Kur’ân’ın Sihirli Ufku
Kur’ân ve Vahiy
İlâhî kelâmdan insanların istifadesi açısından en elverişli tecellî, Kur’ân’ın tecellîsidir. O, insanların dillerine, anlayışlarına, hâllerine ve idraklerine uygun bir konuşma tarzı ve tecellîye sahiptir. Üslûbu, hedef aldığı kitlenin anlayış, algılayış ve idrak düzeylerini gözetir. Dolayısıyla Kur’ân, potansiyel olarak herkesin alıp değerlendirebileceği, istifade edebileceği bir tecellî dalga boyunda –bu tabiri bazı mahzurlardan kaçınma ve bu şekliyle çok mahzurlu olmayacağı mülâhazasıyla kullanıyorum– nazil olmuştur.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahyin inişi esnasında, bizim bildiğimiz âlemden başka bir âleme geçiyor; âdeta bizim âlemimize kapanıyordu. Bu âlemden ayrılıyor, bir başka buuda giriyordu. Bu meselede hususî donanıma sahip olmakla beraber, vahyin ağırlığını çok ciddî hissediyor; o âlemle irtibatın mânevî baskısını yaşıyor; vahyi almadaki zorluğu duyuyordu.
Vahiy alma ameliyesindeki bu ahz u ata (alıp verme) bizim için bir sırdır ve onu tam olarak izah edemiyoruz. Ancak belli benzetmelerle anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Meselâ, reseptörler (alıcı aletler) mors alfabesiyle gönderilen değişik sinyalleri harflere ve kelimelere çevirir. Her gelen sinyal bir harfe, kelimeye denk düşer. Reseptörün başındaki görevli kim olursa olsun belli sinyallerden belirli bazı harf ve kelimeleri alır ve anlar. Vahiy meselesini de, anlamayı kolaylaştırmak için kullanabileceğimiz bu benzetme çerçevesinde değerlendirebiliriz. Hâşâ ve kellâ, teşbihte hata olmasın, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mahiyetine yerleştirilen binlerce mânevî reseptör vasıtasıyla her gelen ilâhî sinyal bir kelime olarak alınıyor. Bu inceliği kavrayamayan kimseler, “Efendimize vahiy mânâ olarak geliyor, o da mânâyı kelime kalıplarına ve şekillerine uyguluyor.” diyorlar.
Bazılarının “Kur’ân’ın mânâsı Allah’tan, kelimeleri Efendimiz’den…” sözlerini duyunca çok üzülmüştüm. Hayır, öyle değil; “Sadece mânâ vahyediliyor.” diyemeyiz. Her gelen sinyal, bir harfe tekabül ediyor. Bunlar reseptörlerine gelince asıl mahiyetlerine uygun olarak çözülüyor. Bu konuda da Efendimiz’in mahiyeti kullanılıyor. Hem o öyle bir alma ki, Hz. Peygamberimiz “Rabbim, şu âyeti bir daha söyle.” demiyor. Aksine, vahyi kaçırmamak için heyecanla ve acele hareket edince ikaz sadedinde “(Resûlüm!) Sana vahyedileni unutmamak için tekrarlarken hemen anında belleyeceğim diye dilini kımıldatma. Çünkü vahyi senin kalbinde toplamak ve onu okutmak Bize ait bir iştir. O hâlde, biz Kur’ân’ı okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu izle!”1 buyruluyor. Yani âdeta, “Sen sadece konsantrasyona bak. O sinyaller senin vücuduna inince asıl kalıplarına dönecek.” deniliyor. Öyleyse vahyi beşerî kalıplara bağlamak kesinlikle yanlıştır.
Arz ettiğim husus, meseleyi akla yaklaştırmak için kullanabileceğimiz küçük bir misal. Yoksa, vahyin gerçek mahiyetini ancak Allah (celle celâluhu) bilir.
Kur’ân-ı Kerim’in Sırrı
Soru: Kur’ân okurken, çoğu zaman doğrudan bize hitap ediliyormuş gibi hissediyoruz. Öyle âyetlerle karşılaşıyor ve günlük hayatın iyi ya da kötü hâdiselerine değişik yönleriyle öyle temas edildiğini görüyoruz ki, Kur’ân’ın bizi takip ettiği duygusuna kapılıyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Herkes Kur’ân-ı Kerim’in kendisini takip ettiğini müşâhede edebilir mi?
Cevap: Kur’ân-ı Kerim ezelden gelip ebede gittiğinden, onun insanlara bakan menfezleri tevâfuklara her zaman açıktır. Fakat her şeyden önce o, Allah’ın kelâmıdır. Cenâb-ı Hak, bir dönemde konuşmuş ve artık konuşmuyor değildir. O, zaman üstü konuştuğundan, onun kelâmı da zamanı aşkındır ve Kur’ân, kelâm-ı nefsînin bizlerde kelâm-ı lâfzî şeklindeki nebeânından, feyezânından ibarettir. Biz, şartlarını yerine getirirsek, o feyezânı ve nebeânı her zaman ter ü taze duyabiliriz. İnsanların yazdığı yeni kitaplar çok geçmeden eskir, bazıları da ölür gider; falan tarihte falanın telif ettiği bir kitap olur; yani, mazi olur o. Kur’ân-ı Kerim için ise mazilik de yoktur, müstakbellik de. O, zaman üstüdür.
Risalelerde de anlatıldığı üzere, geçen seneki ve meselâ dünkü Kadir Gecesi, çok yakın oldukları hâlde onlara ulaşamayız. Bir sene bekleyip, senenin günlerini dolaşırsak tekrar Kadir Gecesi’ni yakalarız. Fakat zaman üstü olan bir insan, dünü, öbür günü, geçen seneki veya birkaç sene önceki Kadir gecelerini, gelecek bütün Kadir geceleriyle beraber görebilir. Onları aynı anda idrak edebilir. Çünkü o, meselelere ruhun ufkuyla bakar. Ruh ise, mekânla kayıtlanamaz, zamanla sınırlanamaz.2
Bu durum, bir bakımdan herkes için mukadder değildir. Bazı tabiatlar, bir hikmete binâen Allah (celle celâluhu) tarafından bu tür mazhariyetlere kapalı tutulmuştur. Bu kapalılıkları da, onlar için maslahattır, tehlikelerden korunmadır. Fakat mahiyet-i insaniye, potansiyel olarak bu ölçüde bir inkişafa müsait yaratılmıştır; yani insan, mahiyeti itibarıyla zaman üstü, mekân üstü olabilir, dünü yarınla beraber görebilir. Doğrudan doğruya huzur-u risaletpenâhiye ulaşabilir ve Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinleyebilir. Hz. Cibril’i Kur’ân okurken duyuyor gibi olabilir; Zât-ı Ulûhiyetin “bî kem u keyf” kendisine konuştuğunu duyabilir.
