KULLUK ADINA ÖLÇÜLER

İnsan kulluk hayatında ne yeise (ümitsizliğe) kapılmalı ne de kendine aşırı güvenmelidir. O, işlediği günahların her daim farkında olmalı ve Allah’ın mücrimlere de güzel işler yaptırabileceğini hiç aklından çıkarmamalıdır. Bunu yapabilen biri, Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve teveccühlerini kendinden bilmez. Nail olduğu güzellikler karşısında şöyle der: “Normal şartlarda bu kirli zeminde, bu çorak arazide bu çiçekler, bu güller bitmezdi. Demek ki Allah’ın hususi bir teveccühü söz konusu!” Kendine bu gözle bakan biri hem mazhar olduğu nimetlere şükürde kusur etmez hem de gurura kapılmaz.

Allah’ın çok küçük şeylere büyük işler gördürmesi, O’nun büyüklüğüne işarettir. O, sürçmüş, düşmüş, kırılmış, dökülmüş ve perişan hâle gelmiş sıradan insanlara bile fevkalâde büyük işler gördürebilir, onların elleriyle bir beldeyi, bir ülkeyi ihya edebilir, sa’y ve gayretini semeredar hâle getirebilir. İnsan, kendi eliyle ortaya çıkan olağanüstü mazhariyetleri görünce, inhiraf etmemeli, nefsi adına iddialara girmemelidir.

Kazanma Kuşağında Yaşanan Kayıplar

Elde edilen başarılar karşısında istikameti koruyabilmek hiç de kolay değildir. Niceleri burada imtihanı kaybeder. Mesela etrafına on tane insan toplayan biri kendini veli görmeye başlar. Hele bir de etrafındakilerin kendini pohpohlaması söz konusuysa iş burada da kalmaz. Birilerinin hüsn-ü zanlarına binaen kendisine verdikleri makamları gerçek zannederek gözünü kutupluğa, gavsiyete diker. Belki de böyle bir zavallı, kendini kutbiyet ve gavsiyeti cemetmiş olarak görür. Hatta burada da kalmayarak mehdiyet, mesihiyet iddialarına girer, yerde yürümeye hakkı olmadığı hâlde kendini göklerde uçuyor görür ve derken kazanma kuşağında üst üste kayıplar yaşar. Evet, bazen Allah’ın en büyük ihsanı, ikramını hissettirmemesidir.

Tekrar başa dönecek olursak, işlediği hata ve günahların farkında olan ve bunları hiç aklından çıkarmayan bir insan büyük iddialarda bulunmaz. Değil gavsiyet ve kutbiyet gibi yüksek makamlara sahip çıkmak, sıradan insan olmayı bile kendine çok görür. Çorak arazilerin gülistanlığa (gül bahçelerine) döndüğünü gördüğünde, “Benden bir şey olmaz, ama her nasılsa Allah yoklukta varlık cilvesi gösteriyor.” der.

Bununla beraber bazı melâmilerin geçmişte düştükleri hatalardan da ders çıkarmak gerektir. Onlar, bâlâ-pervâzâne iddialardan kaçınmak ve ‘haddini bilmek’ için insanın günah işlemesinin gerekli olduğunu düşünerek büyük bir hataya düşmüşlerdir. Bu da farklı bir inhiraftır. Mü’mine yakışan tavır, bir taraftan kirlenmeme adına kılı kırk yararcasına bir hayat yaşaması, diğer yandan da mevcut kirlerini görebilmesidir. Esasında insanın farkına varmadan işlediği cürümler; mesela bir yanlışa kulak kabartması, bir günaha adım atması, yalan bir söz söylemesi böyle bir muhasebe adına yeter de artar. Kişi, işlediği tek bir hatanın akabinde bin defa tövbe etmiş olsa bile, günahını hiç unutmamalı ve sürekli mülâhazalarında pişmanlığını canlı tutmalıdır. Bunu yapabilen biri, Cenab-ı Hakk’ın kendisine lütfettiği başarıları kendinden bilmez.

İsmet mülâhazası, yani kendini günahsız ve hatasız görme düşüncesi, insan için çok tehlikelidir. En önemli vasıflarından biri “ismet” olan enbiya-i izam dahi Allah karşısında tir tir titremiş ve hiçbir zaman gevşekliğe düşmemiştir. Bu açıdan insan, kendini hatasız görme mülâhazasına karşı ilan-ı harp etmelidir. Bir taraftan iradesinin hakkını vererek ismet yolunda ölesiye bir ceht ve gayret sergilemeli, diğer yandan hiçbir zaman pir ü pak olduğunu iddia etmemelidir.

