Kirli Zihinler ve Dağınık Kalbler

Vicdanın dört ana unsurundan biri olan zihnin gerçek gayesi mârifetullahtır. Bundan dolayı, onun sürekli Allah’a ulaştıran yollar, o yollardaki handikaplar ve bu handikapların aşılması için gereken nazarî bilgilerle meşgul olması; sonra da bu nazarî bilgileri tatbik edebilme iradesine sevkedecek malumâtla beslenmesi gerekir.

Ne var ki, anlama, öğrenme ve hatırlama kabiliyeti olarak, şuuraltı ve şuurüstü müktesebât adına elde ettiği bütün bilgileri arşivleyen ve âdeta bir kütüphane vazifesi gören zihin, çoğu zaman sakat düşüncelerin, yanlış kabullerin ve batıl inançların istilasına da maruz kalır; çirkin görüntü, kaba ses ve kötü söz atıklarıyla da dolar. Bu arada, mârifetullahla uzak-yakın alâkası olmayan her şey zihinde büyük-küçük bir leke bırakır ve onun kirlenmesine sebebiyet verir.

Şeytanî Oklar

Zihin, öncelikle günahlar, hatalar, yanlışlıklar ve kötülüklerle kirlenir. Her günah, her hata ve her kötülük onda mutlaka bir iz bırakır. İnsan çok defa böyle bir zihin kirlenmesinin farkına varmasa da zamanla onun tezahürlerini kendi gönlünde ve duygularında hissedebilir. Böyle bir kirlenme, hayırlı işlere devam etme arzusunu kırar, salih amellerde süreklilik isteğini azaltır ve fenalıklara meyil gücünü artırır.

Evet, günümüzün insanları zihin kirliliği gibi bir âfete mâruzlar ve bu yönüyle de tâli’siz sayılırlar. Bugün, çarşıya ve sokağa her çıkışlarında gözler yoluyla bir takım haramlara girmeleri neredeyse muhakkak. Ruh dünyâlarında bulantı hâsıl edecek manzaralar âdiyattan. Kulaklar âdeta kir taşıyor, diller kir üretiyor. Uygunsuz sözler dinleniyor, çirkin laflar ediliyor, sürekli şunun-bunun aleyhinde atılıp tutuluyor; konuşmalar gıybetlerle başlıyor, yalanlarla devam ediyor ve sonunda iftiralarla noktalanıyor. Konuşanlar kirletiyor; onlara müsamaha gösterip dinleyenler de onların vebaline ortak olup kirleniyorlar. Böylece, çok ciddi bir zihin kirliliği yaşanıyor.

Bu kötü durum şeytanın müdahalesine de bir ortam hazırlıyor ve kirli zihinleri şeytan kendi hesabına kullanıyor. Dolayısıyla, insanlar dupduru bir gönülle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etme imkânını asla bulamıyorlar. Dahası, birer pas, birer leke olan o günahlar, tevbe ve istiğfarla temizlenmez ve arttıkça artarsa, o zaman üst üste yığılan kirler bir perde hâlini alıyor; Allah’tan gelen tecellilerin önünü kesiyor, rahmet esintilerine ve ilâhî inayete mani oluyor ve artık himayesiz kalan kalbler şeytandan gelecek küfür oklarına bile açık birer hedefe dönüşüyor.

Bundan dolayıdır ki, böyle bir musibete karşı ümmetini ikaz eden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur.” buyuruyor ve Cenâb-ı Hakk’ın şu iltifatkâr beyanını naklediyor: “Kim Benim korkumdan dolayı harama bakmayı terkederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar.”1

Dışarıdan gelecek günah hücumlarına karşı ümmetini koruma mevzuunda çok hassas davranan Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), kadın-erkek herkesin iffete kilitlendiği bir dönemde, hem de Hac vakfesini yapıp Arafat’tan döndükleri bir sırada, terkisine aldığı (Hazreti Abbas’ın oğlu) Fazl’ın başını sağa sola çeviriyor ve böylece etraftaki kadınlara gözünün ilişmemesi için ona yardımcı oluyordu. Asır saadet asrı, mevsim Hac mevsimi, terkisine binilen Zat Allah Resûlü ve harama bakmaması için başı sağa-sola çevrilen de iffetinde hiç kimsenin şüphe edemeyeceği Hazreti Fazl idi. Öyle bir şeyin âdeta imkânsız olduğu bir durumda, nazarına başka hayaller girmesin ve serseri bir ok kalbini delmesin diye, Fazl’ın yüzünü bir o yana bir bu yana çevirmesi Efendimiz’in bu konudaki hassasiyetini gösteriyor ve ümmetine misal teşkil ediyordu.2

