KASAS SÛRESİ

إِنَّ قَارُونَ كَانَ مِنْ قَوْمِ مُوسٰى فَبَغٰى عَلَيْهِمْ

“Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti…”

(Kasas sûresi, 28/76)

Bazı rivayet tefsirleri, bu âyeti esas alarak “Karun’un Hz. Musa ile akrabalığı vardı, amcası, amcasının oğlu, teyzesinin oğlu”1 gibi tespitlerde bulunuyorlar. Böyle bir mülâhaza, Hz. Musa’ya o kadar yakın olmasına rağmen istifade edememesini vurgulamak için yakınlık arama gayretinden doğmuş olsa gerek. Doğrusu ne Kur’ân-ı Kerim’de ne de Sünnet-i sahihada bu mevzuda herhangi bir tasrihat söz konusu değildir. Öyleyse “Karun, Musa’nın kavminden idi.” âyetine başka mahmiller aranmalıdır.

1. İhtimal Karun, İsrailoğulları’ndandı. Onun için Kur’ân, “O, Musa’nın kavminden idi.” diye beyan buyuruyor veya Karun, Hz. Musa’nın ümmet-i daveti içindeydi. Yani tebliğe muhatap olanlardan biri idi; ihtimal o da Sâmiri gibi Hz. Musa’nın görüp gözettiği, ehemmiyet verdiği insanlardan biri idi. Ama o ne bu yakınlığı ne de kendine verilen serveti Cennet’i kazanma istikametinde değerlendiremedi.

Âyet devamla وَاٰتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَۤا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُۤوءُ بِالْعُصْبَةِ أُوۨلِي الْقُوَّةِ “Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü, kuvvetli bir topluluk zor taşırdı.”2 buyurur. Öncelikle şunu belirtmekte yarar var: Kur’ân’ın ifadeleri yalandan münezzeh olduğu gibi zımnî yalan sayılan mübalağadan da fersah fersah uzaktır. Öyleyse ayniyle hakikati ifade eden bu tasviri, zihinlerinizde canlandırınca, bu servetin ne demek olduğunu anlarsınız. Zira güçlü bir topluluğun anahtarlarını zor zahmet taşıyabileceği hazinelerin ne demek olduğu açıktır.

2. Günümüzde, Karun’a nispet edilen, şu veya bu şekildeki hazineler bile, resmî ağızların ifadelerine göre müzeler dolduracak kadar.

3. Karun’un kendisine ihsan edilen bu servet karşısındaki tavrına gelince o, şımarmış, küstahlaşmış ve etrafına caka satmıştır. Onun için de kavminden bazıları ona:

لَا تَفْرَحْ إِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِح۪ينَ “Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.”3 dedi. Fakat o bu tenbihata kulak asmamanın yanında, inhirafını devam ettirmiş ve hatta sonunda:

قَالَ إِنَّمَۤا أُوۧت۪يتُهُ عَلٰى عِلْمٍ عِنْد۪ي “O (servet) bana, bendeki bilgi sayesinde verildi.” deyivermişti.4

Aslında bu sadece Karun’a has bir durum değildir. Tarih boyunca ve günümüzde servetin, zenginliğin azdırdığı ve yoldan çıkardığı nice insanlar vardır ki, hep aynı şeyleri homurdanmaktadırlar. Onun için bu meseleyi sadece Karun ile ilgili olarak anlamak yani çerçeveyi daraltmak kat’iyen doğru değildir. Nitekim Karun’un bu hâline özenti içinde bulunan ve يَا لَيْتَ لَنَا مِثْلَ مَۤا أُوۧتِيَ قَارُونُۙ إِنَّهُ لَذُو حَظٍّ عَظ۪يمٍ “Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı biri.”5 diyenler vardı. Karun yerin dibine geçirilerek cezalandırılınca da:

وَأَصْبَحَ الَّذ۪ينَ تَمَنَّوْا مَكَانَهُ بِالْأَمْسِ يَقُولُونَ وَيْكَأَنَّ اللّٰهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَۤاءُ مِنْ عِبَادِه۪ وَيَقْدِرُۚ لَوْلَۤا أَنْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَيْنَا لَخَسَفَ بِنَاۘ وَيْكَأَنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ

Daha dün onun yerinde olmak isteyenler: ‘Demek ki Allah, rızkı, kullarından dilediğine bol bol veriyor, dilediğine de az.. şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkârcılar iflah olmuyormuş!’ demeye durdular.”6

Evet, Karun, kendisine lütfedilen nimetler karşısında tavır ayarlaması yapamaması, inkâra sapması yüzünden neticede sahip olduğu her şeyle beraber yerin dibine geçirilmekle cezalandırıldı ki Kur’ân bunu şöyle resmeder:

فَخَسَفْنَا بِه۪ وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ۠ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنْتَصِر۪ينَ

“Nihayet Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Zaten onun ne Allah’a karşı kendisine yardım edecek avenesi vardı ne de kendini savunup kurtulabilecek durumdaydı.”7

Evet, aslında Karun iki ayrı açıdan hata etmişti. Bir: Kendine ihsan edilen şeylerle kendisini toplumun üst katmanlarında görerek, Allah’a karşı büyüklük taslamış ve Cennet’e girmeye mâni hâller içinde sayılan kibir ve gurura saplanmıştı ki, onun böyle büyüklük iddiasında bulunmasına karşılık, Allah da ona süfliliği mukadder kılarak cezalandırmıştı. Bir diğer ifadeyle Karun, mazhar olduğu şeylere sanki kendi malıymış ve onlarla ebedî kalacakmış gibi sahip çıkmasına mukabil, Allah da onu yerin dibine batırıvermişti. Hâlbuki مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللّٰهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللّٰهُ “Tevazu edeni Allah yüceltir, kibre bürüneni de alçaltır.”8 sırrınca ona, tevazu ve mahviyet göstermek düşerdi.

İki: Karun ve Karun zihniyetinde insanlar bir toplumda çoğalır ve onların zihniyeti topluma hâkim olursa, o toplumda parçalanmalar, bölünmeler meydana gelir. Yani, kazanan, stok yapan, yiyen, içen ama hiçbir zaman bu malda başkalarının da hakkı olduğunu düşünmeyen; acından ölecek kimseler karşısında kılı bile kıpırdamayan bencil, çıkarcı kimselerin felsefesi bir toplumda yaşam tarzı hâline gelirse, o toplumun katmanları arasında uçurumlar oluşur. Kapitalizm ve komünizm böyle bir uçuruma misal teşkil etmesi bakımından üzerinde durulabilir. Bu sistemlerin uygulandığı memleketlerde dün ve bugün, toplum katmanları arasında hep uçurumlar meydana gelmiş ve neticede insanlık üst üste felaketlere sürüklenmiştir. Hâlâ da sürüklenmekte. Onun için Allah (celle celâluhu) milletin tüm fertlerine sirayet edebilecek, hepsini ilgilendirecek böyle bir hastalığın kökünü kazıma adına, Karun’u yerin dibine batırmış ve arkadan gelenlere ibret sahneleri hazırlamıştır.

Ayrıca bu hâdise ile Allah (celle celâluhu), bu dünyanın ziynet ve debdebesine alâka gösteren insanların yanıldıklarını, dünya malının fâni ve zâil olduğunu, malı Allah verdiği gibi, istediği zaman alabileceğini de ihtar etmektedir.

Hâsılı, hangi yolla elde ederse etsin Karun altından-gümüşten değişik eşya ve emtiaya kadar birçok hazineye sahiptir. Bu hazinelerin, ayrı ayrı kapılarla girilen, iç içe kilidi ve anahtarları olan mahfazalarda ve mahfuz yerlerde bulundurulması, Karun gibi cimri bir adamın karakterini ele vermesi bakımından fevkalâde mânidardır. Bu büyük servet, definecilik veya bir yolla eski hükümdarların hazinelerine ulaşma şeklinde ya da riba yoluyla elde edilmiş olabilir. Birdenbire böyle geniş bir imkâna ve bu imkânın çevrilmesi, korunması için halâike sahip olmasıyla da küstahlaşabilir.. küstahlaşmıştır da. Kavminden bazılarının ona: لَا تَفْرَحْ إِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِح۪ينَ “Şımarma! Allah şımaranları sevmez.” demeleri de bunu göstermektedir.