Buna binâen, ehlullahtan bazıları, Efendimiz’den ve sahabeden hadis aldıklarını söylüyorlar. Hatta “Ben tâbiînim” diyen insanların sayısı az değildir, çünkü bahsettiğimiz bir keyfiyette sahabeyi görmüşlerdir. “Doğrudan doğruya Efendimiz’den emir aldım.” diyen insanların sayısı da az değildir. Fakat bu şekilde zaman üstü yaşamak herkes için mukadder değildir demesem de ulaşılması çok zor bir zirvedir.
Bazı tabiatlar, istidradi arz ettiğim gibi, gurur ve çalıma açık oluyorlar. Öyleyse, onlar için maslahat, ihsân-ı ilâhîyi ihsas etmemektir. Bundan dolayı, Cenâb-ı Allah da, bazılarına nimetlerini hissettirmez; fevkalâde şeyleri onlara hiç duyurmaz ve hiç yaşatmaz. Bu kapalılık kulun hayrı ve iyiliği içindir. Çünkü o tür mazhariyetlere erenlerin, onları gizli tutması, onlara bel bağlamaması, gurur ve kibre girmemesi, yakınlığına rağmen kendini uzak bilip daha yakınlara ulaşma yolları araması ve en yakın olduğu zaman bile sürekli bir kapının arkasından sesleniyor gibi davranması gerekir.
Benim düşünce ve isteğim de hep bu çizgide oldu. Yani, çok yakın olayım; fakat kendimi pek uzak bileyim. Matmah-ı nazar olayım; ama öyle olsam bile kendimi kapıda bir Kıtmîr olarak dahi görmeyeyim. Rahman u Rahîm, beni öyle bir noktada tutsun ki, ben kendime hakikaten arpa kadar değer vermeyeyim. Şahsiyetimi ulûhiyet hakikati içinde eriteyim, yok edeyim. Fenâfillaha ve bekâbillah-meallaha ulaşayım ki, gerçek kıymet de oradadır; ne keşif, ne keramet, ne de harikulâde hâller… Gerçek kıymet “Sadece Rabbim, sadece Rabbim..” mülâhazasındadır.
Selef-i sâlihînin, kerametlere “erkeklerin hayız kanı” nazarıyla baktıklarını birkaç kez ifade etmiştim. Bu mülâhaza, fevkalâde hâllere mazhariyetten daha önemli bir mülâhazadır. Bu mülâhazanın birinci basamağı, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanını ihsas etmemesi, duyurmaması vardır ki, bu doğrudan doğruya merhamet-i ilâhiyenin bir tecellîsidir. Kulun bu mevzuda kararlı olması ve bir tek onun rıza ve hoşnutluğunu talep etmesi de ikinci basamaktır. Öyle bir kulun nabız atışları hep “Sen… Sen..,” şeklindedir. O, oturur kalkar Yunusvârî,
Cennet Cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver Sen anı
Bana Seni gerek Seni
der ve devam eder: “Bana şu anda kutbiyeti, gavsiyeti de versen, ‘Şah-ı Geylânî oldun’ da desen ve ben de onun gereklerini veya ona bağlı bütün eltâf-ı sübhâniyeyi duysam, hissetsem ve yaşasam, görülecekleri görsem, Hz. Cibril’in sana kurbiyeti içinde azamet-i heykeline şahit olsam… Ben bunların hiçbirisini istemiyorum. Kendi küçüklüğümü kabul edecek bir duygu istiyorum Senden. Kendi küçüklüğümden Senin büyüklüğüne bakmak istiyorum.” İşte böyle bir duygu ve kararlılık, harikulâde şeylere mazhar olmaktan çok daha büyük bir mazhariyettir.
Meseleye girerken, bir ara cümlecik olarak, Kur’ân’ın bizi takibini kendimize vermememiz gerektiği hususunun hatırlattığı bir iki noktayı söylemiş oldum. Tekrar asıl mevzuya döneyim: Kur’ân bizi takip eder; çünkü o, Allah’ın kelâmıdır. Ona, bir kere inmiş, bitmiş nazarıyla bakılamaz. Bir de ihsan-ı ilâhî olarak tevafuklar vukû bulur. Biz bir şey konuşuruz, daha sonra Mushaf’ı açtığımızda o konuyla alâkalı bir âyet çıkar. O gün belli bir mevzuda konuşmuşuzdur, bakarsınız o gün okuduğumuz hizbimizde o mevzu vardır. Namazda sûreleri sırasıyla okuyoruzdur, o gün de bazı meseleleri müzakere etmişizdir, bakarsınız sıra müzakere ettiğimiz meseleleri ihtiva eden sûreye gelmiştir. Belli ki bunlar bizim üzerimizde, planlarımızın ötesinde cereyan eden hâdiselerdir. Evet, bunlar bizim iktidarımızla olabilecek şeyler değildir. Her şey, bizi bilen, o “Kitab”ı bilen ve hâdiseleri de bilen bir Zât tarafından planlanıyor, programlanıyor ve biz o kaderî senaryonun oyuncuları gibi rolümüzü oynuyoruzdur. O bize bir şey üflüyor ve biz de hiç farkına varmadan onu söylüyor, onu mırıldanıyoruzdur.
Gördüğünüz gibi burada irademiz yok değil, bizim için de bir irade söz konusudur; cebre düşmeyelim. Fakat meydana gelen hâdise bütün bütün beşer iradesiyle hâsıl olacak gibi de görünmüyor. Beşer kendi iradesiyle, istediği mevzuyu Kitab’ın içerisinden onu açar açmaz nasıl bulabilir? Demek ki, Kur’ân’ın böyle bir takibi vardır. En azından meseleye bu zaviyeden bakabiliriz. Onun ezeliyeti, zaman ve mekân üstü olması, evveli ve âhiri bulunmaması demektir; yoksa, geçmiş zamanın son noktası demek değildir. Bir şeyin ezeliyeti sabit olunca, ebediyeti de sabittir. O ikisini birbirinden ayıramazsınız. Öyleyse ezelî ve ebedî olan bir “Kitap” bizi her zaman takip edebilir.
