Kalbî ve Ruhî Hayat

Tevazu

İnsan kendini “sifir” kabul etmeli; “sıfır” bile değil, Arapçadaki hâliyle “sifir” bilmeli. Çünkü “ı”larda kendini hissettiren bir sertlik vardır. Samimi mü’min, o kadarcık dahi olsa, nefsini nazara vermemeli.

Kendinde bir şey vehmeden kaybetmiştir. İkram ve imtihan-ı ilâhî olarak bazı şeyler kendisine gösterilse veya güzel rüyalar görse, bunu dahi anlatıp kendine pay çıkaran hasta ruhlar vardır. Bu çok tehlikeli bir yoldur. Daha tehlikelisi de “Aczimize binâen Allah zaman zaman lütfediyor böyle!” denmesi ve bu şekilde tevazu paketine sarılmış enaniyet ve riyakârlığa meyledilmesidir. Bir adam uçsa, gitse ağacın tepesine konsa, sonra da bunu sağda solda anlatsa, biliriz ki bu adam boştur. Ben nezaketim icabı böyle diyorum, yoksa o adam bomboştur. Çünkü Hak dostları, Cenâb-ı Hakk’ın sırlarını ifşa etmez. Bu türlü lütuflar, ulûhiyete ait sırlardır; ifşa edilmez. Allah da (celle celâluhu) zaten sırrını açığa vuran kimselere onları daha fazla bildirmez. Bir kısım lütuflar ve o sırlar imtihan vesilesidir; tehlikeli ve ses çıkarılmaması gereken bir yerde cepteki bozuk paralar gibidir, hissettirilmemesi gerekir. Bozuk paraları şıkırdatırsan avcılar seni duyar, bu avcılar yaman olur, endişe et ki seni vurur.

Allah’ın has kulları kendisini bir şey kabul etmez. Kutup, önünü hep sisli dumanlı görür. Ufku açık değildir. Herkes onu ulaşılmaz zirvelerde müşâhede eder; ama o kendisinin çukurlar içinde olduğunu zanneder.

Ayakların hep yere bassın ki, düştüğün zaman canın yanmasın; bir tarafın kırılmasın. Kendi vehimlerinle oluşturduğun dünyada bulunduğunu zannettiğin yüksek yerlerden düşersen, düştüğün yer en derin çukurlar olur ve hiçbir yerin sağlam kalmaz. Dikkat et, makamın, olduğunu zannettiğin yer değilse, düşmen de kaçınılmazdır.

Emniyet

İnsan bu dünyada emniyetle yaşamamalı. Hiçbir zaman kendine güvenip kendinden emin olmamalı. Kul dünyada hep havf ile yaşamalı. Akıbeti hususunda sürekli tir tir titremeli. Havf ve recâ dengesinde bir ömür sürüp neticeyi Allah’a vermeli. “Ben kâfirim, ben münafığım…” demek caiz değildir; ancak insanın içinde hep bir endişe olmalı, “Bende münafıklık alâmeti var mı?!” diye. Bu endişeyi koca Hz. Ömer bile taşıyor ki, biz neden taşımayalım! Hz. Osman mezarlığa uğradığı zaman nefes alamayacak hâle gelinceye kadar ağlardı. Namazını kıldığı zaman, makbul olduğuna inanmalı; ancak “Bunda bir eksiklik var mı, yüzüme çarpılır mı?” diye endişe etmeli.

İmam Gazzâlî dâhil pek çok muhakkikîne göre, insan yaşarken hep havf yörüngeli olmalı; ölüm anında ise recâya yapışmalı. Yani, ötelere açılacağı o dakikalarda, Cenâb-ı Allah hakkında hüsnüzan etmeli, O’nun rahmetine sığınmalı ve recâ duyguları içinde, “Artık yapabileceğim bir şey kalmadı. Şu an kendimi tamamen Senin rahmetine teslim ediyorum.” demeli. İmam Şâfiî Hazretleri de vefat ederken şöyle diyordu: جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُلَّمًا “Allahım! Recayı affına merdiven yaptım.”1

Kalb İstikameti

İnsan, Cenâb-ı Allah’a her zaman muhtaçtır. O’nun nimetlerine muhtaç olmasından daha çok, inayet (yardım, ihsan) ve riayetine (koruyup gözetmesine) muhtaçtır. Hava, su ve yiyecek gibi şeylere muhtaç olan insanoğlunun bu maddî nimetlerden daha fazla kalb ve ruh istikametinde beslenmeye ihtiyacı vardır. Samimi bir kul, Rabb’inden sürekli kalb ve ruh istikameti istemelidir.

Bir kulun “Nasıl olsa çizgiyi bir kere tutturdum.” düşüncesi ve tavrı içine girmesi, sanki bir yerden sonra Allah Teâlâ’ya ihtiyacı yokmuş mânâsına gelir. Bu tavır, hiçbir zaman içine düşülmemesi gereken bir yanlışlıktır ve neticesi de ilhaddır (inanç bozukluğudur). Oysa her şey, her zaman O’na muhtaçtır. İnsan, senelerce ibadet ü taat yapsa da bunlar onun ruhunda istikamet sağlayıcı bir hâle bürünmeyebilir. Her şeye rağmen ona düşen yine söz, tavır ve davranışlarıyla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak, O’ndan ihlâs ve istikamet istemektir.

Bu konuda çok samimi ve yürekten olmak gerekir. İnsan altmış yetmiş yaşında olsa ve o zamana kadar imrenilecek bir hayat ortaya koymuş bulunsa bile, yine de yanlışlıklara düşebilir, hata yapabilir. Öyleyse inanan bir insan, canını ortaya koyarcasına, gönülden Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeli, “Ya Rab, beni hidayetinden bir lâhza ayırma!… Sözüm, davranışım, konuşmam, el ayak hareketlerim ve hatta mimiklerimle küçük de olsa bir yanlışlığın içine düşürme. Bir dakikalık inhirafa düşeceksem emanetini hemen al!” diyecek kadar candan olmalı.

Meselâ, sesli Kur’ân-ı Kerim okuyor, samimi ve riyasız başladı; fakat bir aralık “Dışardakiler de duysalar iyi olur!” düşüncesi aklından geçti… Yüreği varsa sesini hemen kesmeli, “münafık” demeli kendi kendine, başını yere koymalı ve istiğfar etmeli. Küllî bir ibadetin içine ufak bir kırıklık ve azıcık bir yön değişikliği dahi sokmamalı. Çünkü ibadet ü taat sadece Allah (celle celâluhu) için eda edilir. Ve elden geldiğince, hususiyle farzlar dışındaki ibadetler, hiç kimseye gösterilmez; hiç kimseye duyurulmaz. Tabiî hâlde yaparken bazıları duyarsa, bu durum o kulu alâkadar etmez; fakat o yine “Keşke duymasalardı” der.

İstikamet üzere yaşama ve yanlışlıklara düşmeme hususunda bir muztar (bütün bütün çaresiz kalmış bir insan) gibi dua etmeli ve Allah’a sığınmalıdır. İbadet ederken de muztar edasıyla ibadet etmek gerekir. Hani, Lem’alar’da okuyoruz; Hz. Yunus (aleyhisselâm) denize atılıp büyük bir balık onu yutunca, fırtınalı bir deniz ortasında, karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette kalıyor. Esbab tamamen sükût ediyor. Gece, deniz ve balık onun aleyhine ittifak edince bu üçünü birden emrine musahhar edip, kendisini sahil-i selâmete çıkarabilecek yegâne Zât’a sesleniyor. Müsebbibü’l-esbâb’dan başka bir melce’ olmadığını ayne’l-yakîn gördüğü ve O’na sığındığı an, nur-u tevhîd içinde sırr-ı ehadiyet inkişaf ediyor.

İşte, aynen öyle de, samimi bir kul, etrafındaki hiçbir şeyin kendisinin derdine derman olamayacağı ve imdadına koşamayacağı duygusuyla “Allah” demeli ve O’na yönelmelidir. O hâl üzereyken “Allah” demede başka hiçbir garaz yoktur. Her şeyden ümit kesen insanın, açık bulacağını ümit ettiği o tek kapıya yönelmesiyle nur-u tevhid içinde ehadiyet sırrı onun için de açılacaktır.

Zaten Kur’ân-ı Kerim, bütün haşmetiyle bu hakikati ilan ediyor; “Muztar dua ettiği zaman, duasına icabet eden kimdir? O duayı kabul eden onun arzusunu is’af eden (yerine getiren) kimdir? Belâya dûçar olduğu zaman, o belâyı bertaraf eden kimdir?”2 diyor. Kendi hatıralarınıza dönüp bakar, darda kaldığınız pek çok defa “Rabbim!” dediğinizde imdadınıza koşulduğunu hatırlarsanız bu soruya bütün gönlünüzle siz cevap verecek ve “Allah” diyeceksiniz.

Evet, insan kendini sürekli kontrol etmeli, eksik ve hatalarını görüp onları düzeltme hususunda kendi niyet, azim ve gayretinden öte Allah’a güvenmeli, ona itimat etmeli ve kat’iyen unutmamalı ki; bir işin içine ne kadar başkalarının mülâhazası girerse, o kadar Allah rızası düşüncesi delinmiş ve yırtılmış olur.

Temkinli yaşamalı insan. Ayaklarının sağlam bir zemin üzerinde olduğu, kulluk yolunda rahat yürüyebildiği, şeytanın ona tesir edemeyeceği şeklindeki bütün düşünceleri “Hayır, bunlar öyle görünüyor olabilir; fakat her an o zemin çökebilir; her lâhza ayaklarım beni yolda koyabilir; şeytan bir yerden yolunu bulup duygularımı kirletebilir.” türünden temkin ifadeleriyle tadil etmeli. Meselâ, az önce de ifade ettiğim gibi, gece karanlığında, bir binada tek başına “Ya Rabbi!” deyip ağladığı anda bile “Belki birazdan birisi kapıdan içeri girer de beni duyar ve ‘Şu adamın ihlâsına bak!’ der” gibi bir duyguya kapılmışsa insan, o an duasını, ağlamasını kesmeli; riya ile o temiz sayfayı kirleteceğine, onun bir kısmını eksik bırakmalı.

Nitekim, seleflerimizin hayatına bakarsanız bu ölçüyü gösteren pek çok misal görürsünüz. Meselâ, İbrahim b. Yezid En-Nehaî, Kur’ân okuduğu bir sırada kapısı çalınınca önce Kur’ân-ı Kerim’i rafa kaldırıyor, sonra kapıyı açıyor. Ev halkı neden öyle yaptığını sorunca da “Beni o hâlde görürlerse her zaman Kur’ân okuyorum zannederler.” diyor ve öyle bir görüntüyü riya kabul ediyor.

Bu kadar hassasiyetin bir vehim ve vesvese olabileceği de akla gelebilir; fakat halis bir mü’mine yakışan, sadece Allah’ın rızasını gözeterek amel etmeyi namus meselesi bilmesidir. Allah’a ve ahirete inanan bir insan, ibadet ü taati Allah’a tahsis etme hususunda vesvese derecesinde hassas davranmalı, bunu bir namus meselesi olarak telâkki etmelidir. En iyi söz söylediği zaman bile, eğer içine riya ve dolayısıyla şirk ifade eden söz ve davranışlar bulaşıyorsa, konuşmasını hemen kesmesini bilmelidir. Kaleminden Hz. Davud’un mezâmiri gibi enfes mısralar döküldüğü bir sırada dahi, eğer niyetinde bir kirlenme görüyorsa kalemini anında kırmalıdır. Kırmalıdır, çünkü o ebediyete talip olmuştur. Ebedî bir hayata talip olanın da bu hedef uğruna duygu ve düşüncelerini ömür boyu temiz tutmaya çalışması gerekir.

İnsan Aynası

İnsanın ruha kendi gücünü kazandırması mutlaka Allah’ın rızasını kazanması demek değildir. Ruha gücünün kazandırılması mârifet-i ilâhî noktasından bir şey ifade eder; yoksa yogilerin yaptığı şekil esas değildir. Atmosfer de, küre-i arz da hepsi birer aynadır. Aynalıklarıyla bütün tecellî-yi ilâhîyeyi aksettirirler. İnsan ise, kâinatta şuurlu tek aynadır. Zât-ı Ulûhiyetin bilinmesi ancak insan gibi şuurlu bir ayna ile olur. Onu gösterme hususunda insan çok iyi bir ayna olmuştur. Ama bir mîrî (anonim) sözde “Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.” denildiği gibi Server-i Enbiya (aleyhissalâtu vesselâm) bütün tecellîler için aynaların aynasıdır. Eğer o aynada tecellîler aksetmeseydi, her yer ve her mevcûdât zifiri karanlık içinde kalırdı. Allah (celle celâluhu) bizleri hoşnutluğuna tâlip muktedilerden eylesin. Hidayetiyle birlikte istikamet nasip etsin.

Kabz u Bast ile Havf u Recâ

Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde ifade edildiği gibi, havf u recâ (korku-ümit), iradî birer tavır, Hak yolunun salikleri için bir ilk menzil ve ilk nokta olmasına karşılık; kabz u bast, bir kısım iradî sebeplerin dışında hakikat yolcusunun yolunu kesen veya onu şahlandırıp kanatlandıran nihaî sınırda sırlı bir alışveriştir. Havf u recâ, istikbale ait sevilip sevilmeyen şeylere karşı bir endişe hissi ve bir ümitlenme neşvesi ise; kabz u bast, hâlihazır itibarıyla kalbe gelen değişik boy ve renkteki dalgaların tesirinde kalbin kasvetle kasılması veya neşeyle atması şeklinde yorumlanabilir. Havf u recâ ile kabz u bast birbirine karıştırılmamalıdır. Birisi, insanın beklentileri ve inancı neticesidir. Diğeri, haldir ve hemen her mertebede, her makam ve pâyede kulun başına gelebilecek bir durum; yolcuyu sürekli alâkadar eden bir husustur.

Kabzda Bile Kapıdan Ayrılmama

Kabz (iç darlığı) hâlindeki zaman dilimleri uzun ya da kısa sürebilir. Bu, bazen Allah’tan uzaklaşma ile gelmiş bir küsuftur. Günah ile gelmişse, tevbe ve istiğfar ile süresi kısaltılabilir. Bazen çok uzun kabzlar ümitsizlik vesilesi olur, insan bu durumlarda âdeta hiç ışık görmez. Her ne kadar uzun ya da kısa sürse ve şart-ı adî planında insan iradesi, insanın günahları ve teveccühsüzlüğü onda rol oynasa da bir gerçek vardır: وَاللّٰهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ “Kabzı veren de, onu basta çeviren de Allah’tır.”3 hakikatince, kabzın gelişi, süresi ve basta inkılâbı Allah’ın kudret elinde olan bir hâldir.

İnsan, her şeye rağmen vefa ve sadakatle sürekli “Rahmet Kapısı”na yönelmelidir. Kabzı da, bastı da Allah’tan gelen bir imtihan gibi bilmeli ve yöneldiği o kapının tokmağını çalmaya ve o eşikte beklemeye, iç daralmalara ve kalbî tıkanıklıklara maruz kaldığı dönemlerde de devam etmelidir.

“Bast”ta Teyakkuz

Bazen, kabzın pençesine düştüğünüzde, ne kadar gözünüz hakikate açılsa, ne kadar ulvî âlemleri müşâhede etseniz de bunlardan hiçbiri aklınızda kalmaz. Önünüzü, arkanızı hep karanlık görebilirsiniz. Bütün güzel ve inşirah veren kareler silinir gider zihninizden. Vefa ile bunu basta (iç rahatlığı) ve huzura çevirmek için o eşikten ayrılmamak gerekir.

