Bölümler

Yüklenecek konu kalmadı!

Kur’ân-ı Kerim, “Ulü’l-emre itaat edin.” buyuruyor. “Ulü’l-emr” ifadesini nasıl anlamalıyız? Onlara itaatteki ölçümüz ne olmalıdır?

Evet, Kur’ân ulü’l-emre itaati emrediyor: “Ey iman edenler! Allah’a, Resûlü’ne ve sizden olan buyruk sahiplerine itaat edin.”1 diyor. Yani, “Ey iman edenler, Allah’a itaat ve inkıyat dairesi içine girin. O’na karşı başkaldırıp serkeşlik etmeyin. Allah’ın Resûlü’ne -harf-i tarifle anlatılan o belli Resûle- de itaat edin.”

Biz, diğer peygamberleri de sever ve kabulleniriz. Zira biz, onlara itaat ve sevgiyi, o belli Resûl ile öğrendik. Peygamberlerin kadr u kıymetini, O’nun elimize uzattığı ölçü ile ölçüp anladık. Mesih, O’nun nurlu beyanı içinde, bizim gözümüzün önünde büyük bir peygamber olarak âbideleşti. Hz. Mesih’ten Hz. Âdem’e kadar bütün peygamberleri O’nun sayesinde tanıdık. Öyleyse, diğerlerini tanımak istiyorsanız, evvelâ o belli Resûlü tanıyınız, O’na itaat ve inkıyat ediniz!. Ve yine O’nun aydınlık ikliminde ışıktan birer yumak hâline geliniz. İşte o zaman her şey aydınlığa kavuşacaktır.

        “Medyun O’na cemiyyeti, medyun O’na ferdi;
        Medyundur O masuma bütün bir beşeriyyet.
        Yâ Rab! Mahşerde bizi bu ikrar ile haşret!”

وَأُۨولِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ Yani “Resûl’ün aydınlık yolunda, O’nun yürüdüğü şehrahı bulmuş, sizden olan emir sahiplerine de itaat ediniz.”

Üç-beş kişiyi idare edenden, binlerce, milyonlarca insanı idare edenlere kadar, Allah’ın gösterdiği, Resûl’ün elindeki meşalenin aydınlattığı yolda yürüyen ve o yoldan ayrılmamaya azimli, kararlı olan bütün önderlere, bütün rehberlere tâbi olunuz! Yerinde ve belli ölçüler içinde. Öbürlerinin de sözü dinlense, onlara da isyan edilmese, hatta bir ölçüde müdârat ve mümâşat yapılsa bile; mutlak itaat edileceklerin peygamber çizgisinde olmaları şarttır.

Âyet, birbirine bağlı, Allah’a, Resûl’e ve ulü’l-emre olmak üzere üç itaatten bahsediyor. Peygamber, bütün büyüklüğünü, ihtişam ve celâdetini, Allah’ın elçisi olmada kazanmıştır. O bir insandır, fakat bizim Allah’a ulaşmamız yolunda, gaye çapında bir vesiledir. Biz de bu vesileye tutunmuş gidiyoruz. Efendimiz’in elinde bulunan vesile öyle bir iptir ki, biz o ipe tutunduğumuz zaman Allah’a ulaşırız. Zira bu ipin öbür ucu Allah’ın elindedir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân’ı anlatırken öyle buyuruyor: “Kur’ân öyle bir iptir ki bir ucu Allah’ın elindedir, kim ona tutunursa, Allah’a yükselir.”

İşte nebi Cenâb-ı Hakk’ın emirleriyle ve bizim Allah’a karşı vazifelerimizle böyle içli dışlı olmuş ve böyle bütünleşmiştir. Nebi, Allah değildir. Hıristiyanların Hz. Mesih için dedikleri gibi, Allah’ın tahtının bir yanına oturmuş da değildir. Fakat yeryüzünde O, “Bir mir’ât-ı mücellâdır ki, O’nda Allah görünür daim.”

        “Zâtıma mir’ât edindim zâtını,
        Bile yazdım adım ile adını.”

diyen Süleyman Çelebi’nin ifadesi içinde O’na bakmadan Allah’ı görmek imkânsızdır.