Kur’ân, Hazinelerini Kimlere Açar?
Bir üçüncü mesele de şudur: Kur’ân’a itimat etmeniz; Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğuna inanmanız ve ona güvenmeniz; yani, sizin davranışlarınıza, hareketlerinize bağlı olarak ortaya koyduğunuz eserlerin sizin teşebbüslerinizle sâdır olmasından daha kat’î bir yakinle, “O Allah’ın kelâmıdır ve onun içinde her şey vardır. O ezelden gelmiştir, ebede gitmektedir.” mülâhazasıyla Kur’ân’a teveccüh etmeniz çok önemlidir. Böyle bir iman ve itimat sayesinde, onu başkalarından çok farklı görür, çok farklı duyarsınız. Bir münasebetle arz etmiştim; siz şu karşıdaki şemâile şöyle bakarsanız, bakışınızı onun üzerine yoğunlaştırırsanız, gözünüzü teksif ettiğinizde şu dış yüzünün arkasında, hemen yarım metre arkada bir tablo daha görebilirsiniz. Onun üçüncü buudunu görürsünüz. Daha bir im’ân-ı nazar eder, bir arka görmeye sıçrarsanız bir buud daha yakalayabilirsiniz. Biraz daha kendinizi zorlarsanız, gözlerinizi teksif ederseniz, bir buud daha görebilirsiniz. Ve gördüğünüz buud, bir önceki buuda nispeten biraz daha genişler, büyür, daha bir açılır hatta bu buudda okuduğunuz yazıları o perdede daha rahat okuyabilirsiniz.
İşte, Kur’ân-ı Kerim’e de, onda bir şeyler bulacağınız itimadı ve böyle ciddî bir inanmışlık içinde baktığınız zaman, başkalarının filozofça ve mütefekkirane bakmalarının çok ötesinde şeyler müşâhede edebilirsiniz. Ümmî de olsanız –ki biz hepimiz bir açıdan ümmî kategorisine dahiliz– çok daha derin şeyler görebilirsiniz. Çok engin şeylere şahit olabilirsiniz. Kur’ân, bir bahr-i bîpâyândır, uçsuz bucaksız bir denizdir. Fakat o kendisine itimat etmeyenlere, güvenmeyenlere karşı cimri ve kıskanç davranır. Kendi kıt akılları ve eksik idraklerinden dolayı Kur’ân’ı anlamayan, onun lafızlarına takılan, i’rabında hatalar arayan, ona –hâşâ– Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözü nazarıyla bakan ve Mütekellim-i Ezelî’den gaflet eden insanlara karşı Kur’ân-ı Kerim cimrice davranır; hazinelerini kıskanır onlardan.
Evet, Kur’ân bazılarına cimri davranır; çünkü onların hakkı yoktur cömertliğe ve semâhate. Onlar semih bir gönülle Kur’ân’a teveccüh etmiyorlar ki, Kur’ân’ın semâhat sağanağına mazhar olsunlar. İçinde bir hazine var, diye bakmıyorlar ki, onun mücevherlerini bulsunlar. Bir şeyler bulacağına inanmayan birisi, altın damarı içerisinde yürüse dahi altına rastlayamaz. Fakat hassas bir insan, bir tanecik emare görse, ne yapar eder damara yol vurup gider ve altına ulaşır.
İşte, burada da karşılıklı bir takip etme vardır. Yani, siz Kur’ân’da bir şeyler bulacağınıza inanır, onun âyetlerini hazineyi gösteren işaret taşları gibi bir bir takip ederseniz, o da sizi yakın takibe alır, hazine dairesinin kapısını açık bırakır. Neticede, onun aydınlatıcı tayfları arkasında, filozofların duymadığı şeyleri duyarsınız. Onun için, bazen bir ümmî, tekkedeki bir postnişin, İbn Sina gibi bir dâhinin duyduğunun çok üstünde duymuştur Kur’ân’ı. Farabî sizin köyün çobanı kadar duymamıştır onu. İbn Rüşd, bir fevkalâdeliği olmayan mü’min kadar iman hakikatlerine muttali olamamıştır. Üstad Hazretleri de onlar için “Adî bir mü’min mertebesini ancak kazanmışlardır.”3 diyor.
Onlar ilmî ve filozofça bakışlarını bir mercek gibi gözleri önüne koyuyor ve Kur’ân’a öyle bakıyorlar. Dolayısıyla, Kur’ân’a ait meânî, onların o bakışına göre şekilleniyor. Oysaki, Kur’ân’a bakış; ulûhiyete ait yanı açısından, ulûhiyete ait tayfları görme mülâhazasıyla olmalıdır. Cenâb-ı Allah, Kur’ân’ı, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kalbini, ruhunu ve his dünyasını tecrid ederek O’na indirmiştir ki; Efendimiz’in malûmât-ı sâbıkası “Kitab”a yeni renkler katmasın, onu bulandırmasın. Bu açıdan, bazı şeyler bilen ve bildiklerine güvenen, kendi malûmâtına itimat eden insanların, nazarî planda inansalar da, gerçekte inanmaları biraz zordur. Öğrenegeldikleri bilgi kırıntıları, kendi rengini karıştırır Kitabullah’a. Karıştırır da hep o kıstas ve kriterlerle bakarlar, değerlendirirler ve tabiî ki hep yanlış sonuç elde ederler.
Soru: Kur’ân-ı Kerim ve Efendimiz hakkında “sonsuz” sıfatı kullanılabilir mi?
Cevap: Kur’ân’a ve Efendimize “sonsuz” demenin hiçbir mahzuru yoktur. Biz hepimiz sonsuza, ebede namzediz. Sonsuz olacağız bir gün. Bir şeyin sonsuzluğunun kendinden olması başkadır, sonsuzluğun bir başkasıyla kıyamı başkadır. Hepimiz ölmemek üzere ahirette dirilmeyecek miyiz? Bize lütfedilen nimetlerin her birisi sonsuzluğun bir tecellî dalga boyu olmayacak mı?
