KÜLTÜR PROBLEMİMİZ
Kendimiz olma derken, hiç kuşkusuz, kendi medeniyet mirasımızla ve kendi kültürümüzle örgülenen iç kimliğimizin öne çıkarılmasını ve onun yörüngeleşmesini kastediyoruz. Şimdilerde bazı çevreler, “kendimiz” derken, milletçe mânâ köklerimizle irtibatı olmayan bir kısım folklorik gösterileri, cismaniyet adına boşalma ihtiyacı duyan kitlelerin dışa vuran nefsânîlikleri, ya da yeme-içme-eğlenme, düğün-dernek vs.. gibi durumlarda ortaya çıkan merasimleri anlayabilirler. Biz onu, toplumun bütün kesimlerinde hemen her zaman geçerli olan; milletin, hafıza, şuur ve vicdanından beslene beslene devam edegelen, yine onun duygu, düşünce, dil ve sanat telakkisinde duyulup temsil edilen.. örf, âdet ve geleneklerimizle hemen her zaman hayatın en önemli bir derinliği olarak yaşanan.. annelerimizin kucağında gördüğümüz ihtimamdan, atalarımızın millî karakterimizi aksettiren o babacan davranışlarına; eğitim sistemimizin millî ruh muhtevalı olmasından, eğitimcinin bu ruhu kusursuzca soluklamasına; mutfağımızdaki yemek üslûbundan bağımızda-bahçemizde ve tarlamızdaki temel tavırlarımıza; masa başındaki oturuş ve kalkışımızdan bir şantiyedeki iş ahlâkımıza; konuşma, yazma tarzımızdan başkalarıyla münasebetlerimize kadar hayatın her ünitesinde, bu ünitelerin her basamağında ve yürüdüğümüz yolların her durağında duyar, yaşar ve çevremize aksettiririz.
İlk bakışta böyle kendimiz olarak yaşamanın amelî ya da içtimaî yararı hemen sezilemeyebilir. Ancak uzun vadede ve ısrar edilirse ilerlemenin her kademesinde onun ne ölçüde hayatî bir önem arz ettiği kendi kendine ortaya çıkar. Böyle bir süreçte bize düşen şey, millî hayatımızı zamanın tefsirlerini de hesaba katarak din-diyanet, örf-âdet, an’ane ve geleneklerimiz çizgisinde sürdürmektir. Bu sayede bize ait şeyler zamanla tabiatımızın birer yanı hâline gelecek, “özümseyip” dışarıdan aldığımız yabancı değerler de bizim rengimize bürünerek millî atlasımızın önemli bir çizgisini teşkil edecektir. Roma’da, Atina’da, Mısır’da, ya da Babil’de yaşanan kültür de o baş döndüren zenginliği ile nevzuhur olarak birdenbire ortaya çıkmamıştır. Kültür her yerde fertlerin duygu, düşünce dünyasında ve mâşerî vicdanın münbit yamaçlarında uzun bir kuluçka döneminden sonra varlığa ermiş; iç kaynaklardan doğrudan doğruya, dış kaynaklardan da süzüle süzüle beslenmiş, gelişmiş; derken zamanla o milletlerin tabiatlarının önemli bir derinliği ve onların hayatlarının en bâriz bir rengi hâline gelmiş; sonra da her zaman konuşulup düşünülmese de, mâbedden mektebe, sokaktan evlerin içine, kıraathânelerden yatak odalarına kadar her yerde bütün hayatı kuşatmıştır. Öyle ki, insanlar iradî olarak onu dinlemeseler de o iradeleri aşan sırlı bir güçle her zaman kendini onlara dinletebilmiştir.
