Kur’ân Müslümanlığı mı?

Soru: Bir âyet-i kerimede,1 Kur’ân’ın mehcur tutulduğuna dair bir Peygamber sitemi ve şikâyeti görüyoruz. İlâhî Beyan’ın “mehcur” ittihaz edilmesi ne demektir? Böyle bir şikâyet, sadece müşriklerden dolayı mıdır; yoksa, onun inananlara ve günümüz Müslümanlarına bakan yanları da var mıdır?

Cevap: Söz konusu âyet-i kerimede, sitemde ve şikâyette bulunan Resûl, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olabileceği gibi, başka peygamberler de olabilir.2 Bazı müfessirler, âyetin metnindeki “Resûl” ifadesini öncesi ve sonrasıyla değerlendirip, her peygamberin karşısında ilâhî mesajı yalanlayıp onunla alay eden bir kısım düşmanların bulunduğunu ve dolayısıyla bütün peygamberlerin kendi kavimlerindeki adâvete kilitli bu kimselerden şikâyetçi olduklarını/olacaklarını söylemişlerdir.

Âyette “Kur’ân” adının zikredilmesi ilk bakışta böyle bir anlayışa zıtmış gibi görünse de, bir yönüyle, bütün peygamberlerin suhuf ve kitaplarına “Kur’ân” denmesi münasiptir. Gerçi, tercih edilen görüşe göre, “Kur’ân” kelimesi, kök itibarıyla okumak, toplamak ve bir araya getirmek mânâlarına gelen قَرَأَ fiilinden bir mastardır. Kur’ân lafzı, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslîmât) indirilen kitaba tahsis edilmiş ve onun için özel isim (alem) olmuştur. Bununla beraber, iştikâkı (kendisinden türetildiği kök) açısından Kur’ân kelimesinin değişik mânâları da vardır. Hem hepsi Allah nezdinden geldiğinden, hem tamamı öz itibarıyla aynı mesajı getirdiğinden ve hem de bütünü Cenâb-ı Hakk’a kurbete vesile olduğundan dolayı Hazreti Âdem’den Seyyidü’l-Mürselîn’e (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselâm) kadar bütün resûllerin suhuflarının ve kitaplarının “Kur’ân” olarak anılması da mümkündür.

İlâhi Mesajın Mehcur İttihaz Edilmesi

Evet, bahis mevzuu olan âyet-i kerimede mealen, “O gün Resûl dedi ki: Yâ Rabbi, halkım bu Kur’ân’ı (mehcur ittihaz edip) terk ederek ondan uzaklaştılar!”3 buyurulmaktadır.

Arapçada “mehcur” kelimesi bırakılmış, metruk, uzakta kalmış, ayrı düşmüş, unutulmuş, gayr-i müstâmel, değersiz laf, saçma sapan söz ve hezeyan mânâlarına gelmektedir. Bu açıdan, Kur’ân’ın mehcur tutulması; onun dikkate değer görülmemesi, kabul edilmemesi, ardından gidilmemesi, terk edilmesi, arkaya atılması, –hâşâ– anlamsız ve saçma bir söz yerine konması ve alay konusu hâline getirilmesi demektir. İşte, zikredilen âyette, Allah’ın Elçisi (Resûl) bütün bu çirkinliklerden dolayı şikâyet ve sitemini seslendirmiştir.

