Keramet

Bu bölümde Zümrüt Tepelerin konusu sadece keramet olacaktı; ancak onunla mucize arasında, cereyan ve zuhur keyfiyeti açısından ciddî bir paralellik bulunduğundan, kuşbakışı da olsa evvelâ “mucize” deyip sonra esas konuya geçmeyi düşündük.

Âciz bırakmak, acze düşürmek mânâlarına gelen “i’câz” sözcüğünden türetilmiş “mucize” nübüvveti tasdik, dini teyid ve mü’min kalblerde itminan hâsıl etmeye matuf, peygamberin eliyle Allah’ın yarattığı harikulâde hâl, olağanüstü söz ve tavır demektir; bu hâl ve tavrın nübüvvet davasına iktiran etmesi de onun en önemli şartıdır. Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i Sahiha ve kütüb-ü sâlife, enbiyâ-i izâma ait pek çok mucizeden bahseder ve onlara inanıp inanmamanın akıbeti ile alâkalı bir hayli de örnek sergiler. Ben şimdilik o hususa temas etmemeyi düşünüyorum.

Keramete gelince o, ihsan, lütuf, cömertlik mânâlarına gelen “kerem” kelimesinden türetilmiştir ve Allah’ın halk etmesiyle hak dostlarından sâdır olan fevkalâde hâl, söz, davranış, nazar, teveccüh ve tesir demektir. Biraz daha açalım: Peygamberlik davasına mukarin fevkalâde hâllere şeriat lisanında “mucize”; hak bir dine mensup ve “tezkiye-i nefis”, “tasfiye-i kalb”e muvaffak olmuş bir veliden sudur eden olağanüstü hâle/hâllere “keramet”, iman ve amel-i salihe iktiran etmeyen böyle harika bir hâl, söz ve tavra da “istidrac” denilegelmiştir ki, bu son husus bazen herhangi bir dine mensup olmayan fasık ve facir kimselerin eliyle de ortaya konabilir ve bu onlar için Allah’ın bir mekri, başkaları için de bir imtihandır.

Diğer bir ifade ile keramet, Allah’ı seven, O’na itaat eden ve O’nun tarafından da sevilen veli kullara, mucizenin gölgesinde bahşedilmiş ekstra bir ikram ve peygambere ittibaa Cenâb-ı Hakk’ın özel teveccühünden ibaret bir harikadır. Ehlullah, böyle bir harikayı, tıpkı mucizeler gibi mânevî ve kevnî keramet diye iki bölümde ele almışlardır:

1. Mânevî keramet ki, ehlullaha göre kâmil iman, salih amel, sağlam mârifet, yürekten muhabbet ve Hakk’a tam merbûtiyetten ibaret bir hâldir ve keramet dendiğinde hak dostlarının büyük çoğunluğunun üzerinde durduğu da işte bu tür bir ikram-ı ilâhîdir. İlimdeki bereketi, irşaddaki müessiriyeti, Hakk’ı sevip sevdirmedeki gayreti, ruh-u revân-ı Muhammedî’nin (aleyhi ekmelüttehâyâ) dört bir yanda şehbal açması istikametinde ortaya konan azm ü ikdam ve performansı da bu kabîl ikramlar içinde zikretmek mümkündür.

