KUR’ÂN’IN BÜYÜLÜ DÜNYASINA KISA BİR SEYAHAT

A. KUR’ÂN KELİMESİNİN ETİMOLOJİSİ

Kur’ân kelimesi; toplama, düşünüp aslına vâkıf olma, özüne erme, dağınık parçaları bir araya getirip bir bütün hâsıl etme gibi mânâlara gelir. Kur’ân olmasaydı insanlar, geçerliliği ebed-müddet devam edecek hükümler veremez, kanunlar koyamazlardı. Hâlbuki Kur’ân, sarsılmaz kanunları ve değişmez hükümleriyle bu mevzuda da insanlara ışık tutmaktadır.

Kur’ân’ın bahsetmediği hiçbir mesele yoktur: مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ Biz Kur’ân’da hiçbir şeyi terk etmedik, noksan bırakmadık; her şeyi anlattık.”1 âyetiyle Cenâb-ı Hak bunu anlatmaktadır. Fakat anlatılan bu şeylerin bazıları açıkça, bazıları işaretle, bazıları sembolle; evet bazıları göz kırpmakla ve bazıları da bir tebessümle anlatılmıştır.

وَتَفْصِيلَ كُلِّ شَيْءٍ “Kur’ân-ı Kerim’de her şeyi tafsil, geniş geniş izah vardır.”2

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ “Kur’ân-ı Kerim’de yaş ve kuru her şey vardır.”3 Atomdan, molekülden tutun da semadaki sistemlere kadar her şey Kur’ân-ı Kerim’de mevcuttur. Ancak değerine ve çapına göre olmak şartıyla. İman hakikatlerinin yanında onların ne kadar yeri varsa, Kur’ân onlara o kadar yer vermektedir.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): لِكُلِّ اٰيَةٍ ظَهْرٌ وَبَطْنٌ لِكُلِّ حَرْفٍ حَدٌّ وَمُطَّلَعٌ “Her âyetin bir zâhiri bir de bâtını vardır; her harf, her tefsir, her okuyuş, her inzâl keyfiyeti için de aynı zamanda bir had vardır.”4 buyurmaktadır. (Orada Allah’a ait büyük hakikatler ve incelikler yatmaktadır. Bâtınî olanlarını ancak Allah ve ilimde derinleşenler bilir. Her haddin de neticede kendisi için zuhur edebilecek, Allah tarafından ve O’nun istediği yerden doğan bir mânâsı vardır).

Cafer-i Sâdık hazretleri “Allah kendi kelâmıyla kullarına tecellî etmiştir ama onlar göremiyorlar.”5 demektedir. Kur’ân’da Allah görünür. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, şuunat-ı zâtiyeyi bütünüyle gösteren bir tercümandır. Allah (celle celâluhu), fiillerinin ve sıfatlarının tezahürünü azametine uygun ve kalblerin istidatlarına münasip bir şekilde Kur’ân’da iş’âr etmiş ve Kur’ân’ı da ona tercüman yapmıştır. Onun için “Kur’ân” sözü dahi büyük mânâlar ifade eder. Hadisin ifadesi ile “Kur’ân” tertil ile yani yavaş yavaş ve mânâları düşünüle düşünüle, harf ve kelimelerin hakkı verilerek okundukça Allah tecellî eder; kul, Allah’a yakın olma makamına gelir, neticede de “cem” zuhur eder.

Furkân, bundan farklı olarak halkı Hak’tan ayırır. Mâbud ve abd sırrını gösterir.

Kur’ân insanın Allah hakkındaki mârifetini ifade eder. Çünkü o cem’dir. İnsan Kur’ân’ın ifade ettiği mânâ keyfiyetiyle Allah’a yaklaştığı nispette Allah’ı tanıyacak ve O’nu tanıyabildiği ölçüde de mârifete erecektir. Böylece Kur’ân okurken insanda, Allah konuşuyor gibi bir hâl hâsıl olacaktır. İşte bu mânâsıyla ister “Kur’ân” isterse “Furkân” diyelim biz karîn olarak Allah’ı görecek, orada tefekkür edilenin Allah’ın isim, sıfat ve eserleri olduğunu bilecek ve yaklaşanın Allah olduğunu idrak edeceğiz. Bu son noktada ve kemal ufkunda yine hadisin ifadesi ile Allah, gören gözümüz, söyleyen ağzımız, duyan kulağımız ve büyük hakikatleri içine alan kalbimiz olacaktır.6 Böylece bizler Allah adına görecek, duyacak ve O’nun emir ve nehiylerine uygun kararlar verecek ve kalbimiz Kenz-i Mahfî (Gizli Hazine) olan Zât-ı Ulûhiyet’e ait hakikatleri hazine olarak etrafa aksettirebilecektir. Bunu Kur’ân anlatır.7 Kur’ân, insanın Allah hakkındaki mârifetinin tercümanıdır.

Furkân, farkı anlatır. İnsan, hâlık (yaratıcı) değildir. Bu itibarla Allah’a kulluk yapacaktır. Öyle ise insan, mârifetiyle kemal ufkuna çıkacak, ulûhiyet sırlarını hâvî ufka ulaşacak, imkânla vücub arasındaki yerini elde ettikten sonra da dönüp geriye gelecek ve “Ben ilâh değil, kulum.” diyecektir. Furkân da insanın bu hâline tercümandır. Furkân, insanın halkı görüp halkın içinde yok olup, Hak’tan perdelenmesinin adıdır. Bu, Furkân’ın en aşağı mertebesidir. Bir de, kesrette vahdeti (çoklukta birliği) görme denilen bütün halkın gözüyle Allah’ı müşâhede makamı vardır. Bu da seviyeli insanın hâlidir. Peyderpey, mertebe mertebe, kâinatın bütün kısımlarında tecellî eden Cenâb-ı Hakk’ın Kemal ve Cemal sıfatlarını müşâhede ki, panteist buna “Her şey O’dur.” der. Ama biz Kur’ân talebeleri “Her şey O’ndandır.” demek suretiyle fark’ın en büyük mertebesini ifade etmiş oluruz.

İnsan bir tarafıyla Kur’ân’a, diğer tarafıyla da Furkân’a yapışmaya ve hem de Furkân’da Allah’ı anlamaya çalışmalıdır ki, o makamını, ubûdiyet (kulluk) yoluyla kazanabilsin, yoksa tek yönlü çalışma ve gayret insanı böyle ulu bir makama yükseltemez. Bir de cem’ü’l-cem vardır ki bu, bütünüyle ve kendine bakan yönüyle mâsivâyı (Allah’tan başka her şeyi), fâni ve yok görmek, her şeyi yok bilmektir.

Evet, kâinat ilâhî isimlerin cilvelenmesinden ibarettir. Bir kısım sofîler bu işi yanlış tercüme ederek ne derse desin, Kur’ân adına bunu da böyle takdim etme, Kur’ân’ın ruhuna uygun bir tarif olur kanaatindeyim.

1 En’âm sûresi, 6/38.

2 Yûsuf sûresi, 12/111.

3 En’âm sûresi, 6/59.

4 Bkz.: Abdurrezzak, el-Musannef 3/358; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 9/278; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 1/236.

5 ez-Zerkeşî, el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân 1/452.

6 Bkz.: Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.

7 Bkz.: ez-Zerkeşî, et-Tezkira s.136; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene 1/521

-+=
Scroll to Top