KAZA, KADER ve ATÂ ÜZERİNE MÜLÂHAZALAR
MUKADDİME
Kader, ölçme-biçme, biçime koyma ve şekillendirme demektir. Arapça’da fiil şekliyle ‘Ka-de-ra’ dediğimiz zaman, ‘takdir etme, belli hisselere ayırma ve herkese bir pay çıkarma’ mânâlarını anlarız. ‘Tef’il babında ise, ‘Kad-de-ra’ ‘hükmetti, kazada bulundu, hükmünü geçerli kıldı’ mânâsınadır. O hâlde kader, “Mâ yukaddirullahu mine’l-kadâ ve yahkümü bih”, yani “Allah’ın kazadan takdir ettiği ve hükmettiği şey” demektir.
Mevzuu derinlemesine ele almadan önce, kaderle alâkalı bazı âyetleri mealen vermede fayda mülâhaza ediyoruz:
“Gaybın anahtarları, O’nun yanındadır, onları ancak O bilir. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak –ki, mutlaka O’nu bilir– yerin karanlıkları içinde gömülen dane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitap’ta olmasın.”1
“Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitap’ta bulunmasın.”2
“Şüphesiz Biz, ölüleri diriltiriz ve önden gönderdikleri ve arkada bıraktıklarını yazarız. Zaten Biz, her şeyi apaçık bir kütüğe kaydetmişizdir.”3
“(Ey şanı yüce Nebi!) Doğrusu sana vahyedilen bu Kitab, Levh-i Mahfuz’da bulunan şanlı bir Kur’ân’dır.”4
“Doğru sözlü iseniz bildirin, bu azap sözü ne zamandır?” derler. De ki: “Onu bilmek ancak Allah’a mahsustur. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”5
Kaza ile kader, bir mânâda aynı, diğer mânâda ise kader, Allah’ın takdiri, kaza ise, bu takdiri infaz ve yapılacak şeyin eda edilmesi ve hükmün yerine getirilmesi demektir.
Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hâl ve geleceği bir nokta gibi görüp bilen –esasen kendisi için geçmiş, hâl ve gelecek diye zaman dilimleri bahis mevzuu olmayan– Cenâb-ı Hakk’ın, mikro âlemden makro âleme, zerrelerden sistemlere ve gelecekteki bütün hayatıyla ‘normo âlem’ insana kadar en küçükten en büyüğe bütün kâinatı, ilmî plânda, ilmî vücudlarıyla plânlayıp programlaması, plân ve projeleriyle kesip biçmesi, tayin, tespit, tasnif ve takdir etmesi ve bütün bunları tasarı ve ilmî plândan alıp, irade, meşîet, kudret plânına geçirmesi ve haricî vücut meşherlerinde, halk âleminde göstermesi için, hemen her şeyi, daha olmadan evvel ‘mübîn’ bir Kitap’ta tespit ve takdir etmesidir.
Evet ‘Kitab-ı Mübin’, henüz zuhur silsilesinde yerini almaya başlayan eşyayı, Levh-i Mahv ve İsbat’ta ve Levh-i Mahfuz’un istinsahları hâlinde Allah’ın mükerrem meleklerinin yazması demektir.
Ve yine kader, insanın kesbiyle Allah’ın (celle celâluhu) yaratmasının mukareneti ve beraberliğidir. Yani insan, bir işe mübaşeret edip, iradesiyle o işin içinde bulunduğunda Allah (celle celâluhu) dilerse o işi yaratır. İşte kader, bu iki ana hususu ezelî ve sonsuz ilmiyle olmadan evvel bilen Allah’ın (celle celâluhu), yine olmadan evvel tespit buyurmasıdır.
Kader, insanın kesb ve iradesi hesaba katılmadan düşünülemez.