Şimdi, bu yol buraya kadar aydın olduğu gibi ondan sonra da aydın olarak devam edecektir. وَأُۨولِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ Resûl nasıl Allah hesabına hükmeder, karar verir ve itaat ister, aynen öyle de “Ulü’l-emr” dediğimiz kimseler de evvelâ, Resûlullah’ın yolunda olacak, O’nu dinleyecek, O’na itaat edeceklerdir. İşte Sıddık-ı Ekber Ebû Bekir, işte Faruk-u Âzam Ömer, işte Zinnureyn Osman, işte Haydar-ı Kerrar, Şah-ı Merdan Hz. Ali (radıyallâhu anhüm).

Bunlar, bir göz açıp kapayacak kadar dahi Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhalefet etmemişlerdir. Muhalefettense, yerin dibine girmeyi yeğlemişlerdir. Sonra da mü’minler bu türlü emirlere itaat ve inkıyat edeceklerdir. Aksine çok büyük hizmetler yapsalar da Allah Resûlü’ne muhalefetleri nispetinde inkıyat edilme hakkını kaybederler. Onun için, emir olma mutlaka itaati gerektirmez. Emir, emirliğinin yanında eğer Resûlullah’a sımsıkı bağlı ise ona da itaat edilir. Hem de ibadet neşvesi içinde.

Şimdi eğer mü’minler, yukarıdaki ölçülere uygun hareket etmiyorlarsa, bildikleri şer’î maslahatlar ve mecbur oldukları zaruretler vardır. Dine hizmet ve “i’lâ-yı kelimetullah” sulh olmayı, inkıyadı ve müsbet hareket etmeyi emrediyorsa, bütün dünya toplansa, onlara menfî hareketin en küçüğünü dahi yaptırtamaz.

İkincisi: İtaat dairesi çok geniş ve mütedahildir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyururlar ki: “Eğer bir yerde üç kişi bulunursa, bir tanesi onlara emîr olsun.” Üç kişinin birisi emîr olacak ve diğer iki kişi onu dinleyip ona itaat edecektir. Bir yolculuğa çıkarken, içlerinden biri emir seçilecek; oturma-kalkma, yatma-oturma, kalma-gitme, hareket etme veya durma, hepsi ona sorulacaktır. İşte, itaat dairesi ta buradan başlar!

Namaz bize itaati talim eder. Çünkü imam, “Yat!” der yatarız, “Kalk!” der kalkarız. Böylece bir askerin talim ve terbiye ile disipline edilişi gibi, namaz da temel hedefinin yanında bizi disipline eder. Esasen cemaatle namaz kılarken de söz dinlemeye alışırız.

Bilhassa yüce bir davaya gönül vermiş olan mü’minler, Müslümanlığı alâkadar eden mevzularda, kat’iyen kendi başlarına hareket edemezler. Görüşürler, konuşurlar, meşveret ederler; gerekirse, meşveret söz kesen birine götürülür, iş onun tespitiyle bağlanır ve ondan sonra ortaya konan her ne ise, herkes o hususta itaat ve inkıyat eder. Haddizatında, meşveretle hareket eden bir ulü’l-emrin arkasındaki mü’minler onu kabullenme içinde Hakk’a itaat etmiş olurlar.

Evet, Hakk’ın hatırı için, Efendimiz’in beyanıyla “Saçları kıvırcık, üzüm gibi siyahi bir köle dahi olsa, dinleyin ve itaat edin.”2 ile anlatılan kimselere dahi itaat edeceğiz. Tarihî gelenekleri itibarıyla Kureyşli bir efendi için, siyahî bir köleye itaat mümkün değildi. Ama Efendimiz bütün cahiliye âdetlerini ortadan kaldırmak için gelmişti. Ve O’nun bu ifadeleri aynı zamanda; “İmam mutlaka Kureyş’den mi olacak, yoksa Habeşli bir köle de imam olabilir mi?” meselesini de beraberinde getirmişti. Demek ki Habeşli bir köle imam olabilecekti…