Servetin elde edilişindeki sühulet veya hırs onu, o servette başkalarının da hakkı bulunduğu konusunda kör etmiştir. İşte onun daha sonra sergilediği bütün olumsuz tavırlar, ondaki bu mânevî körlük ve dünya ile tatmin olabileceği kuruntusundan kaynaklanmaktadır. Zira dünya ile, ancak onu yeterli bulup ona güvenen ve onunla övünen, kalbinin balans ayarı bozuk olanlar şımarır.. ve Karun da bunu yapmıştır.

وَابْتَغِ ف۪يمَۤا اٰتَاكَ اللّٰهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَص۪يبَكَ مِنَ الدُّنْيَا

“Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma…”

(Kasas sûresi, 28/77)

Bu âyet-i kerime öteden beri çokları tarafından sürekli dünyayı talep etme şeklinde anlaşılmıştır. Hâlbuki azıcık Arap dili kaidelerine muttali olanlar hemen bu yanlışlığı anlayacaklardır. Evet âyet siyak ve sibak münasebeti içinde ele alındığında ortaya şöyle bir mânâ çıkacaktır: وَابْتَغِ ف۪يمَۤا اٰتَاكَ اللّٰهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ Allah’ın sana verdiği her şeyle ahiretin arkasında ol, onu yakın takibe al.” Burada اِبْتَغِ fiili, talepten içeri bir talep mânâsına gelir ki, Allah’ın insana ihsan ettiği akıl, kalb, his, şuur, idrak, sıhhat, mal-menal, çoluk-çocuk vs. hatta bi’l-kuvve, bi’l-istidat verdiği şeylerle ahiret yurdunu talepler ötesi bir taleple iste, dile demektir. Ardından وَلَا تَنْسَ نَص۪يبَكَ مِنَ الدُّنْيَا “Dünyadan da nasibini unutma.” diyerek meseleyi dengelemektedir. Evet yarınlar ve yarınlardan sonrası sürekli takibe alınacak, dünyaya ait şeyler de kat’iyen unutulmayacaktır. Bunun ötesinde âyete başka bir mânâ verilecek olursa yani başta işaret ettiğimiz gibi, âyetin sadece bu ikinci kısmını ele alıp, milleti dünya ehli olmaya, dünyayı hayatın yörüngesi ve gayesi hâline getirmeye çağrılırsa, çok ciddî bir yanlışın içine düşülmüş olur. Zira böyle bir anlayış ve böyle bir mânâ; إِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ اْلجَنَّةَ “Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır.”9 âyeti ile çelişir. Bu defa da Kur’ân birbirine zıt, birbirini nakzeden âyetleri muhtevi bir kitap hâline getirilmiş olur.