Kâinatta kader, plân, program, ölçü ve denge hâkimdir. “Allah, her dişinin neyi yüklendiğini ve rahimlerin neyi eksiltip artırdığını bilir. O’nun yanında her şey bir miktar iledir.”6
“Arzı da yaydık; oraya sağlam dağlar attık ve orada ölçülü mütenasip şeyler bitirdik.”7
“Göğü yükseltti ve mizanı koydu.”8
Kâinatta öyle şamil ve geniş dairede bir kader hâkimdir ki, onun dışında hiçbir şey tasavvur edilemez. Kâinatı yaratan Allah (celle celâluhu), çekirdeğin çatlamasından bahara, insanın doğuşundan yıldızların ve galaksilerin doğuşlarına kadar her şeyde muhît ilmiyle öyle bir plân ve program tespit buyurmuş ve bir kader tayin etmiştir ki, dünden bugüne dünyanın dört bir yanındaki ilim adamları ve araştırmacılar, binler eserleriyle bu nizam, bu âhenk ve bu takdire tercüman olmaya çalışmaktadırlar. Bir kısım Marksistlerin bile, ‘determinizm’ gibi değişik ad ve unvanlar altında kabul ettikleri umumî disiplinler, dost-düşman, inanmış-inanmamış herkesin kâinatta bir plân ve kaderin bulunduğunu kabul etmesi bakımından çok önemlidir. Marksistlerin anladığı mânâda bir determinizm, bizim için hiçbir zaman söz konusu değildir. Biz sadece, farklı bir mânâda dahi olsa, meseleye kader açısından temas etmek istedik. Gerçi, İbn Haldun gibi bir kısım İslâm müellifleri de bir nevi determinizme taraftar görünür ve son dönem batı düşüncesinde, meselâ historisizmde olduğu gibi, bu determinizmi toplum hayatına da teşmil ederler ama biz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat düşüncesi içinde bunu belli şartlara bağlar ve ‘belki’lerle ifade ederiz.
İşte biz de bu ölçüler içinde, insan iradesinin de dahil olduğu her şeyde küllî bir kaderin hâkim olduğuna inanırız. Evet, nasıl ki bir saat veya bir bina yaparken önce bir plân ve proje çizer, fizibilite çalışmalarında bulunur ve hassas ölçüler ve çizgilerle ileride ortaya çıkacak şeklin takdiratını yaparız; öyle de, şu baş döndürücü sistemlerin ve şu atomlar âlemiyle insanların kendi aralarında ve kendi içlerinde birbirleriyle olan münasebetlerinin belli bir bir plân ve program haricinde olması düşünülebilir mi? Bir saat gibi bozulmadan, en ufak bir çarpma ve çarpışma olmadan idare edilip giden şu madde âlemindeki nizam ve dengenin binde biri kadar bir sistem veya sistemler dev bilgisayarlarla bile yürütülemezken, baş döndürücü büyüklüğü ve ihtişamıyla şu koca kâinatları plânsız, programsız, düşünmeye imkân var mıdır?
Çekirdek ve tohumlar, kader yüklü sandukalardır. İleride geçireceği her bir safhasıyla ağacın bütün hayatı, çekirdekte kaydedilmiştir. Yapı itibarıyla birbirinin aynı görünen ve aynı basit maddelerden meydana gelen pek çok çekirdek, toprağa düştüğünde, çeşit çeşit çiçekler, bin bir türde bitkiler ve ağaçlar meydana gelmektedir. Her bir çekirdek, kaderin kendine biçtiği ya da kendine kader yapılan ölçü içinde ilmî, mânevî bir suret ve şekil alıp, kendine has biçim ve elbiseyle toprak üstünde tüllenir ve seyreden gözlere arz-ı endam eder. Binlerce terzi, yıllarca çalışsa, değil bunca çiçek ve bitkiye, tek bir ağaca bile böyle bir elbise dikemeyecektir. Oysa yüz binlerce ağaç, belki yüz binlerce yıldır, hiçbir ölçü, kesim ve dikiş hatası yapılmadan, âdeta ısmarlama dikilmiş elbiseleri birbiri ardınca giyip çıkarmaktadır. Acaba bunu yapan gerçekten kendileri midir, yoksa onlara o kalıbı, o şekli, o kaderi veren bir yüce takdir edici midir..?