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir başka zaman da, Hazreti Ali’ye, “Yâ Ali, birinci bakış lehinedir, fakat ikincisi aleyhinedir.”3 buyurmuş; bir kasde iktiran etmediği için ilk bakışın mesuliyet getirmeyeceğini ama ikinci defa dönüp bakmak iradî olduğundan, onun günah hanesine yazılacağını vurgulamış; harama götüren yolu tâ baştan keserek günahlara geçit vermemek gerektiğine dikkat çekmişti.

Dahilden Kaynaklanan Zihin Kirliliği

Hariçten gelen bu leke ve kirlerin yanında, bir de dış dünyanın içe yansımalarından ve onların hâsıl ettiği yakışıksız düşüncelerden kalan izler oluyor. “Falan neden şöyle dedi, filân niye bunu yaptı?” şeklindeki bulanık fikirler hayalinizi delip geçiyor, bir kıymık gibi tasavvurlarınıza saplanıyor, hislerinizi yaralıyor. Hatta, içinize dert olan o söz ve davranışların muhatabı siz olmasanız bile, onlara maruz kalanların ahvâlini müzakere etmek sizin vazifenizmiş ve sanki üzerinize lâzımmış gibi, o meseleyi giderme imkânınız da olmadığı hâlde, beyhude suizanlara giriyor, içinizdeki kuşkuları büyütüyor, kendi kendinizi yiyip bitiriyor ve böylece farklı bir zihin kirliliğiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Şahsen, böyle bir zihnî kirliliği daha geniş alanlı görüyor, çoğu insanların bu derde müptela olduğunu müşâhede ediyor ve çok üzülüyorum.

İnsan çarşı pazardan, kötülüklere açık mahallerden ve günaha girme ihtimali olan yerlerden uzak durarak dışarıdan bulaşabilecek günah lekelerine karşı tedbir alabilir ve onlardan korunabilir. Fakat hayal ve tasavvurlardan kaçmak çok zordur. Otururken kalkarken, yerken içerken onlar hep sizinle beraberdir. Onlardan uzaklaşmak için uykuya sığınacak olsanız, daha gözlerinizi yummadan şeytan hemen inci-boncuk gibi saçıverir onları önünüze. Bu defa, uykuyu da unutur, başlarsınız çocukların bilye oynamaları gibi hayal ve tasavvurlarla oynamaya. “Falan neden bu kadar vefasız, filân niye bu denli duygusuz, öbürünün Allah’la münasebeti niçin o kadar sığ?” sorgulamalarıyla zihninizi meşgul edersiniz. Aslında, o mevzularda yapılması gereken şeyler Kur’ân ve Sünnet tarafından ortaya konmuş; o problemleri halletme sistemleri vaz’ edilmiş; meselelerin, usûlüne uygun olarak anlatılması ve insanların irşad edilmesi için gereken hususlar belirlenmiştir. Belirlenen o esaslara göre tavır almak ve hareket etmek dururken, hiçbir faydası olmadığı hâlde o türlü mülâhazalara dalmak, hayallerin ve tasavvurların suizanlara bağlanmasına ve dolayısıyla zihin kirliliğine sebep olmaktadır.

Belki bazılarına günde yüz defa “estağfirullah” dedirten de böyle bir zihin kirliliğidir. Siz, öyle bir kirlenmeye karşı ciddi tavır alsanız da, makinalı tüfekten boşalan mermiler gibi peşi peşine gelip en hassas duygularınıza çarpan ses, söz ve görüntüler tasavvur ve tahayyüllerinizi bir şekilde yakalar. Kimi zaman tuhaf bakışlar, bazen garip duruşlar, bir başka zaman sakat anlayışlar, bazen de kendinden kaçışlar gelip onlara çarpar. Siz ne kadar sineye çekici olsanız ve görüp duyduklarınızı realitelerle dengelemeye çalışsanız da hayal ve tasavvurlarınız, parçalayıcı bir canavardan kaçan çaresiz av gibi koşamaz; kalbiniz, şuurunuz ve mantığınız ölçüsünde mukavemet gösteremez. Mantık ve güç sınırı tanımayan, zaman ve mekân kaydına girmeyen hayal, çok süratli olsa da, çoğu zaman, fena duygulara paçayı kaptırır, kötü düşüncelere yakalanır. Neticede, çok kıymetli dakikalar faydasız hayallerle eriyip gider; zihin ise, yararsız düşüncelerin istilasına uğrayarak bir çeşit esarete düşer.