İşte, Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) nuru da, ezelden ebede kadar bütün âlemleri tutmuştur; fakat o nur, kendi kendine ve kendinden değildir. Zât-ı Ulûhiyet’e “Vacibü’l-Vücud” deniliyor; bu ifade, “varlığı kendinden” demektir. Cenâb-ı Hakk’ın varlığı vaciptir, mümkin değildir. Mahlûkâta gelince, onlar “mümkinü’l-vücud”dur. Yani, onların vücuda gelmesi mümkündür; ama onları ancak vücudu kendinden olan bir zât, bir Hâlık-ı Mutlak vücut sahasına çıkarabilir.
Evet, Kur’ân-ı Kerim’in de, Resûl-i Ekrem aleyhisselâmın da kayyumiyeti Hayy u Kayyûm’dan, ebediyeti Bâki-i zü’l-Celâl’dendir. Onlar, Allah’ın varlığıyla kâimse şayet, hem Efendimiz ve hem de Kur’ân sonsuzdur.
Biz de o sonsuzluğun peşinde koşuyoruz. Şu fânî hayatımızı, sonsuz, ebedî, tükenmeyen bir hayata çevirmek için gayret gösteriyoruz. Bu ifade de doğrudur ve bu şekilde söylenmesinde bir mahzur yoktur. Bazıları, Sonsuz Nur isimli kitabın Arapça tercümesindeki er-Risâletü’l-Hâlide adını görünce rahatsız olmuşlar. Maalesef, arz etmeye çalıştığım hususu ve hepimizin ebede talip olduğumuz hakikatini kavrayamamışlar.
Kur’ân-ı Kerim’in Üslûbu
Soru: “Her nefis, her lâhza ölümü tatmaktadır. Sonunda bizim huzurumuza getirileceksiniz.”4 ve “Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne bir dosttan yardım beklemenin ve ne de bir kimseden şefaat ummanın mümkün olmadığı bir gün gelmeden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin, O’nun yolunda harcayın.”5 gibi âyet-i kerimeleri, muhatapları yetiştirici bir ikaz olarak mı anlamak lazım? Bunları, o âyetlerin öncesi ve sonrasıyla nasıl telif ederiz?
Cevap: Evvela, affınıza sığınarak ifade etmeliyim ki, bir eseri toplayıp düzenleme, meseleleri uzlaştırma, bağdaştırma ve biraz da tekellüfle arada irtibatlar kurma mânâlarına gelen telif sözü bir nakîseyi, eksiklik ve kusuru da tedaî ettirir, çağrıştırır. Bundan dolayı, başka kitaplardan farklı olarak Kur’ân-ı Kerim hakkında telif kelimesini kullanmamak lazımdır.
İman esasları, vahyin indirilişindeki keyfiyet açısından, Kur’ân-ı Kerim’in atkıları ve profilleri gibi esas olmuş; diğer meseleler ise, değişik yerlerde, o yerlerdeki durumlarına ve aradaki münasebete göre, siyak ve sibaka bağlı olarak iman esaslarının üzerinde örgülenmiştir. Bazen iman açıkça anlatılmış, insanlar inanmaya çağrılmıştır. Meselâ, pek çok yerde “Allah’a ve Resûlü’ne iman edin!”6 denilmiştir. Bazen de, “Böylece Allah, iman edip güzel ve makbul işler (sâlih amel) yapanları ödüllendirir. İşte onlara bir mağfiret ve çok değerli bir nasip vardır.”7 gibi âyet-i kerimelerde bir isim cümlesiyle imana işaret edilerek, doğrudan emir olmayan ihbarî bir üslûp kullanılmıştır. Fakat bu ihbarî üslûba terettüp eden şeyler itibarıyla o amelin bir farz ya da vacip olduğu anlaşılır. O ameli yapmamanın çok büyük bir hizlan ve hüsran olduğu kavranır. Dolayısıyla, biz onu yapmanın farz, terk etmenin ise haram olduğuna inanırız.
Usûldeki prensipler açısından, emirler ve nehiyler kendi mânâlarının yanında başka mânâlara da geldiği gibi, ihbarî cümleler de bazen, bütün akitlerde olduğu üzere, inşaî mânâ ifade eder. Bazen emir ya da nehiy için vaz’edilmemiş gibi görünen bir haber cümlesi sonuç itibarıyla emir veya nehiy ortaya koyar. Bu emir ve nehiyler bazen peşi peşine sıralanır, tafsilen anlatılır. Meselâ, özellikle yatsı namazlarından sonra okuduğumuz Bakara sûresinin 285. âyetinde meâlen, “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti; mü’minler de (iman ettiler). Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resûllerine iman etti. ‘Onun resûllerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.’ dediler ve eklediler: ‘İşittik ve itaat ettik ey Rabbimiz, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır.’ ”8 dedikleri haber verilerek iman esasları doğrudan doğruya ve ard arda sıralanmıştır.
Bazen de “O müttakiler ki, görünmeyen âleme (gayba) inanırlar. Namazlarını tam dikkatle ifa ederler. Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infak ederler.”9 şeklinde icmalî ifadeler kullanılmıştır. Mutlak ve mukayyed olmak üzere değişik gayblar olması itibarıyla, “Gayba iman ederler.” sözüyle herhalde gayba taalluk eden her şey murad edilmiş; yani, iman esaslarının tamamı kastedilmiştir. Bu iki âyette de doğrudan doğruya “İman edin” emri yoksa da mü’minlerin vasıfları ortaya konularak mü’min olma yol ve şartları gösterilmiş; böylece de iman zımnen emredilmiştir.
Gayb-ı mutlak bizim için, bilinmezlik mânâsına değil, ihata ve idrak edilmezlik mânâsına Zât-ı Ulûhiyet’tir; ulûhiyet hakikatidir. Meleklere inanma gibi diğer iman esasları ise mutlak gayb değildir, bizim gibi kimseler için gaybdır. Çünkü peygamberler melekleri görmüşlerdir, hatta bazı evliyanın da onlarla münasebeti olabilir.