2. Kevnî kerametlere gelince onlar; az bir yiyeceği çoğaltma, hiçbir şey yiyip içmeden günlerce aç durabilme, çok kısa bir zamanda oldukça uzun mesafeleri kat etme; havada uçma, batmadan suda yürüme; uzaktan bazı cisimleri hareket ettirme ve benzeri şeylerdir ki, bunların hiçbiri hak dostlarınca birer meziyet kabul edilmemiş; hele asla arkalarına düşülmemiş ve kendi kendine talepsiz gelenlerin de elden geldiğince gizli tutulmasına çalışılmış; hatta Hak kapısının sadık bendeleri çok defa böyle bir harikanın istidrac da olabileceği endişesiyle tevbe, inâbe ve evbe ile Allah’a teveccüh etmiş ve hâlis tevhid adına “ahd ü peyman” yenilemesinde bulunmuşlardır. Dahası, bunlardan bazıları, kevnî kerametleri çocukları eğlendiren oyunlara benzetmiş ve onlara iltifat etmeyi asla düşünmemişlerdir. Ahmed Rifâî Hazretleri bu tür harikaların, kadınların aybaşı hâllerini gizledikleri gibi gizlenmesi lâzım geldiğini söylemiş ve daha çok Sünnet yolunu nazara vermiş; benzer bazı büyükler ise, daha da ileri giderek, havada uçmayı, batmadan suda yürümeyi birer hayvanî tavır olarak görmüş ve asıl kerametin kesintisiz Allah’ın rızasına müteveccih bulunmada olduğunu ifade ederek bunun dışındaki bütün fevkalâdeliklerden iradî olarak uzak durmaya çalışmışlardır; çalışmış ve “Allahım, sırrımı Zât’ına âşina kıl ve beni sırlarının âşinası kılarak imtihan etme!” demiş, âdeta, iman, mârifet ve muhabbetin dışındaki bilumum harikulâde hâllere ve hatta zevk-i ruhanî gibi mazhariyetlere karşı kapalı kalmayı tercih etmişlerdir.

Gerçi kerameti de, bir teveccüh ve bir ikram-ı ilâhî olarak görüp hamd ü senâ vesilesi yapmak mümkündür; ama, müzekkâ olmayan nefisler için böyle bir şeyin fahre, gurura bâdî olması da her zaman ihtimal dahilindedir. Bu itibarla da, şayet Allah’a yakın durmanın bir semeresi sayılan böyle bir ikram ve ihsan bazı ahvâlde Hak’tan uzak düşmeye sebebiyet veriyorsa, O’nun yakınlığı hatırına mânevî hazlar dahil, O’ndan gayrı her şeyden kalben uzak bulunmaya çalışmak, daha az hatarlı olsa gerek.

Mucize ise öyle değildir, her şeyden evvel o, peygamberlik davasında nebinin doğruluğunu tasdik, hasımları ilzam ve dostları da teyide matuf olduğundan risaletin ruhuyla alâkalıdır ve sahib-i risaletin onu iş’âr ve izhar etmesi lâzımdır. Zira nübüvvet davası dinin temel esası, diyanetin de en önemli dayanağıdır. Mucize ise, işte bu esası iş’âr ve bu dayanağı tenbih etmek için ortaya konmuştur ve dolayısıyla da ilzam edici bir mahiyeti haizdir. Ayrıca mucizenin; mü’minleri teyid ve takviye etmesi, böyle bir harikanın müşâhedesi İslâm’ı seçecek fıtratlar için bir delil, bir işaret olması, münkirlerin de bahanelerini ellerinden alması ve onların seslerini kesmesi gibi daha başka faydaları vardır; bu itibarla da kerametin aksine onun izharı zarurîdir.

Bugüne kadar, mucizenin mânâ, muhteva ve türleriyle alâkalı bir hayli “Delâil” yazılagelmiştir –On Dokuzuncu Mektub’u da bu tür Delâil’den saymak mümkündür– ve bunların hemen çoğu da mevsuktur. (Efendimiz’le alâkalı mucizeleri merak edenler onlara müracaat edebilir.) Biz şimdilik burada Mevlâna Şiblî’nin Asr-ı Saadet serisinden –tercümesi Ömer Rıza Bey’e ait– Efendimiz’in (aleyhisselâm) ruhanî hayatıyla alâkalı bir bölümü özetleyerek arz etmenin yeterli olacağını düşünüyoruz. Şiblî şöyle diyor:

“Maddî âlemin muttarid hâdiselerinden sayılan gündüzleri gecelerin, baharları da kışların takip etmesi, baharda yazda çiçeklerin açılması, ağaçların meyve vermesi, semada yıldızların âhenkli ve bir hesaba bağlı hareket etmesi gibi kanunlar ve disiplinler olduğu misillü, ruhaniyat âlemlerinin de kendilerine göre bir kısım kanunları ve kuralları vardır; evet, güneş, ay, yıldızlar ve yerküre üzerindeki hâdiseler, onlarla alâkalı vaz’edilmiş kanunlar çerçevesinde hep bir ıttırad arz ettikleri gibi hidayet-dalâlet, rahmet-azap, risalet ve ona müteallik hususlar da ilâhî bir kısım kurallara mukarin olarak cereyan ederler: Peygamberler Allah tarafından seçilir ve O’nun tayin buyurduğu zamanlarda gönderilirler. İnsanlar onları ya kabul eder veya tekzibde bulunurlar. İnananlar kurtulur, inanmayanlar da haybet ve hüsrana uğrarlar. Böyle bir mücahede esnasında Allah, bizim idrak ve anlayışımızın çok çok üstünde, seçip gönderdiği o üstün insanların elleriyle bir kısım harikalar yaratır/yaratmıştı…

Ne var ki biz, baharda çiçeklerin nasıl var olduklarını, nasıl açtıklarını; ağaçların nasıl bizim ihtiyacımız olan meyveleri verdiklerini; yıldızların neden belli yörüngelerde hareket ettiklerini; ağaçların niye tohuma dayandığını, tohumların nasıl meydana geldiğini ve aldığımız gıdalarla bünyelerimiz arasındaki sırlı alışverişi tam bilemediğimiz gibi, peygamberlerin de neden peygamber olarak seçildiklerini, neden değişik zaman dilimlerinde gönderildiklerini, işin “hakikat-i nefsü’l-emriye”sine uygun olarak anlayamayız; biz ancak, belli zamanlarda, belli kavimlere peygamberlik vazifesiyle belli kimselerin seçilip gönderildiğini ve onların bir kısım inkılâplar gerçekleştirdiklerini.. ve ısrarla iman, islâm gibi esaslar üzerinde durduklarını bilebiliriz.

Haddizatında peygamberlerin peygamber olarak zuhurları dahi birer mucizedir; evet, onların her hâlleri ve tavırları nübüvvetlerine sessiz birer şahit gibidir. Gözleri açık olanlar çok defa başka herhangi bir hususiyete ihtiyaç hissetmeden onları hemen anlayabilmiş; sağır olmayanlar mesajlarından onları tanıyabilmiş ve akıllarını kullananlar da mutlaka onları tasdik edegelmişlerdir. Hemen her devirde bu ölçüde duyan, gören ve idrak edenlerin yanında, bir hayli de düşük seviyeli kimseler olmuştur. İşte Allah, idrak ufukları böyle olanları da mahrum etmemek için peygamberlerin elleriyle onları irşad ve münkirleri de ilzam ve ifham edici bir kısım harikalar yaratıp ortaya koymuştur. Zaten mucizeler de daha çok bu gibi hususlara ve bu tür insanlara karşı izhar ediliyordu. Yoksa, sîret, ahlâk ve karakterleri itibarıyla peygamberleri tanıma bahtiyarlığına ermiş olanlar arasından hiç de mucize talebinde bulunan çıkmamıştı.

Hz. Musa karşısında Harun ve Yuşa gibi müstesna fıtratlar; Hz. İsa çevresindeki bir kısım Havârîler ve Efendimiz’in (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm) ashabından “sabikûn u evvelûn” hiçbir zaman mucize isteğinde bulunmamış; onları sadece sıdkları, güvenilirlikleri, tebliğ hassasiyetleri, masumiyetleri, yanıltmayan fetanetleri, halkla muamelelerindeki istikametleri, başkaları için yaşama cehdleriyle tanımış ve tasdik etmişlerdi.

Evet, bunların mucize istekleri olmamıştı; istemedikleri hâlde zuhur eden harikulâde hâlleri de Cenâb-ı Hakk’ın bir teveccühü sayarak daha bir şahlanmış ve artan bir güvenle yürümüşlerdi yollarına.