Kalble kafanın irtibatı sebebiyle zihindeki bu kirler zamanla kalbe de akar ve orada “reyn” meydana getirir. Reyn, bir şeyin üzerinin pasla kaplanması, her tarafının paslanması demektir. Cenâb-ı Hak, “Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkâr yaşıyorlar.)”4 buyurmuş; Allah Resûlü de “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur’ân’da yüce Allah’ın zikrettiği “râne” budur.”5 sözleriyle bu ilâhî beyanı ve onda yer alan رَانَ kelimesini şerh etmiştir. Evet, pas tutan bir kalbin bütün ufukları kararır; artık o iyiyi kötüden ayırma kabiliyetini kaybeder; beyazı siyah, siyahı da beyaz görmeye başlar; başlar ve bir daha da kendine gelmesi, fıtrî safvetini elde etmesi çok zor olur. Hatta bazen yeniden özüne ermesi bütün bütün imkânsızlaşır. Gafleti ve fenalıkları yüzünden deformasyon geçiren bir insanın artık üst üste kaymalar yaşaması da kaçınılmazdır.

Zihin Kirliliğinin Vartaları

Bu kaymaların başında, konsantrasyon eksikliği gelir. Zihin ve kalb dağınıklığı yaşayan bir insan birinci dereceden üzerinde durup yoğunlaşması gereken meselelere dahi konsantre olamaz; en hayatî mevzulara bile teksîf-i nazar edemez. Kalbî hayatı adına dağılan bir kimse, hiçbir mevzu üzerine dikkatini toplayamaz; çünkü konsantrasyon, dağınıklığa tahammülü olmayan bir konudur. Bakışı bir noktaya yoğunlaştırmak o kadar önemlidir ki, Bediüzzaman Hazretleri, bir cama bile teksîf-i nazar edilse, zamanla âlem-i misale karşı hayalde bir pencere açılacağını, o aynada çok garâibin müşâhede edileceğini söyler ve aslında “aynada değil, belki aynaya olan dikkat-i nazar vasıtasıyla, aynanın haricinde hayale bir pencere açılmış”6 olduğunu ifade eder. Evet, siz de deneseniz, bakışınızı herhangi bir cisim üzerine kilitleseniz, misal âlemine kapılar açıldığını görebilirsiniz. Ne var ki, kalb ve zihin dağınıklığı, en önemli gaye-i hayal olan Allah rızasına dikkat kesilmeye bile manidir ve insanı, tevcîh-i nazar etmesi gereken böyle bir hedeften dahi uzaklaştırır.

Diğer taraftan, zihin kirliliği insanı mâlâyâniyâtta gezdirir; mâilihülyâ içinde dolaştırır ve onun saniyelerini, dakikalarını, saatlerini ve bütün zamanını çalıp götürür. İnsan, faydalı şeyler okuyup güzel hayallere dalacağına, güzel görüp güzel düşüneceğine, uhrevî hayatı ve Allah’la münasebeti adına dolup dolup boşalarak zevk-i ruhanîler içinde dolaşacağına, zihni kirlenir ve kalbi dağılırsa, boş hülyalarla vakit geçirir, zamanını heder eder; duygu ve düşünceleri hesabına da çok büyük inhiraflara düşer.

Zihin kirliliğinin belki de en zararlı neticesi kelâm-ı nefsî şeklinde sudûr eden “sebb u şetm”ler; yani, dile dökülmese bile bir düşünce şeklinde belirip kalbi ve kafayı meşgul eden yakışıksız sözler, çirkin laflar, karalama ve kınamalardır. Meselâ, bir insanın namazını verip veriştirmesine, duasındaki dikkatsizliğine ya da çarşı-pazardaki lâubâliliğine takılmışsanız, bunlar önce birer buğu hâlinde zihninizde beliriverir; başlangıçta sadece bir hayalken daha sonra tasavvur kalıbına dökülür; şayet siz meseleyi orada kesip atmaz, aksine mülâhazalarınız üzerinde daha da yoğunlaşırsanız, tasavvurunuz taakkule ve hatta tasdike dönüşür. O şahıs hakkında hükmünüzü verir ve “Vay mücrim vay!” dersiniz. Belki ağzınız hareket etmez, diliniz dönmez ve dudaklarınızdan hiçbir kelime dökülmez ama o insanı ne zaman ansanız içinize hep “mücrim” hükmü gelir. İşte, bu şekildeki sebb u şetmler de kalbi öldüren ve ruhu felç eden birer illettir.

