Kur’ân Bahçesinin Rengârenk Çiçekleri

Soru: “Tasrif” ne demektir; iman ve Kur’ân hizmetinde ülfete düşmemek için tasrif üslûbu nasıl kullanılabilir?

Cevap: İman hakikatlerine tercüman olma ve dinî değerleri anlatma gayretindeki insanlar, bu vazifeyi eda ederken kullandıkları üslûbu sürekli gözden geçirmeli; her gün farklı bir doğumun sancılarıyla kıvranıp durarak yeni yeni usuller geliştirmeli ve muhataplarının karşısına her zaman sürpriz argümanlarla çıkmaya çalışmalıdırlar. İşin özündeki safveti korumak şartıyla, meseleleri hâlihazırdaki düşünce ve irfan ufku açısından yorumlamalı ve geçmişten süzülüp gelen değerleri düne göre daha yeni, daha berrak ve daha cazip bir yolla sunmalıdırlar. Hep aynı şeyleri tekrar etmek suretiyle en parlak hakikatleri bile matlaştırma gibi bir yanlışa asla düşmemeli; onlara her an ayrı bir buud ve zenginlik kazandırmalıdırlar. Nasıl ki, güzel güfteler farklı insanlar tarafından türlü türlü bestelenmekte ve farklı farklı icrâ edilmektedir; aynen öyle de, hak ve hakikati ilk günkü tazeliğiyle insanlara sunmanın yolu da, onu ilan ederken her defasında değişik bir nağme tutturmak ve yeni bir besteyle o güfteye ayrı bir mânâ katmaktır.

İçinde çeşit çeşit ağaçlar, renk renk meyveler ve bayıltan kokularıyla desen desen çiçekler bulunan muhteşem bir bahçe düşünün. Öyle heybetli ağaçları, o denli tatlı meyveleri ve o kadar güzel çiçekleri ilk defa gören bir insan o bahçeye girse, elbette ki bir ağaçtan öbürüne koşacak, her daldan başka bir meyve koparacak ve her çiçekten farklı bir koku alacaktır. O, el uzattığı her şeyi yepyeni bulacak, bu orijinalitenin şahlandırması ve coşturmasıyla ruhunda sürekli yeni renk, yeni tat ve yeni kokuların heyecanını duyacaktır. Dolayısıyla da, orada kat’iyen bir ülfete düşmeyecek ve asla bir bıkkınlık yaşamayacaktır.

Nitekim, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin tam tecellî edeceği öbür âlem anlatılırken, onun da insanı daima canlı tutan bir sürprizler diyarı olduğu vurgulanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim, mü’minler için hazırlanan Cennetleri tarif ederken, “Orada ne zaman, kendilerine bir şey ikram edilse, ‘Bu, daha önce de dünyada yediğimiz bir şey!’ diyecekler; fakat o, dünyadakilerin aynısı olmayıp, benzeri olarak kendilerine sunulacak.”1 buyurmaktadır. İlâhî beyandaki وَأُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهًا “…dünya meyvelerinin aynısı değil, benzerleri verildi” ifadesi böyle bir yenilenmeyi ve birbirini takip eden sürprizleri nazara vermektedir. Evet, bazı yönleri itibarıyla dünyadakilere benzese bile aslında ilk defa sunulan, tatları önceden bilinmeyen ve tahmin bile edilemeyen o Cennet meyveleri kesintisiz bir surette ehl-i Cennet’in iştahını kabartacaktır.

Derinliğe Açılmak İçin Yenilik ve Duruluk

İşte, o muhteşem bahçede ve mü’minleri bekleyen o Cennetlerde söz konusu olan yenilenme ve tazelenmelere benzer şekilde, hak ve hakikati anlatma hususunda da insanı ülfetten ve bıkkınlıktan uzak tutacak yeniliklere, farklı renk, farklı tat ve farklı şivelere ihtiyaç vardır.. tazeliğini devamlı koruyan değerleri her zaman dikkat çekici şekilde ve kendi cazibedar hâlleriyle sunabilmek için yeni besteler ve farklı üslûplar gerekmektedir.