Gözünü kapıdan ayırmadan beklemek lazım. İnsan sürekli böyle bir imtihan içindedir. Zaten bu yolda olmayan, bu türlü meseleleri birbirinden tefrik edecek kadar duyarlı olmayan, hayatın hercümerci içinde ömrünü geçiren insanların Allah’la bu türlü bir alışverişi anlaması da mümkün değildir.

Ayrıca, sürekli bast tehlikeli olabilir. Bazen içte inşirah (gönül ferahlığı) hâsıl olur, insanın oynayası gelir. Sebebi belli olmadan insan maiyyet hissiyle dolar da yerinde duramaz hâle gelir. Arkadaşlarda bu türlü hâller olunca, ben tevbe ve istiğfar tavsiye ediyorum. Çünkü, öyle bir gaflette insan yanlışlığa düşebilir, her şeyi kendinden bilebilir, inşirahların kaynağının kendisi olduğunu zannedebilir. Oysa kul, başarılarında dahi tevbe etmeli, başarılı olduğunda da günah işlemiş gibi Allah’a yönelmeli; yönelmeli ki, bu başarıları kendisinden bilmesin ve Cenâb-ı Hak onları hezimetlere çevirmesin.

Kabzdan kurtulma yollarından en evvel zikredilmesi gereken husus, âyet ve hadislerde ifade buyrulan husustur: İşlenen günahın, kötülük ve seyyienin hemen arkasından bir sevabın, iyilik ve hayrın yapılmasıdır. İnşaallah, yapılan bu hayır o kötülüğü silip götürecektir.

Kabz u Bast ve İnsan Karakteri

İnsan karakteri ile kabz u bast arasında bir alâka olabilir. Bazı ruhlar kabza daha yakındırlar. Bazı hassas insanlar, mazhar oldukları bast karşısında bile “Ben ne yaptım ki böyle bir mükâfat verildi?” derler; bast bile onlar için bayağı bir sıkıntı kaynağı olur. Böyleleri, değişik hâdiseler karşısında da derin bir duyarlılığa sahiptirler. Daha önce bencil ruhların mülâhazasına bağlayarak arz etmiştim: Benciller derler ki, “Ateş düştüğü yeri yakar.” Bu söz, hodbîn ve egoist ruhların sözüdür. “Ateş çevresini de yakar.” ifadesi ise bir parça diğergam ruhların sözü. “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar.” sözüne gelince, bu, kâmil ruhların vicdanlarının sesidir.

İşte, ihsasları bu derece derin, dünyanın herhangi bir yerinde bir hâdise olduğu zaman kendine göre mânâ çıkaracak bir ruh, çok defa kabzın demir pençesine düşer; ızdırap çeker. Dışta cereyan eden hâdiseler, onda fırtınalara sebep olur. Hatta onun fizikî yapısına tesir eder. Bir kısım ruhî problemlerin, bir kısım psikosomatik (ruhî sebeplerle meydana gelen bedenî) rahatsızlıklara sebebiyet verdiği gibi, dünyanın değişik yerlerinde cereyan eden hâdiseler, aynen psikosomatik hastalıklar gibi, onun bedeninde kendini hissettirir. Bacağı ağrır, boynu ağrır, dişi ağrır… O şahsın bu tür rahatsızlıklarına “dünyasomatik” hastalık diyebilirsiniz veya cihannüma ruhların “cihansomatik rahatsızlıkları”…

“Kabz” ve “Bast”ın Sınırları

Kabz ve bast, birbirlerine sınırı olan komşulardır. Birisinin bittiği yerde diğeri başlar; birisinin başladığı yer, diğerinin bitiş noktasıdır. Kabz kısa da sürebilir, çok uzun da olabilir. Bazen Nebi’yi bile pek mahzun edecek şekilde kabzlar yaşanabilir. Allah’ın Elçisi, muhatapları inanmıyor diye o derece sıkıntıya girer ki, vadi vadi dolaşır. Nebi’nin kabzı da budur. Bazıları da vardır ki, dünya tutuşsa onun bir tutam otu yanmaz. Günümüzde, dünyanın neresine ateş düşerse düşsün, kendi bağırları da yanacak duyarlılıktaki insanlara ihtiyaç vardır. Bilmem nerede, hangi vadide, hangi dağın arkasında, hangi mazlum çocuğun hali, içine bir kıvılcım gibi düşecek insanlara…

Birkaç İnci

Teveccüh, teveccühü doğurur. Bakarsan bakılırsın. Çiçeğin güneşe bakışı gibi Allah’a (celle celâluhu) bakmayı becerebilirsen, O’na yönelebilirsen, O’nun tecellîlerine muhatap olursun. Burada esas olan gönülden müteveccih olabilmendir. Eğer gönlünün sesini seslendiremiyorsan o tecellîlere muhatap olman mümkün değildir. Gönülden müteveccih olmak, çok samimi olmak esastır. Anlamak için pare pare olmuş ciğer gerek, yoksa beyhûde…

***

Meşru zevklerden istifadeyi de yanlış anlamamak lazım. Her meşrunun talibi olmak, insanı nereye götürür bilinmez. İnsan, akıbetinin kötüye gideceğinden endişe etmelidir. Her meşru olan, herkes için uygun olmayabilir. Her günahtan küfre giden bir yol olduğu gibi, meşru zevklerden de günaha giden yollar olabilir. Temkinli ve dikkatli olmak lazım.

***

Her gün Allah’a ve “Kitab”a hakaret edilir, Peygamber’e gizli açık küfürler savrulur; ama bazılarının kılı bile kıpırdamaz. Ne zaman biri onun gururuna az dokunsa, biraz onu rencide etse, gece yarılarına kadar uykuları kaçar ve günlerce rahatsız olur. İşte, Allah’la olan münasebetimizin bir göstergesi de bu şekildeki rahatsızlıklarımızın kaynağıdır.

***

Firdevsî gibi uzun ve yaldızlı bir destan keseceğinize Yunus gibi gönülden bir iki mısra ile seslenmeniz, içinizin sesini ifade edebilmeniz, benim nazarımda daha kıymetlidir. Mü’minler için küfürden daha tehlikeli şey, şâibe-i şirktir (riya). Bir söz gönlünden, tâ kalbinin derinliklerinden gelmiyorsa, rica ederim söyleme, sus. Başkaları görsün diye, başkaları bilsin diye, içinden gelmeyen duygularla yalancılık yapma ve yalancı durumuna düşme. Farzlar dışındaki ibadetleri, nafileleri yerine getirirken, birazcık görünme duygusuna girdiğin zaman selâm ver; namazı terk et, evlâdır. Şirk işmam eden tavırlardan, ifadelerden şeytandan kaçar gibi kaçmak gerekir. Çok samimi olmak lazım…

Meşîet-i İlâhî ve Adem Âlemleri

Meşîet” kelimesi Arapça’dır. شَاءَ fiilinin mastarı olan bu kelime “dilemek” mânâsına gelir. Ve Kur’ân’da en çok geçen kelimelerden biridir. Meşîet, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi bakımından kader mevzuu ile alâkalıdır. Bu alâka sebebiyle de kaderin ayrı bir buudunu meydana getirmektedir.

Bizim hayatımızın müspet veya menfî kareleri, bizim leh veya aleyhimize olan yönleriyle, tamamen Allah’ın dileme ve meşîetine bağlıdır. Allah (celle celâluhu) neyi murad buyurursa onu yapar. O yaptığını ve yapacağını hiç kimseye sorma ihtiyacında değildir. Zaten “Allah ne dilerse o olur. O’nun olmamasını dilediği ise asla olmaz.”4 hadisi bir kaide-i mukarreredir.

Allah neyi dilerse o keynûnet kazanır, oluverir. Neyin olmamasını dilerse o da olmaz. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. O da, Cenâb-ı Hakk’ın meşîetinin adem ve “yok”a da taalluk etmesi meselesidir. Durum böyle olunca, Allah neyin olmasını murad eder ve dilerse o olur. Neyin de olmamasını dilerse o da olmaz. Evet meşîet-i ilâhî “yok”a da “var”a da taalluk eder.

Yoksa, bazılarının dediği gibi, “Meşîet-i ilâhî taalluk ederse o şey olur, taalluk etmezse olmaz.” gibi bir düşünce doğru değildir. Yani, meşîet-i ilâhînin taalluk etmemesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Çünkü yokluk da aynen varlık gibi meşîetin elinde yoğrulmaktadır.

Mutezile ve Cebriye, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesindeki bu inceliği kavrasalardı, düştükleri vartaya düşmeyeceklerdi. Zira, her iki durumu da, Efendimiz meşîet-i “keynûnet” ile anlatmaktadır.

İman ve hidayet hususunda da meşîet her şeydir. Meseleyi bu zaviyeden ele alanlar, imanı tarif ederken şöyle derler: “İman, insanın iradesini kullanmasıyla, Allah’ın onun içinde yaktığı bir ışıktır.” Sen çalışacaksın, Allah (celle celâluhu) da onu yaratacak. Evet, o ışığı sen yakamaz ve kalbinde sonsuza dek tutamazsın. O ışık ancak Allah dilerse yanar ve içteki aydınlık da ancak Allah dilerse hâsıl olur. Başkalarının hidayetine vesile olmak isteyenler, bu hususu iyi düşünmeli ve kendi vazifelerini yapıp neticeyi, yani, muhataplarının gönlünde iman nurunun yanması sonucunu Allah’tan beklemelidir. Bu sonuç hâsıl olursa da, her şeyi asıl sahibine vermeli ve şirke düşmemelidir.

Evet, bir kere daha hatırlatmalıyım ki, “Allah dilemeyince olmaz.” demektense “Allah’ın olmamasını dilediği olmaz.” demek daha doğrudur. Böyle söylenirse, meşîet-i ilâhînin adem âlemlerine de taalluk ettiği ifade edilmiş olur. Acaba yok olan şeyler, kudret ve iradenin taalluk etmemesi sonucu mu yoktur; onlara yok diyoruz? Öyle değilse, yokluğuna kudret ve iradenin taalluku açısından mı yok diyoruz? İşte burada o farkı ortaya koymak için hadis-i şerifi iyi anlamak ve “Allah’ın dilediği olur, olmamasını dilediği olmaz.” şeklinde tercüme etmek gerekir.

Üstad Hazretleri de, “adem âlemleri” tabirini kullanıyor. Cenâb-ı Hakk’ın ilmi muhittir. İlmi, “vacib”e taalluk eder, “mümkin”e de taalluk eder ve aynı zamanda “madum”a da taalluk eder.5 Cenâb-ı Hakk’ın kudreti ve iradesi ise mümkine taalluk eder. Haddizatında, ademin vücuda gelmesi de mümkündür. Öyleyse, adem âlemleri de Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve iradesinin taalluk sahası sayılır.

Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ezelîdir. Aynı zamanda da ebedîdir. Ezel aynı zamanda ebed demektir. Zamansızlık, mekânsızlık demektir. Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ezelden ebede kadar her şeye belli bir noktadan bakar, her şeyi ihata eder, her şeyi belli tutar. Hiçbir şey yokken, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, yine o yokları biliyordu. Bir kısım şeyler vardı ki, onlar sonradan meydana gelecekti, olacaktı; mümkinü’l-vücuddu. Onun karşılığında zaten Vacibu’l-vücud vardır. Demek ki, bugün meydana gelen şeyler kudret ve iradenin taalluk alanına girdiği gibi; şu anda yok olan şeyler de, ileride var olabilirler; dolayısıyla, onlar da yine “kudret”, “irade” ve “meşîet”in taalluk alanına girebilir.

Akılla çok şeyi kavrayamıyoruz. Bazı meselelerde farazî olarak bir fikir yürütüyoruz. Ama zatında bu husus doğru olabilir. Zât-ı Ulûhiyetle alâkalı zatında doğru olabilir. Belki meseleyi tam sağlam bir çerçeveyle ortaya koyamıyoruz. Yani, “kudret” ve “irade”, “yok”a nasıl taalluk ediyor, onu kavrayamıyoruz. Ama tamamen mümtenî de görmüyoruz.

Soru: “Kudret” ve “irade”nin taallukuyla varlık sahasına çıkan şeylerin, o taallukun kesilmesiyle yok olması söz konusu mudur?

Cevap: Meşîet-i ilâhîyle ilgili konuşurken çok dikkatli olmak lazım. Bazen sözlerimizin nerelere vardığını bilemiyoruz. “Yok olanların yok olması taallukun kesilmesiyle söz konusu mu?” gibi bir soruda, yok olan şey, sanki sebeplerin fikdanıyla yok oluyor, gibi bir mânâya gelir ki yanlıştır. Her şeyde olduğu gibi yoklukta da illet-i tâmme, meşîet-i ilâhinin taallukudur.

İnsanın davranışlarıyla alâkalı meselelerde illet-i tâmme, irade-i külliyenin yanında irade-i cüz’iyenin taallukudur. Yaratma meselesi Allah’a (celle celâluhu) mahsustur. Maturidîlerin ortaya koyduğu farklılık odur; yani bir meseleyi Allah diliyor, onun olmasını murad buyuruyor. Sonra insan iradesi ona taalluk ediyor ve o oluyor. Oluyor derken de “cebren oluyor” şeklinde anlamamak lazım; Allah yaratıyor. Orada da meşîet-i ilâhî esastır. Allah’ın “ol” dediği oluyor. Esbab bi’l-külliye bir araya gelse, illet-i tâmme tecellî etse, yine de meşîet-i ilâhi olmayınca, Allah’ın dilemesi olmayınca, o şey meydana gelmez.

Meseleyi Cebrîlerin veya Cebrî mutavassıtların ele aldıkları gibi ele alırsanız, “Allah’ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz.” derseniz, bu temelde doğrudur. İtikadımız açısından öyledir. Fakat bir âdet-i ilâhî vardır ki, bazen sizin dediğiniz, dilediğiniz ve kendisinin de dilediği şeyleri yapar; ama istese yapmaz. Size meselâ birisi bir kötülük murad eder, Allah o kötülüğü infaz etmelerine meydan vermez. Oysaki illet-i tâmmesi vardır onun; ama Allah o işi yaratmaz. Yani, “Sebepler olursa mutlaka o iş meydana gelir.” deyip Cenâb-ı Hakk’ı muztar gibi göstermek yanlış olur. İnsanı muztar gibi gösterirken hiç farkına varmadan, bir taraftan da Zât-ı Ulûhiyeti öyle mecbur gibi göstermiş oluruz.

İllet-i tâmme; malulün vücudunu bizzarure iktiza eden, yani malulün kendisiyle meydana geldiği şey demektir. Fakat “Bir şeyin illeti, Allah’ı o işi yaratmaya mecbur kılar; bir şeyin illeti varsa, Cenâb-ı Hak onu yaratmaya mecburdur.” demek Mutezile’nin hatalı düşüncesidir. “Siz sebepleri tamamıyla yerine getirirseniz, Allah, hâşâ, neticeyi yaratmaya mecburdur.” inancı çok büyük bir Mutezilî yanlışlıktır. “İnsanın, dileme gibi bir seçeneği yoktur; o yapmaya sevk edildiği şeyi yapacaktır; rüzgârın önündeki bir yaprak gibidir insan.” sözü de Cebriye’nin çarpıklığıdır. Biri ifrat, diğeri de tefrittir.