İşte bir millet, bu ölçüde kendi olarak sağlam bir kültür zeminine oturtulabildiği takdirde, cehalet, fakirlik, ihtilaf, disiplinsizlik ve haricî baskılar gibi pek çok açmazları olsa da, mutlaka, zamanla bunların hepsini aşabilecek kıvama ermesi âdeta tabiîleşir. Orta dönem tarihi itibarıyla, Roma, Atina, Mısır ve Osmanlı buna iyi birer misal teşkil ederler. Yakın tarih açısından da –İkinci Cihan Harbinde olduğu gibi bir kısım maceralarla kendini yeyip bitirmezse– Almanya orta ölçekte bir örnek sayılabilir.
Bu ülke, İkinci Cihan Harbi sonrası tamamen alt-üst olmuş, ekonomisi yıkılıp gitmiş; millî hakimiyeti bütün bütün başkalarının eline geçmiş; mağlûbiyet ve perişaniyetin hâsıl ettiği ruh hâletiyle toplum değişik kamplara ayrılmış ve ülke bir baştan bir başa âdeta açık bir esaret kampı hâline gelmişti.. gelmişti ama, onların yürekleri hamiyetle atıyor; hülyaları Büyük Almanya sevdası ile tütüyor ve bunu gerçekleştirmek için de adalî güçlerine ve düşüncelerine güvenleri tamdı. Bu itibarla eğer Almanya, böyle bir ölüm arenasından kurtulacaksa, kendi hayat enerjisi ve oturmuş kültürü sayesinde kurtulacaktı ve kurtuldu da. Evet o, milletçe kendi kültürüne, kendi mânâ köklerine yönelerek, sosyolojik, psiko-sosyolojik ve sosyo-kültürel şartları akıllıca değerlendirip son yarım asrı kendi hesabına görülmedik şekilde en iyi yorumlayanlardan biri oldu.
Bu örnek bize şunu göstermektedir: Bir ülkede, siyasî, iktisadî, idarî problemleri, münhasıran siyaset, iktisat ve idareye incirar ettirme (indirgeme), bir yönüyle doğru olsa da, pek çok yönleri itibarıyla eksiktir. Evet; hemen her sahada, gayret, bilgi ve alternatif proje üretmenin yararlı olacağında şüphe yok; ancak burada ihtimamla üzerinde durulması gerekli olan ayrı bir şey var ki o da, bence milletin mânâ kökleri ve kültürüdür. Şayet bir millet çağıyla hesaplaşmaya karar vermişse, içtimaî, iktisadî ve siyasî faaliyetlerinin bütününde mutlaka kendi mânâ köklerini de göz ardı etmemeli ve millî kültürün belirleyici misyonunu asla unutmamalıdır.
Vakıa, ülkemizde, hemen her “değişim” ve “dönüşüm” söz konusu olduğunda, kendi kültürümüz üzerinde de durulmuştur; ne var ki bu konuda hiçbir zaman kalıcı ve planlı bir teşebbüsten söz etmek mümkün değildir. Geçmişimizin düşünce mimarlarının ruh işçilerini yetiştiren medreseler ve tekyeler, bizi geleceğe taşıyacak proje üretemediler; üretemedi ve kendi enkazlarının altında kalıp ezildiler. “Geçmişlerinizi mesâvileriyle yâd etmeyiniz.”1 düsturu gelip boğazımıza tıkanıyor ve daha fazla bir şey söylememize müsaade etmiyor. Biz de, “Tarihî hâdiseler, birbirine benzese de aynı değillerdir; dolayısıyla da onlardan ders değil ibret alınır.” deyip onlara yönelteceğimiz soruları kendimize tevcih ediyor ve “Bizden evvelkiler, varoluş gaye ve hedefinden sapınca inkıraza uğradılar. Bugün, aynı durum bizim için de söz konusudur. Öyle ise, var kabul etsek bile onların günahlarıyla meşgul olmaktansa kendi hatalarımızı sorgulamak daha isabetli olacaktır.” diyoruz.
