KEHF SÛRESİ

نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَأَۨهُمْ بِالْحَقِّۘ إِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًى۠*وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ إِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ مِنْ دُونِه۪ۤ إِلٰهًا لَقَدْ قُلْنَۤا إِذًا شَطَطًا

“Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rabbilerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini artırdık. Onların kalblerini metin kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’ndan başkasına tanrı demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.’”

(Kehf sûresi, 18/13-14)

Ashab-ı Kehf, mağara ashabı ve mağara yârânı demektir. Bunların Hz. İsa ve İncil’e ya da bir başka kitap ve peygambere tâbi oldukları söylense de Kur’ân-ı Kerim’de zikredilmesinden hareketle diyebiliriz ki; Ashab-ı Kehf kıyamete kadar bütün dirilişleri temsil eden bir cemaattir. Çünkü, bütün diriliş hareketlerinin mutlaka bir tazyik ve bir de mağara dönemleri olmuştur ve olacaktır.

Adetlerine gelince, Kur’ân üç kişiye hayır, beş kişiye “recmen bi’l-gayb” diyor, yedi kişiye ise sükut edip, sekizincileri kelbleri diyerek yedi kişi olmalarına kapı aralar gibi bir üslûp kullanıyor.1 Genelde tefsir ulemâsı da bu kanaate sahiptir ve buradaki ifade tarzının karakteristik özelliği de bunu müş’irdir. Ayrıca burada şöyle bir nükte de söz konusu; Kur’ân, Ashab-ı Kehf’in sayısını yedi dedikten sonra, bir atıf vav’ıyla وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ2 diyerek, insan ile köpeğin birlikte cem olmayacağına işaret ediyor. Demek ki köpek, ahirette Ashab-ı Kehf’le beraber Cennet’e girse de –ki buna dair rivayet var3– insanlar kendi hususiyetleriyle, köpek de kendi özellikleri ile girecektir.

Şimdi başa dönelim ve âyeti hep birlikte bir kere daha mütalâa edelim; نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَأَۨهُمْ بِالْحَقِّ “Size onların haberlerini gerçek olarak anlatıyor, hikâye ediyoruz.” Onlar Rabbilerine gönülden inanmış bir fütüvvet topluluğudur. Yürekleri ile yiğit, düşünceleriyle yiğit, davranışlarıyla yiğit, vicdanlarıyla yiğit ve bâtıla karşı başkaldırmak üzere metafizik gerilimleri tam bir yiğitler topluluğu.. işte bunlar çok az olmalarına rağmen, dinlerine sahip çıkma adına böyle hidayetten kaynaklı bir hareketi başlatıp niyetlerini engin tutunca Allah da onların hidayetlerine hidayet katar; cehd ve gayretlerine terettüp eden kesbî hidayetlerine, rahmetinin enginliği ile daha derin bir hidayet ilave ederek, onları tam anlamıyla bir fütüvvet topluluğu hâline getirir.. getirir ve وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ fehvâsınca onların kalblerini nezdinden teyitlerle metin kılar ve artık bu insanların davalarında sabitkadem olabilmeleri, niyetlerinin derinliği ölçüsündedir ve hatta bazen apaçık Allah’tan destek almaları bile söz konusudur ki bu da, kalbî itminana önemli bir vesile teşkil eder.

Ribat; Allah ile irtibat demektir. Gözlerini açıp kapayıp her an O’nu duyma, O’nu görme, O’nu hissetme, O’nun gücü ve kudretini sezme ve daima O’nu arama, O’nu kollama… İşte bu mânâya işaret eden bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem); zor şartlar altında abdest alma, uzak mescitleri tercihle namaza giderken çok adım atma ve namazı kıldıktan sonra diğer namaz vaktini beklemeyi zikreder ve ardından da üç defa: فَذٰلِكُمُ الرِّبَاطُ der.4 Evet işte sınır boylarında nöbet tutma seviyesinde kendini Hak’la irtibatlandırma budur. Çünkü ribat, aynı zamanda sınır karakolu demektir. Öyleyse وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ “Biz onların kalblerini ilâhî irtibatla teyit ettik.” demektir. Elbette böylesi irtibat ve itminana ulaşan insanlar hakperest, cesur ve fütursuz olacaklardır.