Malûm olduğu üzere, Resûl; Allah’ın vahiyde bulunarak mesajını tebliğe memur ettiği ve kendisini kitap ve yeni bir şeriatla gönderdiği kimsedir. Nebi ise, kendisine ait müstakil bir şeriatı olmayıp, daha önce gönderilen bir peygamberin şeriatı ile hükmeden, insanlara onu açıklayan ve ona uymalarını emreden elçidir. Bir hadis-i şerifte, enbiyânın adedinin yüz yirmi dört bin,4 başka bir rivayette ise iki yüz yirmi dört bin5 olduğu belirtilmiş ve bunların içinden üç yüz on beşinin risaletle vazifelendirildikleri6 ifade edilmiştir. Demek ki, bizim bildiğimiz ya da bilemediğimiz daha pek çok resûle sayfalar ya da kitaplar verilmiştir. Kur’ân-ı Kerim, bunlardan sadece bazı peygamberleri ve onlara gönderilen kitapları özel adlarıyla zikretmiştir. Kaynaklara göre; Hazreti Âdem, Hazreti Şit, Hazreti İdris, Hazreti İbrahim ve Hazreti Musa (aleyhimüsselâm) kendisine Suhuf gönderilen peygamberler arasındadırlar. Yine Hazreti Musa, Hazreti Davud, Hazreti İsa ve Hazreti Seyyidü’l-Mürselîn (alâ resûlina ve aleyhimüssalavâtü vetteslîmât) Efendilerimiz de kendilerine kitap verilen resûllerdir.

Evet, tarih boyunca pek çok peygamber gelmiş ve Allah’ın mesajını getirmişlerdir. Ne var ki, hemen hepsi kavimleri ya da bazı düşmanları tarafından reddedilmiş, alaya alınmış ve zulme maruz bırakılmışlardır. Onlarla gelen ilâhî beyan yüklü sayfalar ve kitaplar da değersiz görülmüş, arkaya atılmış, bütün bütün unutulmuş ya da tahrif edilip asıl hüviyetinden uzaklaştırılmıştır. Dolayısıyla, bütün peygamberler, tebliğ ettikleri yüce hakikatlere sırt çeviren kimselerden ahirette davacı olacaklardır.

Fakat, Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’i muhafaza buyurmuştur. Kur’ân’ı indiren de, onu koruyan da Hazreti Allah’tır. Şu kadar var ki, “Hiç şüphesiz o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biziz!”7 mealindeki vaadinde, kibriya ve azametini vurgulamasının yanı sıra, bazı icraatına sebepleri vesile kıldığını da ima eden Rabb-i Hakîm, Kur’ân’ı indirirken Hazreti Cebrâil gibi bir elçiyi vazifelendirdiği gibi,8 onu korurken de vahiy katiplerini, onların yazdığı nüshaları ve daha sonra da onun her harfine vâkıf hafızları vesile olarak kullanmıştır/kullanmaktadır.

Ne var ki, Kur’ân-ı Kerim’in muarızları da hiçbir dönemde eksik olmamıştır. Dünden bugüne Kur’ân’a hasım kimseler, onu ortadan kaldıramasalar ve tahrif edemeseler bile, insanları ondan uzaklaştırmak için var güçleriyle çalışmışlardır. Daha vahyin başlangıcından itibaren, Mekke’deki müşrikler de tıpkı selefleri gibi, Allah’ın mesajına sırt çevirmişlerdir.9 Kur’ân’ın özellikle ahiretle alâkalı âyetlerine “Bunlar esâtîru’l-evvelîndir.” demiş, Kelâm-ı İlâhî’yi “evvelkilerin uydurma masalları”na benzetmiş,10 sürekli kendi atalarının yolunu dillendirmiş11 ve insanların iman etmelerine mani olmaya gayret göstermişlerdir.12 İşte, o dönemdeki müşriklerin yaptıkları da Kur’ân’ı mehcur ittihaz etmek demektir.