Evet, insanın haddini bilmesi çok önemlidir. Bediüzzaman Hazretleri şöyle bir söz nakleder: طُوبَي لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.47

Hepimiz etten, kemikten yaratılan insanlarız, nefis taşıyoruz. Sürekli bizi yoldan çıkarmaya çalışan bir şeytan var. Çok temiz bir toplum içinde neşet ettiğimiz söylenemez. Gezip dolaştığımız sokaklar, belvâ-i âmm sayılabilecek (kaçınılamayacak) kirlerle doluydu. Hatta bazılarımız itibarıyla belki gırtlağımıza kadar kire battık. Bu hâlimizle bizden bir güzellik hâsıl olması mümkün değildi. Ne var ki Allah’ın öyle engin bir rahmeti var ki, bizim gibi mücrimlere bile çok güzel işler yaptırdı.

Nail olduğu lütuf ve nimetlerin Allah’tan geldiğinin şuurunda olan biri, haddini aşmayacak ve boyunu aşkın iddialara girmeyecektir. Meselelere böyle hâlis bir tevhid ufkundan baktığımız sürece Allah ihsan ve lütuflarını devam ettirecektir.

Evet, işin bu yanı böyledir. Ama öte yandan insan, işlediği günahların kendisini yeis bataklığına sürüklemesine de müsaade etmemelidir. Gırtlağına kadar levsiyat (pislik) içine batmış biri dahi Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden ümit kesmemelidir. Bilindiği üzere Allah Resûlü (aleyhissalâtu ve’s-selâm), günah işleyen biri hakkında uygunsuz laflar edildiğini duyunca hemen duruma müdahale etmiş ve o kişinin, Allah ve Resûlü’nü sevdiğini söylemiştir. Dolayısıyla insan, geçmişte işlemiş olduğu hata ve günahların büyüklüğüne bakmadan Allah ve Resûlullah’ı sevmeye ve onların yolunda olmaya gayret etmelidir. “Ey Allah’ım, biliyorum ki benim irapta mahallim yok ama Sen o mahalli verirsin!” diyerek büyüklüğü ve yüceliği, ulûhiyet ve rubûbiyet dairesinin biricik sultanı Allah’a verebilmeli; o daireye davet eden Hz. Muhammed Mustafa’ya (aleyhissalâtu ve’s-selâm) bağlılık ve sevgisini devam ettirmelidir. Mümkünse Allah’a ve Resûlü’ne karşı sevgisini münacat ve naatlarla seslendirmelidir. İşlediği cürümler buna mâni olmamalıdır. Şeytan ve nefis, bu cürümleri gerekçe göstererek insana, kendini Allah’a çok uzaklaşmış gösterebilir. Fakat o, duygularıyla ve düşünceleriyle hep Allah’a yakın olmaya gayret etmelidir.

Narsist Ruhlar

Tarih boyunca hak dostlarına bakıldığında onların muhasebe endeksli olarak kendilerini yerden yere vurdukları ve kendilerine bir kıymet-i harbiye vermedikleri görülür. Asıl büyüklük buradadır. Benlik iddiasında bulunan insanlarda bir değer aramak boşunadır. Enaniyet sahibi ve bencil insanlar sürekli kendilerini ifade etme ve farklılık ortaya koyma lüzumu duydukları için bir türlü fantezilerden sıyrılamazlar. Onlar herkesin söylediği, herkesin inandığı fikirleri konuşmaktan hoşlanmaz; orijinal ve farklı görünebilmek için sürekli marjinal fikirlerin arkasından koşarlar. Dikkatleri üzerlerine çekebilme ve başkalarında hayranlık uyandırabilme adına sıra dışı mütalaalar ortaya koymaya çalışırlar. Arzu ettikleri beğeni ve takdiri toplayamadıklarında çıtayı daha da yükseltirler. Hatta kendilerini pazarlama noktasında doğruların yetersiz kaldığı yerde yalan ifadeler kullanmaktan da kaçınmazlar. Kendilerine, kendi düşüncelerine, edalarına, endamlarına meftun (vurgun) bu tür narsist ruhlar, başkalarını da onların yaptıkları şeyleri de beğenmezler. Bunların bir şeyle tatmin olmaları da zordur. Sürekli zikzak çizer, ordan oraya savrulur da ömürleri boyunca bir baltaya sap olamazlar.

Oysaki insanoğlunun varlığı bir damla suyla başlamıştır. Allah, onu yokluktan varlığa çıkarmıştır. Çoğumuz, dönüp sergüzeşt-i hayatımıza (hayat serüvenimize) baktığımızda ve yaptığımız hataları düşündüğümüzde, aslında yüzümüze bakılacak hâlimizin olmadığını görürüz. Allah bizi kul yaratmıştır. Bu sebeple insanın asıl büyüklüğü de Allah’a kulluğundadır. Ona düşen vazife, Allah’ın kendisini insan yaratmasıyla iktifa etmesi ve en büyük izzet ve şerefi O’na kullukta aramasıdır. İnsan, Allah’ın cebr-i lütfi48 olarak kendisine ihsan ettiği maddî-manevî bütün mevhibelere şükürle mukabelede bulunmalı ve bunları ubudiyetle inkişaf ettirmeye çalışmalıdır.