Evet, tarih boyunca hemen her hareket, mebde’deki tazelik, duruluk ve orijinalliği ile gelişip boy atmış, büyüyüp yayılmış ve nihayet müntehadaki derinliğine ulaşmıştır. İslâm’ın ilk senelerinde ve gönüllere taht kurduğu dönemde Sahabe efendilerimizde görülen coşku, heyecan ve kabına sığmama hâlinde de bu tazeliğin ve yeni oluşun tesiri çok büyüktür. O devirde her gün sürpriz bir ilâhî emirle karşılaşan, yepyeni âyetlerin indiğine şahit olan ve İslâm’ın başka bir esasıyla tanışan ashab-ı kirâm, bunların her biriyle yeni bir derinliğe daha açılmışlardır. Onlar hiçbir zaman yakaza hâlinden uzaklaşmamış ve temkinli tavırlarını bir an bile kaybetmemişlerdir ama gördükleri ilâhî güzellikler karşısında sanki bir nevi mest ü mahmur yaşamışlardır. Mazhar oldukları nimetler sayesinde kendilerini sıra sıra ağaçlar, çeşit çeşit meyveler, renk renk çiçekler, şakır şakır akan ırmaklar, çaylar… arasında dolaşıyor gibi hissetmişlerdir. Âdeta daha dünyadayken Cennet bahçelerine girmiş ve ebedî saadetle dudak dudağa gelmiş gibi bir hâl sergilemişlerdir. Cennet’in izdüşümünde bulunuyormuşçasına bir ömür sürdükleri için de hayatı rahatlıkla istihkâr edebilmiş ve o gölgenin hakikatına ulaşacakları mülâhazasıyla her anlarını değerlendirerek etemmiyete, ekmeliyete ve rıdvana ulaşma hesabına çok güçlü sâikleri arkalarına almışlardır.

Bu açıdan, günümüzde de hak ve hakikati muhtaç sinelere gerektiği ölçüde duyurabilmek için, onları yeni bir sedâ, yeni bir söz, yeni bir eda, yeni bir üslûp ve yeni bir icra ile ortaya koymak gerekmektedir. Şu kadar var ki, bazı mânâ ve muhtevaları yeni bir yolla sunmak, kat’iyen fantezi ve lüks peşine düşmek olarak anlaşılmamalıdır. Zira, temsil ettiğimiz hakikatlerin derinliği ve öz değerlerimizin renkliliği fantezilere ve lükslere ihtiyaç bırakmayacak, bizi her şeyden müstağni kılacak mahiyettedir. Dolayısıyla, yeni bir ses, yeni bir eda ve yeni bir üslûp ortaya konulurken, mesele Kur’ân’dan öğrendiğimiz “tasrif” çerçevesinde ele alınmalıdır.

Tasrif: Evirip Çevirip Yeniden ama Kendi Orijinalliğiyle Anlatma

Tasrif, bir şeyi evirip çevirerek değişik şekillere koymak demektir. Arapça dil bilgisi açısından bir kelimenin veya fiilin farklı zamanlara göre söylenişine ve bazı kaideler çerçevesinde kelimenin şeklinin değiştirilmesine de tasrif denmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in bir üslûbu olarak ise; “tasrif”, ulvî hakikatlerin ve ilâhî emirlerin türlü türlü vesilelerle farklı zaviyelerden ele alınarak güzelce açıklanması; Merhum Elmalılı’nın ifadesiyle, aynı anlayışın, aynı haberin, aynı müşâhedenin bir bediî sanat ile şekilden şekle, sûretten sûrete, nazımdan nazma, çeşitli ve pek çok âyetlerle anlatılması ve bazen de çok çeşitli âyetlerin bir âyete dökülüp kısa ve özlü bir sözle ifade edilmesi.. mânâsına gelmektedir.