Belli bir kader ve programa tâbi olduğundan dolayı bir sperm asla yalan söylemez; kromozomların dili, RNA ve DNA’nın şaşmaz vazifesi ve hücrelerin beyanıyla, ağız, dil, dudak, göz, kaş, kulak, sima, duygu ve kabiliyetler gibi pek çok safhalardan geçip “İnsan olacağım” der ve olur.
Astrofizikçilere göre, kâinatın her noktasında hangi buudların var olduğu ve bu noktalarda hangi manyetik etkinin ne tarzda bulunduğu az da olsa bellidir. Çünkü geometrik yerler ve kuvvetlerin şiddeti önceden vardır. Kompüterlerin keşfiyle de anlaşılmıştır ki, atomlardan galaksilere kadar kâinatta yaratılan her varlık yaratılışıyla birlikte programlanmaktadır; evet, her şey önce Levh-i Mahfuz’da tayin ve tespit edilmiştir…
RÜYALAR ve KADER
Doğru rüyalar da kaderin varlığına birer delildir. Ruh bahsinde nisbeten izah ettiğimiz gibi, ileride meydana gelecek herhangi bir hâdisenin önceden rüyalarda görülmesi ve vakti gelince aynen zuhur etmesi, her hâdisenin önceden takdir edilmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Evet, rüyada hayat kitabımızın bir sayfasını önceden okuyor ve sonra da okuduğumuzun pratikte gerçekleştiğini müşâhede ediyoruz.
Kur’ân’ın, Peygamberimiz’in ve evliyânın ileride vukû bulacak bazı hâdiseleri şu veya bu şekilde haber vermeleri de, her şeyde kaderin hâkim olduğunu göstermektedir; öyle ya, yazılmamış, belirlenmemiş ve kararlaştırılmamış olsa, neyi nasıl bilecekler?
Soru: Kader ve irade, neden altı iman esası arasına girmiştir?
Cevap: İnsan, çoğu zaman ülfet ve ünsiyet sebebiyle, Allah’ın (celle celâluhu) kendisine olan lütufları karşısında “Ben yaptım, ben ettim, ben kazandım; bildim, öğrendim, düşünüp buldum…” gibi sözlerle, her şeyi kendi izafî kudret ve kuvvetine, irade ve kabiliyetlerine verir. İşte böyle durumlarda kader hemen karşısına çıkıp, ‘Sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah’tır.’9 Öyleyse haddini bil! Elindeki o minik düğmeyle bütün bu işleri yapman mümkün müdür? Değildir.” der ve onu gururdan kurtarıp, hayatında denge ve muvazeneyi sağlar.
İnsan ruhunda güzellik, meziyet ve semerelere sahip çıkıp, bunlarla övünme, iftihar etme, hatta daha da ötesinde gururlanıp kendinden geçme duygusu vardır. İşte böyle bir duyguya karşı, bütün güzellik ve hayırların gerçek sahibinin nefis değil, ancak Allah (celle celâluhu) olduğunu, buna karşılık, bütün kötülük ve günahların nefisten kaynaklandığını ifade için, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana gelen her kötülük de kendindendir. Seni insanlara elçi gönderdik (buna) şahit olarak Allah yeter.”10 ihtarını çeken kaderdir.
