KENDİSİNDEN ALLAH’A SIĞINILACAK DÖRT BELA

Soru: Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلمٍ لاَ يَنْفَعُ وَمِنْ قَلبٍ لاَ يَخْشَعُ وَمِنْ نَفْسٍ لاَ تَشْبَعُ وَمِنْ دَعْوَةٍ لاَ يُسْتَجَابُ لَهَا Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalbden, doyma bilmeyen nefisten, kabul edilmeyen duadan Sana sığınırım.”9 şeklindeki duasında yer alan maddeleri izah eder misiniz?

Cevap: Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duası, belirli bir vakte bağlı olmadan her zaman okunabilecek dualardandır. Kullanılan ifadeler üzerinde düşünülecek olursa hepsinin derin mânâlar ihtiva ettiği görülür. Peygamber Efendimiz, cevâmiü’l-kelim olan pek çok beyanında olduğu gibi burada da oldukça veciz ifadelerin içine engin mânâlar sıkıştırmıştır.

Aslında O’nun mübarek ağzından çıkan her söze bu gözle bakılabilir. Ne var ki mânen rivayet edilen hadislerin bazılarında bu incelikler kaybolmuş olabilir. Gerçi sahabe, hadisleri Allah Resûlü’nün ağzından çıktığı lafızlarla rivayet etmeye ciddi önem vermiş ve Efendimiz’in söylemediği bir sözü O’na nispet etmekten büyük endişe duymuştur. Farklı senetlerle gelen pek çok hadisin aynı veya benzer lafızlarla rivayet edilmesi de sahabenin bu hassasiyetini gösterir. Her şeye rağmen mânen rivayet edilen hadislerde bazı lafız farklılıklarının olabileceği göz ardı edilmemelidir.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yukarıdaki hadiste dört şeyden Allah’a sığınmaktadır. (Tıpkı başka hadislerinde şeytandan, Cehennem azabından, nefsin şerrinden, altından kalkılamaz musibetlerden Allah’a sığındığı gibi.) Demek ki hadiste zikredilen hususların her biri, mü’min açısından Allah’a sığınmayı gerektirecek kadar büyük birer afettir.

1. Fayda Vermeyen İlim

Hadiste zikredilen hususlara baktığımızda ilk olarak faydasız ilmin geldiğini görüyoruz. Bir insan enfüsî ve âfâkî tefekkürle, varlık üzerinde yapacağı araştırmalarla, bir hocanın rahle-i tedrisinde diz çökerek, vaaz u nasihat dinleyerek vs. bir kısım nazarî bilgiler elde edebilir. Fakat asıl önemli olan, bu bilgilerin amele dökülmesi ve semere vermesinin sağlanmasıdır. Şayet elde edilen bilgileri bir tohum olarak düşünecek olursak, bu tohumların bir ağaç hâline gelmesi ve meyve vermesi amele bağlıdır. İşte gerçek hikmet de buradan doğar. Aynı şekilde bir insanın Zât-ı Ulûhiyet’i bilmesi de nazarî ile amelînin birleşik noktasını yakalamasına ve her ikisini de aynı anda değerlendirmesine bağlıdır.

Bu sözlerimden, nazarî bilginin önemsiz olduğunu düşündüğüm zannedilmesin. Zira o olmasa neyi, nasıl amele dökeceksiniz? Bu açıdan evvela ilim sahibi olunması gerekir. Sonrasında da bu ilmi, ister şahsî ister aile hayatımız isterse toplum hayatı açısından nasıl amele dökeceğimiz, faydalı hâle getireceğimiz ve insanlığın istifadesine sunacağımız üzerinde durulmalıdır. Buradaki ilmi sadece dinî ilimlerden ibaret görmek, meseleyi daraltmak demektir. Müspet ilimlerle meşgul olanlar, yani tekvinî emirleri anlama istikametinde bir gayret ortaya koyanlar da elde ettikleri ilimlerin kendileri ve insanlık adına nasıl faydalı hâle getirileceği üzerinde durmalıdırlar. Zira mücerret nazariyelerden ibaret kalan bilgilerin kimseye bir faydası olmayacaktır.

