K. HULÂSA

Şimdi de buraya kadar söylediklerimizi kısaca hulâsa edelim. Kur’ân-ı Kerim; bütün geçmiş kitapları ve suhufu câmî olduğu gibi, Fatiha sûre-i celîlesi de Kur’ân-ı Kerim’i câmî ve hâvîdir. Bu kanaatimiz sadece inandığımız kitaba olan saygımızdan değildir. Eğer Kur’ân-ı Kerim’in kelimeleri üzerinde hassasiyet ve titizlikle durulacak olursa, birinin diğeriyle çok sıkı bir bağlılığı olduğu müşâhede edilir. Bütün Kur’ân’da böyle olduğu gibi, Fatiha sûresinde de böyledir. Fatiha, çok derin, çok geniş ve ayrı ayrı hakikatleri anlatmasına rağmen, âdeta bir tek âyet gibidir; اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ’den وَلَا الضَّالِّينَ ’e kadar okuduğumuz zaman, sonunda yemin ederek, “Bu, bir tek âyettir.” desek yeminimizde yalancı olmayız.

Evet, o, yedi âyet olduğu hâlde tek bir âyet bütünlük ve âhengi içindedir. Onda bir âyet sebepse, öbür âyet neticedir. Bir âyet bir hükümden bahsediyorsa, ondan sonra gelen âyet o hükmün sebep ve gayesini anlatır. Bir âyet içtimaî hayatla alâkalı bir meseleyi dile getiriyorsa, diğer âyet o meselenin kanunlarını anlatıverir. Binaenaleyh, dünyadan ukbâya gerçeklerin bir yüzünü bu âyet, öbür yüzünü de başka bir âyet söyler. Şimdi kısaca ve teker teker bunların hepsine küçük birer temasta bulunup mevzuu noktalayalım.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a hastır.” Çünkü Allah’tır. Allah ile hamd arasında böyle sıkı bir münasebet vardır. Niye hamd Allah’a hastır? Çünkü O Rabbü’l-âlemîn’dir. İnsanı elementler mertebesinde bırakmıyor, terbiye ile kemalâta ulaştırıyor. Ve yine insanı öyle bir keyfiyete ulaştırıyor ki orada melekler onun önünde saf bağlıyor. İşte böyle, insanı yüce Kur’ân ahlâkıyla terbiye eden Allah’a niye hamd olmasın ki?

O, Rabbü’l-âlemîn’dir ve hamd O’na hastır. Çünkü O, اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ yani Rahmânu’r-Rahîm’dir. Evet, varlığın her parçasında O’nun rahmetinin izi müşâhede edilmektedir. İnsanın simasında, insanın davranışlarında ve yaşayışında, insanın mânâ ve mahiyetinin her zerresinde rahmetinin izi görülmektedir. Böylesine rahmetinin izi her yerde kendisini hissettiren ve hissettirdiği her hâdisenin arkasında “Allah” dedirten nasıl Rabbü’l-âlemîn olarak kabul edilmez ki? Ve nasıl o kadar zerrede rahmetini gösteren Allah’ın her hâdisede rubûbiyeti teslim edilmez ki? İşte hamd böyle bir Zât’a hastır.

Siz de hamdi sezecek, Rabb’i bilecek ve Allah’a gideceksiniz… Âdeta peşi peşine gelen üç cümle bir tek cümle gibi ubûdiyete ait her şeyi hâvî ve arkadan gelen cümlelerle de sımsıkı irtibatlıdır. Evet, O, sizi rahmetiyle besleyip büyüttüğü ve terbiye ettiği gibi siz de, size bahşettiği ihsanâtın hesabını O’na vereceksiniz; zira O, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ’dir. Mâlik-i Yevmiddin olduğu için O’na hamd edeceksiniz. O hem ceza günü hem de Cennet ve Cehennem’in yegâne sahibidir.