Hulâsa, mü’minler, iman ve Kur’ân hizmeti adına yapacakları her meseleyi meşveret edecek, neticede meseleyi bir hükme bağlayacaklar ve bir söz kesen de bu hükmü noktalayacaktır. Bundan sonra ise artık itaat ve inkıyat faslı başlar. Aksi takdirde herkes kendi kafasına göre hareket ederse, ondan anarşi doğar. Kalbler bir noktada ittihad ve ittifak edemediğinden dolayı da Cenâb-ı Hak, cemaate lütfedeceği şeylerden onları mahrum bırakır. Fert hususî meziyet ve faziletleriyle belli şeylere taliptir ve Allah onları verir. Ama cemaate Allah’ın vereceği bazı şeyler vardır ki, onlar ancak cemaat hâlinde istendiği zaman verilir. İnsanlar şayet cemaat yapısını bozmuş ve parçalamışlarsa, teker teker ve münferit hareket ediyorlarsa, Allah’ın, cemaate terettüp eden lütuflarından mahrum kalırlar. Bir istiska duası, bir hüsuf ve küsuf namazı, bir bayram namazı, bir Arafat’ta toplanma vazifesi.. evet bütün bunlar, cemaatle yapılır, cemaatle eda edilir. Zaten bu mükellefiyetler de Müslümanların cemaat olma seviyesine ulaşmalarından sonra bahis mevzuu olmuştur.

Namaz Mekke’de farz kılınmış olmasına rağmen, cuma namazı Medine’de farz kılınmıştır. Zira Mekke’de henüz bir cemaat teşekkül etmiş değildi. Ne zaman ki mü’minler hicretle cemaatleşti, işte o zaman cuma namazının farziyeti söz konusu edildi.

Hâlbuki Medine’de bu merhale daha önce kat edilmişti. Gerçi cuma farz değildi; ama Es’ad b. Zürare, cuma günleri, Medine Müslümanlarını toplar ve onlara cuma namazı kıldırırdı. Çünkü Medine cemaatleşme adına, o gün için Mekke’den daha müsaitti.

Belki de kader, Es’ad b. Zürare, Allah Resûlü’nün arkasında cuma namazı kılamayacak diye onu bu nasipten mahrum bırakmak istememiştir! Zira Allah Resûlü’nün şerefkudüm buyurduğu dakikalarda, Es’ad b. Zürare ebedî yolculuğa çıkmış bulunuyordu. Seniyye-i Veda’da söylenen türküleri o, berzahtan dinleyecekti. Berâ b. Âzib (radıyallâhu anh) ne zaman Es’ad b. Zürare’yi hatırlasa ağlardı. Niçin ağladığı sorulunca da bunları anlatırdı.

İtaat, cemaat olmaya has bir hâl ve keyfiyettir. İnsanlar cemaat hâlinde hareket etmeye başladıkları andan itibaren büyük veya küçük her dairede itaat ve inkıyat da önem kazanmıştır.

Bir mü’min, itaatin ne demek olduğunu bilmeli ve mutlaka itaat etmelidir. Efendimiz, kemal-i hassasiyetle bu iş üzerinde durmuş ve bu duygunun gelişmesi için lâzım gelen her şeyi yapmıştır. Biz bu mevzuda sadece bir iki misal arz edeceğiz.

Ammar b. Yasir ve Halid İbn Velid beraberce bir birlikte bulunuyorlardı. Bunların aralarında bir huzursuzluk çıktı. Halid, Ammar’a biraz sert konuştu. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikisinin de hakkını verdi: (Ammar, Sabikûn-u evvelûnden yani ilk Müslüman olanlardandı. Fakat Halid de o birliğin başında kumandandı.) Ammar’a “Kumandanınıza itaat edeceksiniz.” dedi. Fakat beri taraftan da Halid’e: “Sakın sakın, ashabıma ilişmeyin!” dedi. Çünkü o daha önce iman etmişti.