Mezkûr âyet-i kerimede seçilen kelimeler zatî anlamlarının yanında çok derin mânâları da ihtiva etmektedir. Meselâ; müşriklerin Allah’ın mesajını terk edişleri anlatılırken “ittihaz” kelimesinin kullanılması çok enfes ve pek yerindedir. Zira, “ittihaz”, öyle saymak, o şekilde kabul etmek, edinmek ve o gözle bakmak mânâlarına gelmektedir. İttihaz, zatında öyle olmayan bir şeyi öyleymiş gibi addetmektir. Demek ki, Kur’ân asla mehcur olmamıştır; fakat, müşrikler onu mehcur edinmişlerdir. Dahası, onların bu sahtekârlıkları ve hâdiseleri olduğundan farklı göstermeleri yeni de değildir. Daha önce de, –hâşâ– Allah’a eş-ortak koşmuşlar; –hâşâ– “Melekler Allah’ın kızlarıdır” iftirasını dile dolamışlar;13 –hâşâ– Hazreti İsa ve Hazreti Üzeyr için “Allah’ın oğludur.”14 demişlerdir. İttihaz onların âdeti olmuştur âdeta; ittihaz üstüne ittihaz sürekli yapageldikleri bir şeydir. Dolayısıyla, haddizatında Kur’ân mehcur olacak bir kitap değildir; o başlara taçtır, taçlarda sorguçtur. Fakat, gelin görün ki, bakırla cevheri birbirinden tefrik edemeyen nâdânlar, onu mehcur tutmuşlardır. İşte, Allah’ın Elçisi, onların bu inkârlarını ve nankörlüklerini Cenâb-ı Hakk’a şikâyet etmekte; “Yâ Rabbi, halkım bu Kur’ân’ı (mehcur ittihaz edip) terk ederek ondan uzaklaştılar!” demektedir.

Evvelen ve bizzat Kureyş müşriklerini, sâniyen ve bilvasıta inananlar da dahil bütün insanları hedef alan bu sözlerin, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından Mekke’de mi dile getirildiği, yoksa ahirette mi söyleneceği hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Fakat, aslında üzerinde durulması gereken husus, insanların Kur’ân’ı mehcur ittihaz etmelerinin ne anlama geldiği ve bunun günümüz mü’minleri açısından ne ifade ettiğidir. Zira, Nebevî şikâyet nerede ve ne zaman yapılmış olursa olsun, o gün orada ya da daha sonra, ona muhatap olan herkes için –hususiyle ebedî hayat hesabına– ciddî bir tehdittir.

Kur’ân-ı Kerim’in Gurbeti

Evet, dün olduğu gibi bugün de, Kur’ân’ın ellerde mütedavil olmasına meydan vermeyen ve hayatın ona göre tanzim edilmesini engelleyen hasımlar var. Bu tiranlar, diyanetin yaşanmasını istemiyor ve Kur’ân’ı âtıl bırakmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Kendileri Kelâm-ı İlâhî’yi ya da onun hükümlerinden bazılarını tekzip edip alaya aldıkları gibi, onu insanların gönüllerinden, ellerinden, evlerinden ve hayatlarından uzaklaştırmak için de olmadık hilelere başvuruyorlar. Dolayısıyla, husumete yenik bu zavallılar da aynı ataları misillü Kur’ân’ı mehcur ittihaz ediyorlar.

Her ne kadar mü’minler böyle bir zulümden uzak dursalar da, söz konusu âyetin onlara bakan yönleri de vardır. Zira, daha önce de ifade edildiği gibi, Kitab’ı mehcur tutmanın bir mânâsı da ona karşı alâkasız kalmak, gereken önemi vermemek, onu kulak ardı etmek, hayata hayat kılmamak, ondan istifade etmemek, üzerine yeterince eğilmemek, muhtevasında derinleşmemek ve emirleriyle amel etmemektir. Nitekim, bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Kim Kur’ân’ı öğrenir ama Mushaf’ı duvara asar, onunla ilgilenmez ve ona bakmazsa; Kur’ân kıyamet günü o insanın yakasına yapışır ve ‘Yâ Rab! Bu kulun beni mehcûr tuttu (bana ehemmiyet vermedi, beni garip bıraktı ve benden uzak kaldı); şimdi aramızdaki hükmü Sen ver!’ der.”