İşte bu donanımlı insanlar, إِذْ قَامُوا “Hakkı tutup kaldırmak için kıyam ettiler, ayağa kalktılar ve kalbsizliğe, mantıksızlığa başkaldırdılar.” Başkaldırmanın dünya literatürüne varoluş felsefecileri sayılan Sartre, Camus ve Marcuse ile girdiği bilinir. Ama bu, toplumun bütün örf ve âdetlerine, dinî ve ailevî telakki ve anlayışlarına saçma diyerek bir başkaldırmadır. Ancak Ashab-ı Kehf’in başkaldırması hiç de öyle değildir. Onlar رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin rabbidir.” deyip alternatif ikame ve inşayı göstererek başkaldırıyorlar. Yani varoluşçuların yaptığı gibi bir yıkma, bir kökten kazıma ameliyesi değil, Rable irtibatlandırılmış bir inşa ve imar ameliyesidir. Evet “Gökleri ve yeri yaratan ve her şeyi tesbih taneleri gibi evirip çeviren Allah’tır.” diyerek, alternatif bir yenilenme hamlesiyle ayağa kalkıyorlar. Ardından da biz لَنْ نَدْعُوَ مِنْ دُونِه۪ۤ إِلٰهًا “O’ndan başkasına tanrı demeyiz.” diyerek inançlarını haykırıyorlar. لَقَدْ قُلْنَۤا إِذًا شَطَطًا “Aksi takdirde biz saçma sapan konuşmuş ve kendimizi Hak’tan uzaklığa, şeytanî düşüncelere salmış oluruz.” deyip bir kutlu süreci başlatıyorlar. Bu itibarla da:

1. Onların toplumdan ayrılmalarını ve bir mağaraya sığınmalarını bir kaçış olarak değerlendirmemiz mümkün değildir. Evet, onların ayrılışı kat’iyen korkakların ayrılışı gibi değildir; belki Hz. Ömer’in hicret ederken peşinden gelme ihtimali olanlara, hem de güpegündüz, Kâbe’ye giderek “Ben Medine’ye hicret ediyorum. Karısını dul, çoluk-çocuğunu yetim bırakmak isteyen peşimden gelsin.”5 demesi ve ayrılması gibi bir ayrılıştır. Evet, onlarınki de bir firardır, ama Kur’ân’ın ifadesiyle فَفِرُّۤوا إِلَى اللّٰهِ6 mazmununca Allah’a firardır ve Allah’a sığınmadır.

2. Böyle bir başkaldırma ve ardından kaybolma, onların temsil ettiği düşüncenin o topluma zamanın yorumlarıyla farklılaşarak yeniden aksetmesine vesile olmuştur. Bu yiğitçe ve yürekten kükreyiş, kim bilir o toplumun içinde nicelerinin kafalarını allak-bullak etmiş ve nicelerinin gönüllerini yumuşatmıştı. Tıpkı toprağa atılan bir tohum gibi bu düşünceler ve bu yiğitlerin tavırları da ağızdan ağıza, dilden dile, gönülden gönüle nakledilerek, o topluma mâl oldu ve zamanı geldiğinde de açan filizler, semere veren başaklar gibi bütün bir toplumu çepeçevre kuşattı.

3. Ashab-ı Kehf’in saraya mensup insanlar olduğu rivayet edilir. O dönemde, bir insanın saraydaki refah, saadet ve huzurunu terk ederek, başta kral ve bütün bir toplumun reddeceği bir yola girmesi olacak şey değildir. Ashab-ı Kehf’in böyle davranması elbette etrafın dikkatini çekmiş, onların bir din, bir düşünce uğruna asla katlanılamaz veya yapılamaz gibi algılanan fedakârlıklara katlanmaları, içinde neş’et ettikleri toplumda şok tesiri yapmıştır. Yapmış ve milletin dikkat nazarlarını onların tebliğ ve temsil ettiği mesaja çevirmiştir.

4. Eğer onlar, “Mağaraya girelim, bugün-yarın bu kral öldükten ve devlet terörü yok olduktan sonra halkın yeniden arasına girer ve dinimizi tebliğ ederiz.” düşüncesi içinde idilerse, mağarada kaldıkları 310 yıl boyunca ibadet sevabı almış, dolayısıyla da niyetlerinin derinliğine göre de hep kazanmış sayılırlar. Zira, bir insanın “Şu yorgun hâlimde değil de, biraz dinlendikten sonra gece kalkıp huzurluca ve istirahat etmiş olarak yatsı namazını kılarım.” düşüncesiyle yatması, onun uykusunu bile ibadete çevirir. İşte Ashab-ı Kehf’in düşüncelerini, “Şimdilik biraz saklanalım; daha sonra küfrün şok tesiri kırılır, biz de döner, yeniden tebliğde bulunuruz.” şeklinde değerlendirmek lâzım. Rica ederim, siz saraydaki yumuşak döşeklere mağaranın sert taşlarını tercih etseniz ve müreffeh bir hayatı bırakıp mağarada kuru ekmeğe razı olsanız, dahası birçok kadın-erkeğin önünüzde el-pençe divan durması, emirlerinizi beklemesine mukabil, bir köpekle arkadaşlığa razı olsanız, böyle bir sevap beklentisi içine girmez misiniz? Elbette girersiniz. İşte Allah (celle celâluhu) elbette onların bu beklentilerine, niyetlerinin derinliğine göre mutlaka mükâfat verecektir.