Diyelim ki, onlar kendilerini besleyen kaynaklara karşı alâkasız kaldı ve milletçe çoraklaşmaya vesile oldular, pekalâ ya biz ne yaptık?. Rica ederim milletçe bütün sorumluluklarımızı yerine getirdiğimizi iddia edebilir miyiz? Bütün devlet müesseselerini çağın gereklerine göre işlettiğimizi söyleyebilir miyiz? İstirham ederim, bunca zamandır mektebin kendinden bekleneni verdiğini kim söyleyebilir? Vakıa pek çok genç, Paris, Londra, Münih veya New York.. gibi merkezlerde yüksek eğitim aldı; ama bunların topluma yararlı birer uzuv hâline geldiklerini söylemek mümkün müdür? Aksine, topluma yararlı birer uzuv hâline gelmeleri bir yana bunlar pek çoğu itibarıyla değişik fantezilerle ülkelerine döndüler ve Anglo-saksonizm, Nazizim, Slavizm ya da kapitalizm, liberalizm, komünizm gibi cereyanların tesirinde ülkemize bir sürü de problem getirdiler.. getirdiler ve daha önceki yıllara nisbeten huzursuzluk daha bir arttı ve özden kopmalar da daha bir hız kazandı. Bunun böyle devam etmeyeceği ümidini hâlâ koruyoruz.
Aslında ümitvar olmak için sebepler de yok değil; bir kere her şeyden evvel bu dönemde gadre ve zulme uğradığımızın farkına vardık. İşte bu olumsuz albüm şimdilerde bile bize çok farklı fotoğraflar ilham edebilir. Fransa, Almanya, İngiltere ve Amerika ile dostluk kurma teşebbüslerimiz, hayal kırıklıklarımız, çaresizliklerimiz ve daha yüzlerce olumsuzlukla savaşa savaşa edindiğimiz tecrübeler bugün bizde, “anil-merkez” bir açılım meydana getirecek ölçüde ciddî bir metafizik gerilime dönüşmüştür; dönüşmüştür ama, bu gerilimi çok iyi değerlendirmek de yine bize düşmektedir. Mektep, kendi önemi ölçüsünde vereceğini verdi. Şimdi sıra, mektebin vâridâtını kendi ruh potamızda yoğura yoğura ve kendi kültür esaslarımızla besleye besleye o bilgi ve tecrübeyi ehlîleştirmeye gelmiştir. Zira, eğer geleceğe yürümeye kararlı isek, bilgi ve tecrübe birikimimizi yerinde değerlendirerek, mantık muhakeme ve üslûpta da mutlaka kendimiz olmalıyız. Mektep insana, ilmî, içtimaî, iktisadî, siyasî formasyon kazandırabilir; ama bunların, toplumun her kesimi tarafından kabul görmesi ve kalıcı olması o toplumun mânâ kökleri ve düşünce yapısıyla kaynaşıp bütünleşmesine bağlıdır. Bu açıdan da bizim gibi geri kalmış ülkelerin problemi mektebi kendi ruhu ve mânâsıyla keşfetmenin yanında, hatta ondan da öte bir kültür problemidir ve bu problem de mutlaka kendi zemininde çözülmelidir. Mektep sıralarında elde edilen ve ruhlarımıza akan pek çok şey vardır ama, ondan daha müessir bir şey var ise o da kültür fenomenidir ve onun bir çevre ve muhit ürünü olduğunda şüphe yoktur.
Denebilir ki, dünden bugüne hemen her medeniyette, çevre, “kültürel” değerlerin kaynağı olagelmiştir. Biz buna, duygular, düşünceler, tavırlar, sesler, renkler, üslûplar, şiveler ve millet tabiatının başka derinliklerini ihtiva eden pek çok hususiyetten oluşmuş umumî çevre de diyebiliriz. Böyle bir yaklaşımın haklılığını gösterecek pek çok şeyden bahsetmek mümkündür ama; biz şimdilik, toplumun her kesimince, hava gibi teneffüs edilen, su gibi yudumlanan, çiçekler gibi koklanan ve tabiat gibi dinlenen en güçlü dinamik olan kültürün bu umumîliği üzerinde durmak istiyoruz. İşte ancak böyle bir umumîlik içindedir ki kültür, genişler ve kalıcı bir tesire sahip hâle gelir ki, kültür dediğimizde de akla gelen bu olmalıdır. Evet o, bir çoban üzerinde icra ettiği tesir ölçüsünde, bir aydın, bir bilge üzerinde de müessirdir. Su, toprak, hava ve güneşin birleşik noktası bir canlının varlığa ermesi ve varlığını sürdürmesi adına ne ise, bir toplumun bugünü ve yarını adına da kültür aynı şeydir. Evet o, hem ferdi hem de toplumu psişik yönü ve ahlâkî ufkuyla kıvama erdiren en önemli bir dinamiktir.