Evet, bazı âyetlerde icmalî; ayrıntılara inmeden, özet hâlinde anlatım bulunmaktadır. Daha sonra, bir başka âyette de bu icmal tafsil edilmekte, etraflıca açıklanmaktadır. Fakat kullanılan lafızlar, ister inşaî cümleler olsun, isterse ihbarî cümleler, iman hakikatlerini vaz’a matuf ortaya konmuştur.
Bazı âyetlerde de, “usûl-i İslâm” dediğimiz, Müslümanların İslâm’ın şartları diye bildikleri namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetler; muâmelâta mütaallik meseleler ve hatta muâmelâtla alâkalı meselelerin füruatı, yani asla nispetle ikinci üçüncü dereceden önemli dalları; Meselâ, ailevî münasebetler, ailevî münasebetlerde nikâh, nikâhın keyfiyeti, nikâhta haram olan hususlar, talak (boşanma) mevzuu, eşlerden birisinin ölmesi durumunda ortaya çıkan meseleler, çocukların nafakası, kocası müteveffâ bir kadının nafakası gibi mevzular ele alınmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim, bazı mevzuları belli bir tertip üzere, hususî surette, etraflıca ve bir irtibat içerisinde ortaya koyarken ve biz anlatılanlardan Hazret-i Şâri’in maksadını anlayarak âyetleri okumaya devam ederken bakıyoruz ki, anlatılan konudan farklı olarak, o işin içinde istidrâdî gibi görünen bir âyet geliyor. Hiç münasebeti yokmuş gibi görünen, akla öyle gelebilecek bir mevzuya geçiliyor. Meselâ, insanın eşine karşı nazik ve lütufkâr davranması gerektiği vurgulanırken bir de bakıyorsunuz, takva dairesine girilmesi emredilerek başka mevzuya geçilmiş gibi oluyor.10 İlk bakışta münasebet yokmuş gibi görünse de, biraz im’ân-ı nazarda bulunulunca görülüyor ki, aslında tam söylenmesi gereken söz, söylenmesi gereken en uygun yerde ifade ediliyor.
Başkalarının çok defa kuru, donuk, aynı konudaki şeyleri üst üste istif ederek meydana getirdiği kitaplardan farklı olarak, Kelâm-ı İlâhî, muhataplarını daima hüşyar tutacak bir üslûp kullanıyor. Ayrıca, her meseleyi neticede bir iman esasına bağlıyor; dinin esasâtını tesis ediyor; bu tesiste kullanılması gereken malzemeyi bütünüyle kullanıyor ve neticede de mü’minler için çok önemli bir imanî rüknü hatırlatıyor. Az önce verdiğimiz misale dönecek olursak, eşler arasındaki münasebeti anlatırken birden ahireti, Cennet ve Cehennem’i nazara veriyor ve yapılan iyi ya da kötü amellerin bir karşılığı olduğunu, bu husus düşünülerek davranılması gerektiğini irşad buyuruyor. Dahası, o konuları anlatmanın yanı başında, inandırmanın yollarını da uygun bir şekilde kullanıyor. İnsanları, yolunca ve usûlünce inanmaya sevk ediyor.
Böylece Kur’ân-ı Kerim, meselelerimizi nasıl anlatmamız gerektiği hususunda bize de bir üslûp öğretiyor. Biz o üslûbu kullandığımız zaman insanlar inanır mı inanmaz mı, o ayrı bir mesele. Allah (celle celâluhu) kalblerini mühürlemişse inanmazlar. Fakat meselelerimizi o şekilde anlatırsak, biz inandırma adına lazım gelen şeyleri yapmış oluruz. Biz, her hâlimizle, her sözümüzle, her tavrımızla, her davranışımızla inandırıcı olma durumundayız. Ama inandırmak bizim vazifemiz değildir. Evet, biz güven kaynağı olmalıyız. Hâlimize, sözümüze bakan herkes demeli ki, “Bunlardan yalan sâdır olmaz.” Fakat inandırma işine gelince, o ayrı bir fiildir ve onu Allah yaratır; ona bizim gücümüz yetmez.
Âyetler Arasındaki Münasebet
Kur’ân-ı Kerim, inandırmaya matuf değişik yollar kullanıyor. Meselâ, önemli bir hususu anlatıyor; insanların tûl-i emel ve tevehhüm-i ebediyet gibi mülâhazalarının olduğunu, bu mülâhazaların onları dünyevîliğe çektiğini ve faydasız işler arkasında dolaştırdığını anlatırken, dünyevîliklere kaydıklarını nazara verirken “Her nefis her lâhza ölümü tatmaktadır. Sonunda Bizim huzurumuza getirileceksiniz.”11 diyor. Evet, her nefis her lâhza ölümü tatmaktadır. Kısmen ölmekte, kısmen dirilmektedir. Her insanın vücudunda da her an bazı hücreler ölmekte ve onların yerine başkaları yaratılmakta, beden sürekli bir tebeddül ve tagayyür yaşamaktadır. Gece ile gündüzün deveranı ve farklılığından alın da, insan vücudunda ölen hücrelerin yerine başkalarının gelmesine kadar kâinatta sürekli bir tebeddül vardır.
Şunu da ifade etmeliyim ki, bazılarının bu âyete “Her nefis ölümü tadacaktır.” şeklinde meâl vermesi doğru değildir. Âyetin mânâsı “Her nefis, her lâhza ölümü tatmaktadır.” şeklinde daha doğru olabilir. İşte, cüz’iyet planında ölümleri hatırlatmak suretiyle, gece ve gündüzlerin deveranından mevsimlerin değişmesine, bazı şeylerin ölüp bazı şeylerin dirilmesine ve mikro âlemden makro âleme kadar doğum ve ölümler ima edilerek insanların da fâni oldukları ve onları mukadder bir ölümün beklediği hatırlatılıyor. “Demek ki, bir gün siz de tamamen silinip gideceksiniz buradan. Cisminiz ve nefsaniyetiniz açısından bu dünya hesabına tamamen silinip gideceksiniz. Ruhunuz bâki kalacak. Öyleyse ona göre davranın, davranışlarınızı ona göre plânlayın.” deniliyor. Evet, ölümü emsalinden tecrid ederek ileride meydana gelecek bir vak’a şeklinde vaz’etmek çok inandırıcı olmaz; emsalini göstererek ölümü hatırlatmak inandırıcıdır. Her yönüyle muknî olan Kur’ân da böyle inandırıcı ve ikna edici bir üslûp kullanıyor.