Hafızanızın şeridini şöyle geriye doğru sardırıp, geçmişinize bir bakın, bakın da, günahlar içindeyken, kaderin sizi en güzelim arkadaşlar arasına katıp, sohbetlerle kafa ve kalbinizi nasıl tedavi ettiğini, bunun neticesinde kalbinizde ve dilinizde rahmet tomurcuklarının açtığını ve göğsünüze ibadet ve ahlâk madalyalarının takıldığını görmeye çalışın; sonra da düşünün, seyredin ve diyebilirseniz “Ben yaptım” deyin!…
Meselenin ikinci bir yönü daha var: İnsan zaman zaman, “Madem beni de, yaptıklarımı da yaratan Allah’tır (celle celâluhu); madem O dilemedikçe ben dileyemem ve madem ben, âdeta kaderin programladığı bir robotum, öyleyse yaptıklarımda ne dahlim var ki, mesul ve günahkâr olayım!” diyerek, Cebrîlik çukuruna da düşebilir. Böyle bir tehlike karşısında da hemen irade karşısına çıkar ve terazinin karşı kefesine binerek, “Hayır, mükellefsin ve mesulsün! Evet, iman ve kullukla mükellef olduğun gibi, yaptığın bütün kötülük ve işlediğin bütün mâsiyetlerden de mesulsün; çünkü ben de varım.” der ve dengeyi sağlar. Öyleyse, ne kader iman, küfür, mükellefiyet, tevbe ve günahların doğrudan kendisine havale edileceği bir mesnet ve nefsin çirkinliklerini örtecek bir kılıf, ne de irade, kişinin Allah’ın (celle celâluhu) kendinde yarattığı meziyet ve güzelliklere sahip çıkıp, firavunane “Ben!” demesi ve bütün acz, zaaf ve fakrına rağmen, karşılıksız sağanak sağanak lütfedilen nimetleri sahiplenmesi için bir vasıta ve sebeptir.
Biz, iradenin bütün güzellik ve hayırlara iki elini birden atıp, üzerinde emanet bir gömlek gibi duran faziletlerle gururlanıp çalım satması tehlikesinden ancak kaderle; buna karşılık, nefsin mesuliyet ve mükellefiyetlerden kurtulmaya kalkışması tehlikesinden de ancak iradeyle halâs olabiliriz ki, irade ve takdirin bahis mevzuu edildiği yerde ‘sırat-ı müstakîm’ işte budur.
İnsanın iyilik ve güzelliklere karşı gayet kısa, günah ve tahribata karşı ise oldukça uzun iki eli vardır. Bu ellerden birine tevbe ve istiğfar verilip, nefsin şerre ve günahlara meyli kesilmeli, tecavüzleri kırılmalı ve bütünüyle Cehennem’e giden yollar kapatılmalı; diğer eline ise dua, Hakk’a teveccüh ve tevekkül verilip, hayır istikametinde şahlandırılmalı; güzelliklere karşı güç, kuvvet ve şevki artırılıp, Cennet yolunda coşturulmalıdır.
Mühim Bir Hatırlatma
“Mazi ve musibetlere kader, istikbal ve mâsiyetlere ise irade açısından bakılır.”11 Böyle bir bakışla, hem insan geçmişte başa gelen belâ ve musibetlere karşı “kaderimmiş” diyerek rızadîde olur, ye’se ve ümitsizliğe düşmez; hem de geleceğini tayin ve takdir noktasında mükellef ve mesuliyetinin şuurunda olduğunu gösterir.
Geçmişe ve musibetlere kader açısından bakamayan insanın, her ümit kırıcı ve onu kahredici hâdise karşısında apışıp kalması, sürekli hâlinden şikâyet etmesi, kafasını şuraya-buraya vurması, hatta neticede günah ve sefahet bataklığına düşmesi bir bakıma kaçınılmaz olduğu gibi; geleceğe irade açısından bakamayan insanın da, kötülük ve günahlarını kadere yükleyip, saplandığı sefahet bataklığına daha da saplanıp gitmesi aynı şekilde kaçınılmazdır. İnsanın “Felek, zalim felek, kaderimin oyunu…” gibi sözlerle kaderden şikâyeti, nasıl musibetini ikileştirir ve kalb dünyasını ve ruhî hayatını soldurup kurutursa, iradesini devreden çıkarması da, aynı şekilde büyük bir hata ve kendi rağmına kafa ve kalbini nefse, şeytana ve mâsiyetlere teslim etmesinden başka bir şey olmaz. O hâlde, bir kefesinde irade, diğer kefesinde kader bulunan teraziyi daima dengede tutup, hayatımızı ona göre tanzim etmek mecburiyetindeyiz.
