Kaos ve Yeşeren Ümitler

Hiçbirimiz, zamanın, bize ait çerçevesi içinde kalmaya razı değilizdir; ya hayallerimizle geçmişin enginliklerinde seyahat eder hamaset soluklarız ya da ümitlerimizle hep geleceğe doğru kanat çırpar; iman, Hakk’a güven ve O’na itimatla kurguladığımız senaryoları yaşarız; yaşar ve nice film gibi dünyalara açılır, hayallerimizde nice filmler çevirir, nice hakikatle hiçbir bağlantısı olmayan hülyalara girer ve nice zihnî görüntüler arkasında koşarız.

Ferahfeza bir geçmişi olan, daha doğrusu böyle bir geçmişi olduğunu kabul eden herkes, zaman zaman iç âleminde geçmişe seyahatler tertip eder ve sürekli mazinin ovalarında-obalarında, köylerinde-kasabalarında dolaşır ve bir türlü eski günlerin çerçevesini aşamaz. Genç, dinamik ve dünyaya açık nesiller ise, biraz yaşama ümidi, biraz mazisizlik, biraz da hayalperestliklerinden ötürü, hep kendilerini geleceğin tül pembe rüyalarına salar ve şimdilerde bulamadıkları âsûde iklimleri istikbalin koylarında ararlar.

Her iki mülâhaza içinde de birer hakikat payının bulunduğu muhakkak; ancak, hem geçmişi kendi değer ve dinamikleriyle bugünlere taşımak, hem de geleceğe tam hulûl edebilmek, bugünün, bir santiminin dahi zayi edilmeden rantabl değerlendirilmesine bağlıdır. Evet, duygularımızın daha duru, düşüncelerimizin daha engin, gönüllerimizin daha sevinçli, ruhlarımızın daha coşkun, bünyelerimizin daha sıhhatli, zamanımızın daha bereketli, ekonomimizin daha dinamik ve devletler arası münasebetlerimizin daha tutarlı, daha imrendirici olduğu bir çerçeve içinde, geleceğin plan, proje, strateji ve uygulamalarını bugünden başlatabilir ve her mevsimde gerçekleşmesi gerekli olanı da gerçekleştirebilirsek, geçmiş-gelecek-hâl bir vahidin üç yüzü hâline gelir ve biz bu birkaç zamanı, hem de kendi derinlikleriyle aynı anda yaşayabiliriz.

Türk tarihinin altın çağları hep bu esprinin kavrandığı zamanlara rastlar. Şimdi eğer sesimizi tutarak, hafızalarımızı harekete geçirerek kendi tarihî perspektifimize sahip çıkabilirsek, bir zamanlar dalga dalga dünyanın dört bir yanına yayılmış kendi sesimizi, kendi sözümüzü derleyip-toparlayıp bir kere daha dinleyebilir; teneffüs ettiğimiz atmosferden ebediyetin enginliğini duyabilir ve onu duyabildiğimiz ölçüde de içlerimize sevinç olup akan tâli’imizin tebessümleşen emin ve âsûde dünyalarını, tıpkı ciğerlerimizi oksijenle doldurduğumuz gibi, huzur ve itminanla doldurabiliriz. Başka dünyalarda bin bir hesabın uyuşup bu yekûne varması, birbirinden farklı, ama birbirinin tamamlayıcısı, bütün vâridât kaynaklarının bütünleşerek aynı noktaya akması bile duygularımıza kat’iyen bu zenginliği veremez.

Bir zamanlar, bu değerler bize o kadar yabancılaşmıştı ki, bu ayrılığı hissetmeyecek kadar vahşileşen duygu ve düşüncelerimizle, bizden kopup giden şeyler karşısında “elveda” deme ölçüsünde olsun vefa hissimizi ortaya koyamamıştık. Evet, elveda yüksek mefkûremize! Elveda büyük millet olma şuuruna! Elveda dünya muvazenesindeki yerimize! Elveda tarihin ruhuna hürriyet, hak, adalet anlayışını üfleyen gönüllere! Elveda şefkat, merhamet ve istikamet atkıları üzerinde örgülenmiş esâtîrî millete! Elveda hayat felsefemize ve toplum telâkkilerimize! Elveda bütün değerlerimize ve değerler üstü değer taşıyan kriterlerimize diyememiştik.. diyememiş ve koskocaman bir tarihin yağmalanmasına ve şurada-burada çürümeye terk edilişine sessiz kalmıştık. Dahası, bu dünya en hoyrat tecavüzlerle sarsılırken, sarsılıp her gün kendi özüyle alâkalı yüzlerce cevherin sağa-sola saçılışını, her şeyin ürperten bir tükenişi haykırdığını duyamamıştık.