Âyete bir değişik açıdan şöyle de yaklaşılabilir: Dünyaya, dünyanın kıymeti kadar, ahirete de ahiretin değeri kadar talip olun. Bu da bir esas olabilir. Öyleyse Kur’ân bu âyetiyle insanın eline bir ölçü veriyor ve onu bu ölçüyü değerlendirmeye çağırıyor. Evet âyet böyle anlaşılmalıdır; zira dünya itminana ermiş ruhlar için bir Arafat’tır. Dünyada geçen zaman da, bayrama nispeten arefe günü gibidir. Gerçek bayrama gelince, o daha ötede, ötelerin de ötesindedir. Bu itibarla denge çok iyi kurulmalı ve Arafat dolu dolu yaşanmalıdır. Hac esnasında Arafat’ı kaçıran insanlar, onu bir yıl sonra tekrar yakalayabilir. Fakat dünya-ahiret teşbihi içinde verdiğimiz Arafat bir kere idrak edilir ve fevt edilince de bütün bütün kaçırılmış olur.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde; مَا ل۪ي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اِسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ فَتَرَكَهَا “Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki? Ben dünyada bir yolcu gibiyim ki o, bir ağacın altında muvakkaten gölgelenir, sonra da yürür yoluna gider ve orasını terk eder.”10 buyurur. Dikkat ederseniz burada dünyanın bütün bütün terki söz konusu olmadığı gibi, onu her şey kabul etme de bahis mevzuu değildir. Bunu teyiden Nebiler Serveri, bir başka hadiste; لَوْ كَانَتِ الدُّنْيَا تَعْدِلُ عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا سَقٰى كَافِرًا مِنْهَا شَرْبَةَ مَاءٍ “Dünyanın Allah katında, sinek kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.”11 buyurur. Evet, kâfir burada hem Allah yok, hem ahiret yok, hem nebi yok… diyecek, hem de Allah’ın nimetlerinden tam istifade edecek; bu, Allah’ın adaletine aykırıdır. Ama bu âlemin arkasında ebedî bir âlem var ve bu âlemde onların görecekleri cezaya karşılık şimdilik Cenâb-ı Hak onların zevklerini acılaştırmamakta ve rahmetinin bir tecellî buuduyla onları da mutlu etmektedir.

Aslında Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımları içinde, dünyanın binlerce sene mesudane hayatı, Cennet hayatının bir saatine mukabil gelmez. Ve Cennet’in binlerce sene mesudane hayatı da Cemalullah’ın bir dakikasına denk olamaz.12

İşte bizler böyle bir hayata talibiz. O hâlde buna nispeten dünyanın –kendine bakan yanı itibarıyla– ne değeri olabilir ki, biz de onu ahiretle muvazene etmeye kalkalım! Ortalama altmış yıllık hayat ki, onun da yarısı uykuda geçiyor; evet işte böyle bir hayatın ne değeri, ne kıymeti olabilir ki..? Şimdi bu çerçevenin dışına çıkıp dünyaya haddinden fazla değer vermek, “dünyanın değeri şu, ahiretin bu” gibi farklı değerlendirmelere girmek, nassları anlayamayışımızın ifadesi olsa gerek.

Ayrıca burada Üstad Bediüzzaman’ın, başka hiç kimsede görmediğim bir tespiti daha var; o, dünyanın üç yüzü bulunduğunu, bunlardan birincisinin esmâ-i ilâhiye, ikincisinin insanların hevesatlarına, üçüncüsünün de ahiret hayatının kazanılmasına baktığını söylüyor ki, gayet mânidardır.13

Şimdi esmâ-i ilâhiyenin bir aynası ve bir mir’ât-ı mücellâsı olma yönüyle bu dünya paha biçilemez bir âlemdir ve bu yönüyle biz onu çok severiz, hatta ona âşık oluruz. Ahirete mezraa olması yönüyle; dünya olmasaydı biz ahirete namzet olamaz, ahirete ehil hâle gelemez ve onu kazanamazdık. Bu itibarla da dünya bizim için önemli bir bağ ve bahçedir. Hevesât-ı nefsaniyemize bakan cihetiyle ise bu dünya göründüğünden de merduttur. Yani insan bu dünyada nefsine hoş gelen şeylere takılıp kalıyor; kalıyor ve ahireti unutuyorsa, elbette dünya işte bu yönüyle mezmumdur.