Ayrıca hadiste zikredilen fayda hem dünyevî hem de uhrevî menfaatleri içine alır. Bu itibarladır ki elde ettiğimiz bilgileri nazarîde bırakmamalı, onlarla bir taraftan dünyamızı imar peşinde koşarken, diğer yandan da âhiretimizi ihya etmeye çalışmalıyız. Zaten sahip olduğunuz ilminizi insanlığın istifadesine sunar, onunla ruhunuzun abidesini ikame etme peşinde koşarsanız ortaya koyduğunuz bu ceht ve gayretlerin semeresi âhirette size döner.

Netice itibarıyla, ilimde asıl olan, pratiğe dökülerek onun faydalanılır hâle getirilmesidir. Allah Resûlü böyle olmayan ilimden Allah’a sığınmıştır.

2. Ürpermeyen Kalb

O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’a sığındığı ikinci şey, huşûu olmayan kalbdir. Huşû, insanın Allah karşısında iki büklüm olması, Allah’ı andığı zaman kalbinin ürpermesi ve tepeden tırnağa onda bir ihtizaz hâsıl olması demektir. Esasında, اِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُٓ۬ا “Ancak âlimler Allah’tan hakkıyla haşyet duyarlar.”10 âyetinin de açıkça bildirdiği üzere ilim, Allah’a karşı haşyeti gerektirir. Fakat buradaki ilim salt nazarî bir ilim olmadığı gibi, âlim de sadece nazarî bilgiye sahip kişi değildir. Bilgisinin gereğine göre bir hayat yaşamayan, bildikleriyle amel etmeyen kimsenin bir yönüyle cahilden farkı yoktur.

Önemli olan, elde edilen teorik bilgilerin marifete çevrilmesi, yani bir vicdan kültürü ve irfan peteği hâline getirilmesidir. Kul bu sayede Rabbini daha derinden duyacak ve daha çok sevecektir. Çünkü insan ancak çok iyi bilip tanıdığını sevginin gerçek mânâsıyla sevebilir. Bazı kimselerin Allah’a karşı muhabbetleri, aşk u iştiyakları yoksa Allah’ı yeterince bilmediklerinden, tanımadıklarındandır. Marifetullah ve muhabbetullahla doymuş bir kalbin Allah’a karşı haşyet duymaması mümkün değildir. Böyle bir insan sürekli temkin ve teyakkuz içinde bulunur, nâm-ı celîl-i sübhaniyi (Allah’ın yüce ismini) duyduğu zaman haşyetten tüyleri diken diken olur. Bu da likaullah’a (Allah’a kavuşma) iştiyak duygusunu tetikler. Yani kişi sürekli Allah’a kavuşacağı günü bekler. Fakat bir asker olarak dünyaya gönderildiğinin ve terhisin de kendi elinde olmadığının şuurunda olduğu için, terhis edileceği âna kadar sabırla, rızayla beklemeye devam eder. Bir taraftan iştiyakla ocaklar gibi cayır cayır yanıp kavrulurken, diğer taraftan şikâyet etmez, gam izhar eylemez. Ömrünü böyle bir ikilem içinde geçirir. İşte bütün bunlar bir yönüyle hikmetle, diğer yönüyle de huşûyla alâkalı meselelerdir. Zira haşyete, kalbin onarımı, imar ve ihyası gözüyle bakabiliriz. Dahası o, latife-i rabbaniyenin, sırrın, hafînin ve ahfânın canlı olması demektir. Bütün bunlar da mebde’de elde edilen nazarî ilimle, onun çok iyi değerlendirilmesiyle varılabilecek ufuklardır.

3. Doymayan Nefis

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) üçüncü olarak, doyma bilmeyen nefisten Allah’a sığınıyor. Nefis, yeme içmeye, gezip eğlenmeye düşkün yaratılmıştır. Obur insanlar gibi doyma bilmeyen bir iştahla yiyen, sürekli “hel min mezîd” (daha yok mu) diyen ve ne verirseniz verin yine de açgözlülüğünü sürdüren bir nefis, kendisinden Allah’a sığınılacak bir beladır. İnsan, nefsin heva ve heveslerini tatmin etmek için yaratılmamıştır. Onun aslî vazifesi ibadettir, kulluktur. Kâinatta yiyip içen, yan gelip kulağı üzerine yatan o kadar çok mahlûk vardır ki bu alanda insan gibi donanımı en yüksek seviyedeki bir varlığa lüzum yoktur.