Keşke, temel dinamiklerimizin bir bir sarsıldığı, büyük millet olma büyüsünün bozulduğu ve bize ait birkaç bin senelik ölçülerin, değerlerin, güzelliklerin, tıpkı seylaplar önünde sürüklenen kütükler gibi devrilip gittiğini o ilk gün fark edebilseydik.! Ve keşke, her biri kendi kendine bir güzellik unsuru onca ruh ve mânâ köklerimizin, bu köklerle örgülenen nizamların, ahenklerin, insanımızın ortak ve kolektif anlayışından doğan medeniyet telâkkimizin, değişip dağılacağını, başkalaşıp kendi kendini yok edeceğini daha önceden sezebilseydik!

Vaktiyle bütün benliğimizle sevip değer verdiğimiz, millî ve dinî hasletlerimizin, götürülüp tarihe gömüldüğü o dönemde, hafızalarımızdaki bulanık resimlerde, soluk hatıralarda ve hasret renkli birkaç çizgide olsun vefamızı ifade edebilseydik! Heyhat, millet hafızası ham hayaller ambarına döndürüldü ve millet ruhu şeytana armağan edildi.

Bir zamanlar, hep aşk u şevk, muhabbet ve birbirine karşı gönülden alâka ile irtibatlı milletimiz, o meş’ûm dönemde, sürekli zeval ve fânilik duygularıyla sarsıldı ve müthiş bir çaresizlik ile kaderinin acı tecellileri karşısında, Yakup gibi: “Tasa ve dağınıklığımı Sana şikâyet ediyorum Allah’ım.”1 deyip inledi.

Mazi, bir bilgi, bir düşünce, bir ahlâk ve bir kültür harmanı ise, o, taze, canlı ve bugün olan yanlarıyla topluma mâl edilip mutlaka hâlleştirilmelidir. Bu yapılmayıp da onun kötü yanlarının bahse konu edilmesi ve ondan intikam alınması ne mümkündür, ne de yararı vardır. Bence, bunca yıllık mazlumiyet, mağduriyet ve perişaniyetin, hamiyetli ruhlarda üst üste heyecanlar hâsıl ettiği bir dönemde, daha azimli ve daha şuurluca yaşadığımız çağın üzerine giderek ona mutlaka kendimizi ifade etmeli ve dünyayı yeniden şekillendirecek kendi mânâ köklerimize sahip çıkmalıyız. Geleceği belirleyecek bu perspektiftir.. ve şu yaşlı, tutarsız, dermansız dünyanın da buna ihtiyacı vardır. Kim bilir, belki de bizim dirilişimiz bütün dünyanın da dirilişi olacaktır.

***

Şimdilerde zaman, geçmişi geleceğe taşıyan; taşıyıp aşılayan bir rüzgâr gibi esiyor. Hâdiseler, ümit ve azimlerimizi şahlandıran birer ses ve birer nefes olarak ruh ufkunda, tıpkı Cennet kapılarının gıcırdayışlarını aksettiriyor gibi gelip gelip gönüllerimize çarpmakta. Öyle ki, bir füze ile semanın mavi derinlikleri içinde seyahat ediyormuşçasına dolaştığımız her yerde, varlığın O’na bakan yanlarıyla beslenen ve o muhteva zenginliğiyle çağlayıp vicdanlarımıza akan, çehrelerimizde tebessümleşen, dillerimizde aşk u şevkin “hayhuy”u hâline gelen ve bir tatlı serinlik ile hicranlarımızı vuslata, hasretlerimizi maiyete ulaştıran; derken bize, kendi var oluşumuz içinde zaman-üstü, mekân-üstü “oluşum”ların kapılarını aralayan bir lâhutîlikle iç içe yaşarız.