Soru: İnsanın kaderi, elindeki veya yüzündeki çizgilerden okunabilir mi?
Cevap: Ruh meselesiyle ciddî meşgul olan kimseler, ruhun insan dublesi veya misalî bedene sahip olmasının yanında, onun, sergüzeşt-i hayatına dair kitabeti, tayinat ve takdiratının mevcudiyetinden de haber vermektedirler. Ruhun belirli şekildeki mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olunduğu zaman, insanın başından geçeceklere de belirli oranda ıttılâ olunabileceği ileri sürülmektedir ki, Allah (celle celâluhu) dilerse gösterir ve bildirir.
Ve yine ilm-i kıyafetle, yani maddî yapının ifade ettiği mânâlarla uğraşanlar, elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme çizgiler hâlinde aksedişinin ifadesi olarak, kişinin başından geçecek şeyleri kısmen de olsa söyleyebilmektedirler. Yanlış anlaşılmasın, bu, gaybı bilmek demek değildir; sadece, Allah’ın (celle celâluhu) cismaniyetimize yerleştirdiği işaret ve alâmetlerden istifadeyle, kişinin hayatına ait bazı yönleri bilebilme fonksiyonudur. Gaybı tam mânâsıyla ancak Allah (celle celâluhu) bilebilir; ve gayb, sadece bu kabîl haberlerden de ibaret değildir.
Allah’ın (celle celâluhu) cismaniyetimize yerleştirdiği işaret ve alâmetlere bakarak kaderi okumaya çalışmak, Devr-i Saadet’te de var olan meselelerdendir. O zaman, bunu yapan kimselere ‘kâif’ denirdi. Aleyhissalatü vesselâm Efendimiz, azadlısı Zeyd b. Hârise’nin oğlu Üsame hakkındaki dedikoduya karşı, bir kâif getirtti. Babası ile çocuğu, üzerleri örtülü olarak yatıyorlardı; sadece ayakları açıktı. Kâif, bir arada yatan baba ve oğulun ayaklarına bakmış ve birbirleriyle alâkalı olduklarını söylemişti ki, Efendimiz de bu suretle, bildiği bir gerçeği bir de kâif dilinden anlayanlar için tescil ve tespit buyurmuş ve Hz. Âişe’ye: “Yâ Âişe, Üsame Zeyd’dendir.” diyerek beşaşet ve bişaret izhar etmişlerdi.12 Allah’ın (celle celâluhu) bildirmesiyle daha neleri bilen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Üsame’nin durumunu bilmemesi düşünülemezdi. Fakat bir kâif getirmekle, halka mâl olmuş bulunan ve içtimaî hayata yerleşmiş olan bir müesseseyi, halkın bakış açısına uygun bir delil olarak kullanmak istemişti. Kâifin söylediğiyle kendi bildiği birbirine mutabıktı; çünkü, Kur’ân’ın sarih beyanıyla, o Kâmet-i Muallâ ne söylemiş, ne yapmışsa hiçbiri hevasından değildi: “O, hevadan konuşmaz.”13
Sözünü ettiğimiz hâdisede, ihtisas ehline müracaata teşvik de olabilir. Nitekim, ağaçların aşılanması hâdisesinde de “Siz dünya işlerinizi bilirsiniz.”14 buyurmuştu. Bu sözde, “Ben bilmem.” mânâsı yoktur. –Nebi bilmeyecek de kim bilecek?– İzahı çok uzun sürebilecek bu sözle şunlar kastedilmiş olabilir:
a. Belki, ashabına bir iltifattır.
