Kur’ân Talebesi ve İki Tehlike

Soru: Bir hadis-i şerifte, yaşlılara, âdil idarecilere ve Kur’ân ehline ikramda bulunmanın Allah’a duyulan saygı ve tazimden ileri geldiği ifade edilirken, son gruptakiler için “gulüv” ve “cefâ”dan uzak kalmaları kaydı konuluyor. Nebevî beyanda dikkat çekilen gulüv ve cefâdan maksat nedir?

Cevap: Ebû Musa (radıyallâhu anh) Hazretleri’nden rivayet edildiğine göre; Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Saçı sakalı ağarmış Müslümana, Kur’ân-ı Kerim’i usûlüne uygun olarak okuyan, içindekiyle amel hususunda ölçüyü aşmayan ve ondan uzaklaşmayan insana, bir de herkesin hakkını gözetmeye çalışan âdil idareciye ikram etmek, Allah Teâlâ’ya duyulan saygı ve tâzimden ileri gelir.”1

Hadis-i şerifin metninde yer alan إِكْرَامٌ “ikram” tabiri, ana dilimizde sunmak, ihsan etmek, ağırlamak ve misafirperverlik göstermek mânâlarına gelen ikram kelimesinden daha şümullüdür. İkram sözcüğü, Türkçede oldukça dar ve biraz da maddî mânâda kullanılmaktadır. Arapçada ise, bu kelime, birine değer vermeyi ifade eden her türlü tavır ve davranışın adıdır: Hürmet etmek, tazim göstermek, selâm vermek, ayağa kalkmak, tebessümle karşılamak, hep güleryüzlü davranmak, sonradan gelene yer açmak, tatlı sözlerle konuşmak, bağış, ihsan ve keremde bulunmak gibi iyiliklerin hepsi birer ikramdır.

Hamele-i Kur’ân

Hazreti Sâdık u Masdûk (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Müslüman yaşlıya ve herkesin hakkını gözeten idareciye –en geniş mânâsıyla– ikramda bulunmaya teşvik etmenin yanı sıra, “hâmil-i Kur’ân” olan insanları da aynı çizgide zikretmiş ve onların da hürmete lâyık kimseler olduklarını belirtmiştir.

“Hâmil-i Kur’ân”, lügat itibarıyla, Kur’ân-ı Kerim’in metnini zihnine yerleştiren, onun ahlâkı ile ahlâklanan ve ilâhî hükümlere uygun olarak yaşayan insan demektir. Aslında, “hâmil-i Kur’ân” ya da çoğul ifadesiyle “hamele-i Kur’ân”; hâfız âlim ve âbidler başta olmak üzere, Allah’ın kelâmını şuurluca okumaya ve Cenâb-ı Hakk’ın marziyatını anlamaya çalışan, idrak ettiği ulvî hakikatleri diğer insanlara da duyurma uğrunda her türlü fedakârlığa razı olan, Kur’ân hizmeti yolunda taşınması hayli güç yükleri omuzlayan, gönül verdiği davanın gerektirdiği vazifeleri eda ederken karşılaştığı zorluklara katlanan ve daima ilâhî emirlere muvafık hareket etme duyarlılığı içinde bulunan insanların umumî unvanıdır.

Selef-i salihîne göre; hakikî Kur’ân ehli olanlar, sadece onu yüzünden veya ezbere okumayı bilenler değil, aynı zamanda onunla amel edenlerdir. Bu itibarla Mushaf’ın tamamını ezbere bildiği hâlde onun emirlerine uygun hareket etmeyenler “hamele-i Kur’ân” sayılmazlar. Evet, “hâmil-i Kur’ân”, Kitab-ı Hakîm’in hepsini ya da bir kısmını ezberleyenden ziyade, ona talebe ve hâdim olma mesuliyetini idrak eden ve hayatını onun emirleri ışığında sürdürme gayreti gösteren insandır.