Rabbimiz Hakkında Hüsnüzan

Rabbimizin her şeyi bizim hesabımıza planladığını; hep bizi kurtarmaya matuf, bizi hep bir yere celbetmeye, cezbetmeye matuf olarak yarattığını görmek lazım. Namazı, orucu, haccı, zekâtı; bela ve musibetler karşısında tavır değiştirmeden sağlam bir duruşu; ahirete gitme isteğine rağmen onun emrine inkıyaden biraz daha burada kalmaya tahammül etme zorluğunu; evet, hepsini bizim lehimize planladığını görmek ve hatta kendisine mülâkî olma (kavuşma) hususunda bile durumumuzu bu çizgide ayarlamak lazım. Mülâkatımızın (buluşma, görüşme) daha derince olması için “Benim burada kalmamı murat buyuruyorsan ben sana firaka da katlanacağım. Vuslata da ‘Bir miktar daha dur’ diyeceğim.” deyip dünyanın boğucu atmosferini nimet bilmek lazım. Evet, bütün bunları, bizim lehimize şeyler olarak görmeli. Bu, Rabb-i Rahîm hakkında hüsnüzandır.

“Kulum Beni nasıl zannederse, Ben öyleyim.6 hadis-i şerifini dar çerçevede anlamamalı; yani, “Beni affeden bir Rabbim var, mağfiret eden bir Rabbim var, iyi yola sevk eden bir Rabbim var.” bunlar hüsnüzandır; fakat bir de hayatımız adına takdir buyrulan her şeyde, her hesapta biz esas alınmışız. Profil gibi her şey bizim üzerimize işlenmiş ve biz nazara verilmişiz. Sürekli bu yönüyle Rabbimize bakmak, Rabbimiz hakkındaki hüsnüzannın ifadesidir. Sizi sürgün eder, bir başkasını zindana atar, bir başkasını başka bir imtihana tâbi kılar; hep hüsnüzan etmek lazım. O gaddar (zulüm ve haksızlık yapan) değildir. Hâşâ, “gaddar” diye bir ismi yoktur O’nun. “Hattar” diye bir ismi yoktur.

“Kahhâr” ismi, bazı şeyleri tedmir etmek (mahvetmek, perişan etmek) içindir. Meselâ, küfrün ve küfür düşüncesinin hakkından gelme “Kahhâr” isminin tecellîsiyle olur. Yoksa, genelde Allah (celle celâluhu) kullarına Rahman ve Rahîm’dir. Rahman ve Rahîm… Tesbihat yaparken ne diyorsunuz: “Ya Cemîlu Ya Allah, Ya Karîbu Ya Allah, Ya Mucîbu Ya Allah…” Bir yerde “Ya Kahhâru Ya Allah” diyorsunuz; ama hemen arkadan son isim geliyor: Gönül kapılarını açan, insanları fetheden “Ya Fettâhu Ya Allah”…

Bazılarınca seyr u sülûkun son mertebesinde de “Kahhâr” zikrediliyor. Masivayla alâkalı duygunun, düşüncenin, dünya bağlarının yok olup gitmesi adına öyle bir duada bulunuluyor. Tabir-i diğer ile, kalble Allah arasındaki engellerin, maniaların yakılması, kavrulması, parçalanması adına bu isim zikrediliyor. Bu ismin gölgesinde bir fırtına esiyor; ama o fırtına tohumları taşıyor, onların yeşermelerine fırsat veriyor.

Evet, her şeyin bizim için yaratıldığını fark edip Rabbimiz hakkında hüsnüzanlı olma çok önemlidir. Onu çok sevmek lazım. İnsan ona delice âşık olsa, hayatında en isabetli işi yapmış olur. Müslümanlar hakkında ne “dallîn” denilmiş ne de “magdûbîn”; onlar, صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ehli olarak vasıflandırılmışlar.7 Bunu hem dua ve talep olarak söylememiz istenmiş, hem de bize bununla bir hedef gösterilmiş: “Aman, sakın hidayet yolundan sapmayın. Semtine uğranılmaması lazım gelen şeylerin semtine yaklaşmayın! اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ۝صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ8 fırsatını da kaçırmayın.”

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ile başlıyor bizim kitabımız. Bazı dinlerde çok sert, kıran geçiren, öfkeli bir tanrı imajı çiziliyor. Hâdiseler sadece dış görünüşleriyle değerlendirildiğinden ya da olaylara yalnızca bir açıdan bakıldığından dolayı yanlış yorumlamalar oluyor. Meselenin tek bir yönüyle Allah’ın icraatını değerlendiremezsiniz ki. Onlar neden öyle olmuş, orada adalet-i ilâhî nasıl tecellî ediyor, murad-ı ilâhî nedir, onu anlamaya çalışmak, hepsini birden değerlendirmek lazım.

Hüsnüzan ve Rahmete İlticâ

Soru: Efendim, belki bir insan esfel-i sâfilindedir; fakat başkaları onu â’lâ-yı illiyyînde görüyorlar. Bu hususta, Cenâb-ı Hakk’ın muamelesi insanların hüsnüzanlarına göre midir?

Cevap: Cenâb-ı Hak, insanların hüsnüzanlarını bir dua kabul edebilir. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), cenazesinde kırk salih adam (bir rivayette üç saf9) bulunan bir insanın Cennet’e gideceğini müjdelemiş; o insanların iyi şehadette bulunmalarının o kişi için şefaatçi olacağını beyan buyurmuşlardır.10

Bununla beraber, Allah’ın rahmetine sığınma, “Sadece senin kapın var!” deme çok önemlidir. Hani bir menkıbe anlatılır: Bir zat pek çok talebe yetiştiriyor. Talebeler, bir zaman sonra ufukları açılınca bakıyorlar ki, efendi hazretleri şekavet kutbunda duruyor. Yavaş yavaş ayrılıyorlar onun yanından, birer birer gidiyorlar. Tek bir mürid kalıyor vefa ile dopdolu. “Dine muhalif bir yanı var mı üstadın?” diye düşünüyor; kılı kırk yararcasına dini yaşayan, mişkât-ı nübüvvet altında hareketlerini götüren bu zatta dine ters hiçbir şey görmüyor. Herkes gitse de o kalıyor hocasının yanında. Bir gün hak dost diyor ki, “Arkadaşların neden gitti ve sen neden kaldın?” Sorusunda ısrar edince vefalı talebe cevaplıyor: “Efendim, onlar, hakkınızdaki müşâhedeleri ve berzahî mahiyetiniz itibarıyla sizi şakî gördüklerinden yanınızdan ayrılmayı uygun buldular. Bana gelince, gözüm sizde hakikate açıldı. Size vefasızlık edemezdim.” Şeyh efendi, “Evladım, ben o yazıyı kırk senedir öyle görüyorum; ama bana başka kapı gösterebilir misin ki ona gideyim?” diyor. Bu sözünden sonra o “şakî” yazısı silinip “saîd”e inkılâp ediyor.

Onun için meselenin imtihan yönünü de ihmal etmemek lazım. Siz başınızı eşiğe kor beklersiniz de, kırk sene hiç kabul edilmeyebilirsiniz. Bir fert namaz kılsa, oruç tutsa, binlerce ibadet ü taat yerine getirse de, ancak Allah’ın rahmetiyle Cennet’e gidebilir. O murad buyurursa, bütün insanlığı Cehennem’e koyar ve buna kimse bir şey diyemez; mülk O’nundur; istediği gibi tasarruf eder. O zat, bu mülâhazalarla başını bu eşikten hiç kaldırmıyor, hep vefalı davranıyor. Allah (celle celâluhu) bu şahsın zatında örnek alınacak bir yüksek karakteri ortaya koyuyor. Kırk sene Rabbine el açmış, o kapıdan başka kapı bilmemiş ve neticede bir vefa kahramanı olmuş.

İşte, bu vefa çok önemlidir. Bazen bir söz, bir tavır, bir davranış Hak katında pek hora geçer. Bilemeyiz, Erzurumluların ifadesiyle “bahane tanrısı”nın, kimi ne ile affedeceğini bilemeyiz. Bize düşen şey, kemâl-i sadâkatle O’na bağlı yaşamaktır. O’nsuz yapamayacağımızı hem vicdanımızda duymak, hem de bunu her fırsatta ifade etmektir.

Geçenlerde On İkinci Nota münasebetiyle söylemiştim, Üstad da aynı şeyi ifade ediyor: “Senden başka kapı yok ki ona gidilsin!”11 Bu genel bir mülâhazadır. İbrahim Ethem de aynı nağmeyi seslendiriyor:

هَجَرْتُ الْخَلْقَ طُرًّا فِي هَوَاكَا

وَأَيْتَمْتُ الْعِيَالَ لِكَيْ أَرَاكَا

وَلَوْ قَطَّعْتَنِي فِي الْحُبِّ إِرْبًا

لَمَا حَنَّ الْفُؤَادُ إِلَى سِوَاكَا

تَجَاوَزْ عَنْ ضَعِيفٍ قَدْ أَتَاكَا

وَجَاءَ رَاجِيًا يَرْجُو نِدَاكَا

وَإِنْ يَكُ يَا مُهَيْمِنُ قَدْ عَصَاكَا

فَلَمْ يَسْجُدْ لِمَعْبُودٍ سِوَاكَا

إِلٰهِي عَبْدُكَ الْعَاصِي أَتَاكَا

مُقِرًّا بِالذُّنُوبِ وَقَدْ دَعَاكَا

فَإِنْ تَغْفِرْ فَأَنْتَ أَهْلٌ لِذَاكَا

فَإِنْ تَطْرُدْ فَمَنْ يَرْحَمْ سِوَاكَا

Allahım, senin uğruna her şeyi terk ettim,

Cemâlini görmek için çoluk çocuğu yetim bıraktım,

Aşkınla beni parça parça etsen de,

Şu kalbim senden başkasına meyl etmeyecektir.

Eşiğine gelmiş bu dilenciyi hoş gör.

Hoş gör ki, o senin davetinden ümitlenip sana koşmuştur.

Ey her şeyi bilen, her şeyden haberi olan Müheymin,

Kulun günahlara batmıştır, batmıştır; ama Senden başkasına da secde etmemiştir.

İşte, asi kulun kapına geldi,

Günahlarını itiraf edip yalnız Sana iltica ediyor.

Onu affedecek sadece Sensin;

Affetmez de kapından kovarsan, Senden başka kim var ki ona merhamet etsin.12

Evet, “Her ne kadar hayatım Sana isyanla geçmişse de Senden başka mabuda secde etmedim.” diyor. İşte bu duygu, nezd-i ulûhiyette hora geçen bir duygudur. Bu duyguda bir mahviyet vardır, mâsiyeti kabul vardır. Şahsı adına yaptığı en küçük inhirafları çok büyük ve mahvedici olarak görme vardır; fakat aynı zamanda, Allah’ın rahmetinin enginliğine sığınma da vardır.

Seviye

Kur’ân-ı Kerim’de buyrulan “Ey insanlar, siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker.”13 âyetinin nesholunduğuna ve hükmünün kaldırıldığına dair rivayetler var.14 Genel olarak düşündüğümüzde görürüz ki, bu bir seviye meselesidir. Bazı insanlar vardır ki, içlerinden bir şey geçmekle sorumlu olmayabilirler; fakat belli bir seviyeye göre Rabbimizle münasebet içinde bulunan birisi, gözlerinin içine yabancı bir hayal girmemesine azmetmiş bir insan, o türlü fena şeyler tahayyül ederse (hayalinden geçirirse) zihnini, aklını kirlettiğinden dolayı muâheze olabilir (hesaba çekilebilir). Muhâsibî er-Riâye li Hukûkillah adlı eserinde bu mevzuu sekiz mertebeye ayırıyor. İmam Gazzâlî’de de benzer şeyler var. Hâsılı, bu bir seviye meselesidir.

Hangi seviyede Rabbimizle münasebet kurabilmişsek, hâl, tavır, fiil ve hatta fikirlerimiz de o seviyeye göre muameleye tâbi tutulacaktır. Bazı has kulların akıllarından geçen nâhoş şeyler bile, Allah’a karşı saygısızlık sayılır. Hatta ileri bir seviyenin erlerinden bazıları, affedersiniz, tuvalette açılıp saçılmayı bile hayâya muhalif görmüşlerdir. Ebû Musa el-Eş’arî (radıyallâhu anh) diyor ki, “Gece karanlığında yıkanırken belimi doğrultmaktan hayâ ediyor, bir yerim açılacak diye yerin dibine giriyorum.”15

Evet, bunlar seviye meselesidir. Şimdi bir kul belli bir seviyede böyle davranmak gereği duyuyorsa, Rabbimizle bu ölçüde münasebet içindeyse, kendi tavırları itibarıyla aşağı seviyeye inemez. Birisini çavuş yapsalar; o da “Ben çavuşluk yapmam, nefer olacağım.” dese, onu neferliğin de altına atarlar. Cenâb-ı Allah, bir kulunu nereye çıkarmışsa, o kulun ona göre davranması gerekir. Bundan dolayı, Üstad da bir yerde diyor ki; “Bu ihlâs kulesinden düşerseniz derin bir çukura düşmek ihtimali var.”16 Yer seviyesinde kalamazsınız. “Bi hasebi’l-mağrem el-mağnem.” “Elde edilen ganimet, altına girilen risk ölçüsünde artar veya azalır.” Yani kişi, Allah’ın lütufları ve ihsanları ile belli bir noktaya ulaştırılmışsa, o noktanın hakkını vermediği zaman düz insanlar seviyesinde kalmaz, çok daha derin bir kuyuya düşer.

Meselâ, birisi vardır, “Şu âna kadar ‘Vatana millete hizmet…’ dedim, koşturdum; çok sıkıntı çektim; acaba bıraksam…” düşüncesi aklına gelse ve yel gibi geçse, bunu telaffuz etmek bir yana hayalinden bile geçirse onun için ciddî bir sukuttur. Tavrını buna göre ayarlaması lazım. Ama birisi de var ki kapıda, koridorda dolaşıyor. “Vatan uğrunda çalışmak, millete faydalı olmak için koşturmak, kendisi için değil insanlar için yaşamak” sözlerinin mânâsını bile anlamaz; dolayısıyla bu türlü düşüncelerden sorumlu olmaz. Mazhariyetin ölçüsünde kapının önünde değilsin, koridorda değilsin, salonda değilsin; harem odasındasın, yatağın ucundasın. Sultan sana muamele yaparken ona göre yapar. “Kurbu sultan âteş-i sûzan buved.” (Sultana yakınlık yakıcı bir ateştir.) Akla şu da gelebilir: “Rabbimle ileri seviyede bir münasebet tehlikeli. Kendimi öyle geri seviyede bir münasebete ayarlayayım.” Bu, insanın elinde değildir. Kalb mârifetle besleniyorsa, okuyor düşünüyorsa, ilim ve irfan ufkunu artırıyorsa, derinleşiyorsa, Rabbini çok iyi biliyorsa, bu onun elinde değildir. Bu durumda birisinin öyle inmesine çıkmasına müsaade etmezler.

Hâsılı, Muhâsibî’nin kitabından mülhem şöyle diyebiliriz: “Er-Riâye li hukûkillah alâ seviyeti’n-nâs.” Yani, Allah’ın haklarına riayet, insanların seviyelerine göredir.