Evet, Kur’ân-ı Kerim, bazen değişik tenbih ve ihtarlarla gönüllere havf ve haşyet duygusu salar; bazen de iltifat ve müjdelerle kalblere reca hissi doldurur; kimi zaman insanı uzayın enginliklerinde gezdirir, kimi zaman da onun nazarını kendi gönlüne ve vicdanına çevirir; akla ve mantığa seslendiği aynı anda kalbe ve hissiyata da hitap eder. Meselâ, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) hayatına dair bazı hâdiseleri defalarca hatırlatır; fakat, her hâdiseyi hemen her zaman farklı bir üslûpla aktarır; surelerin umumi havasına ve o hâdisenin ele alındığı yerdeki diğer âyetlerin muhtevasına göre değişik bir dil kullanır. Âyetin siyak ve sibakını (öncesini ve sonrasını) nazar-ı itibara alarak meseleleri başka başka kelimelerle dile getirir. Böylece, aynı mânâ ve muhtevaları farklı şekillerde ifade ederek, hem akla hem de kalbe sözünü dinletir; hem mü’mini hem de kâfiri dize getirir; hem çok okumuş bir alime hem de mektep yüzü görmemiş bir kimseye derslerini verir.

Cenâb-ı Allah mealen, “Biz bu Kur’ân’da, insanlar için her türlü misal ve öğüdü, farklı üslûplarla tekrar tekrar ifade ettik. Fakat pek çoğu bunları anlamadı.”2 buyurarak böyle bir tasrife dikkat çekmektedir. Yağmurun, değişik mevsimlerde farklı yerlere çeşit çeşit şekillerde yağması; bazen ince ince çiselemesi, bazen de kar ve dolu hâlinde düşmesi, kimi zaman toprağı sulayıp bereket kaynağı olması, kimi zaman da sele dönüşüp her şeyi yıkıp geçmesi gibi, Kur’ân’ın hakikatleri de muhatabın durumuna, yer aldığı surenin genel atmosferine ve öncesine-sonrasına göre farklı şekillerde seslendirilmektedir; bazen bir meltem gibi ruhları okşamakta, bazen de yıldırım ve gök gürültüsü olup kalblere ürperti salmaktadır. Zaten, yağmurun o değişik hâlleri “tasrif” kelimesiyle dile getirildiği gibi, Kur’ân’ın bu farklı üslûbu da aynı kelimeyle ifade edilmiştir.

Evet, Kur’ân, hak ve hakikati farklı şekillerde ve değişik kalıplarda sunarak insanlarda her zaman yeni bir heyecan uyarmaktadır. Beyan-ı ilâhînin bu üslûbuna sık sık vurguda bulunan Merhum Allâme Hamdi Yazır’ın yaklaşımıyla, Kur’ân’da her mânâ, kâh bir ses olup kulaklarda çınlar, kâh bir nakış olup gözlerde parıldar. Bu ses, bu nakış, kâh geçmişleri çekip getirir, kâh geleceklere alıp götürür; kâh bir nimetin cazibesi ile insanın iştihasını kabartıp iradeleri kamçılar ve kâh bir nikmet endişesiyle onun içine korkular saçarak kötülüklerden uzaklaştırır; bir ses nağmeden nağmeye, duraktan durağa çeşitli keyfiyetler içinde dizilir, kulaklara dökülür; çeşitli şekiller kazanıp göz önüne konulur. Daha sonra bütün bunlar aynı mânâ ile bir şuur, bir idrak, bir nur olup kalblere iner; derken o şuur ve idrak o kalbden yine aynı mânâ ile hareket eder, nefis ve beden tezgâhından geçerek birbirine benzer şekillerde ve çeşitli keyfiyetlerde birer fiil olarak ortaya çıkar. İlm-i ilâhîde mazmun ve mefhum itibarıyla aynı olan hakikatler, yine ilm-i ilâhîde tercihi yapılan kalıplar içinde arz-ı endâm eder. Bu suretle, anlatılan hâdisenin hem siyak ve sibak açısından ifade ettiği mânâ derinlemesine ruhlara duyurulmuş hem de aynı kıssayı bir kere daha okuyan ve dinleyen insanların bıkkınlık hissetmemeleri sağlanmış olur. Böylece Kur’ân, tasrifin hâsıl ettiği tazelik ve yenilik sayesinde muhataplarını her defasında daha farklı iklimlere alır, götürür.