Üstad’ın dünya hakkında bir başka değerlendirmesi daha var; o diyor ki, bu dünya kalben terk edilmeli, kesben değil.14 Şimdi meseleye bu açıdan yaklaşacak olursak, bizim bu dünya ile hiçbir kavgamız yoktur ve olamaz da. Evet, insan dünyayı bu espri içinde anlayabilirse, tam bir ehl-i dünya gibi çalışıp kazanabilir ve bir Karun gibi zengin olabilir.. olabilir zira böyle biri iktiza ettiği an, elinde-avucunda ne varsa, hepsini Rabbisinin rızası istikametinde infak edebilir. Tıpkı Abdurrahman b. Avf gibi ki, o, yedi yüz deveyi yükleriyle birlikte infak etmişti; etmişti ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona zenginliğinden ötürü hiçbir şey dememiş, ta’n u teşnide bulunmamış. Sadece bu büyük servetin hakkını vermek için onu inzar edip uyarmış ve tebşirde bulunup şahlandırmıştı.15

Hz. İbrahim için de –bir kısım menkıbe kitaplarında anlatıldığına göre– melekler, “Yâ Rabbi, Sen ona ‘Halîlim, Halîlim’ diyorsun.” istifsarında bulunup hillet ve dostluğun servetle bağdaşıp bağdaşmayacağını öğrenmek istiyorlar. Allah (celle celâluhu) da, “Gidin, onu deneyin.” buyuruyor; görün o halil mi değil mi? Melekler uzun bir yoldan gelmiş, saçı-başı dağınık ve pejmurde kıyafetleriyle bir misafir edasıyla Hz. İbrahim’in yanına gelip, karınlarının aç olduğunu söylüyorlar. O da bir koyun kesip pişiriyor ve misafirlerinin önüne koyuyor. Onlar yemeğe başlarken “Bismillah” yerine, meleklere has bir zikir sayılan سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّ الْمَلٰئِكَةِ وَالرُّوحِ diyorlar. Bu tesbih, vahiy ile müeyyed o saf gönlü öyle bir büyülüyor ki, âdeta yalvarırcasına “Koyunlarımın dörtte biri sizin olsun, n’olur bu sözü bir kere daha tekrar ediniz.” diyor. Melekler tekrar ediyorlar. Bu sefer Hz. İbrahim, “Yarısı sizin olsun, n’olur bir daha..” ve derken koyunlarının hepsini veriyor. Demek ki o büyük nebi –anlatılanlar doğru ise– dünyayı kesben değil kalben terk etmiş…

Aslında Nebiler Serveri’nin mutlak mânâda zenginliği, mal-mülk-menal edinmeyi zemmeden herhangi bir beyanını görmek mümkün değildir. Gerçi bazı istisnalar var ise de, bunlar tamamen şahısların hususî durumlarıyla alâkalıdır. Bu arada O’nun kendisinin zengin olmaması sorulacak olursa, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) fakir bir aileden gelmiştir. Bir yüce davanın temsilcisi olduktan sonra zengin olmasının, bir yönüyle davaya gölge düşürme ihtimali vardır.. evet “Nereden bu değirmenin suyu?” derler ve tabiî o güne kadar hüsnüzan besleyenlerin hüsnüzannı kırılır ve itimadı sarsılır. Onun için Allah Resûlü vazifesi açısından, medar-ı tenkit olmaması düşüncesiyle iradî olarak veya bir cebr-i lütfî olarak şahsen hep fakirliği tercih etmiştir. Allah Resûlü’yle başlayıp ulemâ, evliyâ ve asfiyâ ile devam eden O’nun arkasındaki temiz gönüllere de bu gözle bakmak icap eder.

