Kalblerin Sultanlığına Doğru

Son bir-iki asırdan beri insanlık hep ızdıraptan ızdıraba sürüklendi, hep ölüm çukurlarının çevresinde dolaştı ve kurtuluş ararken de hep felaket buldu ve felaketlerle yoğruldu. Bu meş’um zaman diliminde, dünyanın hemen her yerinde toplumları idare eden güç, devletlerden, hükümetlerden daha ziyade, şahısların, grupların, sınıfların, holdinglerin, mafyaların kazanç hırsı ve ikbal arzusu oldu. Tabiatıyla, böyle bir dünyada, her şeyin kıymet hükmünün para ve yaşama seviyesiyle ölçüleceği de bir gerçekti.

Evet gerçek değerlerin altüst olduğu böyle bir dünyada, insanların itibarlarının, onların paralarıyla, servetleriyle, yazlık-kışlık villalarıyla ölçülmesi gayet tabiîydi.. ve öyle de oldu; maddî varlık ve imkânlar küstah bir gladyatör gibi ellerini yukarıya kaldırarak, ilim, fazilet, düşünce ve cesaretin üzerinde tepindi ve onları yendiğini ilan etti. Oysaki, servet u sâmân, ilim, akıl, fazilet ve cesaretle birleşince bir değer ifade etse de, tek başına kaldığında bir şeye yaradığını söylemek oldukça zordur.. hatta ondan da öte bazen bir canavarlık vesilesi hâline gelmesi bile söz konusu olabilir. Ne acıdır ki, günümüzde, toplumların gerçek hayat dinamikleri sayılan bilgi, düşünce, ahlâk ve cesaret gibi hususlar, şayet maddî imkân ve kazanca dönüştürülemiyorsa fantezi ve aptallık emaresi sayılmakta.

Hâlbuki eğer, bir toplumu teşkil eden fertler, hayat projelerini beden ve cismaniyete göre planlıyor, ömürlerini zevk u sefa vadilerinde sürdürüyor, zenginlik ve refahtan başka bir şey düşünmüyorsa, böyle bir toplumda, çalışkan, azimli, mahir ve sağlam karakterli insanlar kadar, hatta onlardan da fazla, gayesizler, düzenbazlar, çıkarcılar, heyecansızlar, iki adım ötesini göremeyen miyoplar ve cahiller hâkim duruma gelir. Bu da, ahlâk ve fazilet telakkisinin, sanat düşüncesinin ve tecrübenin, dolayısıyla da ülke ve millet için yararlı karakterlerin ve yüksek performansların dışlanması demektir. Şimdilerde ülkemiz dahil, dünyanın hemen her yerinde böyle bir çarpıklığın yaşandığı da bir gerçek.

Bugün büyük ölçüde insanlık, geçmiş asırlarda olduğundan daha zengin ve daha geniş imkânlara sahiptir; ama bunun yanında onun, hiçbir dönemde maruz kalmadığı ölçüde, ihtirasların, ihtiyaçların, fantezilerin ve tiryakiliklerin esiri hâline geldiği de bir vak’adır. Bugün o, cismaniyet ve bedenini yaşadıkça daha bir yaşama arzusuyla çıldırmakta; içtikçe susamakta, yedikçe oburlaşmakta, daha fazla kazanma hırsıyla akla hayale gelmedik spekülasyonlara girmekte, en hasis çıkarlar karşısında ruhunu şeytana peylemekte ve gerçek insanî değerlerden âdeta uzaklaşmaktadır.