Mektep, hedef yörüngeli olması ve derinliği ölçüsünde bir rıhtım, bir liman, bir rampa vazifesi görebilir ama, bu, onun vâridâtının millî kültür potasında yoğrulmasına bağlıdır. Aksine mektebin, ferdî ve içtimaî problemleri çözemeyeceği açıktır. Mektep, bir planlama dairesi, bir proje merkezi olarak, genel ahlâk ve millî hars çizgisinde bir kısım programları mâşerî vicdana duyurduğu ölçüde bir kıymet ifade etse de, tek başına bir şey yaptığına dair herhangi bir örnek göstermek çok zor, hatta imkânsızdır. Bu itibarla mektep, olduğu gibi kabul edilmeli ve ondan sadece verebileceği şeyler beklenilmelidir. Bilimin ehemmiyeti mahfuz, her şeyi mektebe bağlamak abartılı bir yaklaşımdır ve dünyayı öküzün boynuzlarına yükleme gibi pek çok bedihîyatı izah edilmez hâle getirecek ölçüde de avamca bir telakkidir.
İstikbal vaad eden sağlam bir cemiyet, onun parçaları mesâbesinde olan mazbut fertlerden meydana gelir. Ne var ki, bir yönüyle, “devir” de diyeceğimiz bir kısır döngü söz konusu olsa da, böyle mazbut ve kaliteli fertler de ancak yine böyle mazbut bir toplumun bünyesinde var olup gelişecektir. Evet, bizim zenginliklerimizle mâmur bir çevre, âlimi de-cahili de, genci de-yaşlıyı da, köylüyü de-kentliyi de, düşüneni de-havâîyi de her zaman “etki”leyebilir ve bunlar gözlerini açıp çevreleriyle münasebete geçtikleri andan itibaren, muhit ve atmosfer onlara sürekli bir şeyler söyler; onları sorgular; onlarla diyalog kurar; vâridâtı, zenginliği, fakirliği, psişik yanı ve fizikî ortamıyla ya onları besler mâmur eder veya duygularını, düşüncelerini yıkar her şeyi harabeye çevirir.
Bir toplum ve onun fertleri üzerinde millî ruh atmosferinin bu ölçüdeki müessiriyeti, her zaman bütün buudlarıyla tam sezilmeyebilir. Ancak, şu husus da unutulmamalıdır ki; ister psikolojik âlemde, ister fizikî dünyada, önemsiz gibi görünen pek çok detay, tahminlerin üstünde nice ehemmiyetli keşif, teşebbüs ve icatlara kapı aralamıştır. Yerinde, bir kedinin gözünü ayırmadan bir fare deliğini gözetleyip durması bir vicdanı şahlandırmış.. bir karınca ve arı topluluğunun en mükemmel cumhuriyetlerden daha mükemmel âhengi düşünen dimağlarda ne ufuklar açmış.. ve fizikî dünyada kim bilir ne önemsiz gibi görünen hâdiseler ne ateşîn zekâları harekete geçirmiştir.
Archimedes için bir hamam tası, Newton için yere düşen bir elma, Jean için umumî ahenk, Nasîruddin et-Tûsî için damda yuvarlanan bir kazan, İbn Heysem için delileri sakinleştiren müzik nağmeleri, Michelangelo için bir sabah güneşinin sırlı doğuşu, Denis Papin için bir güğüm su ve daha başkaları için kim bilir hangi önemsiz gibi görünen hâdiseler ne büyük ilhamlara kapılar aralamıştı..!
