İslâmiyet’in kısa zamanda yayılmasının, 1300 sene gibi uzun zaman Yahudi ve Hıristiyan dünyası tarafından mağlup edilemeyişinin sebeplerini anlatır mısınız? Ayrıca bugünkü mağlubiyet ve hezimetimizin sebebi nedir?
“Müslüman” kelimesi, Türkçe’mize Farsça’dan geçmiş bir kelimedir. “Müslim” kelimesini Acemler, kendilerine göre cemileştirmek için “-an” harflerini ilâve etmiş, “Müslüman” demişlerdir. Biz de öyle kullanıyoruz.
“İslâm” ve “iman” kelimeleri üzerine farklı farklı mütalâalar yürütülmüştür; ama biz burada o husustaki nüanslara girmeyeceğiz. İslâm’ı imanla beraber ifade edecek olursak, Müslüman, Allah’a ve inanılması gereken esaslara, hem de aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanmış ve Allah’a teslim olmuş insandır. Yani Müslüman, Cenâb-ı Hakk’ın ona şahsî, ailevî, içtimaî hayatını düzenlemesi adına ne kadar emirleri varsa, hepsini yürekten samimiyetle, ihlâsla temsil eden insandır.
Bazı devirlerde Müslümanlar İslâmiyet’i, elif’inden ye’sine kadar temsil etme fırsatını bulamamış olabilirler, onu temsil aşk ve iştiyakıyla yanar, onu yaşama arzusuyla kıvranıp dururlarsa, inşâallah mesul olmazlar ve muaheze de edilmezler. Zira bir kere boyunduruk yere konmuştur. Bir hamlede onu kaldırıp yerine koymak mümkün değildir. Düşünce, plan, azim ve karar yeter.. evet eğer onlar, fevkalâde bir iştiyak ve cinnet derecesinde bir arzuyla bu işin arkasına düşmüş ve ölesiye onu takip ediyorlarsa mesuliyetten kurtulurlar. Zaten mesuliyetten kurtulmak için de, ya İslâm’ı bütünüyle yaşamak ya da yaşamak arzu ve iştiyakıyla yanıp yakılmak şarttır.
Aksi davranış ise, hem dünya hem de ahiret mesuliyetini kaçınılmaz kılacaktır. Dünyada hep zillet çekecekler; zira İslâm’dan kopuk yaşamaları onları içtimaî, iktisadî, ticarî ve askerî hayata ait bütün saha ve ünitelerde küfrün sultası altında kalmaya mahkûm edecektir. İlim ve teknik planda da mağlup düşeceklerdir. Ahirette ise, bunun hesabını verecek ve orada can yakıcı bir azapla karşılaşacaklardır.
Belki 1300 sene değil ama en az 1000 sene Müslümanlar, mânevî helezonlarla hep yükselişten yükselişe sıçradı ve baş döndürücü zirvelerde dolaştılar. Bilhassa Râşid Halifeler devrinde bu yükseliş, âdeta semavî bir keyfiyet kazanmıştı. Zaten Allah Resûlü de, bu gül devriyle alâkalı şöyle buyuruyorlardı:
İslâm ordusu bir beldeye gelir ve oranın ahalisi, “Sizin içinizde peygamberi gören var mı?” diye sorar. Eğer “Evet, var.” denilirse kapılar ardına kadar açılır.
Sonra bu soru “Allah Resûlü’nü görenleri gören var mı?” şeklinde de sorulabilir. Yine “Evet, var.” denirse kapılar ardına kadar açılır.
Daha sonra ise “Sahabeyi görenleri, yani tâbiîni görenleri gören var mı?” diye sorulur. Cevap “Evet, var.” olursa, yine kapılar açılır ve fetihler sürer gider.
Zaten başka bir hadiste Efendimiz bu üç devreyi en hayırlı devreler olarak vasıflandırmakta ve şöyle buyurmaktadır:
“En hayırlı nesil, benim içinde bulunduğum nesildir. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenleri takip edenlerdir.”1
İslâmî geçmişimize bakınca bütün tarihî vak’aların, Efendimiz’in bu ifadelerini doğruladığını görürüz.