Evet, ömrünü gelip geçici bir kısım maddî değerler peşinde koşmakla eriten günümüzün modern insanı, aslında daha çok kendini tüketmekte ve ruhunun derinliklerindeki yüksek duygularını kaybetmektedir. Öyle ki, böyle birinin ufkunda, ne iman enginliğine, ne mârifet zenginliğine, ne de muhabbet, aşk, zevk-i ruhanî televvünlerine rastlamak mümkündür. Nasıl olur ki; o, yaptığı hemen her işin neticesini, maddî kazanç, cismanî rahat ve bedenî hazlar açısından değerlendirmekte ve bütünüyle uhrevîlikleri, ledünnîlikleri “es” geçmektedir. Onun düşünce ve faaliyet ufkunu dolduran hususlar sadece ve sadece: Nasıl çalıp çırpacağı, ne alıp ne satacağı, nerelerde nasıl eğleneceği ve nasıl keyif çatacağı… gibi şeylerdir. Tabiî, bütün bu arzu ve isteklerin gerçekleşmesi için meşru yollar ve meşru dairedeki kazançlar yetmiyorsa, gayri meşru vesileler değerlendirilecek, spekülasyonlara girilecek.. ve şayet yer üstü dünyalar bu korkunç iştihaları tatmine kifayet etmiyorsa yer altı dünyalarına inilerek köstebekçe yollara girilecektir. Bence, günümüzün insanı, insanî yolculuğunu böyle bir inde sürdürmektedir ve o, mutlaka bu açmazdan kurtularak kendi çizgisini bulma mecburiyetindedir. Yoksa handikaptan handikaba sürüklenecek ve kat’iyen “kendi” olamayacaktır. Komünizmden kurtarsanız gidip anarşizme yuvarlanacak, ateizmden uzaklaştırsanız koşup monizme sarılacak, Darvinizm’den koparsanız neo-Darvinizm’e yapışacak.. ve her zaman kimliksiz, şabloncu ve yükselip serkâr olma yerine başkalarına kuyruk olmanın mücadelesini verecektir. Ve işte bunlardan ötürüdür ki o, birkaç asırdan beri ömrünü hep buhranlar ağında tüketmekte; siyasî ve idarî buhrandan kurtulsa, gidip ahlâkî buhrana aborde olmakta, ondan sıyrılsa ekonomik bunalımların ağına düşmekte, toparlanıp ondan da kurtulabilse, bu defa da kendini askerî buhranların arenasında bulmakta ve kendi olumsuzluklarıyla kendini yiyip bitirmektedir. Bu tersliklerden kurtuluşun çaresi de, bir kere daha yeni baştan inanmak gibi, sevmek gibi, ahlâk gibi, metafizik düşünce gibi, aşk gibi, ruh terbiyesi gibi dinî, millî ve tarihî dinamikleri gözden geçirme olsa gerek.

İnanmak, hakikati olduğu gibi tanıma, sevmek ise bu bilginin hayata geçirilmesi demektir. İnanmayanlar mutlak hakikati ne bulabilir ne de bilebilirler. Onların “İnandım” demeleri iç dünyalarıyla bir zıtlaşma, “Buldum” demeleri de bir mugalâtadır. Aslında inanmayanlar tâli’siz, sevmeyenler de cansız cesetlerdir. İnanma en önemli bir aksiyon kaynağı ve ruhun bütün varlığı kucaklaması, tabiatı kuşatması ise, muhabbet de gerçek insanî düşüncenin en esaslı unsuru ve lahutî bir buududur. Bu itibarladır ki, önümüzdeki yıllarda, dinî ve millî kültürümüzün fidelerini dikme ve yetiştirme misyonunu yüklenenler, evvelâ inanç mihrabına yönelmeli, sonra da sevgi minberine yürüyüp, muhabbet soluklarını dünyanın her tarafına duyurmaya çalışmalıdırlar. Bunu yaparken de müessiriyetlerini, ahlâk ve fazilet anlayışlarının derinliklerinde aramalıdırlar.

Ahlâk, dinin özü, esası ve ilâhî mesajın da en önemli bir umdesidir. Ahlâklı ve faziletli olmak eğer bir kahramanlıksa –ki öyledir– bu meydanın gerçek kahramanları da peygamberler ve onları yürekten takip edenlerdir. Hakikî Müslüman olmanın en bariz vasfı ahlâklı olmaktır. Akıl ve hikmet gözüyle bakabilenler için Kur’ân ve Sünnet, âyet âyet, fasıl fasıl ahlâktır. “Müslümanlık huy güzelliğidir.”1 buyuran Mücessem Ahlâk ve Yüce Kamet bu gerçeği en veciz şekilde ortaya koymuştur. Millet olarak biz, bir ahlâk sisteminin mensupları ve bir ahlâk destanının çocuklarıyız. Hiçbir düşünce, hiçbir fantezi bizim ahlâkımızı sarsamaz ve sarsmamalı; biz onunla dünyaları aşıp ebedlere ulaşmayı düşlüyoruz.. ve Allah ihsanlarının ayrı bir derinliği sayılan metafizik gücümüzle de bunu gerçekleştireceğimize inanıyoruz.