Şahıslara ve Ruh Hâletlerine Göre

Farklı Üslûp

Ayrıca, insanlar tabiatları ve istidatları açısından farklı farklı yaratılmışlardır. Tasrif, yaradılış itibarıyla aralarında farklılıklar bulunan insanlara Cenâb-ı Hakk’ın rahmet tecellî dalga boylu bir teveccühüdür. Allah Teâlâ, hâdiseleri, hak ve hakikatleri, emir ve nehiyleri, tembih ve teşvikleri, maruf ve münker çerçevesinde zikrettiği hususları çok çeşitli kıyafetler içerisinde, çok farklı kalıplarda ve değişik hitap tarzlarıyla ifade ederek farklı istidatlardaki bütün insanların istifade etmesine zemin hazırlamıştır. Vahyi alma ve anlama bakımından bir peygamberin özel donanımı ile kendisine anlatılan bir hususu anlamakta zorlanan herhangi bir insanın durumu bir değildir. Fakat, Cenâb-ı Hakk’ın mesajı ikisini de muhatap almaktadır. Şu kadar var ki, belki, bir peygamber her şeyden önce Hazreti Musa’nın, ulûhiyet hakikati karşısındaki saygısını okuyup daha bir haşyetle dolarken, bir çoban da o yüce Peygamber’in asâsına dikkat kesilip onunla meşgul olacaktır. Bir zengin, özellikle Karun’un ve hazinelerinin akıbetini düşünüp Allah’a şükür duygularıyla dolarken, bir fakir de Hakk’ın en sadık kullarının hangi yokluklar içinde yaşadıklarını öğrenip ibret alarak sabra sığınacaktır. İşte, Cenâb-ı Hak, hakikatleri öyle değişik kalıplar içinde anlatmıştır ki, her insan mutlaka onlarda kendine dair bir şey bulabilmektedir. Zira, Kur’ân ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet etmektedir. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, avâmın en ümmîsi ile havassın en ehassı omuz omuza, diz dize verip beraberce Kur’ân dersi dinleyip istifade etmektedir; demek ki, Kur’ân-ı Kerim öyle bir üslûba sahiptir ki, binlerce muhtelif tabakada olan akıl, fikir, kalb ve ruh sahiplerinin hepsi onun sofrasında kendi gıdalarını bulabilmektedir.3

Diğer taraftan, insan ruh hâleti itibarıyla her zaman bir değildir. O yirmidört saat içinde hayat-ı nebatiyeden hayat-ı hayvaniyeye, hayat-ı hayvaniyeden hayat-ı insaniyeye, hayat-ı insaniyeden de kâmil insan seviyesine seyahatler edip durmaktadır. İnsan-ı kâmil dediğimiz seviyenin de kendi içinde belki yüz tane izafî mertebesi vardır. İşte, gün boyunca bu mertebeler arası gidip gelen ve bu farklılıkları yaşayan insan, günün her saatinde hak ve hakikate aynı ölçüde yönelemeyebilir. Bu açıdan, bazen şu âyet, bazen de diğeri, kimi zaman şu üslûp bir başka zaman da öbürü onun gönlünde daha büyük tesir bırakabilir. Bugünün diliyle diyecek olursak, günün şu saatinde âyetin şu versiyonu sizin ruh hâletinize daha uygun bir iksir olabilir. Günün bir başka diliminde, değişik tesirler altında kalmış ve farklı mülâhazaların bombardımanına uğramışsanız, o zaman da âyetin diğer versiyonu sizin derdinize tam derman ve yaranıza hakiki panzehir olarak imdadınıza yetişir. Öyle ki, siz duyduğunuz ilâhî mesaj karşısında “Tam bana göre, tam benim durumumu şerh ediyor!” demekten kendinizi alamazsınız.