Nitekim, soruya esas teşkil eden hadis-i şerifte, وَحَامِلُ الْقُرْاٰنِ غَيْرُ الْغَالِي فِيهِ وَالْجَافِي عَنْهُ denilmiş2; Kur’ân ile meşgul olan bir insanın hakikî “hâmil-i Kur’ân” sayılması ve ikrama lâyık görülmesi için gulüv ve cefâdan uzak bulunması gerektiği ifade edilmiştir.

Bazı âlimler, “gulüv” ifadesini, kıraatin usûlünde olmayan taşkınlıklara girmek, tecvidde ve harflerin mahreclerinde mübalâğa yapmak, kelimelerin hakkını hiç veremeyecek ve âyetlerin mânâlarını düşünemeyecek kadar hızlı okumak şeklinde anlamışlardır. “Cefâ”yı ise, Kur’ân-ı Kerim’i öğrendikten ya da ezberledikten sonra unutmak, Kelâm-ı İlâhî’yi âdeta terk etmek ve onunla yeterince meşgul olmamak diye yorumlamışlardır.3 Bu zaviyeden, saygıdeğer bir hâmil-i Kur’ân, bir yandan, âyetleri usûlüne göre okuyan, tecvid kaidelerine riayet eden, harflerin mahreclerini gözeten ve bu hususların hiçbirinde haddi aşmayan, aşırılıklara kaçmayan; diğer taraftan da, Kur’ân’dan asla uzaklaşmayan, ezberlediği sureleri sürekli tekrar etmek suretiyle hiç unutmayan ve Kitabullah’ı okuyup anlamaya çalışmaktan kat’iyen dûr olmayan kimsedir.

Hâricî Taşkınlığı

Ne var ki, Söz Sultanı’nın (aleyhissalatü vesselâm) betahsis gulüvde bulunan غَالِي ve cefa eden جَافِي ’yi nazara vermesinde daha derin mânâlar aramak lâzımdır. Zira, “gulüv” mübalâğanın şiddetli derecesinin ismi olduğu gibi, herhangi bir mevzuda galeyâna gelmek, ayaklanmak, taşkınlık yapmak ve haddi aşmak demektir. Bu itibarla da, Kur’ân-ı Kerim’e çok bağlı görünen ve onu baştan sona çok iyi ezberleyen bazı kimselerin dinin diğer delillerini yok saymalarından ve dolayısıyla bir kısım yorum hatalarından kaynaklanan aşırılık ve taşkınlıkları da gulüvdür. Bir yönüyle, her şeyi Kur’ân’a bağlama ama onu yorumlarken haddi aşma; Resûl-i Ekrem Efendimiz’in şerh, izah ve tefsirlerini nazar-ı itibara almama, selef-i salihînin görüşlerine kıymet vermeme ve kuru nascılık gibi bir yolda yürüme de gulüvdür. Evet, ilk dönem itibarıyla Hâricîler, daha sonra Zâhirîler ve nihayet o cereyanların tâ günümüze kadar uzanan farklı kolları incelenecek olursa, Kur’ân’ın gölgesinde ve ona bağlılık adı altında ortaya konan aşırılıkların pek çok misali görülecektir.

Hâricîler, Sıffîn Muharebesi’nde, hakem tayinine razı olup anlaşmayı kabul ettiği için Hazreti Ali’den uzaklaşan, Haydar-ı Kerrar’ı büyük günah işlemiş olmakla suçlayan ve kendileri gibi düşünmeyen –sahabîler de dahil– diğer Müslümanları –hâşâ– kâfir sayan sapık kimselerdi. Gerçi onlar, Kur’ân’ı çok okuyorlardı; fakat, onun zâhirî mânâsına sarılıyor ve kendi anladıklarının dışında başka hiçbir ihtimal kabul etmiyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyen bütün insanların dalâlette olduklarına inanıyor ve onlara karşı son derece acımasız, gaddar ve zalimce davranıyorlardı. Hâricîler, dar ufuklu ve düşünce fakiri insanlardı; bu sebeple bağnazlığa, huşunete ve hoşgörüsüzlüğe saplanmış; sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklenmişlerdi. Ruhlarındaki taşkınlık ve atılganlıklarının da tesiriyle bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanlarının peşinde yürüyorlardı. Evet, onları bilgi ve mârifet değil, slogan, heyecan ve muhalif olma düşüncesi yönlendiriyordu.