Nemrutlar, Firavunlar, Ebû Cehiller ise sürekli mucize isteyip durmuş; ama, nârın “berd ü selâm”a dönüşmesi1; üzerlerine tufanların gelmesi, her tarafı çekirge, kurbağa, haşerenin sarması, suların kan gölüne dönmesi2 ve ayın parçalanması3… gibi mucizeleri gördüklerinde de “sihir” deyip4 yine temerrütlerine devam etmişlerdi. Şüphesiz bu mucizeler sayesinde, Hz. Musa karşısındaki sihirbazlardan, Hz. Mesih’e yakın duran havârîlerden ve Peygamberimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) görme şerefine eren bahtiyarlardan bir hayli iman eden de olmuştu; ama, inkârcılar da inkârlarında kararlıydılar. Ne var ki, bu türlü olağanüstü ilâhî icraat sayesinde imanı daha bir güçlenen, yakîn seviyesi yükselen ve itminanları artan insan sayısı az değildi.”

Şiblî mucizelere, onlarca sayfa ayırarak çok ciddî tahşidatta bulunduktan sonra, konuyla alâkalı değişik çevrelerden gelen itirazlara da cevaplar verir ve düşüncelerini –üslûp bize ait– şöyle hulâsa eder:

1. Mucize, peygamberlik sıfatlarını haiz, nübüvvet seciyesiyle serfiraz mümtaz bir insan vasıtasıyla yaratılan ve meydana geldiği şartlar itibarıyla esbab ve ileli idrak edilemeyen harikulâde bir hâdisedir.

2. Bu gibi vak’alar olağanüstü olsalar da imkânsız değillerdir; meydana geliş keyfiyetiyle ender görülseler de Kudreti Nâmütenâhî tarafından yer yer izhar buyurulmuş ahvâldendirler.

3. Gerçi bu tür hâdiseler, bildiğimiz tekvînî emirler gibi bir ıttırad arz etmezler; ama, o ıttırad biraz da bizim bakış ve değerlendirmelerimizle alâkalıdır. Aslında, kâinatta halk, ibdâ’, inşâ, ihyâ, imâte adına vuku bulan her şey birer mucizedir; ancak, enbiyânın eliyle ortaya konan harikaların cereyan çizgisi farklıdır.

4. Ayrıca iman, her zaman haricî bir tesirât ile vücuda gelmez; görme başka, ihata etme başka; bunları insafla değerlendirmek ise tamamen başkadır. İnanmaya gelince o, önyargısız bakıp değerlendirebilen insanların vicdanlarında ilâhî meşîetle parıldama hususiyetini haiz bir ruh ve bir mânâdır. Sırf zâhirî sebeplerle onu iş’âle de kimsenin gücü yetmez.

5. Kalbde böyle bir ruh ve mânânın meydana gelmesi, biraz da gaybe imana açık olmaya bağlıdır. Mütekebbir mütemerritler, zalim münkirler, çarpık yorumcular ve bâtıl taklitler ağında emekleyip duranlar ekstra bir inayet olmazsa asla inanamazlar.

6. Bir vicdan gaybe açık duruyor ve inanmaya da hazırsa, artık o, mucizeye de inanır, onunla verilmek istenen mesaja da.5

* * *

Konuyla alâkalı Hamdi Yazır’ın mütalâası da arz edilmeye değer mahiyettedir. Allâme Hamdi Yazır tefsirinde, mucizeyi kabul etmeyen düşünür ve filozoflara karşı oldukça ciddî bir müdafaa serdettikten sonra özetle şu tespitte bulunur:

“Bizim bilgilerimizin en sağlam esası sayılan ‘illiyet ıttırad’ları (sebep-sonuç çerçevesinde hâdiselerin bidüziye cereyanı) hakkındaki malumatımız ne tam ne de mutlaktır. Aksine, bizim bu konuyla alâkalı bütün bilgilerimiz cüz’î ve nisbîdir. Bu itibarla da, bilmediğimiz bir kısım illet ve âdât-ı ilâhiyeye ait kuvveleri inkâra hakkımız olmamakla beraber, bunları birer küllî esas kabul ederek ‘Falan şey asla olmaz.’ demeye ve Mutlak Kudret’e acz isnat etmeye de hakkımız yoktur. Aslında ruhu bir tarafa bırakalım, bir ışığın parlamasıyla sönmesi arasındaki sürat bile bize, ne kadar seri bir şekilde yaratılıp yok olmaların cereyan ettiğini göstermektedir. Ne var ki, kalbleri kaskatı hâle gelmiş olanlar bütün bu mümkin şeyleri görmez de dar kafalarının almadığı ve takılıp kaldıkları her noktada hemen ümitsizliğe düşüp boğuluverirler. Hele bunlardan bir sınıf vardır ki onlar, arzu ve isteklerine ters gelen hak da olsa, hakikat de olsa kat’iyen kabule yanaşmaz da onunla mücadelede bulunmak için her haksızlığı irtikap edebilirler. İşte bunlar birer firavundur ve onların bu hâline de firavunluk denir.”6