Aslında, şimdilerde dünya, tarihin dölyatağında gelişen ve her bucakta renklerin en büyüleyicisine, seslerin en tesirlisine kapanan öyle bir nevbahar arefesinde bulunuyor ki, her gün birkaç defa âtiyi iman ve ümitlerimizin ufkunda güneşler gibi temâşâ ediyor ve ilâhî ihsanların, meleklerin kanatlarında yağmur damlaları gibi, ova-oba her vadiye sağanak sağanak boşaldığını duyuyor, yıldırım ve şimşeklerin kol gezdiği yerlerde sürekli rahmetle sarmaş dolaş oluyoruz.

Dünyanın en güzel coğrafyalarından biri olan bu altın kuşak ve onun incelerden ince insanına gösterilen alâka, her zaman onun gerçek değerinin pek çok altında olmuştur. Bu dünyanın böyle duyulup değerlendirilmesinde zaruret vardır. Kendimizi ve dünyamızı bu seviyede hissedebildiğimiz takdirde, ona karşı bugüne kadar yapılan aynı vefasızlıkların tekerrür etmeyeceği kanaatindeyim.. öyle zannediyorum ki, dünün olabildiğince mazlum, mağdur, mahrum nesilleri, geleceğin de fikir işçileri, kendi insanlarının ve kendi dünyalarının güzelliklerini, şimdiye kadar duyduklarının kat kat üstünde duyacak, Kudreti Sonsuz’la aralarındaki münasebeti daha bir derinleştirecek ve “tarihî yanılgılar” sürecinde meydana gelmiş bulunan bütün uçurumları aşacak ve bütün olumsuzlukları yenebileceklerdir.

Tamamen kendi kaynaklarımızla beslenmeye yöneldiğimiz o tül pembe günlerde varlığın tadı, kokusu, rengi, şivesi ve ifade ettiği mânâlar, engel tanımaz bir aşkınlık içinde surlardan ve burçlardan taşarak her eve, her köye, her kasabaya, her şehre akacak ve liyakatlerimiz ölçüsünde yatak odalarımızda dahi bize, kendi şölenlerinin neşvesini yaşatacaklardır.

Geçmişin bir bölümünde milletimizin, değişik baskılar altında gelişme fırsatını bulamayan duyguları, düşünceleri, hayatı yorumlamaları, ebediyet mülâhazaları, kendine has o ledünnî derinliği ile mevsimi gelince yeniden yeşerecek, tomurcuklar gibi açacak ve dünyanın herhangi bir yerinde bulunmayan meyveleriyle herkese gerçek hayatın letafet ve nefasetini sunacaklardır. Evet, mevsimi gelince, herkes, var olmanın, yaşamanın, hayatı mârifet ufkunda sürdürerek Allah’la münasebetin; O’nu bilip yürekten sevmenin ve ruhanî hazlar zemzemesi içinde bütün acıların, ızdırapların, yeislerin ve inkisarların hakkından gelebilecek ve o parlak kaderini tevekkül ve teslimiyetle düşüne düşüne, içinde ömür sürdürdüğü, ahirete göre dar bir koridor sayılan dünyayı, Cennet yamaçlarında seyahat ediyor gibi duyacaktır.

Evet, inanan sineler ve kendi derinliklerini sezebilen ruhlar, karşılaştıkları herkese, temâşâ ettikleri her manzaraya candan birer dost rikkatiyle eğilecek ve böyle bir beraberliğin neşidelerini mırıldanacaklardır.. mırıldanacak ve dolaştıkları her yerde, varlığın perde arkasından ruhlarına akan mânâları duyarak: “Öyle bilmezdim kendimi/O ben miyim ya ben O mu?/Âşıkların budur demi.” (Gedâî) diyecek ve duygularının şiirler gibi nizamîleştiğini, düşünmelerinin ruhanî lezzetlere inkılap ederek onun bütün benliğini sardığını duyacak.. ve her biri âdeta bir bayram arefesi o hisli, o sıcak ve o yumuşak günlerin, o zengin ve dupduru gecelerin, her şeyi neşeye, sevince çeviren atmosferinde hemen herkes: “Olandan daha câzibi ve daha enfesi yok!” mülâhazasıyla, sürekli hayretten hayranlığa gelip gidecek ve bir tığ gibi kendi kaderinin dantelasını örecektir.