Aslında, toplum yapısının sıhhatli ya da arızalı, pozitif ya da negatif yanları açısından –aklın zahiri nazarında her zaman görülüp hissedilmese de– önemli bir tesirinin olduğu muhakkaktır. Fertler, içinde bulundukları toplumun çocuklarıdırlar ve her şeyi onun atmosferinde duyar, yaşar ve benimserler. Bu konuda umumî mânâda ilim ve irfan sahiplerine, hususî mânâda da sorumlulara düşen şey, toplumu yanlış şekilde etkileyen ve akla, müşâhedeye, tecrübeye, dinî düşünceye ters bir kısım yabancı ve zararlı mülâhazaların ayıklanmasıdır. Tarihte bu ayıklamanın en büyük kahramanları peygamberler olmuştur. Onlardan sonra ise, ilhamla gerilmiş asfiyâ; kalb ve kafa bütünlüğü içinde bulunan fikir adamları; fizik yanında metafiziğe, muhakemenin yanında vicdanî seziye, tecrübenin yanında vahy-i semavîye değer veren ilim adamları gelir.
Hazreti Nuh, “Vedd”, “Suvâ”, “Yeğûs”, “Yeûk”, “Nesr”i2 sorgulayarak; Hazreti İbrahim, çevresini saran puta ve putçu düşünceye baş kaldırarak; Hazreti Musa, zulme, istibdada ve insanların sömürülmesine karşı koyarak; Hazreti Mesih, tabulaştırılan maddeyi yerden yere vurarak; İnsanlığın İftihar Tablosu, kendinden evvelkilerin uğrunda mücadele verdikleri bütün yanlışlıkların yanında, cehalet, fakr u zaruret, ihtilaf ve iftirak gibi beşerin yakasını bırakmayan içtimaî hastalıklarla savaşarak.. O’ndan da günümüze kadar gelip geçmiş bütün mücedditler ve kâmil mürşidler de hayatı Allah’ın emir, irade ve hoşnutluğu çerçevesinde yeniden yorumlayarak hep bu ayıklama işini gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Evet, kültürün oluşması, devam ettirilmesi için, onun bütün unsurlarıyla toplumun her kesiminde duyulup hissedilmesinin yanında, yabancı ve yozlaştırıcı düşüncelere karşı da ortak bir tepki uyarılmalıdır ki, bir yandan kendi hususiyetlerimizle kendimiz olarak kalırken, diğer yandan da, bâtıl, hurâfe ya da yabancılaşma girdabına takılmadan geleceğe yürüyebilelim.
* * *
Değişik kültürlerin birbirlerinden “etkilenme”leri bir gerçek; ama, orijinini muhafaza ederek onu bir yerden bir yere taşımak, bir elbise gibi birinin sırtından alıp bir başkasına giydirmek mümkün değildir. Kültür, kendi orijinini, biyolojik hususiyetleri itibarıyla içinde yetiştiği ortamda koruyabilen canlılar gibi ancak, doğup bağrında geliştiği toplum tarafından hava gibi teneffüs edile edile, su gibi yudumlana yudumlana o toplumun hayatî bir derinliği hâline gelir ve korunmuş olur. Kültür, bir yerden bir yere taşındığında, onun bu yeni çevrede var olup gelişmesi için müsait ortam oluşmamışsa ölür; en azından kendi özelliklerini yitirerek melezleşir; anlamsızlaşır ve farklı bir harse inkılâp eder. Bize ait bir ses, bir nağme, bir çizgi, bir resim, bir stil, bir üslûp kendi orijiniyle başkaları tarafından tam temsil edilemeyeceği gibi, başkalarına ait harsî hususiyetleri de, aynıyla bizim temessül etmemiz imkânsızdır.