Bugüne kadar insanlık bir sürü firavuna şahit olmuştur; kendini ilâh sananlardan madde ötesi her şeyi inkâr edenlere, insanları halâyık gibi kullananlardan onları hayvan şeklinde görenlere, düşünce ve söz hürriyetine yasak koyanlardan, din ve diyaneti hafife alanlara, kevnî ve mânevî harikaları görmezlikten gelenlerden Kudreti Nâmütenâhî’ye karşı küfre sapanlara kadar bir sürü firavun. Böyleleri, iddialarının hiçbir mantığı olmasa da, kaba kuvvetle şuursuz kitlelere ve eğitimsiz yığınlara pek çok isteklerini her zaman kabul ettirebilmişlerdir. Bunlar, yapmayı düşündükleri şeyler hakkında muhakemeye asla lüzum hissetmemiş; sürekli kuvvete başvurmuş, kuvveti hakkın önünde görmüş ve düşlerini hep kelle alarak gerçekleştirmeyi düşünmüşlerdir. Bunlar öyle asi ruhlardır ki; ne Allah tanır ne de peygamber bilirler; ne risalet kabul eder ne de mucizeye saygı duyarlar. Aslında bunlar, hem bütün varlığa karşı hem de varlığın arkasındaki Kudreti Sonsuz’a karşı birer saygısızlık örneği ve birer hilkat garibesidirler; ama, kimseye düşünme fırsatı vermedikleri için mahiyetlerini tahlil imkânı da bulunmamaktadır. Böylelerinden bir şey olabileceği mülâhazasıyla zamanı israf edip onlarla meşgul olmaya değmez; insanları ısırmamaları için sadece tahrik etmemek ve tepki almamak yeter zannediyorum. Mucize de keramet de önyargısız insanlara Hakk’ın birer lütuf tecellîsi ve fıtrî meyilleri harekete geçirme ameliyesidir. Tabiat deformasyonuna uğramış kimselere onların bini bile hiçbir şey ifade etmez.

Mucize de keramet de birer harikulâde hâl ve hâdise olmaları itibarıyla birbirine benzeseler de temelde farklı mazhariyetlerdir:

1. Mucizât, enbiyânın sıdkına delâlet eden fevkalâde bir hâl olup, görüp iman edenlerin kurtuluş vesilesi olmasına; mağrurların, mütekebbirlerin ve temerrüt gösterenlerin de helâketlerine sebebiyet vermesine mukabil; keramât, nübüvveti sabit bir peygambere ittibaa, Cenâb-ı Hakk’ın bir teveccüh ve iltifatıdır.

2. Mucize, nübüvvet davasını isbat, münkirleri de ilzam u ifham için izhar edilir; keramet ise, herhangi bir zaruret bulunmadığı sürece bir sırr-ı ilâhî olarak ketmedilir/ketmedilmelidir.

3. Mucize, dava-i nübüvvete delil olduğu gibi, gönülleri ilâhî mesaja uyarma hedefli fevkalâdeden öyle bir lütuftur ki, onu gören veya emin bir kanaldan işiten hemen herkesi bağlar; keramet ise, sadece ona mazhar olan şahsa râci bir teveccühtür ve bağlayıcılığı da söz konusu değildir.

