Kalb-i selim nedir?
Selim “selime”den gelir. İslâm kelimesiyle aynı köktendir. Lügat mânâsı itibarıyla kalb-i selim, hastalıksız ve arızasız kalb demektir. Daha has mânâda ise o, İslâm’dan başka her şeye kapalı olan kalbdir.
Kalb-i selim sahibi olmak, Kur’ân’da bir mü’min adına ortaya konan vasıfları yaşamaktır. Bu tarif umumîdir ve her şeyi içine alır mahiyettedir. Hz. Âişe Validemiz’e sorarlar: “Allah Resûlü’nün ahlâkı nasıldı?” Cevap verir: “Siz hiç Kur’ân okumuyor musunuz?” “Okuyoruz.” derler. Ve sözüne devam eder: “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.”1
Evet, Kur’ân, evvelâ Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi hayatını ona göre düzenlesin, tanzim etsin diye indirilmiş bir kitaptır. Daha sonra da imam nasıl yapıyorsa arkadaki cemaat da öyle yapacak ve bütün ümmet-i Muhammed düşüncelerini, tasavvurlarını, hayat ve ahlâkını ona göre tanzim edecektir.
Bir de biz, selim kalbi, daha ziyade insanlara zarar veren şeylerden salim olan kalb olarak düşünürüz. Çünkü bir hadiste اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِموُنَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ “Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kişidir.”2 buyrulmaktadır. Bu biraz hususî, fakat enfes bir tariftir. Müslüman, eliyle ve diliyle kimseye zarar vermeyecektir.
“Kalb-i selim”, Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde geçer.3 İkisi de Hz. İbrahim ile alâkalıdır.
Hz. İbrahim, kavminin ve bilhassa babası Âzer’in dalâleti ve sapıklığı karşısında iki büklümdür ve ızdırap içinde kıvranmaktadır. Bunun böyle olması gayet tabiî ve fıtrîdir. Zira her insanda cibillî olarak, yakın çevresine karşı bir sevgi ve alâka vardır. Hele bu çevre daraldıkça sevgi ve alâka daha bir artmaktadır. Hiçbir salih evlât babasını sapıklık içinde görmek istemez, istemek bir yana, onun sapıklığı salih evlâdı her şeyden daha çok üzer ve dilgîr eder. Hele bu, Hz. İbrahim gibi şefkatin doruk noktasında bir peygamber ise; onun ızdırabı herkesten fazla olur. İşte Hz. İbrahim böyle ızdıraptan iki büklüm bulunmaktadır.
Bir gün yine, içinde babasının da bulunduğu bir topluluğa tevhid dersi vermekte ve onları hak dine davet etmektedir. Ancak kavmi ve babası ona karşı diretir, onun davetine icabet etmez. Atalarının dini üzere olduklarını söylerler. Bu hemen her devirde, gerçeğe inanmayan insanların mazeret veya dayanakları olmuştur. İşte böyle bir manzara karşısında Hz. İbrahim ellerini kaldırır ve Rabbine şöyle yalvarıp yakarır:
“Ey Rabbim! Bana hikmet ver ve beni salihler arasına ilhak eyle. Sonradan gelenler arasında beni yâd-ı cemil yap ve ‘Naim’ Cennet’ine vâris olanlardan kıl. Babamı da bağışla, o şüphesiz sapıklardandır. İnsanların diriltileceği gün, Allah’a selim bir kalble gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği gün, beni rezil etme!”4
Hz. İbrahim selim bir kalbe sahipti. “Nitekim Rabbine selim bir kalble geldi.”5 âyeti bize bu hakikati anlatmaktadır. Ve o, ahirette insana ancak selim bir kalbin fayda vereceğini söylüyordu. Yani küfrün hâkim olduğu bir kalbin, selâmete ermesi kat’iyen düşünülemezdi. Kâfir olan kimsenin evlâdı Hz. İbrahim (aleyhisselâm) bile olsa, eğer onun kalbine küfür hâkimse, Hz. İbrahim de olsa ona bir yararı dokunmayacaktır. Evet, O İbrahim Halilullah ki, pek çok peygamberin babasıdır ve ihraz ettiği makam itibarıyla, ahir zamanda gelecek, en büyük nebi, Nebiler Sultanı’nın, “Ben ona benziyorum.” diyerek iftihar ettiği bir insandır.