Evet, âyetler silsilesi sizi Mâlik-i Yevmiddin’e baktırmadan Rahmân ve Rahîm’e baktırıyor ve içinizde recâ hissini uyararak diyor ki; Mâlik-i Yevmiddîn’e geçmeden Rahmân ve Rahîm’e bakın; içinizi rahmet esintileriyle doldurun, sonra Mahkeme-i Kübrâ’yı hatırlayın.. ondan sonra da azabından korkun ve adımlarınızı ona göre atın! İşte size lâhut bağlantılı vicdanî yol! Rahmâniyet ve Rahîmiyet vesayetinde öteler ufuklu terbiye ve insanî kemalât yolu.

Evet, işte böylece, kendimizde ve kâinatta nimetlerini, terbiye ve bize yakınlığını gördüğümüz Allah’ı eserleriyle de müşâhede ediyor ve verilen bu şuur ölçüsünde cemaat mefhumunu da kavrıyor, sonra da bütün hissiyat ve iç dünyamızı, bütün mülk ve melekûtumuzu bir araya getirip bütün benliğimizle إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz. Böylece, Cenâb-ı Hakk’a karşı, O’nun azamet ve ululuğuna ferdî ubûdiyetle mukabelede bulunamayacağımızı.. ve O’na ancak cemaat hâlinde arz-ı ubûdiyette bulunabileceğimizi düşünüyor ve vicdan-ı umumînin aks-i sadası gibi “Biz, biz!” diyoruz.

Evet, O Allah ki, zerrelerden kürelere kadar her şeyi terbiye etmekte ve bize her an Rahmâniyet ve Rahîmiyetini göstermektedir. Biz de O’nun bu azametine karşı teker teker kulluk yapamayacağımız için bir araya geliyor ve bir imamın arkasında saf bağlıyoruz.. sonra yerküreyi de saf bağlamış kabul ediyor ve daha sonra asırları aşıyor ve bizden evvelki asırlara ulaşıyoruz.. sonra da hayalen gelecek asırlara gidiyor ve yerküredeki bütün insanları, tevhid dairesi içinde ittifak ettiklerini düşünüyoruz. Düşünüyor ve hep beraber Kâbe-i Muazzama’nın etrafında; geçmiş bütün asırları peygamberleriyle, gelecek bütün asırları müceddit ve velileriyle, O Rehber-i Ekmel (en kâmil rehber), Muktedâ-yı Küll (her varlığın kendine uyduğu) tek İmam, ferdiyetin tek mazharı ferd-i ferîd olan Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında saf bağlamış olarak tasavvur ediyor ve onlarla beraber إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz. Hatta bunu da aşıyor, vücudumuzda baş başa verip cemaatleşen, bütün hücrelere diğer varlıkları meydana getiren atomları da dahil ederek onları da bir bir cemaat kabul ediyor ve إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz.

Buradan da geriye dönüp baktığımızda اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ’den buraya kadar gelen âyetleri bir tek âyet insicamı içinde görüyoruz. O kadar ki, bu cümlelerden birini çıkarıverirseniz ciddî bir gediğin meydana geldiğini görürsünüz. Ve yine fazla bir şey eklerseniz, göz kulak tırmalayıcı bir manzaranın zuhur ettiğini müşâhede edersiniz. Hamdden terbiyeye, terbiyeden rahmete, rahmetten her şeyin ötelerle buudlaşmasına ve ondan da insan iradesiyle, Allah inayetinin kutuplaşmasına kadar her şey o kadar latîf bir insicamla anlatılır ki, bu âhenkle büyülenmemek mümkün değildir. Sonra اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ demek suretiyle, Allah’tan yardım adına istenecek şeylerin en kudsîsi, en âlîsi, “yolum” dediği ve bizden evvelki kimseleri ona hidayet ettiği salih, veli ve nebilerin yoluna hidayet edilmeyi talep ediyoruz.