Evet, bizdeki kültür onca renkliliğine rağmen, bize ifade ettiği mânâları onlara ifade edemez, bizde uyardığı heyecanı onlarda uyaramaz; belli bir tesir icra etse de bunu kendi tabiîliği ve fıtrîliği içinde icra edemez. Özümsemeden aldığımız başka milletlere ait kültürlerde de aynı olumsuzluklar söz konusudur. Zira kültür, işporta metaı gibi bedeli ödenince alınıp eve götürülecek bir tablo, bir resim, bir plak, ya da bir kaset değildir. O, içinde var olup geliştiği çevrenin; bütün zaman ve mekân unsurlarının birleşik noktası olması açısından bir külldür ve içinde geliştiği çevreye mahsustur. Onu oluşturan ve besleyen bütün elemanları birleştirici bir çerçeveye yerleştirmek için onu, arkasında bulunan bütün unsurlarla müşterek mütalaa etmek icap eder. Böyle bir mütalaada ilk hatırlayacağımız şey de, onun, herhangi bir millete ait ve eski ifadesiyle “nev’i şahsına mahsus” belli bir hayat biçimi ve o milleti meydana getiren fertlere has bir davranışlar manzumesi olmasıdır. Hiç şüphesiz böyle bir tahlilde ilk göze çarpan husus da, bir toplumun hayat felsefesiyle davranış biçimi arasındaki tesir ve etkileniştir. Bunlardan ilki ne kadar oturmuş ve toplumun her ferdine ne kadar mâl olmuşsa, ikincisi de o kadar kalıcı ve istikbal vaad edici bir hâl almış demektir. Tıpkı biyolojik varlıklarda olduğu gibi; bütün, onu meydana getiren hücrelerin hareketlerini belli çizgide belirler, belli istikamette hareket eden hücreler de, onu heyet-i umumiyesiyle yarınlara taşıyacak birer eleman vazifesi görürler. Âdeta karşılıklı sorumluluk çerçevesi içinde cereyan eden bu hareketler manzumesi, iradî varlıklar söz konusu olunca, bir taraftan hiyerarşik bir düzenlenme, diğer taraftan da, selim akıl, sağlam müşâhede ve vicdanî sezişlerle kritik edilme gibi bir sorgulama hamlesi doğurur.
Böyle bir süreç, dünüyle-bugünüyle oturmuş, akla, düşünceye, vahye açık bir toplum için, onun hayat felsefesi, millî üslûbu, tarihî karakteri ile aynîleşmenin en sağlam yoludur. Aksine, henüz gelişme sürecini tamamlayamamış, âdet, töre, eğlence, ya da zevk u safâdan örülmüş hatta bazen de tabu hâline getirilen folklorik alışkanlıklara gelince, bunlar aldatan birer kültürsüzlük örneğidir. Evet, emvâcı karar-dîde olmuş yerleşik millet ve medeniyetlerde, toplumun değişik kesimleri itibarıyla sürekli alışverişler, tesirler ve tepkiler söz konusudur. Hususiyle de demokratik mülâhazaların bahis mevzuu olduğu ortamlarda toplum piramidinin tepesindekiler ile, tabanı oluşturan unsurlar arasında her zaman ciddî bir tesir ve teessür (etki-tepki) söz konusudur. Öyle ki, mektepteki hocadan kürsüdeki vâize, gazete ve mecmuadaki yazardan televizyon kamerası karşısındaki yorumcuya, şiiriyle, nesriyle kendini ifade eden edebiyatçıdan geniş mânâda bütün varlığı, dar mânâda kendi çevresindeki eşya ve hareketleri tuvaline taşıyan ressama kadar herkes hemen her zaman muhatap kitleleri açısından böyle bir tesir ve teessürün insiyâkıyla hareket ederler. Veren ve üreten mânâsına yukarıdakiler, çevrelerine sürekli sinyaller göndererek muhataplarını uyarır, onları motivasyona hazırlar ve onların içindeki istidatları meslek ve sanat telakkilerinin ufkuna yönlendirerek verici ve üreticilerin sayılarını artırırlar. Öyle ki her gün biraz daha sayıları azalan alıcıları da birer ufuk insanı hâline getirirler.