Allah Resûlü bir seriyye gönderiyordu. Onlara, kumandanlarına itaat etmelerini emretmişti. Daha sonra yolda seriyye kumandanı, arkadaşlarında hissettiği bir şeyden ötürü, hemen bir ateş yaktırıp, onlara kendilerini ateşe atmalarını emretti. Orada bulunanların bir kısmı “Hemen kendimizi atalım; zira Allah Resûlü mutlak itaati emretti.” dediler. Diğer kısmı ise, “Biz ateşten kurtulmak için Müslüman olduk. Gidip Resûl-i Ekrem’e (aleyhissalâtu vesselâm) soralım. Eğer bu hususta da kumandana itaat edilecekse o zaman kendimizi ateşe atalım.” karşılığını verdiler. Medine’ye dönüldüğünde durum Allah Resûlü’ne intikal ettirildi. Efendimiz: “Eğer kendinizi ateşe atsaydınız, ebediyen ondan çıkamazdınız.” buyurdu.3 Yani Cehennem’e giderdiniz. Allah’a isyanda mahluka itaat olmaz. Demek ki, Allah’a isyanın dışında her şeyde emîre itaat edilecek..!

İtaat anlayışını kuvvetlendirmek için Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye’den sonra Mute’ye gönderdiği ordunun başına azadlı kölesi ve evlâtlığı Zeyd İbn Hârise’yi kumandan tayin etti. Oysaki, ordunun içinde Cafer İbn Ebî Talib vardı.

Cafer çok büyük bir insandı. O, yaptığı işler itibarıyla eşsizdir ve ona hayranlık duymamak mümkün değildir. O, Hz. Ali Efendimiz’den tam 8 yaş büyüktü. Müslümanlığı önceden tanıyanlardandı. Habeşistan’a hicret etmiş ve orada Necaşî’nin karşısında Kur’ân okumuş, konuşmuş ve ona tesir etmişti. Zaten nâfizü’l-kelâmdı, tesirli konuşurdu. Şimdi de kılıcını kullanma zamanı gelmişti. Doğrusu o, bu mevzuda da hatırı sayılırdı. Ama Efendimiz, bütün bu meziyetlerine rağmen Cafer’in başına Zeyd İbn Hârise’yi kumandan tayin etmişti. Mute’de düşman ordusunu hesap eden meğâzî yazarları, üç yüz bin kişi olduklarını söylüyorlar. O kadar olmasa bile, zannediyorum yüz bin olduğunda şüphe yoktu. Bu yüz binlik ordunun karşısında da sadece üç bin Müslüman vardı. Bir insanın kaç kişiyle dövüştüğünü lütfen bir düşünün.

İşte Cafer’i adım adım takip edenler derler ki, başına, gözüne, kulağına inen her kılıç darbesi, ağaç buduyor gibi onu budarken, bir an olsun yüzünü düşmandan çevirmedi. Bu manzarayı mânevî bir ekranda seyrediyor gibi seyreden Efendimiz, Medine Mescidi’nde oturmuş ve olanları teferruatıyla ashabına anlatıyordu. Bir ara, Cafer’i Cennet’te gördüğünü, diğerlerinin boynunda birer tasma olduğu hâlde, onun kayıtsız, dümdüz yürüyüp gittiğini haber verdi ve tablonun diğer yüzündeki durumu da şöyle izah etti: Diğer komutanlar sıkıştıklarında, başlarını hafif sağa-sola çevirdiler. Cafer ise, yaşama endişesine hiç düşmeden dosdoğru yürüyüp gitti…

İşte Cafer buydu! Ama yine de ordunun başında Cafer değil de Zeyd İbn Hârise vardı. Bu azatlı köleye herkes itaat etti ve dinledi. Hatta bir aralık, “Bu kadar düşman karşımıza çıkınca Efendimiz’e haber versek de sonra yapacağımızı yapsak.” diyenler oldu. O zaman Zeyd İbn Hârise öne atıldı ve dinleyip, itaat etmelerini söyledi ve “Ne olursa olsun Efendimiz bize geri gelin diye bir şey söylemedi. Öyleyse dayanacak ve burada hepimiz şehit olacağız!” dedi.