Râşid Halifeler devri bütünüyle 30 senedir. Bununla beraber daha Hz. Osman döneminde Müslümanlar dünyanın dört bir yanına yayılmışlardı. Bir taraftan Erzurum’a kadar varmış, diğer taraftan da Aral gölüne uzanmışlardı. Hâlbuki o devirde ihtilaflar doruk noktadaydı. Buna rağmen, cihad ruhu onlarda devamlı hamle şuurunu besliyordu. O dönemde Afrika, bir baştan bir başa fethedildi. Ukbe b. Nâfi, oraya giren ilk Müslüman kumandan olarak, koca Afrika’nın fethini kendi hayatının günlerine sıkıştırabilmişti. Vefat ettiği zaman 50 yaşındaydı. Bu elli senelik dar zaman dilimi içinde bir baştan bir başa bütün Berberîlere sözünü dinletmiş, o günkü Arapların karanlık deniz dedikleri Atlas Okyanusu’na dayanmış ve atını yarı beline kadar suyun içine sürüp yeryüzünde ideal bir insanın söyleyebileceği en güzel sözü söylemişti: “Allahım, bu karanlık deniz karşıma çıkmasaydı, Senin adını denizler aşırı ötelere de götürecektim.”2
Onların transatlantikleri, uçak gemileri, hatta fırtınalı zamanlarda denizlerde yüzecek vapurları da yoktu. Bu uzak ülkelere atın, devenin sırtında taşınıyor, deniz aşırı ülkelere de sallarla ulaşmaya çalışıyorlardı. Buna rağmen dünyanın dört bir bucağında hem de çok kısa zamanda at oynatabilmişlerdi. Meseleyi riyazî olarak arz etmek icap ederse, dört Halife döneminde İslâm adına, gönüllerin fethedilmesini hedef alan fütuhat, daha sonraki bütün Emevi, Abbasi, Selçukî ve Osmanlı dönemlerinde fethedilen yerlere denk idi, belki daha da fazladır.
Kaderin mahrem bir sırrıdır ki, bugün dünyanın dört bir yanında, nerede Müslüman varsa, orası mutlaka sahabe döneminde fethedilen yerlerdir. Endülüs, 8 asır Müslümanların elinde kalmış olmasına rağmen, göz doldurur bir şey bulmak çok zordur. Fakat Türkistan’da, Dağıstan’da, Özbekistan’da hâlâ camiler, medreseler vardır. Çünkü buralar sahabe tarafından fethedilmiştir. Aynı zamanda buralar, Buhârî’den Müslim’e, Müslim’den Tirmizî’ye, ondan İbn Sina’ya, Fârâbî’ye kadar kendi ilim sahalarında en muhteşem simaları yetiştiren yerlerdir. İslâm buralarda hakkıyla yaşanmıştır.
Şimdi, ihlâsla temeli atılmış, samimiyetle tohumu saçılmış ve harcında sahabenin kanı olan bu yerler inşâallah bir gün yeniden İslâm’ın “yed-i beyzâ”sına teslim olacaktır. Evet, milletçe, bu eski ülkelerde yeniden varlığımızı hissettireceğimiz günleri bekliyoruz. Ve inanıyoruz ki, gün gelecek oralarda kaybolan İslâmî hava, İslâmî ruh ve şuur mevce mevce yeniden dalgalanacaktır. Bu ayrı bir fasıldır ve aynı zamanda bizim de bam telimizdir. Şimdilik bu konuya bir nokta koyup geçiyor ve sadede dönüyoruz.
Sahabe çok kısa bir zaman içinde cihanı fethe muvaffak olduysa her hâlde bunun kendine göre bir hesabı ve değerlendirmesi vardır. Sahabe ki, teker teker hepsi, İslâm davasının birer mecnunu idiler. Evet, dıştan ve zâhirî gözle bakanlar onlara deli derdi. Çünkü onların yaptıkları aklı durdurup, hayali donduracak çapta şeylerdi.