5. Mağara, aslında bir dolma, şarj olma yeri ve kendini, özünü keşfetme mekânıdır. Neden mi? Zira küfürle yaka paça olma ve hele kuvvet dengesinin olmadığı bir zamanda onu tutup sarsma, ırgalama ve nihayet mağlup etme, ancak peygamberane bir güç ve azimle olur. Şimdi Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatına bakın! O da peygamberlik ufkuna ulaşmak için, bi’setten önce altı ay mağara dönemi geçirmemiş midir? Daha sonra Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında, ama mutlaka O’nun çizgisinde mücadele edenlerin hayatında hep birer mağara dönemi olmuştur. Evet İmam Gazzâlî’nin, İmam Rabbânî’nin, Mevlâna Halid’in ve Üstad Bediüzzaman’ın hayatlarında da hep bu şarj olma, özünü ve kendini bulma, ilhatla mücadele için gerekli olan enerjiyi toplama adına inzivaları olmuştur. Süresine gelince, bu, Efendimiz için altı aydır da, diğer evliyâ, asfiyâ ve mukarrabînden ise beş sene, on sene hatta altmış sene bile halvet yaşayanlar olmuştur.

Aslında aynı şey, “tarihî devr-i daimler” içerisinde tarihi yeniden inşa edecek, insanlığı yeniden mihverine oturtacak cemaatler ve toplumlar için de geçerlidir. Evet, o fütüvvet ruhunu temsil eden insanların hemen hepsinin hayatlarında bir mağara dönemi görmek mümkündür.

Evet, insanın bazı ledünnî hitaplara mazhar olabilmesi, ilhamlarla şahlanabilmesi ve semavî vâridâta açık hâle gelebilmesi için bir mağara dönemine ihtiyacı vardır.

Meselenin böyle önemli mesaj yönü alındıktan sonra, Kitap ve Sünnet-i sahihada söz konusu edilmeyen hususlara dalarak رَجْمًا بِالْغَيْبِ vadilerinde dolaşmak; Ashab-ı Kehf’e mağara tayin etmek, bölge belirlemek, onları ve kavimlerini tazyik eden zalim hükümdarların isminden söz etmek nefse çerez birer bilgi kırıntısından ibarettir ve ruha, iman, mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhanî adına bir şey vermemektedir.

(رَبَّنَۤا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا)

وَصَلِّ اللّٰهُمَّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِه۪ وَأَصْحَابِه۪ أَبَدًا

وَكَلْبُهُمْ بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَص۪يدِۘ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا

“Köpekleri de mağaranın ağzında ön ayaklarını sermiş yatmakta idi. Eğer onların durumlarına muttali olsa idin dönüp onlardan kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı.”

(Kehf sûresi, 18/18)

Ashab-ı Kehf, daha önce de geçtiği gibi, mağara ashabı demektir ve dinlerini tebliğ adına o yola baş koymuş babayiğitlerdir. Kur’ân, bunların durumlarını o kendine has üslûbuyla anlatarak, kıyamete kadar gelecek dava erlerine değişik mesajlar sunmaktadır. Evet, tebliğ ve irşad insanları önce tıpkı Ashab-ı Kehf gibi dolmalı ve ciddî bir metafizik gerilime geçmelidirler. Böyle bir kıvamı yakalamak mağara hayatı ile olacağı gibi, ashab-ı kiram yolu takip edilerek de olabilir ki, onlara böyle bir metafizik gerilime ulaşmak için Dâru’l-Erkam yetmişti. Tabiî böyle bir ayniyet içinde olması da söz konusu edilmemelidir. Çünkü tarihî hâdiseler ayniyet ölçüsünde bir misliyet içinde cereyan eder. Öyle ise büyük ölçüde onlar için söz konusu olan şeyler bizim için de geçerlidir. Anlatılacak şeyler çok çok iyi bilindikten sonra tecerrütle, halvetle, vahdetle ve celvetle yakalanacak bir gerilim.. daha sonra da bir temsil ve temessül evi.

Âyete gelince; onların köpekleri, mağaranın girişinde, hem bir caydırıcı hem de onları tehlikelerden korumak için bekleyen bir nöbetçi. Ama onlardan biri değil. Kur’ân o karakteristik ifadesinde bu tabiî farklılığa işaret ediyor: وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ “Dediler ki, yedi kişidir. Sekizincisi köpekleridir.”7 Yani onların toplam adetlerini söylerken, köpeği ayrı olarak ifade ediyor. Ayrıca, köpeğin hâli, vazife başındaki durumu anlatılırken de onun, başkalarının ödlerini kopartacak mehib duruşu nazara veriliyor. Hatta öyle ki, “Uzaktan onların durumlarına muttalli olsan, korku içinde dönüp kaçardın.” deniyor ki, değişik durumlara göre vizyondaki çizgilerin vurgulanması bakımından gayet mânidardır.

Şimdi de, âyetin ilham ettiği nüktelerin günümüzle alâkalı yönlerine bir kuşbakışı bakmaya çalışalım:

1. Her devirde Ashab-ı Kehf konumunda olan alperenler olacak ve bunlara başkaları da takılacak; duygu, düşünce ve inançta aynı çizgide olmasalar bile aynı mülâhazalar etrafında bu yolculuğu sürdürmede kararlı olacaklar.