Tevazu Kahramanları

Allah, mütevazi insanları ellerinden tutar ve layık oldukları yere yükseltir. Tohum, toprağın bağrına düşmeyince mazhar-ı feyz olamaz (bereketlenmez, yetişmez). Allah, yüzü yerde olanları ekstradan lütuflarıyla öyle kâmet-i bâlâlar hâline getirir ki, onları insanlığa rehber kılar. İşte Şâh-ı Geylânî, Muhammed Bahâuddin Nakşibend, Hasan eş-Şazilî, Abdülkadir el-Geylânî, Hz. Pîr-i Muğan! Aradan asırlar geçmesine rağmen bu zatları hayırla yâd ediyor ve onların bıraktıkları âsâr-ı bergüzide (seçkin eserler) ile yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Bunların her birinin unutulmayan simalar hâline gelmeleri, mahviyet, hacalet ve tevazu kahramanları olmalarındandır. Onlar bütün himmetlerini –kendilerini değil– Allah’ı ispat etmeye verdikleri için Allah da onlara bir vücud-u câvidân (daimi, bâki mevcudiyet) vermiş, onlar adına gönüllerde sevgi yerleştirmiştir. Onlar tevhid hakikatini ispata koştukları için Allah da onları tespit etmiş (sabitkadem kılmış), her birini bizim ufkumuzu aydınlatan ve bize yol gösteren birer rehber hâline getirmiştir. Aradan asırlar geçmesine rağmen biz hâlâ onların evradlarını okuyor, onların bıraktıkları eserler vasıtasıyla günümüzün problemlerine çare bulmaya çalışıyoruz. Bundan daha güzel tespit olur mu?

En tehlikeli şey, insanın hesabının sorulmayacağını zannettiği şeyleri yapmasıdır. Mesela bazen yaptığımız salih amelleri kendimize bağlı yapar ve farkında olmadan onları kirletiriz. Yaptığınız işleri, “eşi menendi yok” mülâhazasıyla yaparsanız bunlar dünyada ruhî ve kalbî hayatınızı felç eder, âhirete de bir şey bırakmamış olursunuz. Söz O’nun etrafında cereyan ediyor ve yapılan hizmetler O’nun adına yapılıyorsa orada sizin kendinizi silmeniz gerekir. En zor şey de budur. İnsan, pek çok şeyi, üzerine bir çarpı çekerek yok sayabilir. Fakat kendi üzerine çarpı çekmesi hiç de kolay değildir. Âdemoğlunun en büyük problemi, yine kendisidir. Hatta bunlar hakkında nazarî olarak (teorik) konuşmak da kolaydır. Asıl mesele insanın his ve düşünce dünyasında olup bitenlerdir.

Hemen her gün bir kere daha düşünce ve mülâhazalarımızı ölçüp tartmalı ve ne olduğumuzu, nerede durduğumuzu, nasıl bir hâlde bulunduğumuzu gözden geçirmeliyiz. Yoksa inhiraflar kaçınılmaz olur. Bundan daha tehlikelisi de, çok defa içine düştüğümüz inhirafın, inhiraf olduğunu dahi fark etmememizdir. Çok ciddi kaymalar yaşadığımız, gazab-ı ilâhîye müstehak hale geldiğimiz hâlde kendimizi emniyette görmemizdir.

Çoğu zaman aklımızı ve hislerimizi kontrol edemiyor, ne tür kurgu ve plânların arkasından koştuğumuzu bilemiyoruz. Mesela dünyayla ilgili meselelerde tamahkâr (aç gözlü) olabiliyor, kazanma hırsıyla oturup kalkabiliyoruz. Bazen de yaşama tutkusu bütün benliğimizi sarabiliyor. Bu tür duygu ve düşüncelerin büyük günah cetvelinde bir yeri olmasa bile durduğumuz yer itibarıyla Allah’a karşı düpedüz saygısızlık olduğunda şüphe yoktur. İşte bütün bu tehlikelerden uzak durma adına sürekli Allah’la münasebetlerimizi gözden geçirmeli ve doğru kulluk tavrını ortaya koyabilmeliyiz.


47 Bediüzzaman, Lem’alar, s.164 (On Yedinci Lem’a, On Üçüncü Nota, Üçüncü Mesele).

48 İnsanın irade ve ihtiyarı olmadan Cenâb-ı Hakk’ın ona ihsan buyurduğu lütuflar.

-+=
Scroll to Top