Rummân Arzusu

Mev’izelerde bir menkıbe anlatılır: Bir çilehanede dervişler günlerini ibadetle geçiriyorlar. Bir erbaîn, iki erbaîn, üç erbaîn… Ancak ölmeyecek kadar yiyip içmek, sadece ibadet ü taatte bulunup elden geldiğince dışarıya çıkmamak orada bir prensiptir. El ayak, göz kulak, dil dudak, tamamen ibadetle meşgul edilir. Uyku da azaltılır, bir günde sadece bir saat kadar başlar bir yere konarak geçiştirilir, ihtiyaç defedilecek kadar uyunur. Zaten çok yeyip içmeyince de az uyumaya alışılır.

İşte böyle bir çilehane ehlinden birisinin içine rummân (nar) arzusu düşüyor. Bunu bir türlü kafasından atamıyor. Aslında nar, Allah öbür nârdan (Cehennem’den) muhafaza buyursun, sevilecek bir meyvedir; fakat öyle, gönül bağlanan haneyi terk ettirecek kadar olmasa gerek. Nar isteği yerine başka şeyler de düşünülebilir elbette. Tam kapıyı açıp dışarı çıkıyor, bir de bakıyor ki kapının önünde yara bere içinde yatan birisi var. Yara bere içinde ama hâlinden çok memnun, çok müteşekkir, yüzünden behcet akıyor. “Elhamdülillah Yâ Rabbi!” diyor yatan adam. Bizimki “Yâhu bu hâlinle böyle içten hamd ü senâ da ne?” deyince “Allah’a hamdolsun.” diyor, “Hiçbir zaman rummân arzusuyla Rahmân’ı terk edip O’nun huzurundan ayrılmadım.” Derviş bunu duyunca kendine geliyor ve tekrar çilehaneye dönüyor.

Kaç defa rummân arzusu bizi arkasından koşturmuştur. Kâmil olmak kolay değil. Allah (celle celâluhu) potansiyel insan yaratmıştır ve hakikî insan olmayı kulun iradesine, cehdine, gayretine ve azmine bağlamıştır. Azimsiz insanlar, sabırsız kullar o hedefe ulaşamazlar.

Dünyayı Kalben Terk Etmeli, Kesben Değil

Zühdün tarifi, “dünyayı kesben değil, kalben terk etmek”; bunun ölçüsü de, dünya umurundan kaybettiğine üzülmemek, kazandığına sevinmemek şeklinde olmalıdır.

Rızık Allah’ın Elindedir

Bir menkıbede şöyle anlatılır: Hz. Süleyman, bir karıncanın bir sene boyunca ne yiyeceğini sormuş. “Bir buğday” demişler. O da denemek için bir karıncayı bir kutuya koymuş ve içine de bir tane buğday atmış. Bir sene sonra kutuyu açıp baktığında, karıncanın, buğdayın sadece yarısını yediğini görmüş. Ona “Sen senede bir buğday yemez miydin?” diye sorunca karınca, “Ya Süleyman! O, rızkımı Rezzâk u Kerîm verirken öyle idi; ama rızık senin vasıtanla gelince, senin ileride ne yapacağını bilemedim. ‘Ya beni unutursa?’ diye düşündüm; ki sen unutabilirsin; ama Rabbim, mahlûkatından hiç kimseyi asla unutmaz. İşte onun için ihtiyatlı davrandım.” demiş.

Kırık Testi

Mevlâna Celaleddin-i Rûmî Hazretleri bir menkıbe anlatır: Bir zamanlar bir sultan yaşar. Dönemin insanları, sadece toprağa değil kalblere de hükmetmesini bilen sultanlarını çok severler. Kendileri de bu hayırlı insan tarafından tanınmak ve sevilmek arzu ederler. Bu sebeple bazı günlerde Bağdat’a gider, sultanın huzuruna çıkar, ona hediyeler verirler. Zenginlerin ve imkânı olanların kıymetli hediyeler takdim ettiği bir gün, bir fakir de, sultana yaraşır bir hediye arar. Değerli hiçbir şey bulamayınca evindeki bir tarafı kırık testi aklına gelir. Köyün buz gibi suyundan testiyi doldurur ve yola revan olur.

Az sonra karşılaştığı birisi, ne yaptığını, nereye gittiğini sorup öğrenince alaylı bir şekilde, “Bilmiyor musun, sultan suyun kaynağında oturuyor? Hem sizin çeşmenin suyu da onun!” der. Fakir adam kızarır, yutkunur, kelimeler boğazında düğümlenir ve “Olsun!” der, “Sultana sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır. Sultana has hediyem yoksa da onun suyunu ona takdim etmeye müştak ve onun sevgisiyle dolu bir gönlüm var.” Kırık testisiyle sultanın huzuruna çıkar. Sultan, sultanlığına uygun muamele eder; ona da ikramda bulunur ve geriye dönerken de, “Bize ne ile gelirse gelsin onu boş çevirmeyin, testisini altınla doldurun!” der.

Mevlâna bu türlü meseleleri çok güzel değerlendirir. Bu menkıbeyi anlatır ve “Değersiz bir sermayeyle gelsek de teveccüh ettiğimiz kapı Allah’ın kapısıdır.” der. Bizim arkadaşlar da bu mülâhazayla internetteki sayfalarına Kırık Testi ismini vermişler.

Üstad Hazretleri de Yirmi Dördüncü Söz’de, “küllî bir niyet”i anlatırken şöyle diyor: “Meselâ, nasıl ki bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, her biri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: ‘Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?’ Birden der: ‘Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.’ Yani, ‘Ey padişahlar padişahı! Ey sultanlar sultanı! Bu insanlar sana şu kıymetli hediyeleri veriyorlar, benim elimde ise ancak bu var. Eğer elimden gelseydi, mümkün olsaydı, bütün o hediyeler kadar bir hediye sana takdim ederdim.’ der.”17

İşte bu hususta niyet çok önemlidir. Çünkü niyet, ibadet ü taatin gerçek derinliğini teşkil eder. İbadet ü taat bir fiil, bir davranış ve bir aksiyondur. Onun gerçek derinliği de insanın niyetinde, onu hâlisane ortaya koymasındadır. Bununla beraber, yaptığı şeyi çok görmeme, yeterli kabul etme gafletine düşmeme, eda ettiklerini az görme ve daha fazlasının arkasına düşme esastır. Evet, kimseye “Bin rekât namaz kıl!” demiyoruz; fakat birisi kalksa ve dese ki “Bin rekât namaz kılıyorum, ne dersiniz?”; ben derim ki ona, “Elinden geliyorsa bin rekât daha ilave et. İki bin rekât kıl!”

Bunu demezsem belki şundan dolayı demem: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Din tamamen kolaylık üzerine bina edilmiştir. Onu zorlaştırır, yaşanmaz hâle getirirseniz mağlup olur, dinin gereğini yapan kimseye de onu terk ettirirsiniz.”18 buyurmuştur. Ben de böyle bir zorlaştırma hatasına düşmemek için “daha fazlası” demem. Ama Rabbimizin üzerimizdeki hukuku açısından bana sorarsa, bin değil üç bin rekât bile kılsa “daha fazlası” demem gerekir.

Ebû Hureyre (radıyallâhu anh) her gün on iki bin defa “Sübhânallah” diyor; sebebi sorulunca da “Günahlarım kadar söylüyorum, fazla değil.”19 cevabını veriyordu. “Günahı neydi ki?” diye sorabilirsiniz. “Acaba ne işliyordu?” diye aklınızdan geçirebilirsiniz; ama ben onun bir şey işlediğine kâni değilim. Kendisini Suffe’de, Allah Resûlü’ne adamış; üç sene zarfında, yirmi senede alınamayacak bilgiyi almış; sahabenin âlimleri arasına girmiş; arkadaşlarının şahitlik ettiği gibi, Rabbinden gelecek lütuf ve ihsanlardan başka dünya nimeti adına her şeye kapanmış bir insanın kötü bir şey işleyeceğine ihtimal vermiyorum. İhtimal, biraz evvel bahsettiğim gibi Allah’ın lütuflarını görüp de O’na şükürle mukabele edememe; her sâlise, râbia, hâmise ve âşire O’nun nimetlerine mazhar olduğu hâlde şükrünü tam olarak yerine getirememe duygusuyla iki büklüm oluyor ve “Sübhânallah” ile mukabelede bulunuyor. İhtimal, kendi muhasebesini yapıyor; “O’ndan ayrı bir anım geçti.” diyor ve o ana istiğfar ediyor.

Muhasebe ve Hüsnüzan

Bir diğer önemli husus da şudur: Ben kendi hakkımda düşünürken demeliyim ki, “Her namazdan sonra uzun uzun tesbihat yapmam, her gün Mecmûatü’l-Ahzâb’dan bir bölüm okumam, bir iki saatimi zikre, fikre vermem kat’iyen benim durumumda olan bir insanın şükür mukabelesi sayılamaz. Bu kadarcık bir evrâd u ezkârla bana dense dense ‘tembel’ denir, ‘miskin, uyuşuk’ denir” Ama bu hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’deki arkadaşlarımı düşünürken, onlar namazlarının sonunda ister herkesin bildiği “Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahu ekber” şeklindeki malum tesbihatı yapsınlar, isterse de “Yâ Cemîl Yâ Allah…” diyerek Esmâ-i İlâhiyeyi uzun uzun saysınlar, “İnşaallah vazife-i ubûdiyetlerini, genel durumun ve şartların müsaadesi ölçüsünde yerine getiriyorlardır.” demeliyim. Onlar hakkında hüsnüzan etmeliyim. Kendim hakkında ise hüsnüzanna zerre kadar yer vermemeliyim.

Yoksa, biraz evvel bahsettiğim şekilde, insanlar hakkında “Hiç kimse sorumluluğu ölçüsünde Allah’ı anmıyor.” diye bir mülâhazaya girersem suizan etmiş olurum. “Bunlar ne zikir, ne fikir ne de şükür vazifelerini hakkıyla eda ediyorlar.” dersem suizanna saplanmış olurum. O da tehlikelidir ve kaybettirir. Her zaman tekrar ettiğim bir mülâhazayla bağlayayım bunu: Kendimize karşı sürekli suç arayan, suç derleyen, tevsî-i tahkîkatta bulunan bir savcı gibi davranmalıyız; ama başkaları bahis mevzuu olunca, onların fahrî avukatı gibi olmalı, hep onları müdafaa etmeliyiz. Başkaları hakkında hüsnüzan, kendi hakkımızda da sürekli muhasebe esasına bağlanmalıyız.

Buraya bir küçük haşiye daha koymak istiyorum: Ben ölçü olmasam da bazen canımı sıkan şeyler oluyor. Meselâ, namazda, imam arkasında ses çıkarmalar oluyor. Birisi durup dururken boğazı sıkılıyor gibi sesli sesli “Allaaahu ekber!” diyor; “Ettehiyyaaaaatü lillaaaahi vessalavaaaatü!” diyor. Dinde böyle bir sorumluluk yoktur. İnsan kendi kendisi duyacak, anlayacak kadar söylemelidir. Şimdi bu harekete bir zaviyeden bakınca “Bu bir riyadır!” dersiniz. Vâkıa, duyurmaya matuf olan şeylere riya değil “süm’a” denir. Göstermeye yönelik hareketlere, kendini ihsas etmelere ise “riya” denir.

İşte birinin böyle bir hareketi karşısında aklımıza o şahsın süm’a yaptığı gelebilir. Meselâ, gece erkenden kalkıyor, kapıları sertçe açıp kapatıyor, su sesini duyuruyor bize. İçimize “Acaba daha sessiz yapamaz mı bunu? Allah’a doğru yaptığı bu yolculuğu sessizlik içinde götüremez mi? Çok inceyse şayet, inceliğini ortaya kalınlık şeklinde koymak suretiyle hakkında suizan ettirmemeli değil mi?” gibi duygular gelebilir. Bu meselenin bir yanı. Fakat bu türlü meselelerde biz, neden o adam hakkında böyle düşünürüz? Çünkü bir insan, ibadet ü taate, o ibadet ü taat teşri kılınırken söz konusu olmayan meseleleri iradî olarak katarsa Allah’a ibadete başka şeyleri karıştırmış olur. Dinde, imamın arkasında boğaz sıkılıyor gibi ses çıkarmak diye bir şey yoktur. İbadet ü taat yaparken ses çıkarılacak diye bir şey yoktur. Bunların hepsi süm’adır dinimize göre. Ve dolayısıyla bu tür hareketlere riya ve süm’a nazarıyla bakılır.

İnsanın kalbinde öyle kendini harap edecek kadar bir incelik yoksa, içinde bulunduğu mânevî hava itibarıyla gerçekten boğazı sıkılır gibi olmamışsa, “Allah” dendiği zaman hâlinde bir değişiklik olmuyor, aynı kararında devam ediyorsa çok iyi bir kul hâli sergilemek onun hakkı değildir. O, o seviyenin insanı değildir ki halkın içinde “Allah!” diye seslensin. Onu iradesiyle ve düşünerek söylediyse, mâni olabileceği hâlde olmayıp söylediyse, riya ve süm’a yaptı demektir.

Bu, temelde ibadetin içinde olmayan bir şeyi ibadete karıştırma demektir. Onun için Allah Resûlü riya hakkında “debîbü’n-neml” buyuruyor.20 Yani, karanlık bir zeminde bir karıncanın yürürken bıraktığı izler gibi bir şeydir riya. Farkına varamazsınız, ibadetinizin içine girer de fark edemezsiniz.

Kenz-i Mahfî

Hakikatü’l-hakâik’i (Hakikatlerin Hakikati) İnsan Bilip, Duyabilir mi?

İnsanın duyması, bilmesi, görmesi gerekli olan birçok şey var. Ama onların en önemlisi hiç şüphesiz hakikat ve hakikatü’l-hakâiktir. İster hakikat ve hakikatü’l-hakâik isterse bunun aşağısındaki şeylerin, insan tarafından duyulması, bilinmesi, hissedilmesi ve keşfedilmesi mümkündür; ama buna mâni birçok sebep vardır. Bir başka tabirle insan potansiyel olarak bunları duyacak mahiyette yaratılmıştır; fakat mahiyetinde var olan zıt şeyler buna engel olabilir. Meselâ, insanın içte ve dışta şeytan ve şeytanî düşüncenin temsilcileri ile kavgası veya nefis-kalb zıtlaşması. Daha genel anlamda vicdan ve nefis mekanizmaları içinde yer alan zıt duyguların birbiri ile çatışması. Ancak Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) hakikate ulaşmaya mâni bu türlü engelleri aşmıştır. O kendisi adına “Benim nefsim bana teslim oldu.”21 derken kalbinin zaferini söylüyor ve bizlere nefsinin pes ettiğini hatırlatıyor; ama herkesin buna mazhar olması o kadar kolay değil.

Bizim Nefislerimizle Efendimiz’in Nefsi Birbirinden Farklı Özelliklere mi Sahip?

Belki… O’nun kendine mahsus bir nefsi, nefs-i zâkiyesi (her zaman temiz kalan), nefs-i zekiyyesi (tam anlamıyla saf, duru ve tertemiz) vardı, tamamıyla O’na ait, O’na özel… Şöyle de yorumlanabilir: Belki O’nun nefsi de nefse ait hususiyetleri ihtiva ediyordu; ama onlar Efendimiz’in iradesi karşısında çok fazla dayanamamışlardı.