Soruda zikrettiğiniz ikinci âyet, Bakara sûresinde, Âyetü’l-Kürsî’den önceki âyettir ve “Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne bir dosttan yardım beklemenin, ne de bir kimseden şefaat ummanın mümkün olmadığı bir gün gelmeden önce sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin.”12 meâlindedir. Bu dünyada, insanlarla içli dışlı yaşıyorsunuz; dost ve arkadaşlarınız oluyor. Bazıları dünyevî işlerinizde size aracılık da yapabiliyorlar. Fakat önünüzde öyle bir gün var ki, o gün siz tek başınıza ve kendiniz olarak öleceksiniz, kendiniz olarak dirileceksiniz ve haşir meydanında da tek başınıza kalacaksınız. Orada hiçbir şefaatçi ve iltimasçı bulamayacaksınız. Çünkü o gün dostluklar, tavassutlar ve iltimaslar geçerli olmayacak. Öyleyse, o müthiş günde zor durumda kalmamak için bugünden infak edin. Edin de infakınız, öbür âlemde sizi kurtarsın. Yaptığınız infaklarla din-i mübîn-i İslâm’ı i’lâ vazifesinde bulunun ki, hiçbir şefaatçinin şefaatinin kabul edilmediği o yerde “Makam-ı Mahmud’un Sahibi” imdadınıza koşsun.
O âyet-i kerimeden sonra da pek çok âyette infaktan bahsediliyor. Mallarını Allah (celle celâluhu) yolunda harcayıp da infaklarının ardından minnet etmeyenlerin Rabbileri katından mükâfatlarını alacakları, onlar için hiçbir endişeye mahal olmayacağı ve üzüntü de duymayacakları; sadaka verilen kimselere minnet etmekle ve onları incitmekle o sadakaların boşa çıkarılmaması gerektiği; Allah’a da, ahirete de inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimsenin, üzerinde toprak bulunan kaypak bir kayaya benzediği ve şiddetli bir yağmur yağar yağmaz o toprağın kayıverip, o kayanın cascavlak kalacağı gibi riyakârların da hiçbir şeyden sevap ve mükâfat elde edemeyecekleri; Allah’ın rızasını kollamak ve ruhlarındaki imanı kökleştirmek için mallarını harcayanların durumunun ise, bol bol yağmur alıp iki kat meyve veren, kuraklık zamanlarında bile hafif bir yağmur ve az bir çisentiyle yemyeşil kalabilen bir tepedeki güzel bir bahçenin hâline benzediği anlatılıyor.13
İşte, Kur’ân bir fasıldan diğer bir fasla geçerken, böyle bir siyak (sözün gelişi) içinde infaka teşvik ediyor. Bu âyetten hemen sonra Âyetü’l-Kürsî’nin gelmesi Hayy ve Kayyûm olan Cenâb-ı Allah’ın anlatılması, sine ve nevmin (uyuklama ve uykunun) onun için söz konusu olmadığı meselesinin vurgulanması da gayet mânidardır. Evet, inandırma adına kullanılacak metod, inandırıcılıktaki üslûp bu olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim, insanlar arasında yardımlaşmayla alâkalı bir konuyu pekiştirmek, onun gereğine inandırmak ve aynı zamanda ulûhiyete ait hakikatlerin hatırlatılmasıyla onun gönüle işlemesini sağlamak için böyle fasılalarla arada değişik şeyler hatırlatıyor. Sonra bir başka ahkâma geçiyor.
Nitekim, bu âyetten üç sayfa sonra, sayfanın başında, infakla alâkalı şeyleri bitiriyor, ribâdan bahsetmeye başlıyor. O sayfanın alt tarafına doğru, “Kendisine döneceğiniz o Allah’a karşı takva dairesinde bulunun.”14 diyor ve yine ölümü hatırlatıyor. Ondan sonra tedâyün âyeti geliyor. Seferde borçlanma, borç ve alacağın yazılması, ya kefil veyahut bir rehinin ortaya konması, alış veriş sırasında şahit tutmak gerektiği ve kâtip veya şahidin asla mağdur edilmemesinin lüzumu gibi mevzuları uzun boylu anlatıyor; tafsilata giriyor. Daha sonra da, imana müteallik bir meseleyi hatırlatmak suretiyle, İslâmî inanç ve esaslar arasında imanla alâkalı meselelerin ve iman esaslarını hatırlatmanın bir profil ve atkı gibi olduğunu gösteriyor; hemen her şeyi onun içinden geçiriyor, ona bağlıyor, onunla irtibatlandırıyor.
Maalesef, günümüzde bazı insanlar, Kur’ân-ı Kerim’e sathî bir nazarla bakıyor; kendi kıt idraklerini ölçü kabul edip yanlış zanlarına göre bir kısım hükümler çıkarıyor; şarkiyatçıların garazlı sözlerini ve belli bir gayeye matuf yazılmış kitaplarını taklit ediyor; senelerdir süregelen bazı meseleler hakkında şüphe hâsıl edecek tartışmaları bir fantezi uğruna yeniymiş gibi tekrar yazıp çiziyorlar. Meselâ; onlara göre, hâşâ ve kellâ, bazı âyetler kendi yerlerine konulmamış; şurada değil de burada olmalıymış; şu âyet buraya münasip düşmüyormuş da şurada olmalıymış. Ne kadar yazık! Kur’ân-ı Kerim’deki hutût-u ilâhiyeyi, münâsebât-ı mâneviyeyi tam sezemediklerinden dolayı, kendi hendeselerine ve felsefelerine göre, “Yüce Kitab”ımız için yeni bir tasnif mülâhazasına giriyorlar.
Sorunuz üzerine Kur’ân-ı Kerim’i gözümün önünden geçirirken birkaç âyet arasındaki münasebete kısmen temas etmiş oldum. Arz etmeye çalıştığım münasebet ve irtibatla alâkalı hususları her sûrede görmek mümkündür. Yeter ki, samimi bir niyet ve selim bir kalble okunsun, düşünülsün ve müzakere edilsin.
Kur’ân Okumada Asgarî Ölçü
Soru: Kur’ân okumada asgarî bir ölçü var mıdır?
