KENETLENME

Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde, iman ve Kur’ân hizmetine gönül verenlerin birbirleri ile olan ilişkilerinin “tefânî sırrına” dayanması üzerinde ısrarla durur. O, tefânîyi, birbirinde fâni olmak; kendi nefsanî hislerini unutup kardeşlerinin meziyet ve güzellikleriyle fikren yaşamak şeklinde tarif eder.115 Biraz daha açacak olursak tefânî, birbirimize olan ihtiyacımızın farkına varma, kardeşlerimizin mazhar olduğu muvaffakiyetlere sevinme, yeri geldiğinde onları kendimize tercih edebilme demektir. Hiç şüphesiz böyle bir ufuk, İslam’ın emrettiği din kardeşliğinin oldukça ileri bir seviyesini teşkil eder. Böyle bir ruhla hareket eden kimseler birbirlerine sımsıkı kenetlenerek aralarında tam bir birlik oluşturacaktır. Birbirinde fâni olan kardeşler, bir kubbeyi oluşturan taşlar gibi baş başa verecek, kenetlenecek ve birbirlerini düşmekten koruyacaklardır.

Kur’ân-ı Kerim, bu kenetlenme meselesini nazarlarımıza şöyle verir: اِنَّ اللهَ يُحِبُّ الَّذ۪ينَ يُقَاتِلُونَ ف۪ى سَب۪يلِه۪ صَفّاً كَاَنَّهُمْ بُنْـيَانٌ مَرْصُوصٌ “Allah, O’nun yolunda, taşları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saflar hâlinde savaşanları, mücadele verenleri sever.”116

Sahîheyn’de (Buhârî-Müslim) geçen bir hadislerinde de Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mânâyı şöyle ifade eder: اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كالْبُنْيانِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا “Müminin diğer müminlerle münasebeti, bir binanın taşlarının münasebetine benzer; birbirlerine destek verirler.”117

Evet, böyle güçlü bir kenetlenmeden kuvvet doğar; baş başa verip birlikte hareket eden insanlar, şahsî güç ve kuvvetlerinin çok üzerinde başarılara imza atabilirler. Buna mukabil tek başına hareket eden, başkalarına itibar etmeden kendi imkânlarıyla bir şeyler yapmaya çalışan kimseler kısmen muvaffak olsalar da onların bu başarıları devamlı ve geniş tesirli olmayacaktır. İşte bu kabiliyetler başka kabiliyetlerle ele ele verir, sahip oldukları istidat ve kabiliyetleri, güç ve imkânları bir araya getirir ve aynı hedefe doğru hareket ederlerse nice zorlukların üstesinden gelebilir, aşılmaz zannedilen tepeleri aşabilirler. Tarih, bunun örnekleriyle doludur.

Böyle bir kenetlenme, hem bizim kuvve-i maneviyemizi takviye edecek, düşmeden, dağılmadan geleceğe yürümemizi sağlayacak hem de başkaları için bir çekim gücü oluşturacak, atmosferimizi bir cazibe merkezi hâline getirecektir. Pek çok insanın aynı duygu ve düşünce etrafında bir araya gelip birbiriyle kenetlenmesi başkalarının da dikkatini celbedecek, özellikle kitle ruh hâletiyle hareket eden kimseleri kendine çekecektir. Her şeyden önemlisi böyle bir kenetlenme, âyetin ifadesiyle, ilahî muhabbeti, o da ilahî inayeti celbeder. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir başka hadislerinde şöyle buyurmuştur: يَدُ اللهِ مَعَ الْجَ??َاعَةِ “Allah’ın rahmet ve inayet eli cemaat ile beraberdir.”118 Cenab-ı Hak yardım ve inayetini şart-ı âdi planında bizim kenetlenmemize bağlamışsa, böyle bir kenetlenme sağlanamadığı takdirde o yardımdan mahrum kalınacak demektir. Ancak kenetlendiğimizde ilahî inayet bizi kuşatır. Ayrıca O’nun inayeti altında olan insanlara kimse zarar veremez. Onlar tüm engelleme çabalarına rağmen ilahî inayetle durmadan, duraksamadan hedeflerine doğru yürürler.