2. Her devirde böyle mağara hayatı yaşayan ya da yaşamaya mahkûm edilen insanlar, nöbettarları da ihmal etmemelidirler; zira belli bir fasıldan sonra, onlara, onların hizmet ettikleri müesseselere, hatta evlerine taarruzlar, hücumlar söz konusu olabilir. Onun için tedbirlerini almalı, hatta kapı önlerinde eğitilmiş köpekler bulundurmalıdırlar.

3. Bu köpekler sıradan olmamalı. Dıştan gelebilecek her türlü tehlikeye göğüs gerecek, karşı koyacak ve duruşuyla kötü niyetlilerin içine korku salacak ölçüde caydırıcı olmalıdırlar.

4. İnsan gerçek insanî değerlere sahip çıktığı ölçüde insandır. İnsanî değerleri kaybettiği andan itibaren o كَالْأنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ sırrınca belki hayvan, belki hayvandan da aşağıdır.”8 Bir başka âyet ise bu hususu daha net vurgular:

وَلٰكِنَّهُ ۤأَخْلَدَ إِلَى الْأَرْضِ وَاتَّبَعَ هَوٰيهُۚ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِۚ إِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ

“Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini çıkarıp solur.”9

Mevzumuzla bütünleştirerek, benim buradan anladığım şey, çeşitli devirlerdeki Ashab-ı Kehf’i ve onların yaptığı vazifeyi yapanları; daha açık ifade ile, tebliğ ve irşad erlerini, Allah (celle celâluhu), henüz vahşetini atamamış ve insanî kemalât yoluna girememiş insanlara korutarak dini ve o dini temsil edenleri facirlerle dahi teyit edecektir. Zaten, tarihî tekerrürler devr-i daimine baktığımızda bunu ayan beyan görebiliriz. Hakikî dindar insanların üzerine yer yer Avrupa’nın zalimleri, zaman zaman da Asya’nın münafıkları ve daha nice azılı din düşmanları, “fundamentalizm, gericilik, yobazlık, irtica…” diye saldırdıkları bir dönemde onları koruyan, onlara sahip çıkan, tam onlardan olmasalar bile onları sıyanet kanatları altına alıp Hak inayetini ve himayesini temsil eden dünya kadar insan çıkmıştır.

5. Öteden beri tebliğ ve irşad erlerinin içinde yaşadıkları toplumlar ve o toplumların sistemlerinin onlar için koruyucu birer vazife gördükleri hiç de az değildir. Tabiî bu biraz da temsilcinin basiretine bağlı. Evet bir yanda Müslümanların can alıcı düşmanları aynı imkânlardan istifade ile, duygu, düşünce ve inançları adına toplum bünyesine fesat tohumları ekerken, Müslümanlar da aynı imkânlardan –eşit derecede olmasa bile– faydalanarak davalarına hizmet etmelidirler. Demek ki, sistemler,وَكَلْبُهُمْ بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَص۪يدِ sırrınca, hizmet erlerine yerine göre şemsiye, yerine göre kalkan ve zırh olabilecek. Yani dışarıdan onlara hücum etmek isteyenler, Ashab-ı Kehf’i göremeyip sütreye takılıp kalacaklardır. Evet, herkes aynı ölçüde inanmayabilir; ama inandığı nispette insanlığını ortaya koyacağı da göz ardı edilmemelidir.

وَكَذٰلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَۤاءَلُوا بَيْنَهُمْۘ قَالَ قَۤائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْۘ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍۘ قَالُوا رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُۤوا أَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هٰذِه۪ۤ إِلَى الْمَد۪ينَةِ فَلْيَنْظُرْ أَيُّهَۤا أَزْكٰى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِنْهُ

“Böylece Biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırdık: İçlerinden biri: ‘Ne kadar kaldınız?’ dedi. (Kimileri) ‘Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık.’ dediler; (kimileri de) şöyle dediler: ‘Rabbiniz, kaldığınız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin.’”

(Kehf sûresi, 18/19)

Ashab-ı Kehf’in ilk kahramanlıklarını dört-beş madde içinde 14. âyeti ele aldığımız zaman yapmıştık. Burada ise onların ikinci kahramanlıkları ele alınıp üzerinde durulacaktır. Şöyle ki, mağara yârânından birisi çarşıda alışveriş yaparken gerek giyim kuşamı gerekse kullandığı paradan fark edilince, şehir halkı, –bir kısım kaynaklara göre– başta vali olmak üzere onu takip ederek, Ashab-ı Kehf’i mağarada bulurlar. Daha önceden gerek vicahî kültür yani dededen toruna intikal ile, gerekse kitapların kaydettiğinden hareketle, Ashab-ı Kehf’i tanıyan binler-yüz binler imanlarını basitten mürekkebe, ilme’l-yakînden ayne’l-yakîn’e, ondan da daha ötesine yükseltirler ve bu şok hâdise ile toplum öylesine temelinden sarsılır ki herkes dine koşar ve işte ilâhî takdir gereği bu kahramanlar ikinci kez de misyonlarını böyle eda eder ve çekilip kendi âlemlerine dönerken arkalarından binlerce insanı alır kendi düşünce ufuklarına yükseltirler.