Maalesef, belli devirlerde İslâm dünyası Kur’ân-ı Kerim’e gerektiği ölçüde ihtimam göstermemiştir. Gerçi mü’minler onun şekline ve kalıbına her zaman çok önem vermişlerdir; onu en güzel mahfazalar içinde evlerinin en mutena köşesine asmışlar ve gelip geçerken yüzlerine gözlerine sürmüşlerdir. Saygının bu şekli de boş değildir, bu da güzeldir; nezd-i ilâhîde bunun da bir kıymeti vardır. Fakat, onun lafzına, şekline, yapraklarına, yazısına ve kalıbına hürmetin ifadesi olarak ortaya koyulan davranışlar, onun derinliklerine inip hakikatlerini anlama ve vaz’ettiği hükümlerin ışığında yaşama kadar değerli değildir. Evet, asıl ehemmiyet verilmesi gereken husus, Kur’ân’ın muhtevasına ve iç derinliklerine ulaşarak onu hayatın esası kılma meselesidir. Aksi hâlde, Kelâm-ı İlâhî, yüksek raflarda, kadife bohçalar içerisinde bütün ihtişamıyla muhafaza edilse ve sürekli öpülüp başlara konulsa da, o yine mehcur sayılır. Yüce Kitap, muhtevasını temsil eden insanların olmadığı bir yerde gariptir ve kendini ifade edemiyor demektir.

Zannediyorum, günümüzde Kur’ân-ı Kerim’i tilâvetiyle, mealiyle ve tefsiriyle bilen çok insan var. Fakat, bu bilme, çoklarında nazarî Müslümanlıktan öteye geçmiyor. Oysa, esas olan amelî Müslümanlıktır ve onun adı da diyanettir. Diyanet, Kur’ân ışığının zeberced bir prizmadan hayatın içine akması, onu yoğurması ve şekillendirmesidir; ilâhî mesajın hayata hayat olmasının adıdır. Evet, dine sahip çıkabilir ve din adına bazı hakikatleri dile getirebilirsiniz; ama seslendirdiğiniz o hakikatler kendi hayatınıza yön vermiyorsa, hem şahsî dünyanız adına kusur ve hatalardan kurtulamaz, hem de başkalarına müessir olamazsınız. Çünkü, Allah’ın inayetiyle, müessir olan diyanettir; hiç çarpıtmadan, hiç kırmadan, hiç çatlatmadan o dinin emirlerini kemâl-i hassasiyetle yerine getirmek, haramlarına karşı çok titiz hareket etmek ve sürekli Allah mârifeti, Allah muhabbeti, Allah mehâfeti, Allah aşkı ve Allah iştiyakıyla oturup kalkmaktır.

Bu itibarla da, Kur’ân, bu ölçüde canlı, şuurlu ve iradeli temsilcilerini bulamadığı her devirde hazin bir gurbet yaşamıştır, bugün de bir ölçüde yaşamaktadır. Böyle bir gurbet de, onun mehcur ittihaz edilmesi demektir. O mükemmel Kitap, ancak mükemmel bir temsilci kadrosu sayesinde, sesini-soluğunu âleme duyurabildiği zaman garip ve mehcur olmaktan kurtulacaktır.

Soru: Zaman zaman dile getirilen ve zâhiren kulağa da hoş gelen “Kur’ân Müslümanlığı” tabiri, hususiyle bazı kesimler tarafından telaffuz edilince bir kısım soru işaretlerini netice veriyor. “Kur’ân Müslümanlığı” ifadesi doğru mudur, yoksa bu söz ve anlayışın arkasında başka maksatlar mı vardır?

Cevap: Bir mânâda, hepimiz Kur’ân Müslümanlarıyız. Çünkü, onun nuru sürekli hayatımıza akıyor ve bizi o besliyor. Evet, bizim can damarımız, havamız ve ziyamız Kur’ân’dır. Ebedlere kadar var olabilmemizin temel direği Kur’ân’dır. Kur’ân, bazen ciddî bir merak ve iştiyakla, kimi zaman da bir tereddüt ve ürperti ile beklediğimiz öbür âlemlerin haritası, tarifnâmesi ve rehberidir. O, insanî kemalât yolunda bizi asla yanıltmayan bir terbiye kitabı, bir mârifet mecmuası ve bir ilimler ansiklopedisidir. Bizim şahsî, ailevî, içtimaî, iktisadî, siyasî ve idarî hayatımızı tanzim eden bir kanunlar külliyatıdır; ihtiva ettiği dua, zikir, fikir ve münâcâtlarla seyr ü sülûk rehberimizdir. Dahası Kur’ân, başta Sünnet olmak üzere diğer şer’î delillerin de kendisine dayandığı temel kaynağımızdır.