4. Nebi, bir mucize izhar ederken, Allah’ın onun eliyle ortaya koyduğu o harikulâde hâl, tavır ve söze rahatlıkla “Bu bir mucizedir.” diyebilir, hatta onu izhar mecburiyetindedir; ama bir veli, seviyesi ne olursa olsun, kendinden sâdır olan bu kabîl olağanüstü hâllerin keramet olduğunu iddia edemez. Böylesi bir iddia ve hüküm bir yana, çok defa uhrevî semerâtı dünyada harcıyor olma endişesiyle veya o hâlin bir istidrac olabileceği korkusuyla tir tir titrer.

5. Mucize sahibi, mucizesiyle misyonunu seslendirir, onu Hak namına değerlendirir ve o harikulâde hâli, şer’-i şerif adına söyleyeceği teşriî esaslara birer basamak yapar; ehlullaha gelince onlar, bütün mevhibe ve varsa vâridlerini tâbi bulundukları peygamberin mucizelerinin bir izdüşümü şeklinde görür ve ona bağlarlar.

6. Mucize, dinin hayatî bir rüknü olan nebinin nübüvvetini, mesajının da hakkaniyetini işaretler; keramet, ikram ve değişik mânevî keşifler ise, nübüvveti müsellem o nebiye ittibaın semeresi olarak değerlendirilir.

7. Mucizede, onu gösteren zatın sadık, emin, masum, kusurdan müberrâ, sahib-i fetanet, vahiyle müşerref ve o harika hâlinin de nübüvvet davasına mukarin olması esasının bulunmasına mukabil, keramet ehli için son vasıf asla söz konusu olmadığı gibi böyle birinin diğer hususları da bitemamihâ haiz olması şartı söz konusu değildir.

Daha önce de kısmen işaret edildiği gibi, nebi, Allah’ın yaratmasıyla harikulâde şeyler izhar eder ve bütün bunların birer mucize olduğundan gayet emindir; veli ise, kerameti kasda iktiran etsin etmesin, kendisinden sâdır olan olağanüstü hâlleri kuşkuyla karşılar; zira, özel bir irşad ve i’lâm söz konusu değilse, bunların birer ibtilâ ve imtihan olmaları ihtimal dahilindedir ve böyle bir imtihanın da kaybedileceğinden her zaman korkulmalıdır.

Vâkıa, bir kısım hak dostları bazen bir zaruret veya ihtiyaca binaen, bazen de din ve diyanet adına veya hâle mağlup olarak, Allah’ın murad buyurduğu ve yarattığı çerçevede bir kısım harikulâde şeyler izhar edebilirler; ancak veliler, böyle bir mazhariyeti bağlı bulundukları nebiye intisaplarına bir mükâfat olarak değerlendirmelidirler ve kat’iyen onu şahsî bir krediye çevirmemelidirler. Keramet, ister bir hak dostunun kasd ve iradesine iktiran eden bir harika olsun, ister onun hiçbir dahli olmadan sürpriz bir ihsan ve ikram şeklinde tecellî etsin, zuhur keyfiyeti itibarıyla büyük ölçüde mucizeye benzer: Meselâ, aç kaldığında yiyecek bir şeyler ikram edilmesi; susadığında kendisine fevkalâdeden su verilmesi; muharebe anında olağanüstü hâller izhar etmesi; yol alma konusunda “tayy-i mekân”a mazhar olması; birkaç dakika içinde çok işler görebilecek şekilde “bast-ı zaman” yaşaması; yeni ölmüş cenazelere, muvakkaten dahi olsa Allah’ın izniyle hayat üflemesi; batmadan bir ırmak veya denizde yürümesi; Süleyman (aleyhisselâm) misali havada uçar gibi seyahat etmesi… türünden mucizelere benzer kerametler her zaman söz konusu olagelmiştir.