Bu âyet-i kerimede dikkati çeken ikinci bir husus da paradır. Neticesi ne olursa olsun dünya ve dünyalık onları ele vermiştir. Bakın, Yemliha’yı –eğer o ise– şehir halkının fark etmesi para ile oluyor. Sonucun iyi olması bir lütuf; ama para yakalatıyor. Öyleyse mefkûre insanı ele geçmeyi, dost-düşman çevre tarafından yakalanmayı arzu etmiyorsa, kazanma değil, dünya zaafı bile olmamalıdır. Evet, öteden beri nice serv-i revan canlar, nice muktedir sultanlar hep bu gaddar-ı bîinsafın esiri olmuşlardır. İnsanın fıtratındaki bu zayıf nokta kullanılarak nice milletler pâyimâl edilmiş ve nice toplumlar tarih olup gitmiştir. Ne var ki dinin intişar etmesi ve etraf-ı âlemde şehbal açması da yine paraya, yani maddî finansman gücüne bağlıdır. Dikkat edin, Ashab-ı Kehf o birkaç dirhemle dışarı çıkınca o toplumda din adına hemen ikinci bir patlama meydana gelmiştir. Bu itibarla işin bu yanı da ayrı bir önem arz etmektedir.

Evet, maddî finansman meselesi de kat’iyen göz ardı edilmemelidir. Yalnız, bu konuda İslâmî nasslar, âyet ve hadisler, sonra da Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) davranışları bize örnek olmalıdır. Evet, Müslüman para kazanmalıdır, zengin olmalıdır; olmalıdır ama gönlünde de zerre kadar ona yer ve değer vermemelidir. Onu koymak için hırsızların gelip de çalamayacağı –fıkhî ifadesiyle muhrez hâle getirecek kadar– bir yer bulmalı ve oraya koymalıdır. Sonra da onu millî hizmetlerde hızlıca yol alınabilecek yollarda kullanmalıdır. Düşünün ki –Rabbimiz’in inayetiyle– tahakkuk eden milletçe şu gelişmelerde maddî finans gücü olmasaydı, bu kadar büyük işler nasıl gerçekleşebilirdi… Demek ki, maddî güç din-i mübin-i İslâm’ın intişarında çok önemli dinamiklerden biri.. bu açıdan da onu elde etme cehdi de bir ibadet sayılabilir.. sayılabilir ama kazanırken alın teri ve fikir sancısıyla kazanılmış, harcanırken de heva ve heves istikametinde değil de, bir yüce mefkûreyi ikame edebilme yolunda harcanabilmişse…

وَاذْكُرْ رَبَّكَ إِذَا نَس۪يتَ وَقُلْ عَسٰۤى أَنْ يَهْدِيَنِ رَبّ۪ي

لِأَقْرَبَ مِنْ هٰذَا رَشَدًا

“(Bunu) unuttuğun takdirde Allah’ı an ve: ‘Umarım Rabbim beni, bundan daha yakın bir zamanda muvaffakiyete erdirir.’ de.”

(Kehf sûresi, 18/24)

Âyet-i kerimede belirtilen yola iletme, dinin insanların ruhunda hâkim olması ve vicdanların onu bir bütün hâlinde kabullenmesi vs. ise, işte bu durum, Yahudilik’te de, Hıristiyanlık’ta da, Müslümanlık’ta da farklı zaman aralıkları ile tahakkuk edegelmiştir. Meselâ Yahudiler arz-ı mev’uda girebilmek için kırk yıl Tih sahrasında ruhî kıvama yürümüşler.. Hıristiyanlık zuhurundan sonra ilk üç asır baskı altında bulunmuş ama sonra kabul görmüş.. Müslümanlığa gelince âyette de ifade edildiği gibi “daha yakın, daha az” bir zamanda yani yirmi üç yıl gibi kısa bir zaman diliminde hüsnü kabule mazhar olmuştur. İhtimal âyet-i kerime, ihbar-ı bi’l-gayb nev’inden işte buna işaret etmektedir.

Burada “Unuttuğun vakit Rabbini an.” emri, yukarıda geçen hasbelbeşer “inşâallah” denecek yerde unutup diyememeden,10 değişik vesilelerle hep O’nu anmamız icap ederken, gaflete gelip âyâtını düşünmeme, adını yâd etmeme durumlarına kadar hemen her hâlde رَبَّنَا لَا تُؤٰاخِذْنَۤا إِنْ نَس۪ينَۤا أَوْ أَخْطَأْنَا11 mülâhazalarıyla yeniden O’na yönelmeyi ihtar etmekte, nisyan ve gaflet keffaretinin “zikrullah” olduğunu hatırlatmaktadır.

İşte böyle bir zikr ü fikr ve Ashab-ı Kehf gibi dolup yüksek bir metafizik gerilim elde etme sayesinde, daha kestirme bir yoldan mâşerî vicdana ulaşma lütfu zuhur edecek ve muvaffakiyetler salih dairesi içine girilecektir ki, âyetin sonu da buna işaret etmektedir.

وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُر۪يدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْۚ تُر۪يدُ ز۪ينَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا

“Sabah-akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sabret. Sakın dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerin onlardan başkasına kaymasın. Kalbini Bizi anmaktan gafil kıldığımız kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.”

(Kehf sûresi, 18/28)

Kureyş’ten bazı ileri gelenler, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashab-ı kiramdan fakir olanları yanından kovmasını ve yanına gelip-gitme mevzuunda kendilerine bir hususiyet tanınmasını teklif etmişlerdi. İçtimaî yapının gereği, onların Müslüman olması ile çoklarının Müslüman olacağı düşünülebilirdi ama Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha bu konuda karara varmadan, semavî teyit imdada yetişti. Âyet, Nebi’ye tercihinde yardımcı oluyor ve Allah’ın rızasının esas olduğunu bir kere daha vurguluyor, kemmiyetin o kadar önemli olmadığını hatırlatarak peygamberin yanına belli şartlar koşarak gelmek isteyen insanların dünya peşinde ve gaflet içinde kimseler olduklarına dikkat çekiyordu. Zaten ayakta durmak için hiçbir kişiyi veya sistemi koltuk değneği olarak kullanmaya ihtiyacı olmayan İslâm, falan aristokratın, filan zenginin kendisine tâbi olmasıyla şeref ve itibar kazanacak, güçlenecek değildir. O, hep kendi dinamikleri ile var olmuştu ve olmaya da devam edecekti. O, yenilmez güç ve kuvvetini Allah’tan alıyordu. Bu itibarla da ona tutunan aziz, ondan kopan da zelil olmaya mahkûmdu ki, İslâm tarihi bunun örnekleri ile doludur.

Devr-i Risaletpenâhîleri itibarıyla kendi kibir, zulüm ve inhiraflarına yenik düşüp de peygambere böyle bir teklif götüren Kureyş idi. Hz. Risaletmeab’ın huzurundan uzaklaştırılması istenenler de, Suheyb, Bilâl, Ammar ve Yasir (radıyallâhu anhüm) gibi fakir Müslümanlardı. Efendimiz bu fakir kimseleri yanından uzaklaştırırsa Kureyş olarak O’nun yanına gelebileceklerini söylüyorlardı.12 Ne münasebetsiz bir şart, ne saygısızca bir teklifti…

Müslümanları hor görme ta Hz. Nuh döneminde başlamış ve onlara “erâzil”13 denerek peygamber huzurundan uzaklaştırılmaları istenmişti.. istenmişti ama peygamber: وَمَۤا أَنَا بِطَارِدِ الْمُؤْمِن۪ينَ “Doğrusu ben mü’minleri asla kovamam.”14 demişti. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun da başka şekilde davranması düşünülemezdi. Düşünmedi ve: “Hamdolsun Allah’a ki, ümmetimden bir topluluğa karşı sabırlı olup onlarla beraber bulunmamı emredip, emrini gerçekleştirmeden canımı almadı.. hayat sizinle, ölüm de sizinle.” diyerek bu beraberlikten duyduğu hazzı ifade ede ede Refîk-i A’lâ’ya yürüdü.

أَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُ ۤأَوْلِيَۤاءَ مِنْ دُون۪ي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّۘ بِئْسَ لِلظَّالِم۪ينَ بَدَلًا

“Şimdi siz, Beni bırakıp da onu ve onun zürriyetini mi dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne fena bir değişmedir.”

(Kehf sûresi, 18/50)

Âyet-i kerimede zikri geçen “şeytanın zürriyeti” ibaresinden hareketle bazıları şeytanın zevcesi, çoluk çocuğu vardır gibi fikirler ortaya atmışlardır. Konuyla alâkalı bir fikir vermesi bakımından iki küçük hususu zikretmekte yarar var:

1. Hakikaten şeytan evli ve karısı, çoluk-çocuğu olsa bile bu değişik bir buud ve değişik bir âlemle alâkalıdır. Nasıl ki bizler rüyalarımızda yer, içer, evlenir, hastalanırız; ama bütün bunlar değişik buudlarda cereyan eder. Zannediyorum şeytanın zürriyetini de bu çerçevede değerlendirmek gerekecek.. bir yerde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de: “Kemikler, cinlerin azıklarıdır.”15 demiyor mu? İşte bir buud farkı..!

2. Buradaki “zürriyet” kelimesini ille de hakikate hamletmek şart değildir. Bu, bizim anladığımız mânâda zürriyet olabileceği gibi, insî nesiller mânâsına da gelebilir. Aslında bu düşünceyi destekleyecek hadis-i şerifler ve içtimaî, tarihî gerçekler de yok değildir. Meselâ; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) karı-kocanın mukarenet anında okuyacakları duayı talim buyururken, o münasebetten çocuk olursa şeytan ona dokunmaz, der.16 Belli bir dönemde ihtimal, mü’minler bu duayı okuduklarından hep iyi, tertemiz, İslâm ve Kur’ân’a hâdim nesiller yetişiyordu. Daha sonraları ülfet ve ünsiyetten veya İslâmî hayatın terki neticesi şeytanî nesiller zuhur etti. Hatta halka mâl olmuş ifadesiyle “şeytana pabucunu ters giydirecek” nesiller zuhur etti.