Meselenin bir başka yanı da şudur: Bazı âyetlerin işaret, bazı hadislerin de tasrih ettiği üzere ümmet-i Muhammed, hata üzerinde ittifak etmez.119 Dinî hükümlerin tespitinde icmânın bir delil olarak kullanılmasının önemli bir sebebi de budur. Aynı şekilde Kur’ân’ın ‘şûrâ’yı, mümin bir toplumun en bariz vasıflarından biri olarak ortaya koymasının arkasında da aynı temel espri yatar. Zira kafa kafaya verip belli meseleleri birlikte müzakere eden kimselerin yanılma oranları tek bir kimseye göre çok daha uzak bir ihtimaldir. Farklı fikirlerin çarpışmasından hakikat ortaya çıkar. Bazen bir kişinin fikrinden yüzlerce insan istifade eder. Heyetteki her bir insan, konuşulan mevzuya kendi birikimiyle katkıda bulunur. Kararlarında isabet etme, bir binanın tuğlaları gibi birbirine kenetlenmek suretiyle cemaat şuuru kazanmış bir topluluğa Allah’ın özel bir lütfu olabilir. Yani bir araya gelip birlikte hareket edebilen insanlara Allah hususi inayet ve teveccühte bulunur, onları muvaffak kılar, dalalete ve büyük yanılgılara düşmekten korur.

Buna karşılık, münferit hareket eden kimseler daha fazla yanılmaya maruz kalırlar. Fertler dâhi bile olsalar bu böyledir. Çünkü insan ne kadar zeki ve bilgili olursa olsun onun yine de ilmi ve fikri, tek kişinin ilim ve fikri olmakla sınırlıdır. Tek bir insan, bütün olayları, bütün detayları her an göremeyebilir. Üstelik fertler karar ve tercihlerinde nefislerinin, hevalarının tesirinde kalabilirler. Bu yüzden, büyük karizmaların fikirlerine, dahiyane projelere değil, bir gaye-i hayal etrafında kilitlenmiş fertlerin meşveret neticesinde ulaştığı neticelere itimat etmeliyiz.

Tefânî, kenetlenme, kardeşlik yapılan hizmetlerde başarıya ulaşma adına çok önemli vasıflar, çok önemli disiplinlerdir. Ne var ki böyle bir kenetlenmenin, bu seviyede samimi bir kardeşliğin meydana gelmesi de akabinde oluşan vahdet ruhunun korunması da kolay değildir; ölesiye gayret gerektirir. Bunun için fertlerin ciddi bir eğitimden geçirilmesi gerekir. Dikkat edilmediği takdirde zamanla işin içine haset ve kıskançlık duyguları girebilir, enaniyetler çarpışabilir, çatışma ve ihtilaflar baş gösterebilir. Belli paye ve makamlara gözlerini diken insanlar oraya ulaşmak için görünme, bilinme ve kendini ifade etme arzusu içine girebilirler. Başarılarını nazara vermek suretiyle göz doldurmaya çalışabilirler. Ehl-i dünya arasında bu tür şeyler çok yaşandığı gibi, iman ve Kur’ân hizmetine gönül veren insanların arasında da olabilir. Bunlar benim ciddi endişe ettiğim hususlardır.

Mümin, kendi fazilet ve meziyetlerini “hafâ” türabına (gizlilik toprağına) gömme noktasında kararlı olmalı, başkalarının yaptığı en küçük hizmetleri dahi alkışlamalı, takdir etmeyi bilmeli. İstenilen, beğenilen bir yere koyacaksa, kendini değil başkalarını koymalı; maddî manevî makamlara sahip olma hususunda hep kardeşini, kendine tercih edebilmeli. Hasetten ve onun sebebiyet vereceği hınç, kin ve düşmanlıklardan korunma adına da kimsenin gıpta damarını tahrik etmemeli, kendi fazilet ve meziyetlerimizi öne çıkarmaya çalışmamalıyız. “Bendeniz şöyle konuşmuştum, böyle demiştim, şöyle yazmıştım, şunları yapmıştım.” gibi şeyler söylediğiniz zaman başkalarının kalblerinin derinliklerindeki kıskançlık duygularını tahrik edersiniz. Zira siz kendinizi azıcık öne çıkarınca başkaları, bundan rahatsızlık duyar. Bu, insanın çok zayıf bir damarıdır. Hem kendini öne çıkarmak ister hem de başkalarının kendilerini öne çıkarmasından rahatsız olur. Siz kendinizi anlatmaya başladığınızda bundan rahatsız olmayacak, kıskançlık duygularını baskı altına alabilecek insan sayısı çok azdır.