Cevap: Kur’ân bir nasihat, bir zikir ve bir uyarıcıdır. Ne var ki, Kur’ân’dan istifade edebilmek için, gönüllerin ona karşı açık olması şarttır. Gönlün açık olabilmesi için de, insanın gözünü ona dikmesi ve kulağını ona vermesi gerekir. Nitekim Kelâm-ı İlâhî’de şöyle denilmektedir: “Bu Kur’ân, kalbi ona açık olanlar ve gözünü Kur’ân’a dikip ona kulak verenler için bir öğüttür.”15
Selef-i sâlihîn, Kur’ân okumanın minimumu üzerinde durmuşlar ve her gün bir miktar okunmalı demişlerdir. Bu hususta söylenilenleri, “Kur’ân-ı Kerim en hızlı haftada bir, ortalama on beş günde bir, en az ayda bir defa hatmedilmelidir; eğer ayda bir defa olsun hatmedilmiyorsa, Kur’ân metruk sayılır.” şeklinde özetleyebiliriz.
Şu kadar var ki, Kur’ân okunurken, insanın içine sinmeli, okuyan onu düşünmeli ve ondan bir kısım esintiler duymaya çalışmalıdır. Aksi hâlde onu okumuş sayılmaz. Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesiyle en az ayda bir defa hatmedilmelidir. Fakat hatim üç beş güne sıkıştırılmamalıdır. Zira o zaman, düşünmeden okunmuş olur. Oysa, Kur’ân baştan sona mülâhaza edilmesi, bir bütün olarak ele alınması ve dikkatle okunması gereken bir kitaptır.
Muhammed İkbal der ki: “Gençlik yıllarımda her sabah namazından sonra iki saat Kur’ân okuyordum. Babam yaptığım işi görmesine rağmen her sabah gelip ‘Oğlum, ne yapıyorsun?’ diye soruyor, ben de elimdeki Mushaf-ı Şerif’i gösterip ‘Kur’ân okuyorum’ cevabını veriyordum. Tam iki sene, belki onlarca defa, elimde Mushaf’ı görmesine rağmen ne yaptığımı sordu. Bir gün âdeti üzere tekrar sorunca, ‘Babacığım, biliyorsun ki Kur’ân okuyorum; ama yine de ne yaptığımı soruyorsun. Bir şey mi demek istiyorsun?’ dedim. Babam şöyle cevap verdi: ‘Evladım, evet, biliyorum ki elinde “Kitap” var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. Muhammed’im! Kur’ân’ı sana sesleniyor gibi okur ve her âyetten alacağın şeyleri alırsan o zaman gerçekten okumuş olur ve istifade edersin.”
Maalesef, bizim insanımızın okuyuşunda da mânâ ve muhtevaya dikkat edilmiyor. Kur’ân düşünülmüyor. Okuyanlar, sadece lafız olarak okuyorlar. Mutlaka onun da bir sevabı vardır. Kur’ân okuyan biri, onun kelimeleri ve harfleri adedince sevap kazanabilir. Hatta bazılarına göre nafile namaz kılmaktansa Kur’ân okumak daha evlâdır. Fakat esas olan onu hem okumak, hem de anlamaya çalışmaktır. İmkânı varsa, hafız olanlar, her gün sabah kalkınca bir cüz Kur’ân okumalı ve o günkü namazlarını o cüzle kılmalılar. Böylece iki cüz okumuş olurlar. Çok meşguliyetleri yoksa daha çok da okuyabilirler. Evet, insan her gün Kur’ân-ı Kerim için belli bir süre ayırmalı, onu okumaya ve anlamaya gayret göstermeli.
Efendimiz, ümmetine ait negatif görüntülerden birini dile getirirken, “Onlar bir vadide, Kur’ân ayrı bir vadidedir.”16 buyurmuştur. Maalesef, en az beş asırdır, Müslümanlar böyle bir mahrumiyetin cenderesi içinde bulunuyorlar. Geleceğin fikir işçilerinin vazifelerinden biri de Kur’ân’ın bu gurbetine son vermektir.
Kur’ân’ın Gurbeti
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde dört garipten bahsetmiş ve şöyle buyurmuşlardır: “Kur’ân-ı Kerim, zalimin kalbinde; mescid, toplantı için kullanılıp namaz kılınmaz hale geldiğinde; yine Kur’ân, onu okumayan birinin evinde; Müslüman sâlih bir erkek, kötü bir kavim arasında gariptir.”17
Bugün Kur’ân bir gurbet hayatı yaşamaktadır. Kur’ân’a sahip çıkmak demek, onu kadifelere sarıp cinlere, şeytanlara mâni olsun diye yataklarımızın başına asmak; çeyiz sandıklarında ihtimamla korumak değildir. Mutlaka bir yerlere asılacaksa o, mânevî hayatımızı mahveden ifritleri kovmak için kalblerimizin en mûtena köşesine asılmalıdır.
Müslümanların Kur’ân’a karşı takındığı tavır, İslâm dinini ve onun yüce kitabını istemeyen hasımların arzu ettiği bir tavırdır: Kur’ân lafız olarak okunsun, evlerde aksesuar olsun; ama o bir toplumun şuurlanması, hayatının gayesini öğrenip o istikamette yaşaması için kullanılmasın. Şuurlanma olacaksa, Durkheim’a göre olsun, Comte’a göre şuurlanma olsun; ama Kur’ân’a göre bir şuurlanmadan asla bahsedilmesin.
Maalesef, günümüzde Kur’ân, hayattan tecrit edilip bir kenara itilmiş; onu durgunlaştırmak suretiyle kıymet-i harbiyesinden bir kısım kayıplara maruz kalmasını planlayanlar tarafından hayatın dışında tutulmaya çalışılmıştır. Bu suretle hem İslâm dini, hem de Kur’ân statik (durgun, hareketsiz) hâle getirilmiştir. Herhangi bir felsefî ekolün ortaya koyduğu kurallar ve nazariyeler gibi kabul edilir hale getirilmiştir. Oysa, Kelâm-ı İlâhî, işlerken; kendi elemanlarıyla senaryosu ortaya konulurken anlaşılır. Aktörler o senaryoya inanmış olarak vazife başında bulundukları zaman onun kıymeti anlaşılır. Yoksa, âyet-i kerimeler bugün bütün canlılıklarıyla yaşamaktadır ve yarın da yaşamayı vaadetmektedirler.