Hz. Ali, Allah Resûlü hicret esnasında Mekke’den ayrılırken O’nun yatağına yatmıştı. Bu, kılıç darbeleri altında paramparça olmayı baştan kabulleniş demekti. Müşrikler elleri havada kaldılar. Zira yataktaki Efendimiz değil, Hz. Ali idi. Ellerinin havada kalması ise hayrettendi. Bu işe akıl erdirememiş ve donup kalmışlardı. 17 yaşındaki bir genç, nasıl olur da hayatını hiçe sayarak böyle bir fedakârlık yapardı? Ebû Cehil dahil bütün Mekke müşrikleri küçük dillerini yutmuşlardı.
Ve yine Ebû Cehil, Abdullah İbn Cahş’ın damının üzerine çıkıyor, içeride koyunların melemesini, kedilerin miyavlamasını duyuyor ve dehşetten dehşete düşüyordu. Çünkü evde insan adına hiç kimse kalmamıştı. Dostun (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisi Medine’ye gidince, herkes de arkadan koşup gitmişti. Ebû Cehil, Hz. Abbas’a hitaben: “Hayret! Bu senin yeğenin, aramıza öyle bir iftirak attı ki, bunu ne izah etmek ne de anlamak mümkündür!..” diyordu.
Yurt, yuva, mal menal, evlâd u ıyâl her şey terk ediliyordu. Bunu müşrikler nasıl anlayabilirdi ki?
Evet, Hz. Ebû Bekir Mekke’den Medine’ye hicret ederken, yanında hiç kimseyi götürmüyordu. Hanımını, babasını ve canı kadar sevdiği evlâtlarını Mekke’de bırakıyor, öyle gidiyordu.
Hz. Osman, Allah Resûlü’nün kerîmesi Hz. Rukiye Validemiz’i dahi yanında götürememişti. O Rukiye ki, onun hanımıydı ve İki Cihan Serveri’nin gözünün nuruydu. Bizden kime: “Rukiye için bir can lâzım.” denseydi zannediyorum herkes bin canıyla onun imdadına koşardı. Fakat gel gör ki, bu Rukiye Mekke’de kalıyor ve Hz. Osman Medine’ye hicret ediyordu.
Bu dönem, Efendimiz’e sadakatle bağlanmaların dönemiydi. Gerçekten, onlar öyle sadakatle bağlandılar ki, Hudeybiye’de Süheyl b. Amr, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile bir anlaşma akdedip Mekke’ye döndüğünde aynen şöyle dedi:
“(Süheyl henüz İslâm’a girmemişti. O, İslâmiyet’e en son girenlerdendir. Yumuşak, mülâyim bir insandı. Orada Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı da hırçınca davranmamıştı. Allah’ın lütfuyla kalbinin yumuşaklığının mükâfatını görmüş, daha sonra İslâm’ın nuruyla nurlanmış ve hayatının son senelerinde Sallallâhu aleyhi ve sellem’in mübarek halkasına girmişti.) Beyhude uğraşmayın! Siz O’nunla başa çıkamazsınız. Ben Kisraların, Kayserlerin saraylarında bulundum, her tebaanın büyüklerine karşı ihtiramına şahit oldum. Fakat benim bu zât ve etrafındakilerde gördüğüm şeyi hiçbir yerde görmedim. Abdest alıyordu, uzuvlarından damlayan suların bir damlası bile yere düşmüyordu.. herkes ellerini tutuyor, ellerine damlayan damlacıkları yüzlerine gözlerine sürüyordu.”
Evet, sahabiler Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı o derece tazimkâr ve bağlılık içindeydiler! Hâlbuki Efendimiz kendisine ayağa kalkanlara şöyle diyordu: “Acemlerin büyüklerine ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın.”3 Ama yine de kalkıyorlardı. Tevazu gösterdikçe büyüyor, büyüyor ve başı meleklerin bulunduğu makamları dahi aşıyordu.
Efendimiz’in Hz. Cibril’i görünce korktuğu rivayet edilmektedir. Vahyin bidayetinde öyle olmuştu. Fakat, bir Resûlullah âşığının dediği gibi “Eğer Cebrail (aleyhisselâm) hakikat-i Ahmediye’nin perde arkasını müşâhede etseydi, kıyamete kadar bayılır kalır ve bir daha da kendine gelemezdi.”