İşte bu zatın babası Âzer’in kalbi küfürle doludur ve onun babasına hiçbir yararı olamamaktadır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Hz. İbrahim ahirette de aynı ızdırapla kıvranacak ve babasını ayaklarının dibinde görecek, “Rabbim! Ne olur bu benim babam!” diyecek… Fakat Allah, Âzer’i meshederek, Hz. İbrahim’in içindeki alâka ve sevgiyi silecek ve ona babasını unutturacak.” Böylece “Halilim, dostum!” dediği ve rahmetinin bağrına bastığı İbrahim’ine değişik bir buudda rahmetiyle tecellî edecek.
Meseleye bu zaviyeden bakınca kalb-i selimin ne demek olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Kalb-i selimin, evvelâ küfürden, tereddütten, şirkten salim olması lâzımdır. İçinde küfrün, tahammülsüzlüğün, kinin, nefretin kol gezdiği bir kalb ne kadar insanca davranışlar içinde de bulunsa selim olamaz. Günümüzde çok hümanistler var, “Benim kalbim temiz, zira ben insanları çok seviyorum, hep onlar için hayra koşuyorum.” diyorlar, ama boştur; çünkü inkâra kilitli, gözü başka hiç birşey görmeyen bir kalb kat’iyen selim ve salim olamaz. Çünkü o Kâinatın Sahibi’ni inkârda anlaşılmaz bir temerrüt göstermektedir. Aslında insanî değerlere saygılı olmak çok önemlidir. Ancak hem o değerleri gerçek yüzleriyle idrak hem de bu idrakin sürekliliği, insanın insanlığının esası olan imana bağlıdır. İman ve imandan kaynaklanan hakikî sevgi dinamiği olmayınca bütün iyilikler, güzellikler, faziletler ya yalan veya süreksizdir. Dolayısıyla da değersizdir.
Hem nasıl, bir insan memleketine, hatta insanlığa çok faydalı bazı hizmetlerde bulunsa, fakat o memleketi idare edenleri ve o memleketin kanununu, nizamını tanımayacağını söylese, zannediyorum böyle biri hemen derdest edilir ve cezalandırılır. Daha önceki faydalı işleri, hizmetleri hiç nazara alınmaz. Öyle de, kâinatın Sahip ve Malik’ini tanımayan bir insan, vatan ve milletine ne kadar faydalı olursa olsun, ahirette derdest edilip cezalandırılır ve yaptıkları ona hiçbir fayda getirmez.
Siz Ebû Talib’e bakın ki, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ta çocukluğundan itibaren yanına aldı, 48 sene himaye etti.. ve hep O’na arka çıktı. Kimseyi O’na dokundurtmadı. Ama buna rağmen, iman etmediği için o ilâhî teminatı kazanamadı. Hatta Ebû Bekir, başı bir kuşun tüyleri gibi kıvırcık kıvırcık bembeyaz olmuş babası Ebû Kuhafe’yi alıp Efendimiz’in huzuruna getirdiğinde Ebû Kuhafe, Efendimiz’in dizlerinin dibine oturmuş, geç de olsa oğlunun girdiği nurlu yola girmiş ve Müslüman olmuştu. Bunun üzerine de Hz. Ebû Bekir ağlamaya başlamış ve Resûlullah da (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Niçin ağlıyorsun, baban hidayete erdi ya?” diye sormuştu. Hz. Ebû Bekir’in cevabı da şu olmuştu: “Yâ Resûlallah! Babamın yerine şu kelime-i tevhidi söyleyenin Ebû Talib olmasını ne kadar arzu ederdim!”6
Çünkü Ebû Talib Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) himaye edenlerin başında idi, O’nu bağrına basmış ve: “Git, bildiğini yap, ben sağ olduğum müddetçe sana kimseyi dokundurmam.” demişti. Ayrıca çocuklarından Haydar-ı Kerrar Hz. Ali’yi ve Mute’nin kahramanı Cafer’i Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) emrine vermiş, vermiş ve onları en emin ele teslim etmişti. Ama, bütün bunların Ebû Talib’e bir faydası dokunacak mıydı? İşte bütün mesele burada! Eğer imanla gitmişse, evet. Şayet imanla gitmemişse, o zaman işi çok zor ve kurtuluşu mümkün değil.
Bu mânâda kalb selimliği çok önemli bir husustur. İnsanlar birçok iyilik yapabilir, civanmert davranabilirler. Fakat evvelâ kalbin şirkten, küfürden ve dalâletten kurtulması gerekir.