Netice itibarıyla “şeytanın zürriyeti” ifadesini mecaza hamledip, insan olduğu hâlde şeytan gibi düşünen, şeytan gibi hareket eden insanlar olarak anlamak da mümkündür.. Kur’ân’ın كَانُۤوا إِخْوَانَ الشَّيَاط۪ينِ “Şeytanların kardeşleri.”17 diye ifade buyurduğu da bunlar olsa gerek.

فَأَتْبَعَ سَبَبًا

“O da bir yol tutup gitti.”

(Kehf sûresi, 18/85)

1. Zülkarneyn’e kudret-i mümekkine de kudret-i müyessire de verildi. O, karşı tarafın güç ve engellerini rahatlıkla aşabilecek imkânların bütünüyle serfiraz kılınmıştı.

2. Zülkarneyn’den bahseden âyetlerden de anlaşıldığı üzere o zat, dünya muvazenesinde İslâm’ı temsil eden, huzursuzluk ve keşmekeşlik olan yerlere orduları ile gidip oralarda muvazene sağlayan, kargaşa ve fesada açık yerlerde setler inşa ederek umumî muvazeneyi koruyan tam bir yeryüzü mirasçısı ve devletler arası muvazene unsuru idi ki, Allah (celle celâluhu) onu, bu önemli misyonu eda edebilmesi için gerekli olan esbap, âlât ü edevat ve her türlü imkânla serfiraz kılmıştı. وَاٰتَيْنَاهُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًاۙ “Ona her şeye ulaşma vasıta ve vesilelerini bahşetmiştik.”18 mealindeki âyet bu mülâhazayı teyit etmektedir.

Zülkarneyn, kendisine bahşedilen bu imkân ve bu kudret-i müyessirenin veriliş hikmetini kavrayarak, o geniş imkân ve iktidarını murad-ı ilâhî istikametinde ve yeryüzü muvazenesi adına son santimine kadar kullanan ve memuriyetini mefkûre hâlinde yaşayan bir gaye insanıydı…

حَتّٰۤى إِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلٰى قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ دُونِهَا سِتْرًا

“Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğuyor buldu ki, Biz onlar için buna karşı bir örtü yapmamıştık.”

(Kehf sûresi, 18/90)

Hz. Zülkarneyn, batıdan doğuya giderken, Afrika’ya geçmiş olacak ki, âyet-i kerimede tavsif edilen kavim, evleri yurtları olmayan hatta tesettür bilmeyen ve çıplak dolaşan, medeniyetten mahrum, oldukça bedevi toplumlarla karşılaştığına işaret buyuruluyor.

Bu âyette şu mülâhazalar da söz konusu olabilir: Zülkarneyn, doğuya doğru seyahatinde öyle bir yere ulaştı ki, orada güneş ışınlarına engel olabilecek ne bir dağ ne bir tepe ne de bir ağaç vardı. Bu itibarla da her güneş doğuşunda güneşin tulû ve hararetiyle yüz yüze geliyorlardı.. ya da elbiseleri yoktu, –bugün de Ekvator çevresinde ve çölün çok kızgın olduğu yerlerde çoğunluk itibarıyla çıplak dolaştıkları gibi– örtüsüz ve üryan denecek hâlde idiler. Ne tabiî sütreleri ne binaları ne de ciddî bir elbiseleri vardı.. ve tam bir bedeviyet içinde yüzüyorlardı.

قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ إِنَّ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلٰۤى أَنْ تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا

“Dediler ki, Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Ye’cüc ve Me’cüc bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasında bir set yapman için sana bir vergi verelim mi?”

(Kehf sûresi, 18/94)

Bu Çin Seddi veya Kafkasya’daki Demirkapı ya da daha başka bir yer olabilir. Ancak daha sonraki âyetlerde tarifi yapılan şekliyle, muayyen bir setten bahsetmek çok zor. Var olsa bile, tayini ciddî bir araştırma ister. Bu sebeple sedden ziyade, seddin arkasındaki topluma dikkat etmek lâzım. Evet, o toplum mânevî dinamikleriyle dimdik ayakta kaldığı müddetçe Ye’cüc-Me’cüc kabilelerinin fitne ve fesatları önlenebilecek; hiç olmazsa zararsız hâle getirilebilecektir.

Bence Zülkarneyn kıssasında küllî hükümler aramalı. Şöyle ki, devlet, devlet başkanının özellikleri, devletin devamı için şartlar.. vs. Aksi takdirde, tarihin derinliklerinde kalmış bir hâdiseyi hikâye etmiş oluruz ki, böyle bir yaklaşımla da Kur’ân’dan istifademiz ya hiç olmayacak ya da fevkalâde az olacaktır.