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah ile irtibatının kuvveti nisbetinde daima büyüyordu. Ama her büyüme, onda katlanıp katlanıp daha derin tevazua bürünüyordu. Evet O kendisini insanlardan herhangi bir insan sayıyor, ondan öte muameleden de rahatsız oluyordu.
Bu dönem, ashabın, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile kaynaşıp bütünleştiği dönemdi. Ruhları, gönülleri kalbleri ve kalıpları o kadar birbirine yaklaşmıştı ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara “Kanınız kanım, canınız canım.” yani “Siz benim uğrumda öleceksiniz, ben de sizin uğrunuzda.” diyordu. Öyle bütünleşmişti. Bu sözler sadece onların gönlünü almak için söylenmiş sözler değildi. Aslında var olan böyle bir bütünleşmeye, Aleyhissalâtu vesselâm tercüman oluyordu. Gün gelip de İslâm’ı neşir ve temsil için dünyanın dört bir yanına hicret bahis mevzuu olunca, “Niçin ve neden?” demeden yukarıdan gelen emre uyup İran’a, Turan’a dağıldılar. İslâm uğrundaki bu hicretten sonra da, bir daha eski vatanlarına dönmeyi düşünmediler; düşünmek şöyle dursun; o samimî hicret niyetine gölge düşürme endişesiyle, eski yurtlarında ölüp, oraya gömülmek korkusuyla tir tir titrediler.
İşte Sa’d b. Ebî Vakkas Mekke’de sıtmaya tutulmuş ve tir tir titrerken, üzülüyor, teessür izhar ediyordu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Niçin üzülüyorsun?” buyurunca da, “Yâ Resûlallah! Hicret ettikten sonra Mekke’de öleceğim diye korkuyorum.!” cevabını veriyordu. Yani senin böyle melekût kokan, mübarek ikliminde Medine’de ölmeyeceğim de burada öleceğim, bu yüzden de hicretim eksik olacak diye üzülüyorum.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye yerleşip ve hep orada kalmayı düşündüğü için onlar da Medine’ye o kadar bağlılık duyuyorlardı. Aslında insan Medine’ye ne kadar bağlansa değer. Ve onlar Medine’ye değdiği kadar bağlıydılar ama bir gün dünyanın dört bir yanına gidip İslâmiyet’i neşredeceklerine dair emir sâdır olunca, hiçbiri en ufak bir tereddüt geçirmeden “Evet!” demişti. Onlar hakikatin delisiydi, delice İslâm hakikatine bağlanmışlardı. Leylâ’nın peşine düşen Mecnun’un hâli neyse, İslâm hakikatini cihana neşretme ve Allah’ın rızasını, Resûlullah’ın hoşnutluğunu kazanma mevzuunda, onların hâli de oydu. Evet, emir gelince hemen Tebük’e azmirah eden, Yemen’e koşan, Hadramut’a yönelen ve dünyanın dört bir bucağına tebliğ için çıkan bu Hak sevdalıları Cennet’e gidiyor gibi güle oynaya gidiyorlardı.
Gün gelip de değişik imparatorluklar, İslâmiyet’in yayılışını engellemeye ve mücahitleri durdurmaya kalkınca, Müslümanlar da kılıca başvurmak zorunda kalmışlardı. Zira onlar hakikati neşredip cihanı aydınlatacaklardı.. hasımlar maddî güç ve kuvvetle karşılarına çıkınca, onlar da aynı silahı kullanma mecburiyetinde idiler.
Evet, şimdi tam maddî cihad zamanıydı. Kılıcını kapan meydana atıldı. Öldürdü veya öldürüldü. Fakat meydanı terk eden olmadı. Her cephede, kendilerinden beklenenin çok üstünde muvaffakiyetlerle gidip Çin’e, Maçin’e ulaştılar. Onlar hem toplum olarak hem de teker teker fertler olarak destanlara mevzu insanlardı…
Allah Resûlü hiç kimseden takatinin fevkinde bir talepte bulunmuyordu. Bununla beraber sahabe her fırsatta tâkat sınırını zorluyor ve âdeta yükün altına biraz daha girebilmenin kavgasını veriyordu.