Veren ve üretenler üretip verirken, alanlar da, yukarıdan gelen her şeyi sorgular; onların yanlışlarına veya kendilerinin yanlış gördüklerine karşı çıkar; karşı çıkar ve zirvedekileri sürekli alternatif çözümlere zorlarlar. Böylece, bize ait her şey tevsîk edilir, şöyle veya böyle her üslûp bozukluğu süzgeçten geçirilir ve her yanlış davranış da sorgulanarak ayıklanmaya tâbi tutulur. İşte böyle bir mütekâbiliyet de ancak kültür gibi ortak bir mirasın, toplumun bütün katmanlarınca paylaşılması sayesinde mümkün olabilir.
Evet bir millet, değişik kesimleriyle, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ifadeleri çerçevesinde “bünyân-ı marsûs” gibi olur ve sımsıkı birbiriyle kenetlenirse; kenetlenip güç ve enerjisini sadece iç bünyesinin varlığı ve âhengi adına kullanabilirse, onun için dağlar-tepeler dümdüz ve düzlükler de pürüzsüz hâle gelir ki, artık o milletin devletler arası dengede muvazene unsuru olmaya yürümesi ahvâl-i âdiyeden demektir. Ne var ki, böyle içtimaî bir râbıtanın, hem de bu ölçüde müessiriyetiyle var olması da yine, kendi çerçevesiyle yerli yerine oturmuş ve her kesim tarafından yaşanarak millet tabiatının bir yanı hâline gelmiş millî kültüre bağlıdır. Ahlâkî değerler üzerine kurulmuş, onları soluklayıp onlarla beslenen; dinin yenilmez gücüne dayanıp onun sayesinde her türlü yabancılaşmayı aşabilen; sanat telakkimize arka çıkıp her yerde ona emin bir barınak olan bir kültür. Aksine çerçevesi iyi belirlenememiş veya bütün bir toplumun referansını alamamış bir kültürün zenginleşip bütün bir milleti kucaklaması bir yana böyle bir durumda kültür, mimar ve çırakları arasında her zaman bir zıtlaşma ve birbirini yıpratma vesilesi hâline gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Bazen böyle bir zıtlaşma, hususiyle de ahlâk ve sanat konusunda tamiri imkânsız yaralar da açabilir. Zaman zaman ahlâkî bir konuda ifrat ve aşırı titizlik, duygu ve düşünceleri tesiri altına alıp ferdi ve toplumu mankurtlaştıracağı gibi, bazen de bediîyatta kuralsızlık ve lâahlâkîliğe kapı aralayabilir ve her şeyi anarşi ve müstehcenlikle kirletebilir.
Aslında kültür hâdisesi düşünülürken, henüz ruhî fonksiyonları itibarıyla disipline olamamış bazı çevrelerin hayatına göre zevk u safâ ve eğlenceye ortam hazırlama yerine, onlarda bugünkü ve yarınki problemleri göğüsleyebilecek aktiviteyi artırma, onları daha muhtevalı düşündürerek iyiyi, güzeli, doğruyu seçebilme yeteneğine ulaştırma esas alınmalıdır. Böylece, bilginin desteğini sağlamanın yanında, genel ortamın, cebrî-ihtiyarî yönlendirmesinin avantajları ve umumî gidişatın da insiyaklarıyla daha yararlı ve isabetli tercihlerde bulunma imkânı doğacaktır.