Burada anlatılmak istenen bir diğer husus da, yeryüzünde adalet ve istikametin temsilcisi olan Zülkarneyn’in, kendini ifade edemeyen veya ifade etmekten çekinen âcizlere, ezilenlere mesnet olmasıdır. O günkü ezilenler Türkler veya başka mazlum milletlerdi; ezenler de bölgeyi fesada veren Ye’cüc ve Me’cüc’dü. Bu aslı, nesebi ve kimliği belirsiz; ırz, namus, din ve milliyet tanımayan zorba kavmi, bir çılgınlığı esnasında Zülkarneyn durdurmuştu. Daha sonra da her devirdeki yeryüzü mirasçıları durduracak ve bu tarihî tekerrürler devr-i daimi

حَتّٰىۤ إِذَا فُتِحَتْ يَأْجُوجُ وَمَأْجُوجُ وَهُمْ مِنْ كُلِّ حَدَبٍ يَنْسِلُونَ19

medlulünce Ye’cüc ve Me’cüc’ü tutan o sağlam “sed” ve o muhkem “redm” parçalanıp da o mütecaviz, o saldırgan toplum farklı nesiller hâlinde dere tepe aşıp her yanı istila edecekleri ana kadar da devam edecektir.

قُلْ إِنَّمَۤا أَنَاۨ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰۤى إِلَيَّ أَنَّمَۤا إِلٰهُكُمْ إِلٰهٌ وَاحِدٌ

“De ki; ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu kadar var ki) bana, ilâhınızın sadece bir ilâh olduğu vahyolunuyor.”

(Kehf sûresi, 18/110)

Yani hilkat ve Mâbud’a nispet açısından, tabir-i diğerle, Hz. Zât-ı Ulûhiyet’in bize yakınlık ve hâkimiyeti, bizim de O’na uzaklığımız ve mahkûmiyetimiz açısından aramızda herhangi bir fark söz konusu değildir. Evet Cenâb-ı Hak’tan başka hiçbir kimse, ona kullukta bulunulacak kadar zatî bir büyüklük ve istiğnaya sahip olmadığı gibi, kulluk mülâhazasıyla herhangi bir kimse karşısında eğilip zillet gösterecek kadar da küçük ve değersiz değildir.. evet Bediüzzaman’ın o yerinde ifadesiyle: “Mahlukat, mâbudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.”20

Bu âyet aynı zamanda, Hz. Mesih, Hz. Üzeyir gibi büyük zatların büyüklüğünü ifadede dengenin korunamayıp ulûhiyet pâyesine yükseltilmelerine de bir reddir. Evet bir insanın, hele hele bir peygamberin, elbette Allah’a kurbiyeti her zaman söz konusudur. Ne var ki böyle bir münasebet ve kurbiyet, tutup onu Cenâb-ı Hakk’ın Arş’ının yanına oturtmayı gerektirmez. Bu ince münasebeti ihtar içindir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onca kemalâtına rağmen “Ben de sizin gibi bir beşerim.” der. Evet sizden farklı bir yanım var, o da bana: Hepinizin ilâhı ancak bir ilâhtır.” şeklinde vahyin gelmesidir. Yani farklılık içinde vurgulanan da yine mâbudiyet telakkimiz ve Mâbud karşısındaki müsâvâtımızdır.

İşte böylece âyet hem Hz. Üzeyir ve hem de Hz. İsa hakkındaki ifratkâr düşünceleri reddetmenin yanında, Müslümanların nazarlarını da Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gerçek konumuna tevcih buyuruyor.

1 Bkz.: Kehf sûresi, 18/22.

2 “Sekizincileri de köpekleridir.” (Kehf sûresi, 18/22)

3 Münâvî, Feyzu’l-kadîr 5/315.

4 “İşte bunlar, sizin için ribattır.” (Müslim, taharet 41; Tirmizî, taharet 39; Nesâî, taharet 106; Muvatta, sefer 55)

5 Halebî, İnsânü’l-uyûn 2/183-184.

6 “Kaçıp Allah’a sığının.” *Zâriyât sûresi, 51/50)

7 Kehf sûresi, 18/22.

8 A’raf sûresi, 7/179.

9 A’raf sûresi, 7/176.

10 Bkz.: Kehf sûresi, 18/23-24.

11 “Yâ Rabbenâ! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma.” (Bakara sûresi, 2/286)

12 Bkz.: Taberî, Câmiu’l-beyan 15/235.

13 Hûd sûresi, 11/27. Ayrıca bkz.: Hûd sûresi, 11/29.

14 Şuarâ sûresi, 26/114.

15 Müslim, salât 150; Tirmizî, taharet 14.

16 Buhârî, bed’ü’l-halk 11; vudû 8; nikâh 66; daavât 55; tevhid 13; Müslim, nikâh 116; Ebû Dâvûd, nikâh 45; Tirmizî, nikâh 6; İbn Mâce, nikâh 27.

17 İsrâ sûresi, 17/27.

18 Kehf sûresi, 18/84.

19 “Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc’ün sedleri açılıp her tepeden dünyaya akın etmeye başladıkları (doğru vaadin vaktinin yaklaştığı) zaman.” (Enbiyâ sûresi, 21/96)

20 Bediüzzaman, Lem’alar s.178.

-+=
Scroll to Top