Allah’ın, ahsen-i takvime mazhar ettiği insanın, bu mükemmel yaratılışla beraberinde getirdiği bir kısım sorumlulukları olmalıdır. Kur’ân, bu sorumlulukları yerine getirmeyen insanların hayvandan da aşağı bir derekeye düşeceklerini haber verir.11 Çünkü kıymetli bir şeyin bozulması, alelâde bir şeyin bozulması gibi değildir. Ne kadar lütufla serfiraz iseniz, bunların kadrini bilmediğiniz takdirde, mazhar olduğunuz lütuflar ölçüsünde ceremeye maruz bırakılırsınız. Harem odasına alınmışsanız, oranın erkânına riayet etmediğiniz takdirde sizi lobide de bırakmaz kapı dışarı ederler. Aynen öyle de, insan tefessüh ettiği vakit düz bir zeminde kalamaz, derin bir çukura düşer.

4. İcabet Edilmeyen Dua

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hadiste son olarak, icabet edilmeyen duadan da Allah’a sığınıyor. Allah (celle celâluhu) bir âyette, وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ى عَنّ۪ـى فَـاِنّ۪ـى قَر۪يبٌۜ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ “Kullarım Sana Beni soracak olurlarsa bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim.”12 beyanıyla dualara cevap vereceğini haber verirken başka bir âyette ise kullarını duaya çağırıyor: وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِۤي أَسْتَجِبْ لَكُمْ “Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin ki size icabet edeyim.”13

Burada şu hatırlatmayı yapmakta fayda var: Allah’ın, kullarının duasına icabet etmesi demek, istenilenleri her zaman aynıyla vermesi demek değildir. Çünkü bazen kulun istemiş olduğu şeyler, maslahatına aykırı olabilir. Dolayısıyla Allah, istediğinin daha güzelini vermek suretiyle kulunun duasına icabet eder. Bu, bir hastanın doktora, “Bana şu ilacı ver.” demesi gibidir. Doktor, hastanın istediği ilacı yararlı görmüyorsa onu değil, başkasını verir.

Öte yandan Tirmizî’de geçen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: إِنَّ اللهَ لَا يَقْبَلُ دُعَاءً مِنْ قَلْبٍ غَافِلٍ لَاهٍ “Allah (celle celâluhu) gafletle ve şuursuzca yapılan (ne dediğinin farkında olmayan) kalbin duasını kabul etmez.”14 Bu sebeple mü’mine düşen vazife, dualarına samimiyet ve ciddiyetle devam etmesidir. Öyle ki o, Allah’la arasındaki bütün engelleri bertaraf ederek kalbi ile doğrudan O’na yönelmelidir. Ağzından çıkan her bir sözü, taalluk ettiği mânâ itibarıyla mülâhazaya almalıdır. Her kelimeyi, kalbinin ritmine tesir edecek şekilde söylemelidir.

Dolayısıyla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), aslında gafletle ve şuursuzca dua etmekten Allah’a sığınmıştır diyebiliriz. Biz biliyoruz ki O, hiç böyle dua etmemiştir. Fakat diğer hususlarda olduğu gibi burada da rehberliğinin muktezası olarak bunları özellikle vurgulamıştır. Bizim gibi yolda kalmışlara, düşmüşlere, sürçmüşlere yol göstermektedir. Bize düşen de hiç bıkmadan, usanmadan, durmadan adap ü erkânına riayet ederek dua dua Allah’a yalvarmaktır.


9 Müslim, zikr 73; Ebû Dâvûd, vitr 32; Tirmizî, daavât 68.

10 Fâtır sûresi, 35/28.

11 A’râf sûresi, 7/179.

12 Bakara sûresi, 2/186.

13 Mü’min sûresi, 40/60.

14 Tirmizî, daavât 65; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/670.

-+=
Scroll to Top