Peygamberlerin, bu türden ve daha başka yollarla gerçekleşmiş mucizelerini Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha açık seçik söylüyor. (Bir başka münasebetle Efendimiz’in mazhar bulunduğu kevnî mucizeler üzerinde müstakillen durulabilir.) Evliyâ-i kirâmın harika hâl, tavır, söz ve –biiznillâh– tasarruflarını da tabakat kitapları, hilyeler ve menkıbe risaleleri ifade ediyor. Biz burada konuyla alâkalı sadece bir iki küçük misal serdetmekle yetineceğiz:

1. Hz. Mesih’in ölüleri ihyâ etmesi7 türünden, ehlullahtan Ebû Ubeyd el-Büsrî, Şeyh Ehdel ve Şah-ı Geylânî… gibi mümtaz zatların da kerametleri olduğundan bahsedilir: Ebû Ubeyd, cihad esnasında ölen atı için Allah’a yalvarır ve Cenâb-ı Hak da onun atını yeniden diriltir. Şeyh Ehdel, ölmüş kedisine seslenince Allah’ın izniyle kedi doğrulur ve şeyhin yanına gelir. Abdulkadir Geylânî, pişmiş ve yenmiş tavuğun kemiklerine قُمْ بِإِذْنِ اللّٰهِ8 deyince, tavuk toparlanır, ayağa kalkar…9 Bunlar sadece bir iki misal.. menkıbe kitaplarında daha nice şeyler anlatılır…

2. Cansız cenazelerle konuşma mevzuunda, Ebû Saidi’l-Harrâz ve Şah-ı Geylânî Hazretlerine ait menkıbelerden söz edilir…

3. Bunlardan başka suyun yarılıp hak dostlarına geçit vermesi; kendilerine öldürücü zehir içirildiği hâlde ölmemeleri; bir yerden bir yere giderken yolların dürülmesi; vahşi hayvanların gelip onlara inkıyat etmesi; dualarının anında kabul görmesi; haram yiyip içmelerine fırsat verilmemesi; çok uzak yerlerde cereyan eden hâdiseleri –Allah’ın izniyle– müşâhede etmeleri ve düşmanların fenalıklarından korunmaları… gibi enbiyâ-i izâmın mucizelerinin gölgesinde cereyan etmiş ve eden bir hayli harika hâdise vardır ki, bunların hepsi kerametin hak olduğunu ve bir kısım hak dostlarının bu kabîl ikramlarla şereflendirildiğini gösterir/göstermektedir.

Aslında, peygamberlikle serfiraz kılınacağı ana kadar Efendimiz’den (aleyhi ekmelüttehâyâ) sâdır olan fevkalâde hâller ve şöyle-böyle O’nunla münasebeti bulunan olağanüstü olaylar da “irhâsât” unvanıyla bu kabîlden birer keramet mânâsı taşımaktadır. Ne var ki, veliler eliyle ortaya konan ve yüksek birer pâye nişânesi sayılan bütün o kerametler, ikramlar, ihsanlar ve ekstra lütuflar, nübüvvet pâyesinin gerçek vâridât ve mevhibelerine nisbeten birer “mebâdî” mahiyetindedirler ve tamamen tâbi bulundukları nebinin harikalara açık atmosferinden takattur etmiş birer damla sayılırlar. Bu itibarla da hak dostları, bu kabîl teveccühleri hiçbir zaman kendilerini ifade etme yolunda kullanmayı düşünmez; bu tür mülâhazalar arkasına düşmez; Allah’la olan kulluk münasebetlerini, bunları kendi hesaplarına değerlendirmekle soldurmaz; talepsiz, kendi kendine gelen ikramları elden geldiğince ketmetmeye çalışır; hatta bir imtihan ve ibtilâ olabilecekleri endişesiyle hemen Rabbileriyle münasebetlerini gözden geçirmeye durur; O’na “tahsis-i nazar” ameliyesini bir kere daha yeniler ve “rıza” der inlerler ki, bence Allah’ın sadık kullarına yaraşan da işte budur.