Bu zaviyeden, her müslim bir Kur’ân Müslümanıdır; elhamdülillâh, biz de Kur’ân’a göre Müslümanız. Gerçi, Kur’ân’ı temsilde hatalarımız ve boşluklarımız bulunabilir; pek çok eksik ve kusurlarımız olabilir, belki bu açıdan sorguya da tâbi tutulabiliriz; en azından bazılarımız itibarıyla Kur’ân’ı hakkıyla temsil ettiğimiz söylenemez. Fakat, yine de –elhamdülillâh– biz, Kur’ân’ın Müslümanlarıyız.

Ne var ki, günümüzde “Kur’ân Müslümanlığı” sözü ile, özellikle Sünnet’i ve diğer edille-i şer’iyeyi dışlayarak İslâm’ı yalnızca Kur’ân’a göre yorumlamayı esas edinen bir anlayış nazara verilmektedir. Bu açıdan da, bu tabiri masum bir isimlendirme olarak kabul edemeyiz.

Sünnet-i Seniyyeden Koparılan Kur’ân Mehcurdur!

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz Kur’ân ile nefes alıp verir, onunla göklerle irtibata geçer, onunla rahmet damlaları gibi yerdeki varlıkların imdadına koşar, onunla zulmetlerle savaşır ve onunla ışık olur her yana yağardı. Rehber-i Ekmel’in ilk muhatapları olan sahabe efendilerimiz ashab-ı lisandı; onlar dili çok iyi bilir, neyin ne ifade ettiğini çok iyi anlarlardı. Fakat, nâzil olan âyetler arasında, o firaset ve fetanet insanlarının dahi kendi idrak ufuklarıyla halledemedikleri meseleler olurdu.

Dolayısıyla, ashab-ı kiram, içinden çıkamadıkları meseleleri hemen Hikmetin Lisan-ı Fasîhi’ne (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) sorarlardı. Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer ve Âişe Validemiz (radıyallâhu anhüm ecmaîn) gibi zekâ, hafıza ve idrak seviyeleri itibarıyla içimizde hayranlık duygularını uyandıran büyük sahabiler bile, pek çok mevzuyla alâkalı “Yâ Resûlallah, bu ne demektir?” “Yâ Resûlallah, şunun mânâsı nedir?” şeklindeki sualleriyle istifsarda bulunurlardı. Demek ki, Sâdık u Masdûk Efendimiz’in rehberliği, ışık tutması, şerhi ve izahı olmasaydı, dini kendilerinden öğrendiğimiz o sâbikûn u evvelûn dahi Kur’ân’ı kendi başlarına tam olarak anlayamayacaklardı. Zaten, herkes Kur’ân’ı kendi kendine anlayıp ondan hükümler istinbat edecek olsaydı, bir peygamberin gönderilmesine ihtiyaç mı kalırdı?

Evet, hiçbir zaman bitip tükenme bilmeyen o Kur’ân hazinesinin kapılarını açmaya yönelik soruların yanı sıra, Peygamber Efendimiz’in bizzat kendisine tevcih edilen pek çok sual, halledilmesi gerekli olan pek çok müşkil, ümmetiyle alâkalı dinî, içtimaî, iktisâdî, siyasî pek çok mesâil vardı ki, Beyan Sultanı, kalb-i pâki ve lisan-ı nezîhi ile onların hepsini cevaplayıp müşkilleri hal, mübhemleri şerheder; Kur’ân ile gelen pek çok mutlak emri takyîd, mukayyedi ıtlâk, husûsîyi ta’mîm, umûmîyi de tahsîs buyurarak, Kur’ân mesajının yanında kendi ifade ve beyanlarının rükniyetini de ihtarda bulunurdu. Meselâ; Kur’ân’da mücmel olarak zikredilen namazı bütün rükünleri, şartları, sünnetleri ve âdâbıyla; hacc-ı ifradı, kıranı, temettuu ve bütün teferruatıyla; nisâbı, nevileri ve edâ keyfiyetiyle zekâtı ayrıntılı olarak anlatırdı. Kur’ân-ı Kerim’de genel olarak ele alınan mevzuların istisnalarını gösterir; mutlak olarak zikredilen hükümleri takyîd ederdi. Bazen de âyet-i kerimelerde tek kelime ile dahi temas edilmeyen meseleleri müstakillen hükme bağlardı.