Mute’de üç kumandan şehit olmuştu. Ondan sonradır ki, Halid zuhur etti. Âdeta o ana kadar akan kanlar Halid’i yiyip bitiriyordu. Şimdi artık o konuşacaktı. Müslümanların ilelebet iftihar edecekleri Halid b. Velid’in Müslümanlığı kabullenmesinin üzerinden henüz birkaç ay geçmemişti ki, kendini bu çetinlerden çetin muharebenin ortasında buldu. Buldu ve savaşa iştirak için âdeta yanıp tutuşuyordu. Bazı meğâzî yazarlarına göre, Efendimiz önce Halid’in savaşa iştirakini istememiş, fakat sonra bu düşüncesinden vazgeçip izin vermişti.

Şimdi soralım, acaba Halid, Kur’ân’dan altmış gün içinde ne öğrenmişti? Efendimiz’i ne kadar tanımıştı? Tanımıştı ki, içtimaî mevkiine rağmen, kendinden evvelki zatların emrine girip çalışmış ve bilmeyerek kaderin kendi hakkındaki hükmünü beklemişti. Birinci kumandan şehit olduktan sonra sıra ile Cafer İbn Ebî Talib ve dili kadar kılıcı da keskin Abdullah İbn Revâha da şehit düşmüş ve peşi peşine cereyan eden hâdiseler âdeta, şanlı bir geleceğe namzet olan büyük kumandanın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştı.

Şimdi bir de meseleye cemaat ruhu ve itaat açısından bakalım: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir azatlı köleye itaat ve inkıyadı, onu kumandan nasbederek öğretmiş oluyordu. Tabiî böyle bir operasyonu günümüzün şartlarına göre de değerlendirmemek icap eder. Zira o gün, köle hayvan muamelesi görüyor, efendileriyle beraber oturup yemek yiyemiyor, üçüncü sınıf bir insan olarak kabul ediliyordu. İşte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle birisini, onların başına getirdi; “İtaat ve inkıyat edin!” buyurdu.

Bu mevzuda Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), o kadar ısrarlıydı ki, vefat etmeden birkaç gün evvel babasının intikamını almak ve düşmanlara ders vermek üzere, Bizans’a teşkil buyurdukları bir ordunun başına, 20 yaşını henüz doldurmuş Üsame İbn Zeyd İbn Hârise’yi kumandan tayin etmişti. Hâlbuki bu orduda Ebû Bekirler, Ömerler birer nefer olarak bulunuyordu. Bununla da Efendimiz, yine bir cahiliye düşüncesini yıkmak; itaat ve inkıyat ruhunu oturtmak istiyordu. Çünkü Üsame, bir kölenin evlâdı ve fakirlerden fakir bir insan idi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de işte böyle fakir, genç ve bir köleden doğma birisine itaat ettirmek suretiyle, itaatin ne demek olduğuna dikkat çekiyordu. Allah Resûlü, bütün hayat-ı seniyyeleri boyunca itaat ve inkıyada çok ehemmiyet vermişti…

Yeniden O’nun düşünce dünyasında hizmet-i imaniye ve İslâmiye ile gerilen ve yeni bir diriliş hazırlayan günümüzün kudsîleri, evet bu güzideler kadrosu da -inşâallah- aynı şuurla meseleye sahip çıkarlar. Aksi takdirde her türlü perişanlık, dağınıklık, itaatsizlik, Müslümanları uzun zaman tünelde iki büklüm yürümeye mecbur ve mahkûm edecektir.

Hâlbuki, insanımızın uzun süre beklemeye tahammül ve gücü yoktur. Kudsîler doğrulmak ve bu tüneli en kısa zamanda geçmek zorundadırlar. Ta ki, itaat ve inkıyatları bereketiyle, canı dudağına gelmiş insanların gönüllerine biraz ümit üflemiş olsunlar!

1 Nisâ sûresi, 4/59.

2 Buhârî, ahkâm 4; Müslim, imâre 37.

3 Buhârî, ahkâm 4; Müslim, imâre 39.

-+=
Scroll to Top