Hâricîlere göre; Cenâb-ı Hak’tan başka kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktu ve böyle bir yetkiyi kabul edenler onların nazarında kâfir olurlardı. Bundan dolayı, hususiyle, “Kim Allah’ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam fâsıklardır.”4 mealindeki âyetin zâhirî mânâsına takılan ve onu لَا حُكْمَ إِلَّا لِلّٰهِ “Hüküm ancak Allah’ındır.” şeklinde bir propaganda sözüne dönüştüren Hâricîler, dillerine doladıkları bu cümleye dayanarak Sıffîn’de hakemlik yapan Amr İbn Âs ve Ebû Musa el-Eş’arî’yi, Hazreti Ali de dahil hakemleri kabul eden bütün mü’minleri ve hatta Cemel Vak’ası’na katılan Hazreti Âişe, Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyir (radıyallâhu anhüm ecmaîn) gibi güzîde sahabileri –hâşâ, yüz bin kere hâşâ– kâfir ilân etmişlerdi. İşte, bu tam bir gulüv idi. Hâricîler, meseleleri nasların zâhirî mânâlarına bağlayarak yorumda aşırılığa girmiş, hadlerini aşmış ve Kur’ân yolunda Kur’ân’dan cüdâ düşmüşlerdi. Her meselede, “Acaba, bu konuda Allah Resûlü hangi esasları vaz’etmiş; ashabın ileri gelenleri neler söylemiş; selef-i salihîn nasıl davranmış?” demeleri ve böylece kendi anlayışlarını test etmeleri gerekirken, onlar, hevâ ve heveslerine sağlam fikir sureti verme ve kendi kanaatlerini güçlendireceğine inandıkları âyetleri bu uğurda kullanma yolunu seçmişlerdi. Bu itibarla da, onlarınki Kur’ân’a bağlılık değil, Kur’ân’ı kendilerinin anladığı şekilde anlatmada inat ve onu işlerine geldiği gibi değerlendirmede ısrardı.. aklın hakkını vermek ve dengeli hareket etmek değil, düpe düz bir ifrattı.

Gulât’ın İfratları

Diğer taraftan, Hâricîlerin bu müfrit hâlleri, farklı bir ifratın doğmasına sebebiyet verdi. Onlar Hazreti Ali’ye kâfir deyince, bu defa da bazı Hazreti Ali taraftarları bir tecessüd, bir ittihad ve bir hulûl yanlışına düştüler; –hâşâ– “Allah onda hulûl etmiştir.” deme dalâletine saplandılar.

Haddizatında, Hazreti Üstad’ın da ifade ettiği gibi; Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bazı kimselerin bu dalâletini çok önceden Hazreti Ali’ye (kerremallahu vechehu) haber vermişti. Hazreti İsa (aleyhisselâm) sebebiyle, birisi ifrat-ı muhabbetten ve sevgiyi su-i istimal ettiğinden, diğeri ise ifrat-ı adâvetten ve düşmanlıkta haddi aştığından dolayı iki grup insanın helâkete gittiğini hatırlatmış ve Haydar-ı Kerrar’a “Senin hakkında da, bazıları muhabbetin meşru sınırını aştıklarından, diğer bir kesim de düşmanlıkta taşkınlık yaptıklarından dolayı felâkete sürüklenecekler.” buyurmuştu.5

Nitekim, Hâricîler ve Nâsıbîler Hazreti Ali’ye düşmanlıkları yüzünden kaybederken, bazıları da ona karşı sevgilerini meşru dairede tutamadıklarından dolayı yoldan çıkmış; o Şâh-ı Merdan hakkında küstahça iddialarda bulunmuş ve ona –hâşâ– Cenâb-ı Hakk’ın yanında, Arş-ı A’zam’da oturma gibi bir paye vererek ayrı bir ifrata kapaklanmışlardı. İşte bu da farklı bir dengesizlik ve gulüv idi. Zaten, birbirinden farklı kolları hep beraber zikredilirken bu gruptakiler, azgınlar takımı ve aşırı uçlar mânâsına “gulât” adıyla anılagelmiştir.