Kur’ân ile Tefe’ül

Bildiğiniz gibi, bir kitabı gelişigüzel açarak ilk tevafuk eden yeri okuyup ondan bir mesaj çıkarmaya tefe’ül denmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de, inançsızların anlatıldığı ve onların tehdit edildiği pek çok âyet bulunduğu için, tefe’ülünde bu âyetlerden biri çıkınca insanın ümitsizliğe düşme ihtimali olduğundan dolayı ve objektif bir kural olarak kabul edilemeyeceğini göstermek maksadıyla İslâm uleması Kur’ân ile tefe’ülde bulunmaya taraftar olmamışlardır. Bununla beraber, Şah Veliyullah Dihlevî gibi büyükler arasında Kur’ân âyetleriyle tefe’ülde bulunanlar da vardır. Şahsen, objektif bir kural gibi kabul etmesem bile, benim de sıkıntılı anlarımda Kur’ân ile tefe’ül ettiğim olur. Kur’ân’ı açıp O’na sığındığım zaman, “Allahım, bu Senin kelâmın; ben Senin hâlâ konuştuğuna inanıyorum. Sen bir dönemde Peygamber Efendimiz’le konuştun.. sahabe efendilerimizle konuştun.. Sen mekândan, zamandan münezzehsin; mekân da, zaman da Senin tasarrufun altındadır.. Sen her zaman konuşursun, Kur’ân Senin her asra hitap eden beyanın. Bu Kitab-ı Hakîm, Efendimiz’e, ashab-ı güzîne ve selef-i salihîne çok hakikatlerin kapısını açtığı gibi bugünün insanlarına da bazı şeyler fısıldayabilir.” der ve bu duygularla bazı âyetlere bakarım.. dikkatimi celb eden âyeti okur ve çok defa üzerimdeki bütün kasvetleri, bütün hafakanları birden atarım; tırnaklarımın ucuna kadar yeniden hayatiyete döndüğümü hissederim.

Kaldı ki, bir hizb takip etme ve her gün Kur’ân’dan bir bölüm okuyarak belli periyotlarla Kur’ân’ı hatmetme daha farklı olur. Öyle inanıyorum ki, meselâ her gün yarım ya da bir cüz okusanız, okuduğunuz o bölüm içinde, Cenâb-ı Allah sizin o günkü sergüzeşt-i hayatınıza, üzerinize akıp gelen bir kısım hâdiseler karşısındaki teessürlerinize, sevinç ve mutluluklarınıza, keder ve elemlerinize dair bazı şeyleri mutlaka size ifade edecektir. Dertlerinize derman olacak bir hakikatin kapağını kaldırıp onu sizin ruhunuza duyuracaktır. Bugün okuduğunuz bölümde kapağı kaldırılmamış ve sizin için saklı kalmış hakikatler olabilir; fakat, yarın, ertesi gün ya da daha sonraki bir zaman aralığında okurken, tam ihtiyacınız olduğu anda bu defa da o saklı kalan hakikatler size göz kırpacak, onların üzerindeki kapaklar da inayet-i ilâhîye ile kalkacaktır. Ve Kur’ân size her gün bambaşka sırlar vererek vicdanınıza “Evet evet, bu Allah kelâmı!..” dedirtecektir.. İşte, Kur’ân’daki tasrifin bir de şahısların her an değişen ruh hâletlerine hitap eden böyle bir yanı vardır. O her zaman, her müracaat eden insana bir deva lütfeden bir şifa kaynağıdır ve bir iksirdir.