İşte böyle, biraz kurallara bağlılık, biraz da içtimaî yapının cebrî-ihtiyarî yönlendirmesi sayesinde, ahlâkîlik, ilmîlik ve bediîyatın birleşik noktası hayat üslûbumuzun besleyicisi, hareket ve hamlelerimizin dinamosu hâline gelecek ve bize her zaman iyilik, güzellik ve doğruluk adına ayrı bir zaferin neşvesini tattıracaktır. Ayrıca burada ahlâk, iman ve sanat telakkisi ve güzellik anlayışının nasıl yorumlanacağı ve nasıl anlaşılacağı da önemlidir. Ahlâkı, bir kısım katı kuralların uygulanmasından ibaret görmek; imanı, aklı, müşâhedeyi, hissi ve vicdanı hesaba katmadan körü körüne bir inanma şeklinde anlamak; estetiği, eşyanın bir anlık görüntüsünü alıp üryan resimler, donuk heykellerle yorumlamak; sanatı, şiir, müzik, tiyatro gibi kaba bir çerçeveye yerleştirmek, güzeli de, güzellik kültürünü de daraltma, sığlaştırma ve belli bir kesimin fantezisi hâline getirme demektir.
Kendi kültürümüzle yeniden dirilişimiz; imanla şahlanmış gönül erleri, düşünce ufkuyla yarınlarda dolaşan fikir mimarları, sanat telakkisiyle varlık ve hâdiseleri kucaklayan ve ince tahassüsleri, tefahhuslarıyla bize bulunduğumuz ufukların ötesinde yeni cevelângâhlar belirleyecek dehalar beklemekte. Güzellikte pek çok estetik hayranının yeni ufuklara açılması ve yeni yorumları; bediîyatta mâhir sanatkârlar ve gayretli çırakların takdire şâyan himmetleri; mûsıkîmizin ruhunu bulma çabalarıyla çırpınan seslerin ruhumuzdaki nağmelere dönüşen anlamlı besteleri ve zengin repertuarları; edebiyatın zevkini teşemmüm etmeye başlamış usta şairlerin ve dil aşığı nâsirlerin taklitleri aşma istikametindeki cehdleri bize kendimiz olma yolunda sadık bir fecrin emâreleri gibi geliyor. Gördüğümüz ışıklar yalancı birer fecir şuâsı olsa da, arkadan gelenin “fecr-i sâdık” olacağında şüphe edilmemelidir.
Bu çizgide hareket edildiği takdirde yerli yerine oturmuş millî harsımız, ruh ve mânâ köklerimiz, karakter ve muhtevamız, zamanı gelince evrensel kültürün de olmazsa olmaz bir parçası hâline gelecektir. Aksine, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da başkalarının kültür kaynaklarıyla beslenmeye devam eder ve inşa düşüncesinde taklide takılıp kalırsak, ne şiirde, ne mûsıkîde, ne resimde, ne bediîyatın başka dallarında vesâyetten kurtulamaz ve milletçe hep yedilmekte kalırız. Böyle bir durumda ise kendimiz olarak varlığımızı sürdürmemiz mümkün olamayacağı gibi, üretici ve verici olma seviyesini yakalamamız da imkânsızdır.
Evet, şimdilerde olsun, eğer acele edip kendi kültür formatlarımızı genç nesillere empoze etmez; empoze ettiğimiz şeyleri de bir an evvel hayata geçirmezsek, bizden sonra gelenleri de kendi mâkûs kaderimizi yaşamaya mahkum etmiş oluruz. Onun için, başta kültür dünyamızın fikir mimarları olmak üzere bu konuda söz sahibi herkes ciddî bir seferberlik ruhuyla harekete geçmeli ve ülkeyi bir baştan bir başa kendi millî kültürümüzün şantiyesi, bir an evvel kendi hayat felsefemizin mektebi, kendi mantık ve muhakememizin tahlil ve terkip laboratuvarı hâline getirmelidirler; getirmelidirler ki, kendimiz olarak kalmanın yolu da yine kendimiz olarak dirilmeden geçer.
1 Tirmizî, cenâiz 34; Ebû Dâvûd, edeb 50.
2 Nuh sûresi, 71/23. âyetinde zikredilen beş putun adı.