Değişik şubeleri arasında bazı farklılıklar bulunsa da, gulâtın en önemli hususiyetleri; Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Hazreti Ali’nin (hatta Ehl-i Beyt imamlarının) bir nevi ilâhlığına, onların gaybı bildiklerine, hâdis değil kadîm olduklarına, onları tanımanın yükümlülükleri kaldırdığına, Ehl-i Beyt imamlarının peygamberliğine ve bazılarının ruhunun diğerlerine tenasüh ettiğine inanmalarıdır ki, bütün bu düşünce inhirafları da birer gulüvdür.

Binaenaleyh, başta Hazreti Ali olmak üzere, Ehl-i Beyt hakkında ilâhlık ve peygamberlik gibi, onların kendilerinin asla kabul etmedikleri, hatta duyduklarında çok rencide oldukları unvanlar yakıştıran kimse de gâlî (gulüv yapan) kategorisine dahildir.

Kur’ân-ı Kerim’e Karşı Cefâ

Cefâya gelince, daha önce de imâda bulunulduğu üzere, o eziyet, işkence ve zulüm demektir; ayrıca, alâkasız kalmak, terk etmek ve unutmak mânâlarına gelmektedir. Bu itibarla, Kur’ân’ı okumayan, okuyup da üzerinde düşünmeyen ya da okuyup düşündüğü hâlde onunla amel etmeyen kimse İlâhî Beyan’a cefâ ediyor demektir.

Bazıları, bir ömür boyu Allah’ın Kelâmı’na karşı bîgâne yaşarlar; yaşar ve böylece Kur’ân’a cefâ etmiş olurlar. Aslında, bir insan, iş güç sahibi de olsa ve pek çok meşguliyeti de bulunsa, biraz gayret etmek ve az bir vakit ayırmak suretiyle Kur’ân’ı bir ayda öğrenebilir. Heyhat ki, altmış-yetmiş yaşına ulaştığı hâlde, onlarca senenin sadece birkaç gününü Kelâmullah’a ayırmayan ve ona yabancı olarak dünyadan çekip giden bir sürü inanan vardır. Hâlbuki, bir mü’minin belli bir yaşa gelmiş olmasına rağmen, hâlâ Kur’ân okumasını bilmemesi ve hele öğrenme cehdi göstermemesi Müslümanlık adına ciddî bir ayıptır.

Bazıları da Kur’ân’ı öğrenirler, hatta ezberlerler; fakat, sonra Mushaf’ı kaldırıp evlerinin duvarına asar ve onu yalnızlığa, kimsesizliğe, garipliğe terk ederler. Belki sadece Ramazanlarda mukabele kastıyla onu bir aylığına kılıfından çıkarırlar ama akabinde Kitabullah’ı yeniden bir dekor malzemesi gibi kullanmaya dururlar. Hatta, bu uzun fasılalardan dolayı kimileri yüzünden okumayı, kimileri de hafızalarındaki sureleri dahi unuturlar. Onlar da bu şekilde Kur’ân’a cefâ etmiş sayılırlar.

Bazıları ise, Allah’ın kelâmını dillerinden hiç düşürmezler, sürekli gırtlak ağalığı yapar ve çoğu zaman bağıra bağıra Kur’ân okurlar. Dahası kimileri, seslerinin güzelliğini ortaya koymak için ayât-ü beyyinâtı bir vasıta gibi görür ve her zaman harika kıraatlerini (!) sergileme fırsatları kollarlar. Kendilerine beyan hakkı verilince, sözlerini âyetle başlatıp yine bir âyetle bitirirler. Fakat, maalesef onlar da Kelâmullah’ı sadece okurlar; onun muhtevasını anlamaya ve onunla amel etmeye çalışmazlar. İlâhî emirlere karşı lâkayt davranır ve böylece Kur’ân-ı Kerim’e cefâda bulunmuş olurlar.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi ekmelüttehâyâ) Kur’ân’dan bu denli uzak yaşayanlar hakkındaki şu tehditkâr beyanı ne kadar da ibretâmizdir: “Her kim Kur’ân-ı Kerim’i öğrenir ama mushafı bir köşeye atar, onunla ilgilenmez ve ona bakmazsa, Kur’ân Kıyamet günü o insanın yakasına yapışır ve ‘Yâ Rab! Bu kulun beni terk etti; benimle amel etmedi. Aramızda hükmü Sen ver.’ der.”6