b. İhtimal o zamanlar, bir kısım sahabi arasında sebeplere tesir-i hakikî verme gibi tevhide münafî birtakım inanç ve anlayışlar hâlâ sürüyordu. Nitekim, Hudeybiye musalahası gecesi de benzer bir hâdise vukû bulmuştu. Yağmur yağmış, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bu gün bazıları mü’min sabahladı, bazıları ise kâfir.” buyurmuş; “Nasıl olur?” denince de, “Kim ki, yağmuru Şi’ra yıldızı yağdırdı demişse, işte o kâfir olarak sabahlamıştır; kim de, Allah yağdırdı demişse, o da mü’min olarak sabahlamıştır.” açıklamasında bulunmuşlardı.15 Bunun gibi, o dönemde hurmalar aşılanmakla mutlaka iyi hurma alınacağına inanılırdı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) her şeyin Allah’ın (celle celâluhu) elinde olduğunu ve sebeplerin neticeler üzerinde fazla tesiri bulunmadığını böyle pratik bir hâdiseyle ders vermek istemiş de olabilir. “Siz dünya işlerinizi bilirsiniz.” demekle de, ihtimal sebeplerin mutlaka göz ardı edilmesi gibi bir kaidenin olmadığını da göstermek istemiştir.
c. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kıyamete kadar gelecek insanlara nebi ve imam olması hasebiyle, bu sözü teşrî’ maksadına matuf olarak alınabilirdi. Hâlbuki, insan hayatında mutlaka teşrî’ gerektirmeyen veya sükut geçilmesiyle mübah olup, tecrübe ve zamana bırakılan bir sürü mesele vardır. Günümüzde ilimler o kadar ilerledi ki, artık civcivin çıkması için, yumurtalar tavuğun altında 21 gün bekletilmiyor. Şimdi kuluçka makineleri, daha ucuz, daha pratik yolla civciv üretiyor. Yine bitki ve meyvelerin verimini artırmak ve en kısa zamanda en bol ürün almak için seracılık geliştiriliyor. Kim bilir, belki ileride değişik enerji kaynaklarının keşfiyle, meselâ uzaya yerleştirilecek dev aynalarla güneşin ısı ve enerjisi kış mevsiminde dahi dünyanın belirli bölgelerine yansıtılıp, Kur’ân’ın ifadesiyle her mevsim meyve veren ağaçlar misali, yılın dört mevsiminde de ürün alınabilecek ve bunun neticesinde de zekât verilecek kimse kalmayacak derecede bolluk ve zenginlik artacaktır.
d. Efendimiz, “Dünya işlerinizi siz bilirsiniz.” demekle geleceğe açık kapı bırakmış olmaktadır! Bir diğer yönüyle de, “Aşılayın” veya “Aşılamayın” dememekle, vicdanlara, iradelere zincir vurmayıp, çalışma ve araştırmaya teşvikte bulunmuştur.
Hâsıl-ı kelâm, kadere iman tam mü’min olmanın gereğidir. Allah’a, Resûlü’ne, peygamberlere, meleklere, kitaplara, haşre nasıl inanıyorsak, kadere de aynı şekilde inanmak mecburiyetindeyiz. Bu iman esasları, ebedî hayatı kazanma adına burada yaşayacağımız hayatın kaideleri ve sütunları mahiyetindedir. Bu kaidelerden bir tanesini sarstığımız zaman, kurmak istediğimiz şeyi sarsmış, belki de tamamen yıkmış oluruz. Kur’ân ve hadisler, kader etrafında ciddî tahşidat yapmaktadır. Haşirden sonra belki de en fazla üzerinde durulan Allah’ın (celle celâluhu) meşîeti, ilmi ve takdiridir. Kader, pek çok hadislerde, sair iman esasları içinde değil de, mânâ ve ehemmiyetine binaen daha çok Zât-ı Ulûhiyet ve O’nun sıfatlarının anlatıldığı yerde ve onların içinde ele alınmaktadır. Bu demektir ki, Allah’a, Allah’ın istediği mânâda iman etmek isteyen mü’minin kadere de iman etmesi mecburidir. Bir başka deyişle, kadere iman, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ına imanın kemalinin muktezasıdır; yani, kadere iman etmeyen, Allah’ın Zât’ına ve azametine de gerektiği şekilde iman etmiş sayılmaz.