Binaenaleyh, ilk asırdan bugüne kadar, sünnet-i seniyye, din ve dinî hayata esas teşkil etmesi bakımından hep Kur’ân’la beraber mütalâa edilmiştir. Öyleyse, ne onu Kur’ân’dan, ne de Kur’ân’ı ondan tecrîd etmek mümkün değildir. Vahy-i gayr-i metluv olan hadisleri devreden çıkarmak ve onları vahy-i metluv olan Kur’ân’dan koparmak da bir yönüyle Kur’ân’ı mehcur hâle getirmek demektir. Cenâb-ı Hakk’ın beyanını Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetini hesaba katmadan ele almak, bir mânâda, Allah’ın elçisinin vahye dayalı açıklamaları yerine beşerî ve nefsî yorumları ikâme etmek sayılır. Bu aynı zamanda, Kelâm-ı İlâhî’nin, Resûlullah’a ittiba ile alâkalı emirlerini görmezlikten gelmektir ki, böyle bir anlayışı “Kur’ân Müslümanlığı” addetmek de mümkün değildir.

Diğer taraftan, İslâm uleması, dinî delilleri iki ana başlık altında mütalâa etmişlerdir: Birincisi; Kur’ân, Rehber-i Ekmel’in söz, fiil ve takrirlerini ihtiva eden Sünnet, İcmâ (İslâm fıkhına ait fer’î bir hükümde, muasır bütün müctehidlerin ittifak etmeleri) ve Kıyas (aralarındaki illet benzerliğinden dolayı, iki şeyden birinin hükmünün mislini diğerine de uygulama) olmak üzere “aslî deliller”dir. İkincisi ise, genel olarak Maslahat, Örf, İstihsan, İstishab, Şer’u men kablena ve sahabi kavli gibi şubelere ayrılan “fer’î deliller”dir.

Bütün bu delilleri hesaba katmadan Kur’ân’ı kendi enginliğiyle kavrayamazsınız. Kur’ân-ı Kerim’in doğru anlaşılması için, onu sünnet-i seniyyenin rehberliğinde okumak gerektiği gibi, âyetlerin tespitinden onların hakikî mânâlarının tayinine kadar pek çok meselede o ilk safı teşkil eden ve ilâhî takdire mazhar olan ashab-ı kiramın mütabakatlarına ve onların tefsirlerine vâkıf olmak da lâzımdır. Kalbleri tir tir titreyerek, Allah’ın kelâmından O’nun muradını anlamaya çalışan Sahabe efendilerimizin, üzerinde icma ettikleri meseleleri ve kıyas neticesinde ortaya koydukları hükümleri iyi bilmek icap etmektedir.

Ashab-ı güzînden sonra da ilk asırlardaki selef-i salihîn efendilerimiz, zamanın değişmesiyle ortaya çıkan hayatla alâkalı boşlukları çeşitli istinbatlarla doldurmuşlardır. Duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresiyle İlâhi Kelâm’a mürâcaat eden bu rabbânîler, icmâ ve kıyas sayesinde, dinin kendi gücünü bir kere daha ifade etmesine zemin hazırlamışlardır. Zamanı, konjonktürü ve değişen şartları gözeterek, içtihada ve istinbata açık yanlarıyla İslâm’ı içinde yaşadıkları asrın idrakine göre daha bir gür sedayla seslendirmişlerdir. Bu açıdan da, biz Asr-ı Saadet’ten bugüne dek selef-i salihînin üzerinde hassasiyetle durduğu, yaşadığı, koruduğu, salıkladığı ve sonraki nesillere emanet bıraktığı Müslümanlıkla Müslümanız elhamdülillâh.