Hayallere de “Estağfirullah”

Kanaatimce, bir mü’min, Muhasibî inceliği ve hassasiyeti içinde, hayallerini bile sorgulamalı ve onların çirkinlerinden Allah’a sığınıp, zihnine çarparak geçip gidenlerden dolayı da “estağfirullah” demeli. İnsanları vesveseye düşürmemek kaydıyla herkeste kötü hayallere karşı da istiğfar duygusu geliştirilmeli. Şu kadar var ki, bazen, bir kısım çağrışımlar neticesinde istenmeyen ve rahatsızlık veren düşünceler, çirkin manzaralar veya kötü sözler hayale gelince, bazı hassas ruhlar, bunların kendi kalbî hastalıklarından ve manen kaygan bir noktada bulunuyor olmalarından kaynaklandığına inanırlar. Meseleyi biraz derinleştirince vesveselere girebilir; “Demek ki benim kalbim bozulmuş, ben artık bütün bütün fıska açık yaşıyorum.” diyerek şeytanın oyununa gelebilirler. İşte, bu hususa dikkat etmek ve vesveseye düşmemek/düşürmemek kaydıyla, her insan iradî olarak hayal ve tasavvurlarını da sorgulamalı. Meselâ, bir aralık “Acaba, falan benim için şöyle mi düşünüyor?” şeklinde mülâhazalara dalsa, hemen teyakkuza geçmeli ve çok ciddi bir günah işlemiş gibi kalkıp tevbe etmeli. O zat gerçekten öyle düşünmüş de olabilir. Fakat Allah o günahın hesabını onu işleyene soracaktır; o mesele diğer insanı alâkadar etmez. İşin aslı ne olursa olsun, o türlü düşüncelere dalmak, onlardan belli hükümlere yürümek insana çok şey kaybettirir, onu günah vadilerine yürütür ve sevap atmosferinden uzaklaştırır. Evet, insanlarda kendilerini sorgulama düşüncesini canlandırmalı; öyle ki, herkes, başkalarının kocaman kocaman günahlarını bile göremeyecek kadar kendi kusurlarının telafisiyle meşgul olsun… Birisi, rüyasında bir günaha girse, ona bile istiğfar etsin ve “Benim hayalim fıska açık olmasaydı, bu günah rüyama nasıl girerdi!” deyip kendini kınasın.

Evet, gerçek huzur ve saadete, zihnin dağınıklık ve perişaniyetten kurtarılması, kalbin itminan ve istirahate erdirilmesi neticesinde ulaşılabilir. Zihni kirlenmemiş her insan, istediği zaman, kanatlanan ruhu sayesinde kalbinin sonsuz iklimlerine doğru açılarak hakikî mutluluğu elde edebilir. Böyle bir bahtiyarlığı yakalamanın en önemli şartı ise, zihin kütüphanesini tertemiz fikirlerle donatmak ve kalb hazinesini selim duygularla nurlandırmaktır.

Epiktetos’un mevzuyla alâkalı ibretâmiz ikazını hatırlatıp (benzer bir hadis-i şerif bulunduğunu da belirterek) bu fasla da şimdilik nokta koyalım: “Fena hülyalara yakalanınca, ilk fırsatta onlardan kurtulmaya ve hemen o tehlikeli alandan uzaklaşmaya çalış. Yoksa hayallerin seni öyle vadilere sürükler ki, bir daha geriye dönemezsin.”

1 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/173; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/349.

2 Bkz.: Buhârî, hac 1, sayd 24; Müslim, hac 407.

3 Tirmizî, edeb 28; Ebû Dâvûd, nikâh 42; Dârimî, rikak 3.

4 Mutaffifîn sûresi, 83/14.

5 Tirmizî, tefsîru sûre (83) 1; İbn Mâce, zühd 29.

6 Bediüzzaman, Lem’alar s.168 (On Yedinci Lem’a, On Üçüncü Nota)

-+=
Scroll to Top