Kadere herkes seviyesine göre inanır, zira Allah (celle celâluhu) hakkındaki mârifet ve Allah (celle celâluhu) ile olan münasebetler farklı farklıdır. Henüz işin başında olan veya başladığı yerde kalan biri, kadere dinî bir formül olarak, taklidî mânâda kendisini mecbur hissettiğinden dolayı ve bir ön şart derecesinde iman etmesi gerektiği için inanacaktır. Çok katmanlar aşmış, derinlere inmiş, mesafeler katetmiş bir müntehî de, vicdanının derinliklerinde her şeyin üzerinde gerçekten Allah’ın (celle celâluhu) tasarrufunu görme noktasına ulaştığı için, kudsî hadiste ifade edilen “Gören gözü, işiten kulağı, tutan eli… olurum.”16 tecellîsinin mazharı olarak, aksine hiç ihtimal vermeden “Sanki parmağımı dahi Allah’ın oynattığını görüyorum.” diyecektir. Bu da, bir idrak, seviye ve zaviye meselesidir.
Kader, ilmî ve amelî değil, vicdanî ve hâlî bir meseledir. Hiç bal tatmamış bir insana, tadı, muhtevası ve faydalarıyla balı ne kadar anlatırsanız anlatınız veya bu mevzuda ne yazarsanız yazınız, bunun, balın tadını tanıma noktasında ağzına sürülecek bir parmak bal kadar tesiri olmayacaktır. Allah’ın (celle celâluhu) varlığı, nübüvvet ve Kur’ânî meseleleri ilmî tahlillerle anlatmak mümkün olduğu hâlde, kaderi ihsan şuuruyla, Allah’ın (celle celâluhu) icraatından görüyor gibi tanıyabilmek için vicdan sayfalarını karıştırmak lâzımdır.
Kader, ayakları kaydırabilen hassas bir mevzudur. İnsanın çok kaygan bir zeminde her an sürçüp düşmesi muhtemel olduğu gibi, kader de, aynı şekilde kayıp düşülebilecek kaygan bir zemin mahiyetindedir. Öyle ki, bazı âlimler talebelerini kader mevzuunda konuşmaktan men etmişler, “Sen konuşuyorsun ya!” diyenlere de, “Konuşmasına konuşuyorum ama, başımda bir kuş var gibi konuşuyorum; kaçırırım diye de tir tir titriyor ve endişe ediyorum.” karşılığını vermişlerdir.
Kader mevzuunda bir fikir verebilmek veya bir fikir edinebilmek için şu dört ana hususun çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Kaderle ilgili her meselenin bu dört esas ile izah edilebileceği kanaatindeyiz:
1. Kaderin mertebeleri: İlmî plân, kitabet, meşîet, halk.
2. Allah’ın (celle celâluhu) sonsuz ilmi; geçmişi, hâlihazırı ve geleceği bir nokta gibi bilmesi.
3. Cüz’î irade: Mânâsı, mahiyeti ve varlığının delilleri.
4. Kader ile irade-i cüz’iyyenin telifi ve münasebetleri.
1 En’âm sûresi, 6/59.
2 Neml sûresi, 27/75.
3 Yâsîn sûresi, 36/12.
4 Bürûc sûresi, 85/21-22.
5 Mülk sûresi, 67/25-26.
6 Ra’d sûresi, 13/8.
7 Hicr sûresi, 15/19.
8 Rahmân sûresi, 55/7.
9 Sâffât sûresi, 37/96.
10 Nisâ sûresi, 4/79.
11 Bediüzzaman, Sözler s.618.
12 Buhârî, fezâilu ashabi’n-nebi 17; Müslim, radâ 40.
13 Necm sûresi, 53/3.
14 Müslim, fezâil 141; ayrıca bkz.: İbn Mâce, ruhûn 15.
15 Buhârî, istiskâ 27; Müslim, iman 125; Ebû Dâvûd, tıp 22.
16 Bkz.: Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.