Kur’ân’ın Hakikî Tercümesi Kâbil Değildir!

Öyle anlaşılıyor ki, bazıları “Kur’ân Müslümanlığı” derken, bir dönemde muannid bir Kur’ân düşmanının, ona karşı dehşetli bir plân çevirmesi, “Kur’ân tercüme edilsin, ta ne mal olduğu bilinsin.” (!) demesi ve onun yerinde okunması için tercümesinin yapılmasını arzulaması misillü gizli bir maksat taşıyorlar. Zâhiren Kelâm-ı İlâhî’ye inanıyormuş ve onu takdir ediyormuş gibi görünüyorlar; fakat, sözde Kur’ân dellâllığı perdesine sığınarak hadis-i şerifleri, sünnet-i seniyyeyi ve sâir edille-i şer’iyeyi metruk kılmak için uğraşıyorlar.

Tabiî ki, sathî de olsa bir malûmat edinmek, belli mülâhazaları öğrenmek ve zor anlaşılan bir kısım ifadelerle alâkalı bazı ipuçları elde etmek için Yüce Kitabımızın açıklamalı bir mealine müracaatta bulunmak her zaman faydalı olur. Selim akıl, selim his, selim kalb ve temiz vicdan sahibi bir insan tarafından hazırlanan böyle bir meal, Kur’ân etrafındaki şüphe fırtınalarına ve vesvese rüzgârlarına karşı bir sera vazifesi görebilir. Fakat, hiçbir meal Kur’ân’ı bütün mânâları, mazmunları ve muhtevası ile ihata edemez. Meallerden, şerhlerden, tevillerden ve tefsirlerden faydalanılır, ancak bunlar İlâhî Kelâm’ın yerine konamaz; dahası, Kur’ân sadece onlarla yeterince anlaşılamaz. Goethe’nin Faust’unu ilk okuduğum zaman neredeyse hiçbir şey anlamamıştım; hatta o eserde bir derinlik göremediğim için bu meşhur edibin koca bir dünya tarafından takdir edilmesine de şaşırmıştım. Ne zaman sonra Ord. Prof. Sadi Irmak’ın şerhini de ihtiva eden bir Faust tercümesi okuyunca, işte o vakit bazı ifadelerdeki enginliği bir nebze kavrayabilmiştim. Şimdi şöyle bir düşünün; “Goethe kim, Shakespeare kim, Tolstoy kim? Nihayet bunlar birer beşer; onların eserleri Kelâm-ı İlâhî yanında ne ifade eder ki? Fakat, asıllarıyla aynı mânâyı ve tadı verecek şekilde onları dahi tercüme etmek mümkün değildir. Bir de söz konusu Allah Kelâmı olunca, onu topyekün mânâ, mazmun ve muhtevası ile aksettirecek bir tercüme yapmak bütün bütün imkânsızdır. İşâratü’l-İ’câz ve Yirmi Beşinci Söz gibi eserlerde genişçe üzerinde durulduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’in o kadar vücuhu ve öyle enginlikleri vardır ki, tercüme sayesinde onların tamamını ortaya koyabilmek muhaldir. Bu açıdan da, Hazreti Üstad’ın dediği gibi, “Kur’ân’ın hakikî tercümesi kâbil değildir; lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve her bir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniye’nin mucizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunamaz!”15