İnsana, göz açıp kapayasıya, Allah’tan bir şey talep etme salâhiyeti verilmiştir. Allah’a inanma şuuruna eren ve O’nu içinde hisseden, bütün benliğiyle âdeta fenâ fillah olan insan da, bir cemiyette ve cemaat içinde O’na kulluğunu takdim ederken; bir taraftan fenâ fillah olmanın, diğer taraftan da cemiyet içinde varlığını ortaya koymanın buudlarını yaşıyor. Yani bir yönüyle yok olma ki, buna “rumûz-i bî hodi” (bensizliğin sembolleri), bir taraftan da cemaat içinde benlik kazanma ki, buna da “esrâr-ı hodi” (benliğin sırları) diyoruz. Evet, cemaatin benliği içinde kulluğunu Allah’a takdim etme ve O’na kolektif bir şuurla teveccüh öyle tatlıdır ki, ona denk bir zevkten söz edilemez. İşte tam bu yöneliş esnasında Allah sana bir talep salâhiyeti veriyor, “Kulum, Benden bir şey iste!” diyor. Gözünü açıp kapayıncaya kadar bu kısa an içinde, hiç vakit geçirmeden bütün benliğinle ve içinde bulunduğun cemaatin Hak nezdindeki yeriyle; اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ diyorsun.

Evet, “Bizler şu anda yolların ayrımında bulunuyoruz. Ya mağdûb ve dâllîn yoluna gitmek bahis mevzuudur.. evet, eğer gönüllerimiz coşmaz, Senden bir şey istemezse, o yollara sürüklenme ihtimali kuvvetlidir. Veyahut da gideceğimiz yol Senin yolun, nebilerin yoludur. Bir şehrâh ve apaçık olan o yol, gidilmiş, yaşanmış ve tecrübe edilmiş bir yoldur. Daha dün Senin Habib-i Edib’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), o yolu tecrübe etti ve sadık yârânlarıyla bu yola girdiği için dünya imparatorluklarını dize getirdi. Her yere Senin adını duyurdu. İşte duyulmuş, bilinmiş, binlerce insanın gittiği, alabildiğine geniş, aydın ve berrak bu yol, bütün sâliklerini Senin huzuruna getiriyor. Aslında bu yoldan gelmeyenin Sana ulaşması da muhaldir. Zira iki nokta arasında sadece tek çizgi doğrudur. İşte bu doğru da sadece Senin yolundur. Bu iki nokta arasında başka çizgiler bulunsa dahi onların hepsi az-çok eğridir. Bu az eğrileri biz Hristiyanlık ve Yahudilik olarak kabul ediyor, birine “mağdûbîn” diğerine “dâllîn” diyoruz. Bunların da biri Senin gadabına uğrayıp gitmiş, diğeri de sapıttığı için nereye gideceği belli değildir. Onun için, bizi, binlerce eğri büğrü –doğruya yakın bile olsa– yollar içinde tek doğru olan, Senin doğru dediğin yola hidayet etmeni talep ediyoruz.” diyor ve inliyoruz.

İşte başından beri izah ve tefsirine çalıştığımız Fatiha sûresi, yedi âyetten meydana gelmiş bir sûre olmasına rağmen, sanki tek bir âyet, tek bir cümle insicamı içindedir. Esasen bu hususiyet اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ’den مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ ’ye kadar, baştan sona bütün Kur’ân-ı Kerim’de de mevcuttur. Biz, Kur’ân’ın sıralanışı itibarıyla ilk sûresi olan Fatiha sûresinde bunu ispata çalıştık. Ancak ciddî bir çalışma ve gayret, bir bütün hâlinde Kur’ân’daki bu mucizevî yönü ispat ve izaha teksif edildiği takdirde, tefsir adına büyük bir boşluk daha giderilmiş olacaktır.

Biz, bu dediklerimizi, Fatiha’ya bir fatiha kabul ediyor ve sözü bu işin erbabına bırakarak, Cenâb-ı Hak’tan, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı hakkımızda şefaatçi kılmasını temenni ve niyaz ediyoruz.

Allahım! Kur’ân’ı hayatımıza gaye kıl ve onu hayatımızın hayatı hâline getirmeye bizleri muvaffak eyle! (Âmin!)

-+=
Scroll to Top