Netice itibarıyla, bir kere daha hatırlatalım ki, dünyayı kesben değil kalben terk etmek esastır. Evet, dünya bizim kalbimize girmemeli, bizi sarhoş etmemeli, bakışımızı bulandırmamalı ve kat’iyen bize ahireti unutturmamalı. İşte böyle olunca biz de ona hâkim olabiliriz. Aksi hâlde dünya bize hâkim olur ve zannediyorum böyle şuursuzca yaşanan bir hayatta ömrümüzün bütün sâniyeleri beyhude, heba olur gider. Bu noktada imtihanı kazanmak için irademizi besleyecek çok şeyler vardır ve onlar mutlaka bu mevzuda aktif hâle getirilmelidir. Meselâ mârifetullah; iradeyi, imanı takviye eden ve besleyen çok önemli bir faktördür. Bir misalle izah etmek gerekirse; meselâ siz, mütrefin hayatı gibi bir hayat yaşamayı arzu ettiniz ve bu hususta çeşitli düzenlemelere başladınız; ardından hayat standardınızı yükseltme çabası içine girdiniz. İşte o anda mârifetullah imdada yetişebilir. Burada birinin başından geçen bir hâdiseyi nakletmekte yarar var. Kim bilir belki de arz edeceğim şey objektif değildir; ama yine de nakletmek istiyorum: Bir gün bu arkadaşı denize nâzır bir eve götürür ve balkonda otururlar. O anda içine birdenbire böyle güzel yerlerde yaşama arzusu düşer. Arkadaşlarının şehadetiyle hemen oradan kalkar ve bir daha o balkona oturmaz; zira o manzara onun tûl-i emel duygusunu beslemiş ve onda tevehhüm-ü ebediyet düşüncesine yol açmıştır. İşte o anda o, böyle bir isteğe karşı mârifetullah ve bir dakika müşâhedesine Cennet’in binlerce sene mesudane hayatı, ona mukabil gelmeyen Cemalullah’ı seyir arzusu ile o vartadan kendini kurtarabilmiştir.

Hâsılı, وَلَا تَنْسَ نَص۪يبَكَ مِنَ الدُّنْيَا “Dünya hayatından nasibini unutma.” âyetini başkalarının arz ettiği şekliyle anlamak, Kur’ân’ın bütünlüğü içinde bir mütalâa değildir. Bence insan, dünyada kalmaya iştiyak içinde olmalı; uzun ömürlü olmayı istemeli, ama Bediüzzaman gibi dolu dolu bir hayat yaşama şart u kaydıyla. Yaşamanın gayesi yaşatma olmalı ve ümmet-i Muhammed’i insanî kemalâta ulaştırma düşüncesine bağlı bulunmalı. Dünya, hak namına ve millet zenginliği adına elde edilmeli, fakat hayat da hep ahiret yörüngeli götürülmeye çalışılmalı.. onun ahiret eksenli böyle bir dünya düşüncesi, onu hep meşru dairedeki kazanç, sonra da mübah zevk ve lezzetlere çekecektir. Zaten hem gayrimeşru kazanç hem de gayrimeşru keyif ve lezzet için aynı zamanda bin elem birden yaşanmaktadır.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bir sözü ile bu konuyu da noktalayalım:

فَلْيَاْخُذِ الْعَبْدُ مِنْ نَفْسِه۪ لِنَفْسِه۪ وَمِنْ دُنْيَاهُ لِاٰخِرَتِه۪ وَمِنَ الشَّب۪يبَةِ قَبْلَ الْكِبَرِ وَمِنَ الْحَيَاةِ قَبْلَ الْمَوْتِ فَوَالَّذ۪ي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِه۪ مَا بَعْدَ الْمَوْتِ مِنْ مُسْتَعْتَبٍ وَلَا بَعْدَ الدُّنْيَا دَارَ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ

“Herkes kendi nefsinden yine kendisi için bir şeyler ayırsın; dünyasından ahiret için bir şeyler yapsın; ihtiyarlık gelmeden gençliğinden ona bir şeyler ayırsın; ölüm gelmeden hayatını değerlendirsin; nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ölümden sonra hiçbir mazeret kabul edilmediği gibi, dünyadan sonra da Cennet ve Cehennem’in dışında bir yurt yoktur.”16

صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَعَلٰى إِخْوَانِه۪ مِنَ النَّبِـيّ۪ينَ وَالْمُرْسَل۪ينَ وَعَلَى الْمَلٰئِكَةِ الْمُقَرَّب۪ينَ وَعَلٰى عِبَادِكَ الصَّالِح۪ينَ

إِنَّ الَّذ۪ي فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لَرَاۤدُّكَ إِلٰى مَعَادٍ

“Kur’ân’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir.”