Bütün bu meseleleri nazar-ı itibara alınca, “Kur’ân Müslümanlığı” ifadesinin ve bu ifadeyle ortaya konan anlayışın iyi niyete makrun bulunduğunu ve Kur’ân’a saygının ifadesi olduğunu zannetmiyorum. Bu anlayışın temsilcilerinin çoğunun fantezi peşinde koştuklarını, bir lüks zaafına düçar olduklarını ve hatta bazılarının, megalomaniye yakalandıklarını, herhangi bir farklılık ortaya koyarak kendini ifade etme kompleksi yaşadıklarını düşünüyorum. Bunların, İbn Cerir et-Taberî, Fahreddin Râzî, Âlûsî Bağdâdî, Celâleddin es-Suyûtî, İmam Kuşeyrî ve çağımızın allâmesi Hazreti Bediüzzaman misillü yüce kâmetler tarafından izah edilmiş ve çağın ihtiyaçlarına göre yeniden ele alınıp anlatılmış ulvî hakikatlere ters gibi görünen hususları dile getirmelerini “Ben de varım, ben de bilirim!” diyerek bir kısım lükslere başvurma zaafı olarak görüyorum.

Ayrıca, “Kur’ân Müslümanlığı” diyen kimselerin ortaya koydukları Müslümanlık tarifleri ve anlayışları da birbirini tutmuyor. Zaten, duygu duruluğundan ve kalb safvetinden mahrum kimselerin anlayışlarının aynı olması düşünülemez. Çünkü, merkezden ve ana hattan ayrılan kimse, tâli bir sürü yola sapmaktan kurtulamaz. Nitekim, Cenâb-ı Hak, “İşte Benim dosdoğru yolum. Ona tâbi olun. Sakın, sizi Allah’ın yolundan ayıracak başka yollara uymayın.”16 buyurmuştur. Evet, Kur’ân-ı Kerim’i ve din-i mübîni, sahabe-i kiramın anladıkları ve yaşadıkları gibi kabul etmeyenlerin, akla hayale gelmedik patikalara, farklı farklı yollara sapmaları kaçınılmaz olur. Zira, o takdirde herkes kendi kafasına ve hevasına göre uygulamalara dalar, düşünce inhiraflarına kayar. Hâsılı; asıl “Kur’ân Müslümanlığı”, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in, Kur’ân âyetlerinin yanı sıra kendi ifade ve beyanlarıyla da tebliğ ettiği, sonra da İnsan-ı Kâmil oluşuna muvafık bir keyfiyette mükemmel bir temsille ortaya koyduğu ve ashab-ı kiram efendilerimizin de Rehber-i Ekmel’den öğrenip uyguladıkları Müslümanlıktır. Selef-i salihîn tarafından, aslî ve fer’î bütün deliller gözetilerek çerçevesi belirlenen bu İslâm anlayışını bırakıp, heva ve hevesine fikir sureti vererek Kelâm-ı İlâhî’ye sahip çıktığını iddia edenlerin yaptıkları, olsa olsa, Kur’ân-ı Kerim’i mehcur tutmaktır.

1 Furkan sûresi, 25/30.

2 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 19/9; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 8/2687.

3 Furkan sûresi, 25/30.

4 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/265; el-Bezzâr, el-Müsned 9/427.

5 el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 3/343.

6 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/265; el-Bezzâr, el-Müsned 9/427.

7 Hicr sûresi, 15/9.

8 Bkz.: Bakara sûresi, 2/97; Şuarâ sûresi, 26/193; Tekvir sûresi, 81/19-21.

9 Bkz.: ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 2/15; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 60/167.

10 Bkz.: En’âm sûresi, 6/25; Enfâl sûresi, 8/31; Nahl sûresi, 16/24…

11 Bkz.: En’âm sûresi, 6/148; Nahl sûresi, 16/35; Sebe sûresi, 34/43.

12 Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (26) 2, (34) 2, (111) 1; Müslim, îmân 355.

13 Bkz.: İsrâ sûresi, 17/40; Sâffât sûresi, 37/149-150.

14 Tevbe sûresi, 9/30.

15 Bediüzzaman, Sözler s.500 (Yirmi Beşinci Söz, Emirdağ Çiçeği).

16 En’âm sûresi, 6/153.

-+=
Scroll to Top