Hayber’e çıkılırken Hz. Ali’nin gözleri ağrıyordu. Allah Resûlü onu, bu mazereti sebebiyle Medine’de bırakmak istedi. Ama Hz. Ali buna razı olmadı. Ve “Beni kadın ve çocuklarla beraber mi bırakıyorsun yâ Resûlallah!” dedi. Nitekim daha sonra Hayber onun eliyle fethedildi.
Ve bir defasında da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’den ayrılırken kendi yerine Hatice Validemiz’in akrabası olan İbn Ümmi Mektum’u bırakmıştı. Demek ki ancak, böyleleri cihaddan geri kalabiliyordu. Gözleri görmüyordu, mazurdu. Hiçbir zaman cihada iştirak etmeyebilirdi, ama Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatından sonra, kendisine “Senin gözlerin görmüyor, sen mazursun cihada gitmeyebilirsin.” diye karşı koyan olmamasını fırsat bilerek, dünyanın dört bir yanına cihada gidenlerle beraber o da yola çıktı.
Evet, İbn Ümmi Mektum bir fırsat yakalamıştı. Kadisiye’ye ordu giderken, çok yaşlı olmasına rağmen o da orduya iştirak edecekti. Rivayetlere göre o gün onu ordunun arka saflarında tutmak istemişlerdi de, bir yerde Sa’d b. Ebî Vakkas’ı (Ordunun kumandanını) yakalayıp şöyle dedi: “Muğire b. Şu’be benim Allah yolunda cihad etmeme mâni olmak istiyor. Eğer Allah yolunda bugün benim ölmeme mâni olursanız ben de sizin hepinizi Halife Ömer’e şikâyet ederim.”
Bakın şikâyet mevzuuna! “Allah yolunda ölüp kanımla yunmama, yıkanmama mâni olursanız sizi halifeye şikâyet ederim.” “Ne istiyorsun?” diye soruyorlar. “Gözüm görmüyor ama, ordunun önünde sancağı ben tutmak istiyorum.” cevabını veriyor. İşte Allah yolunda ölme mevzuunda hem de cinnet derecesinde kendini ölümlere atan insanlar!..
Sanki Efendimiz’in olmayışını İbn Ümmi Mektum büyük bir fırsat biliyordu. Zira Efendimiz hayatta olsaydı ona, “Sen evinde otur.” diyecekti. Hâlbuki şimdi ona böyle diyen ve diyecek olan yoktu. Onun için de çok seviniyor ve ordunun en ön saflarında cihada iştirak ediyordu.
Ebû Talha iyice yaşlanmış, güçten kuvvetten düşmüştü. Torunlarını çağırıyor “Kıbrıs fethedilecek. Bu sefere ben de katılmak istiyorum. Ama at üzerinde durmam mümkün değil. Onun için beni ata iyice bağlayın.” diyor. Torunları itiraz ediyor ve onun sefere katılmasına mâni olmak istiyorlar. “Sen ihtiyarsın, yaşlısın, mazursun.” diyorlar. O diretiyor “Kur’ân genç ihtiyar ayırmadan herkesi malıyla, canıyla cihada davet ediyor. Ben bu emirleri mutlak mânâda anlıyorum.” cevabını veriyor. Nihayet ona söz dinletemiyor ve ata iyice bağlayarak onu da ordunun içine salıveriyorlar. Daha harbe iştirak etmeden, yolda vefat ediyor. Zaten o kadar uzun ve ağır yolculuğa dayanacak hâlde de değildi.. ama o, dünyada aradığını bulmuştu.. vefat ederken, her hâlde: “Çok şükür Rabbim, Senden istediğim bu şeyi de bana lütfettin.” diyordu.
Ve Hz. Halid Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretleri, çok yaşlı olmasına rağmen, ta Yezid’in emir olduğu dönemde İstanbul kapılarına kadar geliyor. O, Efendimiz Medine’ye teşrif ettiğinde evliydi, çoluk çocuk sahibiydi. Hz. Muaviye dönemi ve Yezid’in kumandanlığı zamanına gelinceye kadar en az 40-50 sene geçmişti. Bütün bunlar nazara alınacak olursa o son savaşa iştirak ettiğinde en az 75-80 yaşlarındaydı. Bu yaştaki bir insan, yine torunları tarafından atın üzerine bindiriliyor.. ve at üzerinde ta İstanbul önlerine kadar geliyor.