Hak kapısının sadık bendeleri, günde birkaç defa O’na acz ü fakr tezkeresiyle yönelir; O’nun kapıkulları olma sevinciyle kendilerinden geçer; O’nun yolunda bulunma şükrüyle oturur kalkar ve her zaman maiyyet ümidiyle coşar; sonuçta da, tam bir vuslat yaşama iştiyakından başka her şeye karşı –bu; keşif, keramet, ruhanî zevk ve daha değişik mevhibeler de olabilir– âdeta kapanırlar. Kendilerini hiç ender hiç görür, herkesi nefislerinden kat kat faziletli bilir; hayatlarının her faslında tam bir tevazu ve mahviyet örneği sergiler; Hakk’a karşı hep hâlisâne bir duruş içinde bulunur, halka karşı ciddî bir îsar ruhuyla sürekli şefkatle soluklanır, onların mutlulukları adına rahatlıkla kendi saadetlerini feda edebilir, hatta şahsî füyûzât hislerinden dahi bütün bütün vazgeçerek hayatlarının her saat, her dakika, her saniye, her salisesinde… sadece ve sadece Allah’ın hoşnutluğunu dilerler.

Ulaşabildikleri ölçüde –imkânı varsa– bütün gönülleri imanla donatmak; her yerde, dinin hayata hayat olmasını temine çalışmak; bilumum karanlıkta kalmış ruhları aydınlatmak; içinde bulundukları toplumun sıkıntılarını gidermek; kendi namus ve şereflerini koruma hususunda gösterdikleri hassasiyeti aynıyla başkaları için de göstermek; ellerini Allah’a her açışlarında kendileri hakkında olduğu kadar, hatta daha da fazla, umum Müslümanlar hakkında hayır dileğinde bulunmak; sabah-akşam:

اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِأُمَّةِ مُحَمَّدٍ s.a.s ، اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ s.a.s

dualarıyla ümmet-i Muhammed’e merhamet ve mağfiret dilemek; kendilerine kötülük yapanları dahi affedecek kadar civanmertçe davranmak; herkese kucak açmak ve onlara gönlünün sıcaklığını duyurmak; bütün bunları yaparken de en küçük teferruatına kadar dinin âdâbını korumak; diyanet adına da O’nun izini sürüyormuşçasına adım adım Peygamber’i (aleyhissalâtü vesselâm) takip etmek; Kur’ân’ın resmettiği o yüce ahlâkı kusursuz temsile çalışmak; kin, nefret, haset, suizan ve düşmanlık… gibi hayvanî huylardan uzak durmaya kararlı olmak bu babayiğitlerin en önemli vasıflarıdır ve her biri birer keramet olan bu hususlar kevnî harikaların kat kat üstünde kıymetleri haizdirler.

Evet, en büyük keramet, arızasız ve aralıksız Kur’ân ahlâkıyla yaşamaktır ve Allah’a en yakın olanlar da zannediyorum işte bu ruhun temsilcisi olanlardır.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِص۪ينَ الْمُخْلَص۪ينَ الْمُتَّق۪ينَ الْوَرِع۪ينَ الزَّاهِد۪ينَ الْمُقَرَّب۪ينَ الرَّاض۪ينَ الْمَرْضِيّ۪ينَ الْمُحِبّ۪ينَ الْمَحْبُوب۪ينَ الْخَاشِع۪ينَ الْخَاضِع۪ينَ الْمُتَخَلِّق۪ينَ بِأَخْلَاقِ الْقُرْاٰنِ اٰم۪ينَ.

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِ الْمُحِبّ۪ينَ الْمَحْبُوب۪ينَ وَاٰلِه۪ وَأَصْحَابِهِ الْمُقَرَّب۪ينَ.

1Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/68-69.

2Bkz.: A’râf sûresi, 7/133.

3Buhârî, menâkıb 27, menâkıbü’l-ensâr 36; Müslim, sıfâtü’l-münâfikîn 43, 47, 48.

4Tirmizî, tefsîru sûre (54) 5; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/82.

5eş-Şiblî, Asr-ı Saadet cilt: 3 (Peygamberimiz’in Ruhanî Hayatı).

6Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili 3/2238.

7Bkz.: Âl-i İmran sûresi, 3/49; Mâide sûresi, 5/110; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/4; İbn Hibbân, es-Sahîh 14/393-396.

8Allah’ın izniyle kalk (diril).

9Abdülkadir Geylânî, Gunyetü’t-tâlibîn s.502; en-Nebhânî, Câmiu kerâmâti’l-evliyâ 2/203

-+=
Scroll to Top