Zerdüşizm, Brahmanizm veya Hermetizm’deki nur-zulmet anlayışını kabullenmesek de, ortada bir gerçek var ki onu ifade etmek durumundayız; ortada şeytanî ve melekî yanları ile bir insan var. Nefs-i emmare de (insana devamlı kötülüğü emreden nefis) işte bu insanın içinde şeytanın ajanı gibi çalışır. O, nefs-i emmare olarak kaldığı sürece insanın mahiyetinde şeytan hesabına casusluk yapan bir varlıktır. Sürekli onun direktiflerini yerine getirir ve insan ondan kurtulacağı âna kadar şeytanın kendisine olan yakınlığını bertaraf edemez. Şeytana yakın olduğu sürece de, –Allah insana şah damarından daha yakın olsa bile–insan, Allah’tan uzak olur.

Bu Badire Aşılabilir mi?

Bu çetin bir badiredir ve insan bu badireyi tek bir şartla aşabilir. Bu şart da; ciddî bir ruh terbiyesi diyebileceğimiz seyr u sülûk-i ruhanî, cezb ü incizap ve Allah karşısındaki acz ü fakrını kavrayıp O’na yönelmektir. Aksi hâlde o insan, Allah’a hep uzak kalır. Biraz önce ifade ettiğim gibi, Allah insana şah damarından daha yakındır, ama böylesi bir insan Allah’tan fersah fersah uzaktır; uzaktır çünkü şeytan ona Kur’ân’ın tabiriyle “karîn” (yakın bir dost) olmuştur. Kim Rahman’ın (hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği) Kur’ân’ı göz ardı ederse (veya o Rahman’ı zikretmekten uzaklaşırsa), Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur.”22 Bu açıdan insanın kendisini Rabbinden uzaklaştıran ya da yakınlaştıran şeyleri çok iyi bilmesi lazım.

Aslında insan, kalbine ait hususiyetleriyle; latîfe-i Rabbaniyesiyle, fuadıyla, sırrıyla, hafâsıyla; genişliğin temsilcisidir, timsalidir. İnsana bu yönüyle bakanlar, onu meleklerden daha üstün görürler. Mülkle beraber melekûta da açık bir varlık çünkü o. Kâinat kitabının bir parçası; hatta enmuzeci, fihristi. Dolayısıyla onu okuyan, koca kâinatı hallaç etmiş olur. Tabir-i diğerle, kâinat kitabını okumak isteyen onun fihristi olan insana bakınca, o koskoca kitabın muhtevasını birdenbire gözden geçirmiş olur. İşte insan, bu mahiyete sahip bir varlık. Fakat aynı zamanda kâinatla da sınırlı değil insan, onu da aşıyor. “Mahiyeti meleklerden de ulvî, avalim (âlemler) kendisinde pinhan (gizli), cihanlar onda matvî (dercedilmiş)” hatta ilavesiyle onu da aşan bir varlık. Âdeta gökler ve yer, mânâ, muhteva ve bütün derinlikleriyle dürülmüş, bir kitap hâline getirilmiş ve sonra da bir nüsha-i kübra hâlinde insan olarak görünmüş.

İnsanın Mahiyeti Meleklerden Ulvîdir

İnsanın zikredilen özellikleri ile meleklerden daha üstün olduğunu söylemiştik. Evet, melaike-i kiram, konumları veya içinde bulundukları buud itibarıyla, bizim bildiğimiz fizikî âlemin dışındadırlar. Fizikî dünyaya müdahaleleri olabilir, oraya bir akisleri olabilir, bir ayna gibi yansıyabilirler; fakat onlar bu âlemin dışındadırlar. Siz fizik kurallarınızla onları tespit edemez, değerlendiremez, mânâlandıramaz, çözemez ve tahlil edemezsiniz. Melekler gibi, ruhanîler de böyledir. İşte böyle melekler ve ruhanîler gibi bilemediğimiz şekilde, Allah’ın nâmütenâhi cünûdu (askerleri) vardır kâinatta ve kâinatın zerratı adedincedir onlar. İnsana gelince, o, fizik âlem içinde yaşamaktadır. Dolayısıyla fizik âlemine müdahalede bulunabilir. Ayrıca o, çok yönlü olması itibarıyla, bu fizik âlemini de aşarak daha başka âlemler ile temas içinde de olabilir.

Meselâ bir Esmâ (Cenâb-ı Hakk’ın isimleri) âlemi var; o âlemin, bu kâinatla, yani fizikî âlemle irtibatı var ve şuurlu varlıklar arasında bu fizikî âlemle temas içinde olan sadece insan. Cenâb-ı Hakk’ın sıfât-ı sübhaniyesi, esmâ-i ilâhiyesi var ve bunlardan bizim bilebildiklerimiz bilemediklerimize nazaran çok çok az. Bunlar arasında hiç kimseye bildirilmeyen ve hadisin ifadesiyle nezd-i ulûhiyette isti’sar edilen (Cenâb-ı Hakk’ın kendisine has kıldığı) isim ve sıfatlar da var. İşte bazı insanlar, “esmâ” ve “sıfât” âlemine irtibatla, Cenâb-ı Hakk’ın herkese malum olmayan isim ve sıfatlarına ulaşabilirler. Böylece insan bu fizik âlemini de aşmış, onun ötesine geçmiş olur.

Bu durum esmâ ve sıfât haricinde de söz konusudur. Meselâ insan fuâd (kalb) ufkundan varlığa ve varlık ötesine baktığı zaman ceberût âlemini temaşa eder. Bütün sıfatların hakikatlerini görür, görür ve sır ufkuna vasıl olur. Bu defa Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede imkânına ulaşır ve Cenâb-ı Hak’la arasında bir tür muamele cereyan eder. Bu, Allah’ın bir çeşit taltifidir, ihsanıdır. Meselâ, Cenâb-ı Hak sübühat-ı vechiyle onun çehresini aydınlatabilir. Öte yandan Allah, varlığa sübühât-ı vechi ile temasta bulununca salikin hissinde her şey yanıp kül olur, müzmahil olur, çözülür gider. Geride sadece “O” kalır. İşte bu seviyedeki birisi, Muhyiddin İbn Arabî gibi “Lâ mevcude illâ Hû” (Ondan başka mevcut yok) diyebilir ki, bu sübjektif bir mülâhazadır.

“Lâ Mevcûde İllâ Hû”

Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, İmam Gazzâlî Hazretlerinden mülhemen, “Lâ ilâhe illâ Hû, avamın tevhididir. Lâ mevcûde illâ Hû, havâssın”23 der. Bir zevk, bir hâl meselesidir bu. Bir müşâhedenin neticesidir ve o durduğu yer ve konumu itibarıyla bunu görüyor, duyuyorsa, gördüğünü ve duyduğunu konuşur. Kendisiyle çelişki yaşamak istemez. Öyle görecek, öyle duyacak, fakat farklı konuşacak… Muhyiddin İbn Arabî gibi kişiler için mümkün değildir bu.

Allah Kalbde mi Biliniyor?

Potansiyel olarak bu mahiyete sahip insan, bahsi geçen seviyeleri idrak ederse, kâinatı içine alacak vicdan genişliğini yakalayabilirse Allah’ı “kenzen” kalbinde duyabilir. İbrahim Hakkı Hazretleri Mârifetname’sinde bunu şöyle ifade eder:

Sığmam dedi Hak arz u semaya

Kenzen bilindi dil madeninden.

Aslında bu beyit, kutsî hadis olarak nakledilen şu rivayetin farklı bir dille ifadesinden ibarettir: “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, kâinatı yarattım.24 İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri de Kenz-i Mahfî adlı eserinde izah getiriyor bu duruma.

Kenz-i Mahfî

Allah her zaman kendini ilmiyle biliyordu. Kudretiyle belli tasarrufları vardı. Fakat o âlemler, başka âlemlerdi. Allah bir kere de bizim fizik âlemi diyebileceğimiz, maddeden mürekkep bir âlemde kendini ifade etmek ve tanıtmak istedi. Dolayısıyla “Kenz-i mahfî”yi Allah’ın fizik âlemindeki tecellîlerinden önceki durum için kullanılan bir ifade şekli olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca şunu da baştan bilmek gerekir ki, bizler dîk-i elfazdan (sözlerin yetersizliğinden) dolayı “önce” veya “sonra” diyoruz. Yoksa zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah (celle celâluhu) için öncelik ve sonralık bahis mevzuu değildir.

İşte bu kenz-i mahfî, belli bir fasıldır. Cenâb-ı Hak berzahta da kendini ifade edecek. Orada da varlığı hem gözüyle görecek, hem de gören gözlerin gözüyle. Ardından mahşer âlemini yaratacak, orada görecek ve gösterecek. Mahşer âlemi de içinde yaşadığımız bu âleme hiç benzemeyen ayrı bir âlemdir, ne kadar sürer belli değil. Meselâ biz burada atomlar, protonlar, nötronlar diyoruz; belki orada antiatomlar, antinötronlar, antiprotonlar, antipartiküller olacaktır da Allah onlardan bir âlem yaratacaktır ve orada Zât’ına, sıfat-ı sübhaniyesine ait hususiyetleri sergileyecektir; sergileyecektir, zira her hünerber zat kendi sanatını teşhir etmek ister. O’nun teşhiri Cennet’te de devam edecek.

Cenâb-ı Hakk’ın böyle değişik âlemlerde kendini değişik şekillerde tanıtması, tebeddül veya tagayyür (O’nun değişiyor olması) anlamına gelmez. Cenâb-ı Hak’ta tebeddül, tagayyür, elvân u eşkâl (renkler ve şekiller) yoktur. Cennet’te mazhar olunacak nimetlerde ise tebeddül, tagayyür, elvân u eşkâl olacak ve her zaman bambaşka, farklı şeylerle karşılaşacaksınız.

Bu Dünyada “Hikmet” “Kudret”in Önündedir

Bizler bu dünyada da bu türlü değişmeler yaşayıp duruyoruz: Âlem-i ervahta (ruhlar âlemi) idik, rahm-i mâdere (ana rahmi) düştük, bir sperm ile bir yumurtanın buluşmasıyla “ben” dediğimiz bir varlık olduk Allah’ın (celle celâluhu) nihayetsiz kudretiyle. Bu dünyada cereyan eden işler, kudret ile ortaya çıkıyor; fakat hikmet, iki adım kudretin önünde. Zira bütün bunların bir mânâya, sabit kurallara bağlanması lazım. Âdet-i sübhaniye dediğimiz şeyler vaz’edilmesi lazım ki, hilafet unvanıyla yaratılan insan, bunlara müdahale ettiği zaman şaşırmasın, elleri birbirine dolaşmasın. Çünkü, meselâ, bugün iki element yan yana gelince şu olur, ertesi gün başka bir şey olursa siz ilim adına hiçbir şey ortaya koyamazsınız. Dolayısıyla bu dünyada hikmet, kudretin iki adım önünde duruyor. Bir başka tabirle, her şey kudretle yaratılıyor; ama her şey hikmetle cereyan ediyor, tabiri caizse hikmet “Burada söz bende” diyor.

Ahirette “Kudret” Önde Olacak

Ahirette tamamen kudret hâkim olacak. Çünkü imtihan yok orada. Dolayısıyla insanlar orada hep sürprizlerle karşılaşacak; canlı-cansız her şey, her an değişebilecek. وَأُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهًا “Cennet nimetleri) onlara (dünyadaki rızıklarına) benzer şekilde verilir.”25 âyeti Cennet’te birbirine benzeyen, ayniyet ölçüsünde bir misliyetle her şeyin deveran edeceğini, tebeddül ve tagayyüre uğrayacağını ve farklı elvân u eşkâlle insanların karşısına çıkacağını gösteriyor.

Allah Kâinatı Bilinmek İçin Yaratmıştır

Biz Allah’ı yarattığı mahlûkatıyla biliyoruz, tanıyoruz. Öte yandan göremediğimiz şeyler, gördüklerimizin milyonda birini bile teşkil etmiyor. Evet, siz bu dünyayı çok önemli görmeyin, gözünüzde çok büyütmeyin. “Galaksiler varmış, on trilyon senelik ömürleri varmış. Dev cüsseli güneşler varmış, bunlardan bazıları kendi enerjilerini tüketmişler. En başta her şeyin mahiyeti bir hidrojenmiş, sonra helyuma dönmüş, hâlâ da bu dönüşüm devam ediyormuş. Sönen, enkazı üzere çöken bir kısım dev cüsseler, bazılarının kehanetlerine göre, öbür âlemin kapıları gibi kara delikler hâline gelmiş.” Bütün bunlar doğrudur ve değişme, tebeddül, tagayyür dediğimiz şeylerdir. Ama bunlar, meselâ galaksiler, değil trilyon, isterse trilyon defa trilyon sene ömürleri olsun, ezel ve ebed karşısında bir sıfır ifade ederler sadece. Demek Cenâb-ı Hak sıfır değerli bir zaman içinde bir çeşit kendini göstermek istemiş ve kâinatı yaratmış ve onu mütalaa etmesi için de insanı yaratmıştır.

Bize kalırsa, bunlar çok büyük bir projedir. Ama asıl önemli olan, bu projenin insanı netice vermesidir. Hakikî kâinatın hikmeti / Dünyaya gele şu mükerrem insan hazreti. Ama sonuç olarak hem bu muazzam kâinatın hem de onun fihristesi olan insanın fâni olmaları itibarıyla “Sonsuz” karşısında değerleri ancak sıfır nispetindedir.

Evet, biz ancak fizik âlemi içindeki şeylere muttali olabiliyoruz. Hatta onların çoğundan haberdar bile değiliz bunca ilmî gelişmelere rağmen. Kara deliği de bilmiyoruz, ak deliği de. Geleceğin astrofizikçileri daha çok şeyler söyleyecekler; ama ihtimal, kâinatın ömrü bile onları bütünüyle öğrenmeye yetmeyecek. Yıkılıp gideceğiz ve insanoğlunun merakı kursağında kalacak. Sonuçta da bunların hepsi o “Sonsuz Kudret”, “Sonsuz Kuvvet”, “Sonsuz İlim” karşısında bir zerre değerinde bile değildir. Zerre derseniz onun büyüklüğü karşısında bunlara bir yer vermiş olursunuz. Daha küçük bir şey bilemediğimiz için zerre diyoruz. Zerre, malumunuz olduğu üzere, atom demektir veya partikül…

Öte yandan Allah’ın yarattığı âlem, fizikî âlemden ibaret değildir. Meselâ bir ruhanîler âlemi var ve melekler var orada. Bunları, sayısını, mahiyetini, vazifelerini tam mânâsıyla bilmiyoruz. Cebrail’in ömrünü bilemiyoruz meselâ; kâinatların ömrünü aşacak bir ömre sahipse o Cebrail… O “lâhut burcuna çıkmış, Allah’tan merhaba görmüş” varlık… Bütün bunlar bizi aşar. Demek Cenâb-ı Hak her zaman bu türlü tebeddülleri, tagayyürler içinde yuvarlanıp giden varlıklar arasında keyfiyeti bizce meçhul kendisini temaşâ ediyor. Yaratıyor, temâşâ ediyor.

İnsan esfel-i safilin ile âlâ-yı illiyyin arasında seyahat eden bir varlık olduğu hâlde nasıl “mükerrem bir hazret” olabilir?

İnsan çelişkili bir varlık. Bir yanı Allah’a bakıyor, bir yanı da sürekli şeytana. O şeytanı aşıp Allah’a ulaşması gerekiyor. Aşamazsa Allah’a ulaşamıyor. Allah’a ulaşmayınca da şeytanın kucağına düşüyor. Aşma-ulaşma veya takılma-düşme söz konusu burada –Allah düşmeden muhafaza buyursun, ulaşmayla şereflendirsin–. İşte insan, gerek mahiyet-i insan gerekse Allah’a (celle celâluhu) ulaşanlar adına kendisine hazret denilmesini hak ediyor.