(Kasas sûresi, 28/85)

Burada iki tevcih söz konusu: Bunlardan biri şudur: Âyet, Peygamber Efendimiz’e, vukuunu şeb-i arûs gibi beklediği öbür âlem ve likâullah gibi en mahbup şeyleri hatırlatmak sadedinde “Herhâlde o Kur’ân’ı sana farz kılan (ahkâmını sana düstur-u hayat yapan) Allah, seni en sonunda varılacak yere döndürecektir.” diyerek yurdundan yuvasından, tasavvurlar üstü mahbubiyeti haiz Kâbe’sinden ayrılmanın hüznüyle buruklaştığı bir sırada Habibine, O’nun yüce fıtratına göre en büyük bir bişaret sayılan hususî fakat mahiyeti idrak edilemeyecek kadar aşkın, –buna مَعَادٍ kelimesindeki tenvin-i tenkir işaret etmektedir– içinde “likâullah” ve “rıdvânullah” olan o en son karargâhı vaad etmekle O’nun keder ve tasalarını sevince çevirmiştir.

Diğeri; Allah (celle celâluhu) Kasas sûresinin başından bu âyete gelinceye kadar, Hz. Musa ve onun hayatındaki ilginç noktaları, onun Firavunla olan mücadelesini, kendi kavmi ile olan münasebetlerini anlatıp tarihî tekerrürler devr-i dâimini nazara verdikten sonra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için de bunların mukadder olduğunu hatırlatarak bir sünnetullah vurgulaması yapmakta. Şöyle ki yeri gelince Allah Resûlü de, tıpkı Hz. Musa gibi yurdundan, yuvasından çıkarılacak ve başka bir yerde ikamete zorlanacaktır, denilerek değişmeyen bir kanuna dikkat çekilmektedir. Bu meselenin âyetle olan alâkasına gelince; sûre Mekke’de nazil olmuş, şu anda mealini verdiğimiz âyet ise, bir rivayette hicret esnasında indirilmiştir. Demek ki bu âyeti ile Kur’ân, bir taraftan Mekke’den çıkartılmakla üzgün olan Nebisinin gönlüne huzur üfleyerek, şimdilerde çıkarıldığı Mekke’ye dokuz-on yıl sonra yeniden döneceği müjdesini vermektedir ki, bu tevcih daha güçlü ve aynı zamanda gaybî bir haber olması itibarıyla dava-yı nübüvvete de delâlet etmektedir.

Mevsimi gelince Mekke fethedilmiş, hasımlar dûçâr-ı zillet olmuş; İnsanlığın İftihar Tablosu da aziz arkadaşlarıyla tasavvurlar üstü bir muvaffakiyetle yeniden o şanı yüce “meâd”a avdet etmişlerdir. Meâd sözcüğünden anlaşılan –ilk önce orada bulunma esas olduğuna göre– bu yaklaşım doğruya daha yakın görünmektedir.

اَللّٰهُ أَعْلَمُ بِالصَّوَابِ وَإِلَيْهِ الْمَرْجِعُ وَالْمَاٰبُ

1 Taberî, Câmiu’l-beyan 20/105-106; Kurtubî, el-Câmiu liahkâmi’l-Kur’ân 13/310.

2 Kasas sûresi, 28/76.

3 Kasas sûresi, 28/76.

4 Kasas sûresi, 28/78.

5 Kasas sûresi, 28/79.

6 Kasas sûresi, 28/82.

7 Kasas sûresi, 28/81.

8 İbn Mâce, zühd 16; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/76.

9 Tevbe sûresi, 9/111.

10 Tirmizî, zühd 44; İbn Mâce, zühd 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/201.

11 Tirmizî, zühd 13; İbn Mâce, zühd 3.

12 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.904.

13 Bediüzzaman, Sözler s.450, 862-864; Lem’alar s.357-358.

14 Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı 2/1329 (Mesnevi-i Nuriye).

15 İbnü’l-Esir, Üsdü’l-ğâbe 3/376-381.

16 Kurtubî, el-Câmiu liahkâmi’l-Kur’ân 18/116.

-+=
Scroll to Top