Şu kadar var ki, insanları takdir etme, onların başarılarını nazara vererek onları alkışlama, bununla onları daha fazla hayır yapmaya teşvik etmenin yanında; Allah’a karşı kimseyi tezkiye etmeme (temize çıkarmama), övgüyü kaldıramayacak kimseleri methetmek suretiyle onların sırtına, altından kalkamayacakları bir ağırlık yüklememe de temel disiplinlerimizdendir. Bir şey anlatırken mübalağaya girmeme, kimseye kâmet-i kıymetinin üstünde değer atfetmeme ve bütün sözlerimizin realiteye uygun olmasına dikkat etme de… Dinimizin koyduğu bu ölçülere aykırı hareket edersek maksadımızın aksiyle tokat yiyebiliriz.

İslamî ahlakın, İslam’a göre yaşamanın en önemli dinamiklerinden olan istikamet; ifrat ve tefritten, her türlü aşırılıktan uzak durma ve her şeye gerektiği ölçüde önem atfetme demektir. İşte bu mânâda “sırat-ı müstakim” erbabı her şeyi yerli yerine koyar. Mübalağalardan, insanları kaldıramayacakları şekilde sena etmekten uzak durduğu gibi, yapılan güzellikleri de görür, o güzelliklere vesile olanları –yukarıda zikredilen esaslara riayet ederek– takdir etmesini de bilir. Zira başkalarının yapmış olduğu hayırlı hizmetlerden bahsetme, onları sena etme, minnetle anma ve duada yad etme, kadirşinaslığın bir gereğidir. Böyle bir kadirşinaslık, insanları hayır hususunda daha da cesaretlendirecek ve motive edecektir. Bunlar, hasedin önünü alma ve kardeşliği muhafaza etme adına önemli ölçütlerdir.

Diyelim ki bir yerde i’lâ-yı kelimetullah yolunda koşturan bir kardeşimiz var. Gerçekten hepimizin yüzünü güldürecek güzel işler yapıyor. Siz, bir yolunu bulup onun meziyetlerini öyle bir anlatmalısınız ki o, kendini anlatma ihtiyacı duymasın. Belki böyle biri, kendi yaptıklarını anlatma niyeti içindedir, hatta bunları kafasında planlamış, kurgulamıştır. Siz onun yaptıklarını öyle bir nazara verirsiniz ki ona anlatacak bir şey bırakmazsınız. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de ihlas düsturlarını sayarken, kardeşlerinin meziyetleriyle şâkirâne iftihar etme prensibi üzerinde duruyor.120 Evet, bir meziyeti öne çıkaracak, onunla iftihar edeceksek bu, kendi meziyetlerimiz değil, kardeşlerimizin meziyetleri olmalı. Kendimizden bahsetmek yerine kardeşlerimizden bahsetmeliyiz. Böyle bir tavır hem hasedin önünü alacak hem bizi gurur ve kibirden koruyacak hem de kardeşlerimizle aramızdaki birlik ruhunu perçinleyecektir.

Bunlara dikkat etmeyecek olursak hasedin, gururun, çekişme ve kavgaların önüne geçemeyiz. Aramızdaki birlik ve beraberliği muhafaza edemez, vifak ve ittifak içinde hareket edemeyiz. Bunlar da hem sevaplarımızı alır götürür hem de yaptığımız güzel işlerin yümn ve bereketini. Yürürüz, yürürüz ama yol alamayız vesselam.


115 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar, s.204 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur).

116 Saff Sûresi, 61/4.

117 Buhârî, salât 88; mezâlim 5, edeb 36; Müslim, birr 65.

118 Tirmizî, fiten 7; Nesâî, tahrim 5.

119 İbn Mâce, fiten 8; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.367

120 Bediüzzaman, Lem’alar, s. 203 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur).

-+=
Scroll to Top