Cenâb-ı Hak’la Konuşmak

Evet, Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, “Kur’ân, kalblere kût ve kuvvet olup, tekrarı usanç değil, halâvet ve lezzet verir; Kur’ân’ın âyetlerinde de öyle bir kısım vardır ki, o kuvvetin ruhu hükmündedir, tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar.”4 Onun içinde bazı şeyler çok daha önemlidir; fakat bu, diğerlerinin önemsiz olduğu mânâsına gelmemektedir; onun hakikatleri her zaman hepimiz için çok şey ifade eder. Ruhların en yükseği ve şekillerin en mükemmeliyle dünyaya gönderilen insana, saadetin en idealini, yükselmenin en erişilmezini, yaşamanın en insancasını gösteren ve yolların en doğrusuyla “insan-ı kâmil” olma zirveleri vaat eden kitap Kur’ân-ı Hakîm’dir. Bu açıdan, Kur’ân’la sıkı bir münasebet içinde olmamız ve derin bir teveccühle sürekli ona müteveccih bulunmamız iktiza etmektedir.

Maalesef, Kur’ân-ı Kerim’i sürekli okuma alışkanlığımız olmadığı gibi, bir de dil problemimiz var; mukaddes kitabımızın dilini bilmiyoruz, kelam-ı ilâhîyi anlamıyoruz. Fakat, bu hiç aşılamayacak bir engel, asla çözülemeyecek bir problem değil. Kur’ân’la daha fazla meşgul olmak ve ondan istifade etmek için bazı şeyler yapabilirsiniz. Meselâ; Hanefi mezhebince tasvip edilmese bile, farzlarda olmasa da nafile namaz kılarken Kur’ân-ı Kerim’den okuyabilirsiniz. O gün okuyacağınız bölümün mânâsını daha önceden Suat Yıldırım Hoca’nın meali gibi bir kaynaktan öğrenebilir; özellikle geceleyin de Kur’ân’ı yüksekçe bir yere koyarak yüzünden takip etmek suretiyle nafile namaz kılabilirsiniz. Bir hadis-i şerife dayanarak fukaha-i kiram demişlerdir ki, “Bir insan Kur’ân okuduğunda, ‘ben Allah’la konuştum’ dese ve yemin etse, yemininde hânis (yeminini bozan, yalancı) olmaz.” Dolayısıyla, siz de her gece Cenâb-ı Allah’la konuşabilirsiniz.. keşke konuşsanız.. Cenâb-ı Hak da sizin gönlünüze mevhibeler yağdırsa, Kur’ân’ın sırlarını size açsa.. إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ’in mânâsını tam duysanız.. “Yalnız Sana kulluk yapar ve sadece Senden yardım dileniriz.”5 deseniz.. böyle söylerken, Biri tarafından duyulduğunuza tam inansanız, O’ndan medet umsanız. Yardım talebinde bulunurken kendisine yöneldiğiniz Zât’ın ihtiyacınızı giderebileceği itminanı içinde olsanız.. böylece, her gece Kur’ân-ı Kerim’in engin dağ ve ovalarında, bağ ve bahçelerinde, cadde ve sokaklarında, çarşı ve pazarlarında dolaşıp dursanız.. sürekli onun gülünü, reyhanını koklasanız.. keşke..!

Hâsılı, biz de Kur’ân’ın üslûbunu esas alarak dine, millete ve insanlığa hizmet yolunda tasrif düsturunu işletmeliyiz. Yani, Kur’ânî bir üslûp yakalayarak kendi zatında hakikaten engin, derin ve rengarenk olan değerlerimizi kendi enginlik, derinlik ve renkliliğiyle sunmaya çalışmalıyız. Meselelere hep bir yenilik mülâhazasıyla yaklaşıp, mahiyet itibarıyla canlı ve taze olan hakikatleri, küçük bir üslûp kaydırmasıyla ve günümüzün diliyle, onlara yakışır bir eda içinde çok canlı, çok yeni ve çok taze olarak takdim etme gayretinde olmalıyız.

1 Bakara sûresi, 2/25.

2 Kehf sûresi, 18/54.

3 Bediüzzaman, Sözler s.420 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Birinci Şuâ).

4 Bediüzzaman, İşarâtü’l-İ’câz s.29.

5 Fâtiha sûresi, 1/5.

-+=
Scroll to Top