Metafizik düşünce, aklın topyekün varlığa açılması ve onu perde-önü, perde-arkasıyla kavrama cehdidir. Aklın veya ruhun, varlığı bu şekildeki kucaklaması söz konusu olmasa, her şey paramparça olur ve cansız cesetler hâline gelir. Bu itibarladır ki, metafizik düşüncenin yok olması veya yok kabul edilmesi bir bakıma aklın da tükenişi demektir. Bugüne kadar her büyük oluşumun, metafizik düşüncenin kolları arasında geliştiğini söyleyebiliriz.. Hind ve diğer doğu ülkelerinde bu böyle olduğu gibi; bizim dünyamızda da, Kur’ân’ın dünya görüşü çerçevesinde bu hep böyle olagelmiş ve bu sayede üst üste değişik medeniyetler gerçekleştirilmiştir. Metafizik düşünce, insan ruhunun varlığa açılması, tabiatı istilâsı ve her şeyi kucaklaması ise, metafiziği ilimlerle çarpıştıranlar, galiba, kaynakla o kaynaktan fışkıran çağlayanı birbiriyle çarpıştırdıklarının farkında değiller.

Metafiziği, varlık gerçeğinin aşkla sezilip duyulması şeklinde de yorumlayabiliriz ki, buna göre aşk, topyekün kâinatı, bütün varlık ve hâdiseleri, tam bir bitevîlik içinde görüp duymanın, sezip sevmenin adı olur.. evet gerçek aşıklar, ne servet u sâmân ne de şöhret ü nâm peşindedirler. Onlar, aşkın, kendi kendini yakıp kavuran ve kül edip savuran fırtınaları arasında “berd ü selâm” soluklar ve yok oluşların çehresinde sevdiklerinin simasını okuma, varlıklarının savrulan külleri arasında mâşuklarını duyma ve seven-sevilen, arayan-aranan vahdetine ulaşma peşindedirler. Tasavvufî ifadesiyle, onlar hep “fenâ fillâh” vadilerinden “bekâ billâh” yamaçlarına doğru bir seyahat içinde ve sürekli aktiftirler. Elbette ki böyle bir ufka kavuşmak, ciddî bir ruh terbiyesine bağlıdır.

Ruh terbiyesi, kısaca insanın yaratılış gayesine yönlendirilmesi demektir. Aynı zamanda ona, ruhun bedenî ve cismanî baskılardan sıyrılarak kendi özüne, kendi kaynağına yönelmesi ve yaratılışının gayesi istikametinde bir seyr-i ruhanî gerçekleştirmesi de diyebiliriz ki, konumuz şimdilik öyle bir bahse açık değil.

Günümüzde, bütün ruhî dinamiklerini yitiren ve kendi özünden uzaklaşan tâli’siz nesiller, kendi akıl ve kendi muhakemelerinin kurbanı, perişan ve derbederdirler. Ne olursa olsun bizler, bu neslin bakış zaviyesini ve temâşâ ufkunu değiştirme mecburiyetindeyiz.. ve değiştireceğimize de inanıyoruz. Bu mevzudaki gayretlerimiz hafife alınsa da biz olabildiğince ümitliyiz. Elverir ki iradelerimizi ibadetle besleyip nefis muhasebesiyle kontrol altında tutabilelim. Bize bu yolda sadece yürümek düşer. Biz nereye yönelirsek –kemmiyetsiz, keyfiyetsiz– Allah oradadır. Gözlerimizi yumup geleceğin altın yamaçlarına tohum saçma bize, saçılan bu tohumların hayata yürümesi de O’na aittir.

Bizim, şuurlu bir hizmet ve ihatalı gayretlerle, bu dünyanın içinde, huzurla, emniyetle, sevgiyle esen bir başka dünyanın meydana geleceğine ve hayatın gerçek saadet çizgisini bulacağına inancımız tamdır. Ve tabiî, gelecekteki nesillerin, para, ikbal, şöhret, makam ve her türlü iştihanın çok üstünde bir büyük sevgiye müteveccih olacağına da.. işte bu kalblerin sultanlığı sevgisidir.

1 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/182.

-+=
Scroll to Top