İnsanı şeytanın kucağına düşüren; küfür, dalalet ve nifaka iten birçok sebep var. Kibir gibi, gurur ve ucub (insanın kendisini beğenmesi) gibi. Bunlar insanın inanmasına mânidir. İnhiraf, yani yanlış inanma, yanlış görme, yanlış değerlendirme, yanlış bakma, yanlış yorumlama; öte yandan haddini bilmeme, başkalarına zulmetme inanmaya mânidir. Çünkü bunlar insanın vicdanındaki o genişliği daraltıyor. Hâlbuki o vicdan mekanizması içinde Üstad’ın dediği gibi fuâd (latîfe-i Rabbaniye) var. Aynı zamanda his var, zihin var.26 Ama bu dediğimiz şeyler insanın vicdanıyla daralmasını netice veriyor. O zayıflayınca, nefis mekanizması, vicdan mekanizmasının yerine geçiyor. Böylece insana gerçek derinlik kazandıracak münasebetler kopuyor.

Bu türlü insanların inanması zordur. İnansalar bile, büyüme istidadı olmayan bodur bir ağaç gibi kalırlar. Onları ne kadar dindar olmaya zorlasanız, ne kadar terbiyeye tâbi tutsanız da; kibrini aşamazsa, haksızlıklardan sıyrılmazsa, zulmü terk etmezse, haddini bilmezse, Allah’a ait sınırların içine girerse, inanması zordur.

İmana mâni saydığımız hususlar içinde zulmün ayrı bir yeri var. Kur’ân, şirke (Allah’a ortak koşma) zulüm demiş. Çünkü zulüm, bir nevi ulûhiyet iddiasında bulunma demektir. İnsanlığın İftihar Tablosu “İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar…”27 âyetini okuyunca, sahabe-i kiram efendilerimiz “Hangimiz var ki nefsine zulmetmemiş olsun?” diye sorarlar. Efendimiz de Hz. Lokman aleyhisselâmın oğluna nasihatinin anlatıldığı “…Evlâdım! Sakın Allah’a eş, ortak uydurma. Çünkü şirk pek büyük bir zulümdür.”28 âyetini hatırlatarak meseleyi tavzih buyurmuştur.29

Yukarıda saydığımız menfî hususlara bir de taklit ruhunu ekleyebiliriz. Yani atalarından aldığı şeyi hayatına geçirme ve yaşama meselesi. Atalarından körü körüne tevarüs ettiği şeyler kötüyse, insanı bütün bütün dalalete sürükler. Saydığımız bu menfî vasıflar varsa bir insanda, nefis bunları birer tezgâh gibi kullanır. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, vicdan mekanizması yenik düşmüş, nefis mekanizması öne çıkmıştır çünkü. Meydan ona kalmıştır ve şeytan, vicdanı kapanmış, enginliklere açılamamış bu insan üzerinde tasarrufta bulunur.

Aslında şeytanı helâk eden de budur. Allah’a karşı haddini bilmemiş, küstahlık yapmıştır. Bakış zaviyesini ayarlayamamıştır o da. “Âdem topraktan, ben ateşten… Ateş, toprak önünde eğilmez.” demiş, demiş ve baş aşağı devrilip gitmiş.

Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde Kısa Bir Seyahat

Kalbin Zümrüt Tepeleri kalb ve ruhun hayat seviyesine çıkmak için bir ufuk ve bir hedef göstermektedir. Sadece biz Müslümanların dükkânında bulunan kıymetli mücevherleri sergilemekte; kalp (sahte, taklit) akçe ile kalb servetini birbirinden ayırmakta; yanlış teviller, hatalı anlayışlar ve çarpık yorumlarla yaralanan pek çok tasavvufî gerçeğin asıllarını ve sıhhatli hallerini ortaya koymaktadır.

Okuyanın gönlünde o ulvî hakikatlere karşı merak uyarmakta, hiç olmazsa onları kendi seviyesinde ve ıstılahlar çerçevesinde anlama gayretine teşvik etmektedir. Diğer taraftan da, onları anlama ve daha sonra hayatın vazgeçilmez bir yanı hâline getirme adına bazı temel esaslar vermektedir. Evrâd ü ezkâr, kâmilen eda edilen namaz ve derin bir tefekkür gibi, zümrüt tepelere tırmanırken mutlaka lazım olan vasıtalara dikkat çekmektedir.

Hâsılı, Kalbin Zümrüt Tepeleri, maddeperestlik ve cismaniyetin dar kalıplarından sıyrılıp kalb ve ruh ufkuna yürüme, mânevî ve madde ötesi âlemlerin engin atmosferine açılan kapıyı aralama yolları öğretmektedir.

Soru: Efendim, Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde öyle şeyler var ki, onlarla alâkalı iki duygu arasında bocalıyoruz. Hem öğrenmek istiyor, hem de tatmadığımız şeyler olduğu için onlar hakkında soru sormanın haddimiz olmadığı hissini taşıyoruz…

Cevap: Estağfirullah, ben sizlerin anladığınız ve çok şeyler hissettiğiniz kanaatini taşıyorum. Kanaatimce, orada anlatılanları, şiirler hakkındaki mülâhazamıza bağlamak uygun olur. Yani, bir şiiri yorumlayan ve onu şerh eden insan o şiirden pek çok şey anlar; bu, biraz ufuk ve gönlün zevk etmesi meselesidir. Herkes kendi gönül ve idrak enginliğine göre değişik mânâlar çıkarabilir. Dikkat edilmesi icap eden husus, meseleleri sadece epistomolojik bazı şeyler gibi değerlendirmemek gerektiğidir.

İnsan, önce ıstılahları öğrenmekle başlamalı. Zira, inkişaf adına en önemli unsurlardan biri, ıstılahların bilinmesidir. Daha sonra da çok meşgul olmak, anlatılan hususları sürekli kurcalamak gerekir. En önemlisi de, Allah’a güvenmek, O’na itimat etmek ve sığınmaktır. Biz talibi olur ve arkasında koşarsak, Cenâb-ı Hak, en ulvî hakikatleri de kalbimize koyabilir.

Kelimelerin ötesine işlenmiş, cümlelerin arasına içirilmiş pek çok hakikat olabilir. İnsan bu olabilirliği kabul edip derince bakmalı meselelere. İfadelere takılmamalı. Hani, bir müftü efendi, Haşir Risalesi’ni eline alınca, diyor ki, “Bu, Allah’a inanmış insanlar için Esmâ-i İlâhîye’ye dayalı haşri ispat ediyor. Yani, Allah’a inanmayan birisine bu kitabın vereceği bir şey yoktur.” Abdülmecid Efendi, o müftüye cevap veriyor ve Haşir Risalesi’nin başında Zât-ı Ulûhiyetin varlığının da ispat edildiğini söylüyor. Üstad Hazretleri meseleyi tavzih ediyor ve diyor ki, “Abdülmecid ona cevap vermiş; ama cevabı eksik. Aslında, o işaret ve hakikatlerin içinde bir taraftan haşir anlatılırken, diğer taraftan da tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rubûbiyete göndermeler yapılıyor, onlar da anlatılıyor.”30 İşte mesele, bir bakış zaviyesi yakalama ve görme meselesidir. Yoksa, epistemolojinin sisli havası içinde insan hiçbir şey anlayamaz.

Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde, kavramları tarif ve tavsiften, yani ıstılâhî kelimeleri açıklamaktan, duymaya ve hissetmeye doğru bir yürüyüş, bir geçiş; basitten mürekkebe doğru bir yürüyüş ve geçiş vardır. Aslında, tasavvufî ahlâkı, onun terminolojisini, tasavvuf ve ahlâk kurallarını vaaz u nasihatlerle kürsüde, sohbette, konferansta arz etmeyi düşünüyordum. Ama nasip bu şekilde yapmakmış.

İltica Buudlu Haşyet

Soru: Efendim, bir yazınızda “iltica buudlu haşyet” ifadesini kullanıyorsunuz. Bunu bir misalle açıklayabilir misiniz?

Cevap: Müsaade ederseniz, önce “haşyet”in ne olduğu mevzuuyla başlayalım. Sıkça kullandığımız kelimelerden birisi “havf”tır ki, “korkma, ürperme, irkilme” mânâlarına gelir. Tasavvuf erbabınca, haram olmasa bile dinimizde kerih görülen bir şeyi işlemekten sakınmak olarak tarif edilen havf, “recâ” duygusuna karşı bir denge unsurudur.

Bazıları havfı, “heybet” ve “haşyet” olarak kendi içinde ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklansa da, heybet daha ziyade “firar”, haşyet ise “ilticâ” yörüngelidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar (kaçma) düşüncesi içindedir; haşyet sahibi ise, her lâhza ayrı bir mülâhaza ile Allah’a ilticâ etme (sığınma) vesileleri araştırır ve O’na sığınma fırsatları kollar.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bir bilebilseniz, gök öyle bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!… Zaten öyle olması gerekirdi; zira, göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız.”31

İşte bu hadis-i şerif “ilticâ buudlu haşyet”e misal olarak verilebilir. Çünkü bu hadis de göstermektedir ki, Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), bilinebilecek her şeyi bildiği hâlde firarı tercih etmemiş, bulunduğu konumdan kaçmayı ve bir hâl değişikliğini istememiş, bilakis yine Cenâb Hakk’a sığınmayı seçmiştir.

Ebû Zerr Hazretlerinin “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip biçilen bir ağaç olsaydım!” ifadesi de, kendi hesabına “firar buudlu heybet”e güzel bir misaldir.

Nefs-i Levvâme

Soru: Cenâb-ı Hakk’ın, yedi nefis mertebesinden ikinci mertebe olan “levvâme”ye yemin etmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Sizin de soruda ifade ettiğiniz gibi Cenâb-ı Hakk’ın, üzerine yemin ettiği şeylerden biri de nefs-i levvâmedir. Allah Teâlâ, Kıyâmet Sûresi’nin ikinci âyetinde “Hayır hayır, kasem ederim sürekli kendini kınayan o nefse!”32 buyurmaktadır. Bu âyetten dolayı, biz de bir yazıda nefs-i levvâme için “bu saflardan saf rûh” ifadesini kullanmıştık.33

“Hayvanî nefis” de diyebileceğimiz insan benliği, terakkiye her zaman açıktır. O, terbiye ve tezkiye ile nefs-i emmâreden levvâmeye, oradan mulheme, mutmainne, râdıyye, merdıyye ve sâfiye diyegeldiğimiz nefis mertebelerinde seyahat edip zirvelere yürüyebilir. Levvâme, yedi nefis mertebesinden ikincisidir. Daima kötülüğü emreden, çirkinlik ve günah karşısında rahatsız olmayan nefis, nefs-i emmâredir. Onun bir basamak üstü diyebileceğimiz nefs-i levvâme ise yer yer sürçse, günaha girse de, kendini bir muhasebeye tâbi tutar ve günahtan rahatsızlık duyar. Günah, nefs-i levvâme sahibinin gönlünde ızdırap, nedamet ve vazgeçme duygusu hâsıl eder ki bu da seyr ü sülûk adına bir mertebedir.

İşte, Kur’ân-ı Kerim’de asr, güneş, fecr, gece, gündüz gibi zaman, mekân ve farklı eşyâ üzerine yemin edilmiştir. Edilen bu yeminlerle, o şeylerin bazı yönleri itibarıyla önemli olduğu vurgulanmıştır. Nefs-i levvâme de bir yönüyle çok önemlidir. O, günaha karşı bir ilk tepkinin, isyandan kaçışın, tevbeye meylin ve tekrar rotaya girmenin ifadesidir. Tıpkı freni patlamış bir araba yokuş aşağı giderken ve şarampole yuvarlanması kat’î görülürken şoförün bir anda virajı alması ve arabayı devrilmekten kurtarması gibi, nefsin levvâme mertebesindeki bir mü’min de düşüp baş aşağı yuvarlanmak muhtemelken anî bir hamleyle günaha karşı ilk tavır belirleme ve çırpınma tavrı sergiler. Nefs-i levvâme bu yönüyle bir mertebe ve derece kabul edilmiştir.

“Hz. Cem” İfadesi

Soru: Bir iki yerde Hazreti Cem’ gibi ifadeler kullanıyorsunuz?…

Cevap: Hazreti Zat’la alâkalı olan yerlerde, yani sıfat üstü bir mülâhaza olduğunda o şekilde kullandığım oldu. “Hz. İlim”, “Hz. Kudret” dediğim yerde de, sıfat üstü mülâhazadan dolayı öyle diyorum. Rabbimizle alâkalı konuşurken çok dikkat etmek lazım. Herhangi birinden bahsetmiyoruz ki rahat konuşalım. Ben de yazarken, konuşurken çok korkuyor, en uygun kelime ve ifadeleri bulmaya çalışıyorum.

Sebepler Âlemi ve Vicdan Ufku

Soru: Hocam, “Hikmet” ve “Tevhid” yazılarında olduğu gibi iki üç yerde “esbâb âleminde kaldığınız sürece” deniliyor. Yer yer esbâb âleminin üstüne çıkıldığı da oluyor mu?

Cevap: Hâl, zevk, duygu ve ufkun açılması olarak insan esbâb âleminden sıyrılabilir; artık sebepleri görmeyebilir ve doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ34 olduğunu vicdanî bir seziyle sezebilir. Hatta, vicdan ufkuyla bakınca aksini kabulde zorlanabilir.

Bazen de Cenâb-ı Hak fiillerimiz içinde kendini bize hatırlatır. Yani, bir meselede cehd ve gayretimizi ortaya koyarız, neticede tevfikât-ı sübhâniye o fiilimize yâr olur ve muvaffakiyet elde ederiz. Aslında o işteki planımızla, o plana göre meselelerin sıralanıp meydana gelmesi bizim niyet, gayret ve cehdimizin çok ötesindedir; bizi çok aşkındır. Böyle bir noktada döner, bütün eşyaya kendimizle beraber bakar ve her şeyin bir “Kudret” tarafından yaratıldığını görürüz. Bizim niyet, gayret ve fiillerimizin bir çekirdeğin içindeki nümüv (büyüme, gelişme) kabiliyeti ya da toprağın bağrına düşen ve orada kendisine hayat hakkı tanınan bir tohum gibi bir şey olduğunu müşâhede ederiz.

Fakat insanın ufku o noktaya ulaşmamışsa bunları kavrayamayabilir, esbâb âleminin ötesini vicdanında hissedemeyebilir. Zaten bu hissetme onun için fikrî bir teklif-i mâlâ yutak olur. Meseleye kalb ufkundan bakmayan, o ufku bir mercek gibi meselelerin önüne tutmayan bir kimse de bakar; bakar, ama “Ben bir şey göremiyorum.” der.

Allah (celle celâluhu) âdiyât içinde fiilleri ve hareketleri öyle muttarid (muntazam, düzenli) yaratır ki, sizi bir yönüyle meseleleri esbaba bağlı yorumlamaya mecbur eder. Ama bazen de olan biteni sebeplere bağlamada zorlanırsınız. Sebeple neticenin kat’iyen birbirine münasip olmadığını görürsünüz. İnsan kendini çok sık dinlese, biraz da kalb gözünü kullansa, ruhuyla baksa, –isterseniz buna “müteâl (yüce, aşkın) bakış” deyin– o zaman her şeyi çok farklı duyar; tenâsüb-ü illiyet (sebep-sonuç ilişkisi) gibi şeylerin hepsinin altüst olup gittiğini görür ve fiilleri gerçek sahibine verir.