Evet, Kur’ân-ı Mu’cizül Beyân, insanın kalbî, ruhî ve fikrî hayatını tanzim eden; lütufla, merhametle, şefkatle, adaletle muameleyi emredip beşer ile kötülükler arasına âdetâ aşılmaz engeller koyan bir kitaptır. O, Allah’ın insanoğluna bahşettiği sıhhat ve âfiyeti, istidât ve kabiliyeti, imkân ve kuvveti en iyi şekilde değerlendirme ve bu mevhibelerden hakkıyla istifade etme yollarını öğreten ilâhî beyandır. Kur’ân-ı Mecid, gönül verip arkasına düşenlerin ruhlarında hürriyet düşüncesi, adalet anlayışı, kardeşlik ruhu ve başkaları için yaşama arzusu gibi ulvî hisleri tutuşturarak, etten-kemikten varlıklara melekleşme âdâbını ta’lim eden ve böylece onlara iki cihan mutluluğuna giden yolları gösteren bir ışık kaynağıdır.

Bu itibarla da, Kelâmullah’ın bir köşeye atılması, yalnızlığa terk edilmesi, sadece duvarların süsü yapılması ve yalnızca ölülere okunması revâ değildir. O, ölülerden önce diriler için kurtuluş vesilesidir. Onda ferdî ve içtimaî bütün hastalıklarımızın çaresi vardır. Onu böyle görüp böyle kabul etmemek başlı başına bir cefâdır. Mehmet Âkif bu hakikati ne güzel ifade eder:

“İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!

Yoksa, bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde?

Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’ân’ın:

Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mânânın:

Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına;

Yâhut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.

İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyle bilin,

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!”

Hâsılı; Kelâm-ı İlâhî’den kat’iyen uzaklaşmayan, onu usûlüne göre okuyan, emirlerine uygun olarak yaşayan ve âyetleri yorumlama hususunda haddi aşmayan insan ikrama lâyık bir Kur’ân talebesi sayılır. Ne var ki, Kur’ân hakkında gulüv ve cefâdan uzak kalabilmek için, usûle riayette titizlik göstermenin yanı sıra, ciddî bir teemmül, tedebbür ve tefekkürle murad-ı ilâhîye ulaşmaya çalışmak gerekmektedir. Bunu yaparken de, Kur’ân-ı Kerim’in sahabe tarafından nasıl anlaşıldığını ve nasıl yorumlandığını fevkalâde bir titizlikle kelimesi kelimesine tespite çalışan, muhkematı esas alarak mülâhazalarını yine Kur’ân ve sünnet-i sahiha disiplinleriyle test eden, böylece Kur’ân düşmanları tarafından yorum ve tevil adına ortaya atılan müzahref bilgi kırıntılarını ayıklayan ve murad-ı ilâhîyi doğru anlayabilmemiz için harikulâde bir sa’y ü gayret gösteren selef-i salihîn efendilerimizin müstakîm çizgisinden asla ayrılmamak icap etmektedir.

1 Ebû Dâvûd, edeb 20; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 4/440; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 8/163.

2 Ebû Dâvûd, edeb 20; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 4/440; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 8/163.

3 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/529; Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 9/184.

4 Mâide sûresi, 5/47.

5 Bediüzzaman, Mektubat s.116 (On Dokuzuncu Mektup).

6 Bkz.: es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 7/132; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 3/282.

-+=
Scroll to Top