Burada bir noktaya işarette fayda var: Söz konusu sahabiler ve benzerleri acaba neyin peşindeydiler? Onlar hakkında Kur’ân ve hadislerde nice takdirkâr ifadeler mevcuttu. Bizzat Cenâb-ı Hak onlara ensar veya muhacir demiş ve tebcil etmişti.4 Onlar Tevrat ve İncil’de dahi vasfedilen insanlardı. Bununla beraber Allah Resûlü’nden bir söz duymuşlardı: “İstanbul mutlaka fethedilecektir!” diye başlayan bu sözün sonunda da şöyle deniliyordu: “Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden ordu ne güzel ordu!”5
İşte onların bütün gayesi, Allah Resûlü’nün ifadesindeki bu güzel orduda sade bir nefer olabilmek ve Allah hoşnutluğunu kazanmaktı. Bunca tehâlüke katlanmalarının başka hiçbir sebebi yoktu. Allah Resûlü İstanbul’u fethedecek ordunun Allah katında makbuliyetine işaret ediyor, onlar da böyle bir ordu içinde bulunmak için âdeta birbirleriyle yarış ediyorlardı.
Evet, Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretlerinin derdi de buydu. O’nun için ta Medine’den kalkmış ve İstanbul önlerine kadar gelmişti. Aylar, haftalar geçmiş fakat fetih müyesser olmamıştı. Şimdi ise O, yorgun ve bitkin bir hâlde ölümünü beklemekte. Her hâlde bütün hastalığı süresince, en çok tekrar ettiği şey: “Fetihten ne haber?” sözüydü. Nihayet ölüm ruhunu sarınca, ordu kumandanı soruyor: “Ey Allah Peygamberinin sahabisi, bir isteğin var mı, yerine getirelim?”
Diyor ki: “Beni alın götürebildiğiniz kadar ileriye götürün. Hatta imkân varsa surların içine girin ve beni oraya gömün! Biz İstanbul’u fethetmek için geldik, ama bana nasip değil. Ne var ki bir gün Efendimiz’in bu haberi mutlaka çıkacak ve bu müjdesi mutlaka tahakkuk edecektir. Ben burada gömülü olayım. Yanı başımdan geçen İslâm süvarilerinin kılıçlarının, kalkanlarının şakırtılarını işitmek hoşuma gider. Bırakın, hiç olmazsa o leventlerin seslerini duyayım.”
Aradan 5-6 asır geçiyor, Cenâb-ı Hak o muştuyu, yağız Türk levendi 22 yaşındaki Hz. Fatih’e nasip ve müyesser ediyor. Çağ açma kapama, Nebinin iltifatına mazhar olma, Avrupa’ya açılacak Hayber kapısı gibi demir kapıyı kırma ve Muhammedî ruhu tastamam temsil etme, kaderin tatlı cilvesi ona nasip oluyor. Allah’ın takdiri ya; adı bile Mehmet, yani Muhammed Fatih olmuştur. Evet O, Muhammedîliği âdeta bir Mehdi mahiyetinde temsil etmiştir. Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretlerinin duyduğu nâra, Fatih’in nârası ve takdirle karşılayıp “Hoş geldiniz!” dediği ordu da onun ordusudur.
İşte, ister irşad ve tebliğ, isterse maddî cihad adına, böylesine delice kendisini bu işe adamış kimseler, cihanı fethederler ve fethettikleri yerleri de asırlarca ellerinde tutabilirler. Efendimiz’in bir hadislerinde buyurdukları gibi, daha sonra, Müslümanların ruhunu “vehen”6 yani “ölüm korkusu” sarınca, elde edilen her şey, teker teker kaybedilmeye başlar. Bizim 2-3 asır öncesine kadar insanlık tarihinde ağır ve büyük bir yerimiz vardı. Bugün ise bu durumu kaybetmiş bulunuyoruz. Bu meselenin tek izahı vardır: O da üstün olduğumuz zaman İslâmî bir ruh taşıyor, Allah’a inkıyat ve teslimiyetimizi sağlam tutuyorduk. Gerilediğimiz dönemde ise ruhlarımızı “vehen”in, korkunun, zaafın, hayat sevgisinin ve istikbal endişesinin sardığını görüyoruz.