Evet, ehlullahın bu mevzudaki ihsaslarına ve değerlendirmelerine saygılı olmak lazım. Bazen sizler de kendinizi çok iyi dinlemeye alırsanız, benzer şeyler duyup görebilirsiniz. Her vicdan belli ölçüde o daire içine girebilir.

İşaret ve İşaretçilerin Mukayyetleşmesi

Soru: Hocam, bir yerde “işaret ve işaretçiler mukayyetleşir” kaydı var. Öbüründe “bir mânâda nazardan matlaşırlar” deniyor ve “bir mânâda” kaydı getiriliyor. Bunlarla kastedilen nedir?

Cevap: O da, bir his, bir ihsas, bir hâl ve bir zevk meselesidir. İşaretçilerin tamamen silinip gitmesi, belli bir noktaya hastır; bir bakıma vicdanî bir şuhûda ermeyle alâkalıdır. İmam-ı Rabbânî’nin şuhûd anlayışını değil; kalbî, hissî ve ruhî şuhûda erme gibi bir hâli kastediyorum. İnsan öyle bir hâli yaşarken kendi gözüyle görüyormuş gibi olur ve artık kendi gözüyle, kalbinin gözüyle gördüğü bir şeyde şahit araması doğru değildir, en azından saygısızlıktır. Orası شَهِدَ اللّٰهُ35 makamıdır. وَالْمَلَۤائِكَةُ وَأُۨولُو الْعِلْمِ36 makamının önü olan شَهِدَ اللّٰهُ makamı. Dolayısıyla orada Hz. Meşhud’a saygısızlık olur.

Tevhid-i Sükûtî

Soru: Tevhid-i Sükûtî bundan sonra mı geliyor?

Cevap: Bahsettiğim bu durum, Hazreti Vacibü’l-Vücûd’un zâtına tahsis buyurduğu tevhiddir; o, evvelâ enbiyâ, sonra da asfiyâya mahsus bir mazhariyettir. “Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahit bizzat Allah’tır.”37 âyeti gibi âyetlerle ifade buyrulan “tevhid-i tâmm”ı Cenâb-ı Hak, erbâbının dupduru gönüllerine ifâza eder ve onlara gönül dilleriyle bunu seslendirme imkânını bahşedip hususî bir tevhidle şereflendirir; şereflendirip o engin ihsanlarını, onların aczlerinin çehresinde daha bir derinleştirir; sonra da bu incelerden ince hususu, “Seni hakkıyla bilemedik ey Mâruf!” gibi sözlerle bir mârifet mülâhazası, bir ibadet şuuru, bir acz u fakr tavrı, bir şevk u şükür iştiyakıyla ifade ettirir; işte bu çok büyük bir mazhariyet ve hususî bir mevhibedir.

Hazreti Vâhid u Ehad’in, kendinin kendine olan şehadetini tazammun eden bu derin tevhidi, O kime duyurmuşsa o duyar; kime hissettirmişse o hisseder; duyup hissedenlerin de ya dilleri tutulur ya da O’nun müsaadesi ölçüsünde çevrelerine ifade edebilirler bunu. Bu mertebedeki tevhidi duyan birinin nazarında bütün delil ve işaretler renk atar; bütün varlık itibarîliğe bürünür ve edeb, insana artık “Sus” der; sus der, zira bu makam sükût makamıdır ve işte bu tevhid de tevhîd-i sükûtîdir.

İnsan, bunların hepsini vicdanında duyabilir. Evet, vicdan hissedebilir; onun hakemliğinde, kul çok farklı şeylere erer. Ama bunun için biraz mâverâîleşmek, metafizik mülâhazalarda biraz derinleşmek gerekir.

Tevekkülde Haricî Sebep Aramama

Soru: “Deliller, burhanlar, insanın hâlinin dilini kullanma inkişafına erince, bir mânâda o da artık ne delil der; ne tevekkülde hâricî sebep arar ne de başka vesileler arkasında koşar; aksine, her şeyi onunla bilmeye, onunla görmeye, onunla tanıyıp onunla sevmeye başlar.” deniliyor. “Tevekkülde haricî sebep aramama”yı açıklayabilir misiniz?

Cevap: Deliller, hakikî tevhide ulaşmada bir sebeptir. Biz, medlulden delile dönmeyi esas alırız; Üstad’ın yaklaşımıyla, bizim gördüğümüz deliller Rabb’in kayyumu olamaz. Belki o deliller bize ait arızalardan ötürü, bir kısım duygularımızı tam işletememeden dolayı müracaat ettiğimiz vasıtalardır.38 Belli bir noktaya geldikten sonra da, halî ve zevkî tam bir vahdet tecellî eder. Delili nazar-ı itibara alma ihtiyacı duyulmaz. Çünkü artık vicdan konuşur ve o bir şahid-i sadık olur. Belki Cenâb-ı Hakk’ın gönüllere attığı bir tevhid mülâhazası kendisini hissettirir. Artık sağda solda delil aramaya hiç ihtiyaç hissedilmez. Herhangi bir sebebe, bir vasıtaya ihtiyaç hissetmeden, tamamen her şeyi Cenâb-ı Hak’tan bilme, her meselede Cenâb-ı Hakk’a itimat etme ve güvenme, sebepleri tamamen aradan çıkarma, delilleri bütün bütün azletme de yine bir haldir; belki bir mânâda zevk meselesidir.

Kitap Okuma Hususunda Bir İki Ölçü

Soru: Hocam, çok kitap okumak mı esas olmalı, yoksa belli kitapları çokça okumak mı?

Cevap: Bazı kitaplar vardır ki, onlar temel ve esastır. Onları sürekli okumak lazım. Bu seneki anlayış ve idrakinizle bir şey anlarsınız; iki sene sonra o günkü seviyenizle okursanız, o kitaplarda çok daha derin mânâlar görürsünüz. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’i böyle bir okuma hususunda diğer kitaplarla beraber değerlendiremeyiz; ama malûmunuz, onu ayda bir hatmetmeyene seleflerimiz Kur’ân’ı terk eden adam nazarıyla bakmışlardır. Ayrıca, Risaleler sürekli ve çok okunmalıdır. İhlas Risalesi gibi on beş günde bir okunması çok faydalı olacak bölümler de vardır.

Bazen çok farklı kitaplar okuma insanı ukalalaştırır. O insan farklı davranmaya başlar, malûmatfüruşluk yapar, bilgiçlik taslar. Bir başkası da önüne gelen her kitabı vize sormadan okur; çoğu zaman mâlâyânî şeylerle vaktini tüketir, zihnini dağıtır. Önemli olan, çok okumadan ziyade, kayda değer kitapları okumaktır.

Diğer taraftan, okurken, im’ân-ı nazar; yani, mevzulara derinlemesine bakma, okuduğu mesele üzerine odaklanma ve yoğunlaşma çok önemlidir. Kitapta anlatılan şeyler üzerinde ısrarla durma; ele alınan konular arasındaki münasebetlere, o kitaptaki belli bahislerin başka yerlerdeki işleniş tarzına da bakma; yapılan ima ve göndermeleri, seçilen kelimelerdeki incelikleri yakalamaya çalışma da çok istifadeli olur.

Bir başka husus da özet çıkarmaktır. Üstad Hazretleri, okunan risaleleri talebelerine özetletirmiş. Zaten bu özetleme gayretlerini Lâhikalar’da açıkça görebilirsiniz. Meselâ, Hulûsî Efendi ve Hoca Sabri Efendi gibi insanların özetlemeleri öyle hoştur ki, pek beğenirsiniz. Eserlere çok vâkıftırlar, dilleri de çok güzeldir. Fakat sadece onlar değil; Üstad âdet edinmiş, bu yolla pek çok talebe yetiştirmiş. Onlar, okudukları yerlerden ne anladıklarını çok iyi kompoze etmişler. Bu sayede hem kendileri öğrenmişler hem de başkalarına risaleleri okutup öğretmişler. Evet, okunan kitapların özetlenmesi, en azından okunan her bahisten sonra insanın kendi kendine “Ben buradan ne anladım?” deyip zihnen özetlemesi azamî derecede istifadeyi sağlar.

İstidat Seviyesi ve İnkişaf

Soru: Efendim, herkesin kendi istidadı seviyesinde inkişaf edebileceğini zannediyorduk. Zat-ı âlîniz, bir yazınızda, “Allahım, bize bizi aşan istidatlar ve o istidatlarda inkişaflar ver!” diyorsunuz. Bunu nasıl anlamalıyız?

Cevap: Evet, ben Allah’ın izin ve inâyetiyle istidatların aşılabileceğine, yetenek ve kabiliyetlerin geliştirilebileceğine inanıyorum. Hani bir dervişe sormuşlar, “Cenâb-ı Hak iğnenin deliğini büyültmeden, deveyi de küçültmeden deveyi oradan geçirebilir mi?” Derviş “Vallahi, benim öyle ince işlere aklım ermez; fakat ben kendimi bildim bileli hep O’nun dediği oluyor.” demiş. İşte, ben de O’nun güç ve kuvvetine, şefkat ve merhametine itimat ediyorum. Dilerse bize istidadlarımızın üstünde inkişaflar nasip edeceğine inanıyorum.

Cenâb-ı Hak, her birimize bir istidat takdir buyurmuş. Biz iradelerimizin hakkını verirsek, kulluğumuzu bir aşkınlık içinde götürürsek, O’nun rahmetinden ümit ediyorum, bizim istidatlarımızı da değiştirir, genişletir ve geliştirir; sonra da mahiyetlerimizi yeniden onların üzerine örgüler.

Diğer taraftan, aslında ilm-i kıyâfetin (insanın şekil ve şemâiline bakarak onun karakteriyle ilgili bazı ipuçları elde etme ilmi) de bir yeri vardır: Allah (celle celâluhu) insanlara ruhlarına göre elbise giydirmiştir. Yani, sizin cismaniyet numaranız ve drobunuz ruhunuza göredir. Eliniz, yüzünüz, ayağınız, diliniz, dudağınız birer mânâ ifade eder bakmasını bilen için. Allah olmuş ve olacağa birden baktığından ve O’nun için zaman söz konusu olmadığından, siz nasıl bir irade ortaya koyuyorsanız onu ilm-i ezelisiyle bilmiş ve ruhunuzu o şekilde bir kalıplaşmaya tâbi tutmuştur; ruhunuza göre bir elbise giydirmiştir size. Fakat eğer siz iradenizin hakkını verirseniz, ruhunuzda ciddî bir değişikliğe girerseniz, öyle inanıyorum ki, ilm-i kıyafet sahasıyla alâkalı konularda da ciddî değişiklikler olur. Allah Teâlâ şeklinizi-şemâilinizi, mahiyetinizi de ruhunuza uygun olarak değiştirir.

Fikir Çilesi

Soru: Efendim, çileyi anlatırken fikir çilesini zirveye koyuyor ve en büyük çilenin o olduğunu ifade ediyorsunuz. Fikir çilesini nasıl anlamalıyız?

Cevap: Evet, davâ-yı nübüvvetin vârisleri için çile, halk içinde Hak’la beraber olma; İslâmî duygu, düşünce ve tavırlarıyla çevresinde ibadet iştiyakı uyarma; açıktan açığa dini en iyi şekilde temsil ederek, başkalarında da dinî hisleri harekete geçirme ve herkeste inanma duygularını geliştirme gayretinde bulunmaktır. Böyle bir yol, aynı zamanda sahabi mesleğidir.

Bize göre çile, ömrümüzü başkalarının elem ve lezzetlerine bağlayıp, tamamen onlar için yaşamanın adı ve ulülazmâne diğergâmlığın da başka bir unvanıdır ki, biz ancak bu şekilde Cenâb-ı Hakk’ın rızasına erebileceğimizi düşünürüz. Evet, çile, hakikat erinin, alâkadar olduğu daire içinde nereye ateş düşerse düşsün, yangını kendi sinesinde hissetmesi; maddî-mânevî her muztaribin ızdırabını ruhunda duyması; “Izdırabı çekmeyen bilmez.” şeklindeki bencilce mülâhazaya karşılık, uzak ve yakın çevrede yaşanan elem ve acıların hepsini kendi yaşıyormuşçasına hissetmesi demektir.

Mürekkebi ve muk’abıyla değişik çilelerden bahsedilebilir. Fakat çile ve ızdırabın en büyüğü fikir çilesi ve ızdırabıdır. Fikir çilesi; düşünmek, düşündürmek ve varlık bilmecesinin sırrını çözmeye çalışmak, en zor meseleler karşısında dahi pes etmeden sürekli uğraşmak demektir. Fikir çilesinin en engin yönünü ise düşünceyi vahyin semeresiyle buluşturmaya çalışmak, sonra da bu büyük terkibi, aç ve susuz gönüllerin hazmedebilecekleri şekilde onlara da duyurup tattırmak ve bıkıp usanmadan bunu tekrar edip durmaktır.

Evet, fikir çilesinin yiğitleri, ızdırap süvarileri, sürekli vahyin semeresiyle insan aklının ürünlerini buluşturma gayretindedirler.

Akıl Nedir?

Soru: Efendim, Mısır’ın en çok satan gazetesi olan bir milyon tirajlı Ehram’ın başyazarı Ahmed Behçet, zât-ı âlinizin bir iki kitabını okumuş, sizi araştırmış; köşesinde üst üste yazılar yazdı ve hayranlığını ifade etti. O yazılarının birinde, bir münasebetle diyordu ki, “Bir sofîye sormuşlar: ‘Akıl nedir?’ O da demiş: ‘Dabbetün tahmilüke ile’s-sultan…” Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

Cevap: Çok güzel bir cevap. “Akıl, seni ‘Sultan’a taşıyan bir binit hayvanı, seni ona götüren bir araçtır.” Doğrusu da böyle düşünmektir. Aklın sürekli gemlenmesi, nerede duracağının belirlenmesi lazımdır. İnsan bir taraftan onu koşturmalı, zorlamalı, o zorlamayla şakakları zonklamalı; fakat diğer taraftan da onu gemlemesini ve frenlemesini bilmelidir. Bazen nefse rağmen olmalıdır bu frenleme.

Ben o meydanın eri değilim; fakat bir hissimi paylaşmak istiyorum. Zât-ı Ulûhiyetle alâkalı bir makale yazmıştım. Belki birkaç gün zorlayarak ulûhiyet hakikatlerine dair bir iki meseleyi şerh etmeye çalışmıştım. Duyduğum ve başkalarının hayatında gördüğüm, kendi hayatım itibarıyla işin içinde olmadığımı düşündüğüm bazı mülâhazaları açarken kullandığım kelime ve tabirlerden dolayı o kadar çok vicdan azabı çektim ki, ifadeden âcizim. “Bu kelime Cenâb-ı Hak için kullanılır mı, bunlar olur mu, yakışık alır mı?” gibi arayış ve hislerle yanlış yapmaktan korkarak iki büklüm oldum. Sonra çok ağladım odamda. “Ya Rabbi! Yoksa, ulûhiyet hakikatlerini çok hırpalıyor ve nefsimi mi konuşturuyorum?” dedim. Ve sonra o bir tomar kâğıdı, üç beş günlük emeği yakmaya karar verdim. O kâğıtlar elimde ateş almaya giderken önüme çıkan bir iki arkadaşın da hâl ve tavırlarından aldığım cesaretle “Bir kere daha okuyayım!” dedim. Bir daha okuyunca baktım ki, bazı yerlerine ilişip onu masum hâle getirmek mümkün.