En iyi dönemlerde bile bazen her yan biraz sisli ve biraz dumanlı görünebilir; ama rica ederim bu, sağanak sağanak başımızdan aşağıya dökülen nimetlerin çeşitlendirilmesi, yeknesaklığın hâsıl ettiği bıkkınlığın giderilmesi, duyduğumuz zevkleri, lezzetleri pozitif olarak hep aynı derinlikte duyabilmemiz; geldikleri gibi giden, gidince de yerlerini negatif hazlara terk eden sıkıntıların, ızdırapların mânevî zenginliklere dönüşmesi değil midir? Zaten, bu kabîl sıkıntı ve ızdıraplar, her zaman mutluluklarla köpüren o uzun saadetli günlere nispeten çok az yer işgal etmektedir. Şairin “Gam karar eyleyemez hande-i hurremdir bu.” dediği gibi, başa gelen şeyler bir bir gelir ve hep tahammül çerçevesi içinde kalır.. ve tabiî dünyalar kadar vâridât bırakır öyle gider.

Aslında bunlar, Allah, insan sonra da varlık ve hâdiselerin Hak’la münasebetini kavrayabildikleri ölçüde, hayatın keyfine, lezzetine, neşesine ve ruhanî hazlarına o kadar açılırlar ki, her gördükleri, her duydukları, her değerlendirdikleri şey, onlara pek çok irfan kapısını birden açar ve nazarlarını sürekli varlık ötesi hakikatlere çevirir. Hem öyle bir çevirir ki, artık böyleleri her gün, her hafta yeniden bir kere daha hayata uyanır; mütemadiyen ışıktan yollarda yürür; ufkî geçişlerle dünya-ukba sahilleri arasında gelir-gider ve duyup zevk ettikleri her şeyi bir saadet vaadiyle paylaşırlar. Onların, Yüce Yaratıcı’nın lütuflarına açık duyguları, emme-basma tulumbaları gibi her zaman onların ruhlarına itminan ve huzur pompalar. Yer yer hâdiseler, gönül diliyle, onlara hayatın mûsıkîsini duyurmak için bir mızrap gibi onların ses veren tellerine dokunur; dokunur ve onlara çok az kimseye nasip olmuş çocuk neşesi tadında ve âşık bir kalb gibi dolgun ne zevkler, ne lezzetler ilham eder!

Onların ufkunda her mevsim, bir sabah ihtişamıyla doğar; her saat apaydın ve yumuşak, vaad ettiği şeylerle de inşirah dalga boylu, cıvıl cıvıl ve olabildiğine lezzetli, ebediyet televvünlü olarak gelişir ve onların içine akar. Onlar hayatlarından memnun, kaderlerinden hoşnut ve sürekli bir dua tavrıyla içlerini Yaratan’a boşaltır ve hiçbir psikoterapiyle ulaşılamayan bir ruh ve irade mukavemetine ulaşırlar. Ara sıra havanın kararıp, zirveleri dumanların tuttuğu zamanlarda da, dilleriyle, edalarıyla birdenbire değişir; recâ ile Hakk’a el kaldırır; mehâfet ve mehabetle boyunlarını büker; O’nun şefkatine sığınır ve kalb diliyle O’na ne nağmeler sunarlar.! Gönüllerinin duruluğunda emeller ve hülyalarının enginliğinde arzularla, hayatları uhrevî buudlu ve tâli’leri gökyüzündeki yıldızlar gibi pırıl pırıl hep aşkın yaşarlar.

Bazen, hemen herkes için, dolu dolu lezzetlerin her yana sindiği ve her şeyi fevkalâdeliklere yükselttiği öyle müstesna zamanlar olur ki, insan tâli’ kuşunun başına konduğunu hissediyor gibi olur.

Aslında dikkat edilse bu coşkun hayat çağlayanı, her zaman duyulabilir.. her zaman gönüller, ruhların uçuştuğu âleme geçebilir.. ufuklar sürekli yol gösterebilir.. ışık her zaman karanlığı bozguna uğratıp onun otağına oturabilir.. ve aşkla yanan sineler her zaman ebedî vuslatın elinden şerbetler içebilir. Yeter ki, zaviye belirlenip, kalbin balansı da ona göre ayarlansın…

1 Yûsuf sûresi, 12/86.

-+=
Scroll to Top