İkincisi ise, o kalbin İslâmiyet ile mamur ve Kur’ân ahlâkı ile donanmış olması lâzımdır. Şayet kalb, Kur’ân’ın tarif buyurduğu ve teklif ettiği ahlâk ile mamur değilse, o kalb selim değildir.
Bütün bunlardan sonra Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüce ahlâk ve ulvî seciyeleri de kalb-i selimin tezahürleridir. Bir insan, ahlâkını Efendimiz’in ahlâkına uydurduğu ölçüde selim kalbe sahip sayılır. Aksine kendi kendini aldatmış olur. Ümit ediyoruz ve Rabbimiz’den niyaz ediyoruz ki, bizi O’nun yüce ahlâkıyla serfiraz kılsın.
Bugün, İslâmiyet’e hizmet eden mü’minler, öyle ümit ediyoruz ki -inşâallah- ellerinden geldiğince ibadet ü taatte bulunmakta ve onunla gönüllerini mamur kılmaya çalışmaktadırlar. Aynı zamanda insanların dünyevî ve uhrevî saadetlerini temin maksadına matuf olarak da çok defa kendi maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunmakta ve kendi yaşama zevklerini, yaşama hazlarını bir tarafa iterek başkalarını yaşatma, onları mesut etme arzu ve iştiyakıyla gerilime geçmekte ve küheylanlar gibi koşmaktadırlar. Bir yerde bir araya geliyorlarsa, bu sadece ve sadece hizmet düşüncesini, hizmet azmini kuvvetlendirmeye matuftur.
Gerçekten kulak verip onların heyecanlarını dinlediğiniz zaman, sinelerinin “i’lâ-yı kelimetullah” mülâhazasıyla attığını duyacak ve bunların o -vaad edilen zatlar olduklarını- anlayacak ve hissedeceksiniz. Müslümanlık bu fedakâr ruhlarla her zaman iftihar edecektir. Zira onlar gelecek adına dirilişimizi tekeffül etmiş, desteklemiş ve omuz vermiş gerçek mü’minlerdir. Ve işte bunlar, selim ve salim kalb sahibi insanlardır.
Selim ve salim kalb mevzuu çok mühimdir, çünkü Kur’ân âyetleri onu mal ve evlâdın karşısına koymuş ve: “Mal ve evlât fayda vermez, o gün ancak kalb-i selim fayda verir.”7 buyurmuştur.
“Sanma ki ey hâce senden sim ü zer isterler,
Yevme lâ yenfe’uda kalb-i selim isterler.”
İyi yaşamış mısın? İyi ölmüş müsün? İyi dirilebilecek misin? Livâü’l-Hamd’in yolunu bulabilecek misin? Kevser’in başına ulaşabilecek misin? Efendimiz seni uzaktan görüp, tanıyacak mı? Senin ahiretteki durumun, bu sorulara ve daha başkalarına vereceğin cevaba bağlıdır. Zira Allah Resûlü: “Ben benimkileri tanırım.” buyuruyor. Nasıl tanıyacağı sorulunca da “Sizin alnı beyaz, ayakları sekili atı, yüzlerce ve binlercesi arasından tanıdığınız gibi ben de benimkileri abdest azalarından tanırım.” cevabını verir.8 Allah Resûlü sizi, alnınızdaki سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِمْ مِنْ أَثَرِ السُّجُودِ9 âyetiyle mühürlenen damgadan tanıyacaktır.
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), kollarını omuzlarına kadar yıkıyordu. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca da: “Abdest azalarının nurunu artırmak istediğim için.”10 cevabını veriyordu. İşte bu, selim bir kalbe sahip olmanın tezahürüydü.
1 Müslim, müsafirûn 139; İbn Mâce, ahkâm 14; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/91.
2 Buhârî, îmân 4, 5; Müslim, îmân 64-65.
3 Şuarâ sûresi, 26/89; Sâffât sûresi, 37/84.
4 Şuarâ sûresi, 26/83-89.
5 Sâffât sûresi, 37/84.
6 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 9/40; İbn Hacer, el-İsâbe 7/237-240.
7 Şuarâ sûresi, 26/88-89.
8 Müslim, tahâret 39; Nesâî, tahâret 110.
9 “Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır.” (Fetih sûresi, 48/29)
10 Müslim, tahâret 40; Nesâî, tahâret 110.