Evet, aklı edille-i şer’iyeden biri sayan zavallıların mülâhazalarına düşme durumu söz konusuyken, hemen Peygamberin vesâyetine sığınmamız lazım. Yani, aklımızı sonuna kadar kullanırız; muhakememizi işletiriz; tasavvufun, mantığın, tasavvurî mantığın kurallarını çok önemli bir malzeme olarak kullanırız; dilin hususiyetlerine müracaat ederiz; Arap dilinin özelliklerini, Türkçe kelimelerin kullanılış inceliklerini göz önünde bulundurmaya dikkat ederiz ve bir meselede hâlâ ifade zorluğu çekiyorsak işin asıl kaynağına yürürüz; söz kesen olarak Kur’ân’a sığınırız, “Sünnet-i Sahiha”ya sığınırız. İşte, öyle bir sancısı olmayan, ucuzcu bir insan, bazı şeyleri çok rahat yazıp döktürebilir. Fakat ulûhiyet hakikati gibi konularla alâkalı bir şey yazan ciddî insanlar, namus-u ilâhîyle oynama korkusuyla tir tir titremeli ve tek bir uygun kelimeyi bulabilmek için dahi ızdırapla kıvranmalıdır ki, işte bu, “fikir çilesi”dir.

Üstad Hazretleri de, felsefenin vahyin vesayetinde olduğu zaman kabul edilebileceğini söylüyor. Vahy-i semâvîye baş kaldırmış felsefeden taşkınlık, hezeyan ve tuğyan doğar.39

İşte, doğruya, hakka ve mâkule ulaşmak için yapılan beyin fırtınası; fikir çilesidir. Söylenilen şeyler her zaman Kur’ân’la, Sünnetle ve akl-ı selimle telif edilecek. Sahabe-i kiramın anlayışı, selef-i salihînin ifadeleri göz önünde bulundurulacak ve her hüküm ancak böyle bir küllî değerlendirmeden sonra ortaya konacak. Evet, böyle bir beyin fırtınası, çile ve ızdırapların en mukaddesidir.

Tefekkür-Zikir Münasebeti

Soru: Efendim, bir yazınızda, tefekkürdeki tıkanıklıkların zikirle açılabileceğini söylüyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız?

Cevap: Evet, hakikî bir mü’min, şükür-nimet, nimet-şükür daireleri içinde dolaşır ve ömrünü bir tefekkür üveyki gibi geçirir. Şayet bir tümseğe ayağı takılsa, fikir dünyasını zikirle buudlaştırır; tedbirden teslime, temkinden tefvîze geçer; âlemin mesafelere esir düştüğü yerlerde o, göklerde tayerân ederek hedefine ulaşır…

Orada da bir mevhibe-i ilâhî söz konusudur. Biz aklımızı son sınırına kadar kullanırız. Aklın da bir serhaddi vardır, oraya kadar gideriz. Eğer problemler hâlâ çözülmüyor ve karşımıza bir sürü çözüm bekleyen problem çıkıyorsa, Cenâb-ı Hakk’a daha bir ciddî yönelir, O’nun katından bir çıkış yolu bekleriz. Allah Teâlâ, akla hayale hiç gelmedik tarzda bir kısım çözümler ihsan edebilir. O ihsan kapısıdır ve o kapının anahtarı zikirdir, her çeşidiyle Cenâb-ı Hakk’ı anmaktır. Yani, kalbimizle O’nu anmak, düşünce dünyamızla O’na yönelmek, dilimizle O’nun isim ve sıfatlarını tekrar etmek ve Rahmân u Rahîm’e tam teveccüh etmek… Evet, teveccüh teveccühü netice verir; siz teveccüh eder, yüzünüzü güneşe çevirirseniz, gözbebeğinizde güneş belirir. Çiçekler güneşe bakmakla açıldıkları gibi siz de Allah’a yönelirseniz, gönlünüz, sırrınız, hafîniz ve ahfânız açılır. Latîfe-i Rabbâniyeniz inkişaf eder, ilhama davetiyeler çıkarmış olursunuz. Sadece aklın kaba kurallarının elinden alacağınız sadakacıklara bağlı kalmazsınız; aynı zamanda ilham hazinelerinden gelen esintilerle de beslenirsiniz. Akla hayale gelmedik şekilde bir kısım sünûhat ve tulûat, kalbe gelen ilhamlar, derin duyuşlar ve sezişler olur. İşte zikir, böyle bir neticeye götüren bir müracaat yolu; bir açılma isteğini ortaya koyma tarzı ve üslubudur. İnsanın, gücünün yetmediği, kendi tâkatiyle başa çıkamadığı hâdiseler karşısında “Kudreti Sonsuz”un rahmet ve inâyetine sığınma koridorudur. “Allah’tan başka hakikî güç ve kuvvet sahibi yoktur, sadece O vardır.” hazinesini kullanma, o hazineden alacağı ilham adındaki altın anahtarlarla problemlerin kilidini açma yoludur.

Bir taraftan zikir, daha sağlıklı düşünmeyi ve meseleleri halletmeyi, fikrî tıkanıklıkları aşmayı netice verirken, diğer taraftan da, fikirden zikre geçilir; fikir de zikri doğurur. Bazen derin bir tefekkür, aşk derecesinde bir zikretme lüzumu doldurur insanın gönlüne. Kâinat kitabının birkaç sayfasını çevirip, mütalaa edince gönül coşar da Rabbini anmak, onun isimleriyle susuzluğunu gidermek ister. Fikir, elinizden tutup sizi ubûdiyete götürür.

Ve böylece salih bir daire meydana gelir. Zikir, sizi fikirde yeni ufuklara ulaştırır; daha evvel dar aklınızla, kevnî veya tekvînî mantığınızla düşünüyorken, zikir sayesinde letâif-i Rabbâniyeniz devreye girer ve artık onlar da düşüncenize yardımcı olur. Daha farklı bir derinlikte tefekkür etmeye başlarsınız. Tefekkür öyle bir eşiğe gelir ki, başınızı secdede bulur ve tekrar O’nu anmaya durursunuz. Fikir ve zikir, birbirini sürekli besler; destekler. Birinin kolunun kanadının kırıldığı yerde, diğeri arkadaşına kol kanat olur; elinden tutup uçurur onu.

Akılla vahiy arasında da aynı münasebeti düşünebiliriz. Onun için dedim ki, akıl, vahyin vesayeti altına girdiği zaman gerçek değerine yükselir. Yoksa belli bir noktadan sonra akıl karanlık görmeye başlar, karanlıklara teslim olur. Fakat o idrak edemediği ve kavrayamadığı meseleler karşısında vahyin rahlesi önünde diz çökse, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak’tan gelen esintilerle yeniden önü aydınlanır; karşısında bambaşka ufuklar açılır. Dolayısıyla, o da hiç hız kesmeden yürür.

Akıl, kâinatı ve tabiatı düşünmeyi esas alan natüralist bir mülâhazayla veya kozmos düşüncesine bağlı olarak bazı şeyler ortaya koyabilir; fakat bu sadece Allah’a (celle celâluhu) inanmayanlar için böyledir ve yalnızca onlar için bir ölçüde yeterli olabilir. Çünkü onlar, ötesini zaten görememektedirler. Ne var ki, Allah’a inanan insanların sadece aklın ürünleriyle tatmin olmaları mümkün değildir. Düşünce ufuklarını mutlaka genişletmeleri, derinleştirmeleri lazımdır. O da ancak vahiyle mümkün olur.

Soru: Hocam, Âl-i İmran Sûresi’nin son âyetlerinde de tefekkür ve zikir beraber anılıyor…

Cevap: Evet, bu âyet-i kerimelerde meâlen şöyle buyruluyor: “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, düşünen insanlar için elbette âyetler vardır. Onlar ki Allah’ı kâh ayakta divan durarak, kâh oturarak, zaman zaman da yanları üzere uzanmış olarak zikreder; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: ‘Ey büyük Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!”40

“Ulü’l-elbâb” ifadesi kullanılıyor; sadece “akıl sahipleri” nin o âyetleri görüp, üzerlerinde düşünecekleri belirtiliyor. Bu ifadeyi, öncesi ve sonrasıyla değerlendirecek olursak, “akıl sahipleri” sözünün “Latîfe-i Rabbaniye sahibi, akıl ve kalb izdivacına muvaffak olmuş insanlar.” demek olduğunu anlarız. Yani, hem aklın ayağını kullananlar, hem de vahyin kanadıyla uçanlar… Onlar, hayatlarını zikre bağlamış kimselerdir; hayatlarını zikirle süslerler; hiç hız kesmeden, sürekli zikrederler. Ayaktayken, oturuyorken ve uzanmışlarken Allah’ı zikrederler. Uzanmış hâldeyken bile O’nu zikretmeleri bir iç anıştır. Âyette bu üç pozisyon da kaydedilerek, zikrin sürekliliğine dikkat çekilmektedir. Evet, onlar hayatlarının her safhasını, hemen her faslını zikirle derinleştiren, zikirle süsleyen insanlardır.

Âyet-i kerimede “…zikrederler” sözünden sonra yine “tefekkür ederler denmektedir. Görüldüğü gibi tefekkürle başlanmış, zikre geçilmiştir. Daha sonra zikir, tefekkür adına yeni ufuklar açmış ve bu defa da zikirle açılan o ufka göre düşünceler hâsıl olmuştur. Âyetteki zikir ve fikir kelimeleri mastar ya da mazi olarak değil, muzari fiil kipinde kullanılmıştır. Muzari, geniş zaman kipidir. Öyleyse onlar, dün düşündüler, bugün hâlâ düşünüp tefekkür ediyorlar ve yarın da ayrı bir tefekkür deryasına yelken açacaklar… Onlar, hayatlarını sürekli zikir-fikir arası seyahatlerle mânâlandırırlar. Devamlı okur, peşi peşine yeni yorumlar ortaya korlar; yeni yorum ve okumalar onlara yeni ufuklar açar; o yeni ufuklara göre de daha farklı şeyler düşünürler. Ve hayatlarını hep böyle düşünce ve zikir arası bir dantela gibi örerler.

Âyette daha sonra, “Ey Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın.” denmekte ve düşünceye son nokta konmaktadır. Evet, o kadar düşünüp öyle zikreden bir insan, kâinattaki hiçbir şeyi bâtıl, abes ve değersiz görmez; her şeyde bir hikmet tecellîsi müşâhede eder.

Soru: Efendim, biraz önce tefekkürün zikirle buud kazanması ve derinleşmesini anlatırken zannediyorum o âyet aklınızda değildi. Fakat aynen Kur’ân’daki sisteme göre değerlendirme yaptınız. Bu melekeyi kazanmak için Kur’ân’la çok meşgul olmak mı gerekiyor?

Cevap: Kur’ân-ı Kerim’le çok meşgul olmak, Kur’ân’ı çok iyi bilmek, onun bütününü bir harita gibi göz önünde tutabilmek oldukça önemlidir. Fakat daha da önemlisi, Kur’ân’a itimat etmek, güvenmek ve gönlü ona vermektir. Zannediyorum, bir insan samimâne, sâfiyâne gönlünü Cenâb-ı Hakk’a verir ve Kur’ân’a bir çırak olarak teslim olursa, bütün tenkit mülâhazalarından uzak kalır ve ona teveccüh ederse, aklına hayaline hiç gelmedik şekilde ufuklar açılır önünde.

Zikirle fikir yolu açılır, zikir size yeni düşünme ufukları açarsa, oradaki çok küçük esintilerle bile, sizin onca beyin cehdi ortaya koymanıza rağmen elde edemediğiniz şeylere mazhar olabilirsiniz. Bu, Kur’ân’a tam teslimiyetinizin, onu tam kabullenmenizin, nefsinize rağmen aklınızın ermediği noktalarda bile baştan tam teslim olmanızın bir semeresidir. Zaten, bizler için kapalı gibi görünen hususlar da ancak böyle bir teveccüh ve teslimiyet sayesinde açılabilir.

O sayede, dil kaidelerine, sarf ve nahive, gramere takılan insanların takıldığı yerlerde siz ne mucizeler ne beliğ ifadeler görürsünüz. Başkalarının kendi kıt idraklerinden dolayı “Şu âyet orada değil de şurada olacaktı!” demesine mukabil siz “Aman Allahım, ne müthiş bir münasebet var burada!” dersiniz. Onlar akıllarına takılır yolda kalırlar; fakat siz, Cenâb-ı Hakk’ın yolunuzu açmasıyla saygı ve hürmet kanatlı atınızı mahmuzlar daha ileriye sürersiniz.

1 İmam eş-Şâfiî, Dîvânü’l-İmam eş-Şâfiî s.100; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 50/331, 51/430.

2 Neml sûresi, 27/62.

3 Bakara sûresi, 2/245.

4 Ebû Dâvûd, sünnet 6, edeb 100.

5 Bediüzzaman, Mektubat s.61 (On Beşinci Mektup, Altıncı Sual).

6 Buhârî, tevhid 15, 35; Müslim, zikir 2, 19, tevbe 1.

7 Fâtiha sûresi, 1/7.

8 Fâtiha sûresi, 1/6-7.

9 Tirmizî, cenâiz 40; Ebû Dâvûd, cenâiz 38.

10 Müslim, cenâiz 59; Ebû Dâvûd, cenâiz 40; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/277.

11 Bediüzzaman, Lem’alar s.162 (On Yedinci Lem’a, On İkinci Nota).

12 Bkz.: İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 6/306; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 14/48

13 Bakara sûresi, 2/284.

14 Abdurrezzak, Tefsîru’s-San’ânî 1/111; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 3/146.

15 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 1/100; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/260.

16 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.204 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur).

17 Bediüzzaman, Sözler s.385 (Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal, İkinci Meyve).

18 Buhârî, îmân 29; Nesâî, îmân 28.

19 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 5/345; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 8/79.

20 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/403; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/70

21 Müslim, sıfâtü’l-münâfıkîn 69; Tirmizî, radâ 17; Dârimî, rikak 66.

22 Zuhruf sûresi, 43/36.

23 Bkz.: Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 1/128.

24 el-Cürcânî, et-Ta’rîfât s.218; es-Suyûtî, ed-Düreru’l-müntesira s.15.

25 Bakara sûresi, 2/25.

26 Bediüzzaman, Hutbe-i Şâmiye.

27 En’âm sûresi, 6/82.

28 Lokman sûresi, 31/13.

29 Bkz.: Buhârî, enbiyâ 8, 41, tefsîru sûre (31) 1, istitâbe 1, 8; Müslim, îmân 197.

30 Bkz.: Bediüzzaman, Barla Lâhikası s.305.

31 Buhârî, küsûf 2, rikak 27, kader 16, eymân 3; Müslim, küsûf 1.

32 Kıyâmet sûresi, 75/2.

33 Bkz.: Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 1/66 (“Muhâsebe” makalesi)

34 Hûd sûresi, 11/107; Bürûc sûresi, 85/16.

35 Âl-i İmrân sûresi, 3/18.

36 Âl-i İmrân sûresi, 3/18.

37 Âl-i İmrân sûresi, 3/18.

38 Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.183 (Şemme).

39 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.587-595 (Otuzuncu Söz, Birinci Maksad).

40 Âl-i İmrân sûresi, 3/190-191.

-+=
Scroll to Top