsına ona ilk secdeyi meleklere emretmiş ve Hz. Âdem’in şahsında ona secde ettirmişti. Şimdi Allah’ın böylesine mükemmel yarattığı insan urbasını değiştirmek, herhalde hiçbir şekilde tecviz edilemese gerek. Allah Resûlü, bir sahih hadisinde: “Allah, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmek ister.”9 buyurur. İhtimal Hz. Katâde’nin esas tabiatına ters bir saç kesimi vardı. Bundan dolayı da Efendimiz ona, “saçlarını kes” demişti.

Ama günümüzde herhangi bir insan gelip Müslüman olsa, bizim kalkıp ona böyle bir şey söylememiz kat’iyen doğru olamaz. Çünkü söylediğimiz şeyler, onun dem ve damarına dokunup, inanacakken kaçmasına sebep olabilir. Hatta bu tür yersiz müdahaleler, bazen çok ileri derecede inanmış insanlarda bile sarsıntı hâsıl edebilir. Meselâ Kur’ân’ın yedi kıraat üzerine nâzil olması vesilesiyle, kıraat farklılıklarından dolayı sahabe arasında dahi yer yer tartışmalar çıkmıştır. Yine bir sahabinin imamlık yaparken, Kur’ân’ı kendisine öğretilen kıraatle okuması, başka bir sahabi tarafından yanlış okuyorsun gerekçesiyle itâp edilmesine ve yaka-paça edilerek Efendimiz’in huzuruna götürülmesine sebep olmuştur ki, bu durum o zatı ciddî şekilde rencide etmiş; hatta sarsıntı geçirmesine vesile olmuştur. Daha sonra da Efendimiz’in elini göğsüne vurup teskin etmesiyle üzerindeki olumsuzluğu atmış ve rahatlamıştır.10 Kaldı ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir peygamberdir, O bu gibi yerlerde peygamberlik kuvve-i kudsiyesini kullanıyordu. Dolayısıyla O’nun ağzından çıkan ses, yaklaşım keyfiyeti vs. insanlar üzerinde ayrı bir tesir icra ediyordu. Bu yüzden O’nu dinleyip dinlememe bile, bir yerde din veya dinsizlik gibi addediliyordu. Bu açıdan, kimse kendini O’nun yerine koymamalı ve İslâm’a gönlü henüz ısınmış birine, “saçını kes, elbiseni düzelt vs.” dememeli. Bunlar söylenmesi şart sözler değildir. Söylerseniz, o insan gider, bir daha da geri gelmeyebilir. Bu safhada söylenecek bir şey varsa, o da takdir, tebcil, tebriktir ve “Kardeşim sana ne mutlu! Çünkü Efendimiz: ‘Müslümanlık, cahiliyeye ait şeyleri siler götürür.’11 buyuruyor. Dolayısıyla sen şu anda anadan doğmuş gibi tertemiz ve günahsızsın.” demek türünden ifadelerdir.

Evet, günümüzde de bir nevi fetret yaşanıyor; bu insanlar kendilerini levsiyat içinde buldular. Onlara dini anlatacak kimse olmadı. Belki camide imam anlatıyordu ama, onu da çağın kulağı ile dinlemek zordu. Bir insanın bu kadar handikaplar ve dezavantajlarla dolu bir toplum içinden sıyrılıp dine yönelmesi, Âkif’in “Hakikî Müslümanlık en büyük kahramanlıktır.” dediği gibi, gerçekten en büyük bir kahramanlıktır. Dolayısıyla bir gladyatör gibi şeytanını yenmiş bu kahramanın sırtını sıvazlayarak, kâkül-ü gülberinden öperek ve “Seni tebrik ederim kardeşim.” diyerek alkışlamak icap eder. İhtimal o da, çevreyi tanıyıp, insan tabiatına zıt bir emâre görmeyince intibaha gelecektir.

1 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/8, 391; Abdurrezzak, el-Musannef 2/183.

2 Müslim, hac 453; Ebû Dâvûd, libâs 21.

3 Bkz.: İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 37/355; el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 4/225.

4 Bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned 2/265; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.423.

5 Bkz.: Müslim, tahâret 56; Tirmizî, edeb 14.

6 Bkz.: Buhârî, libâs 70; Müslim, fezâil 90.

7 Ebû Dâvûd, libâs 4; el-Bezzâr, el-Müsned 7/368.

8 Tirmizî, radâ 10; Ebû Dâvûd, nikâh 41; Dârimî, salât 159.

9 Tirmizî, edeb 54; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/311, 4/438.

10 Bkz.: Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 273; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/127.

11 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/199.

-+=
Scroll to Top