Kısa zamanda dünyanın dört bir bucağına yayılan Müslümanlar, takriben 1000 sene kadar, en yüksek bir idare şeklini dünyada hâkim kılmışlardı. Bu muvaffakiyet, Müslümanların maddî-mânevî her şeylerini Allah yoluna adamış olmalarından başka ne ile izah edilebilir ki?
Biz, İslâm âleminde zuhur etmiş bütün cihangirlerde aynı ruh hâlini görüyoruz. Onlar yaşatma arzusuyla, yaşama zevkini kendilerine haram kılmış insanlardır. Bütün dertleri, intisabıyla şeref duydukları dinin i’lâsıydı.
Alparslan’da bu vardır, Kılıçarslan’da bu vardır, Murad Hüdavendigar’da bu vardır, Fatih’te, Yavuz’da ve daha nicelerinde hep bu ruh, hep bu şuur mevcuttur…
Alparslan, Malazgirt’te üzerine giydiği beyaz urbasıyla ordusunun karşısına çıkıyor ve irad ettiği hutbesinde bu cübbenin ona kefen olmasını niyaz ediyordu. Yani o harp meydanına, muzaffer olmaktan daha çok şehit olmak için gelmiş bulunuyordu ve bunu, giydiği kefeniyle de bizzat gösteriyordu. Onun için de kendi ordusunun birkaç misli düşmanla tereddütsüz yaka paça olabilecekti. Ve oldu da.. oldu ama günün sonunda içi biraz buruktu. Zira şehit olmak istemiş, fakat olamamıştı.
Murad Hüdavendigar, “Allahım, ordunu muzaffer ve beni de şehit eyle!” diye dua etmiş ve harbe öyle çıkmıştı. Duası makbuldü. Ordu muzaffer o da şehit olmuştu. Bağrından yediği hançerle upuzun yatarken, etrafındakiler son buyruğunu sordular. Dudaklarında bir cümle söyleyecek kadar ancak derman vardı.. ve onu söyledi sonra da gözlerini yumdu. Son cümlesi: “Attan inmeyesüz!” olmuştu.
İşte, onlar tarafından kurulan bu muhteşem ve şanlı devletin her devirde dünya muvazenesinde bir ağırlığı vardı. Herkes ona bakıyor ve kendisini ona göre ayarlıyordu. Evet, böylesine Hak yolunda tehâlük gösterme, O’nun dışında her şeyi hakir görme, Allah’ı daima birinci plânda mütalâa etme ve bu yüce dava, yüce mefkûrenin delisi olma sayesinde Cenâb-ı Hak sınırlarımızı daima korudu, biz de aziz olarak yaşadık. Bu ruhu kaybedince de bizi dört bir taraftan sardılar ve âheste âheste çürütüp, ruhumuzu aldılar.
Evet, biz evvelâ ruh planında, sonra haysiyet ve şeref planında, daha sonra da madde plânında öldük. Şimdi de süper güçlerin ağzına bakıyor ve desteklerini bekliyoruz. Hatta onlara karşı borçlarımızı erteletmeyi, biraz geciktirmede muvaffak olmayı çok büyük başarı sayıyoruz.
Eğer bu millet, tekrar eski ihtişamına kavuşmak istiyorsa, onu mazide haşmetli kılan faktörleri, hem de hiçbirini ihmal etmeden hepsini yerine getirmelidir. Zira “İnsan için ancak çalıştığı vardır. Ve o, çalışmasının neticesini muhakkak görecektir.”7
1 Buhârî, şehâdât 9, fezâilü ashâb 1, rikak 7, eymân 27; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 210-215.
2 İbn Esîr, el-Kâmil fi’t-tarih 4/106.
3 Ebû Dâvûd, edeb 152; İbn Mâce, dua 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/253.
4 Bkz.: Tevbe sûresi, 9/100, 117; Haşir sûresi, 59/8.
5 Hâkim, el-Müstedrek 4/468; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/335; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/38.
6 Ebû Dâvûd, melâhim 5.
7 Necm sûresi, 53/39-40.