Kur’ân’da, itikat, ibadetler ve muamelât peş peşe yer alır. Bu yapı, toplumu sürekli hareket hâlinde ve canlı tutar. Dini, sadece vicdana bağlamak ya da yalnızca “Kıl namazını, tut orucunu…” şeklinde çok basit anlamak bu dinamikliği öldürür. Zaten meselelere bütün hâlinde bakmama, mutlaka ya ifrat ya da tefrite sebebiyet verir. Günümüzde ilimlere de bütüncül nazar dediğimiz küllî nazarla bakılıyor. Yani, küllî kaideler esas alınıyor; ama varlık, küll-cüz münasebeti içinde değerlendiriliyor. Küllî kaidelere bakmadan, yalnızca cüz’iyâta göre değerlendirme yapılırsa mesele dağılır; genel ahenk bozulur.
Bununla beraber, her bir küllî kaidenin ortaya çıkması için o istikamette bir kısım cüz’î emirler olması gerekir; o emirlerin hepsi birden mütalaa edilince o küllî kâide ortaya çıkar ve meseleleri çözerken, ortaya çıkan bu kaide mihenk olarak ele alınır. Meselâ, “Allah, dini hangi hikmete binâen vaz’etmiş?” sorusuna, bütün küllî kaideleri ona irca edebileceğimiz temel bir disiplin vardır: Menfaat ve maslahatları celbetmek, mefsedetleri defetmek. Bütün emirlerin ve nehiylerin temelinde bu vardır. Bu küllî bir kaidedir. Fakat bazen cüz’iyatta buna muhalif bazı şeyler olabilir. Onu çözebilmek için de mutlaka bir küllî kaideye bakmamız, küllî kaideyi esas almamız gerekir.
Pozitif ilimlere de küllî bir nazarla bakmak icap eder. Meselâ, tıp sahasında uzmanlaşma, ihtisaslaşma oluyor. Bu konudaki bir endişemi eskiden beri hep izhar ediyorum; biz insana, kalbini kafasından ya da sinir sisteminden tecrid ederek bakamayız. Organizma bir bütündür; organlar da, her biri diğeriyle irtibat halindeki azalardır. Öyleyse, burada da küllî nazar esas alınmalıdır; bir kalb doktoru, kalbi bildiği gibi vücudun diğer yanlarını da bilmelidir ki, daha sıhhatli konuşabilsin. Bugün insan vücudu bu mânâda çok parçalanmıştır. Baktığınızda bir hükme varamayacağınız küçük parçalara ayrılmıştır. Meselâ, bir göz hususunda dahi pek çok anş vardır. Eğer her mesele konsültasyon (birkaç tabibin bir araya gelerek bir hasta hakkında görüş alışverişinde bulunmaları) hâlinde halledilmez, orada vücudun tamamı nazara alınmazsa, gelecek vahimdir.
İşte, Kur’ân’ın mesajına da bu ölçüler içerisinde bakmak lazım. Maalesef, sadece bir âyeti ele alıp onu da tam anlamadan Kur’ân’a saldırıyorlar. Oysa, o âyeti, Kur’ân’ın bütünüyle tefsir etmeden, ondaki ilâhî hikmetleri gözetmeden söylenilen her söz yanlış olacaktır. Kâinatı kusursuz bir düzenle yaratan Cenâb-ı Allah, “Kitab-ı Kerim”inde, kâinatın bir misal-i musaggarı (küçük bir örneği) olan insan hayatı için de kural ve kaideler vaz’etmiştir. Bu “İlâhî Kelâm”a bütün olarak bakıldığında onun canlı ve ter ü taze olduğu görülecektir.
Kur’ân’ın gurbetini ve yaşadığı vahşeti izale etmek de, ancak onu bu ölçüler içerisinde tefsir eden kitapları okumak ve bu şekilde Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını anlamaya çalışmakla olacaktır.
Kur’ân’ın Şahitleri
Kur’ân’ın kıymetini anlamak için bir de onun talebelerine göz gezdirmeli. Sahabe ve tâbiîn efendilerimizin nasıl bir ömür sürdüklerini görmeli. İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Malik, Ahmed İbn Hanbel, Abdülkadir Geylânî, İmam-ı Rabbânî, Şah-ı Nakşibendî, Hazret-i Mevlâna ve Bediüzzaman gibi Hak dostlarını büyüten, onları hüsnümisal yapan Kur’ân’ın mesajından başka nedir? Hadis-i şerifleri rivayet edip o bereketli sözlerin bizlere ulaşmasını sağlayan selef-i sâlihînin hayat hikâyelerine baksanız hayran kalırsınız, onları uhrevîleştiren şey Kur’ân’ın mesajı değil midir?
Onlar, sürekli Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda bulunma temkiniyle yaşamışlardır. Daima, “enis ü celîs” bildikleri “Dost”la beraber bulununca da konuşmaları hep “sohbet-i yârân” olmuştur. O’nun rızasından başka bir şey düşünmemiş, O’nun hoşnutluğuna vesile olacak meselelerden başka bir şey konuşmamışlardır.
Bu mesele, biraz iradenin hakkını vermeye; biraz Allah (celle celâluhu) tarafından konduğu yerin, konumunun farkında olmaya ve biraz da duruşu çok iyi belirlemeye bağlıdır. Hele her şeyin günlük hâdiselere bağlandığı, aktüalitenin çok öne çıktığı, insanların “Hayır, doğrusu siz şu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz, onun için ahireti terk edipdurursunuz.”18 âyetine mâsadak yaşadığı bir dönemde bizim için Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda bulunma ve bunu hissetme hâlini yakalamak çok zordur. Bu mevzuda fikir jimnastiğimiz olmalı. Meseleler hep gelip “sohbet-i Cânân”a dayanmalı. Oturup kalkarken, dünyevî meselelerden bahsederken bile ahiret buudlu davranmalı. “Allah’ı başkalarına tanıtma ve bu vesileyle kurtulma”, yapacağımız işlerde rotayı tayin etmeli. Meselâ, teknolojiden bahsederken “Bu teknoloji Rabbimizi anlatma adına ne işe yarar? Şu ilmî inkişafı, Rabbimizi insanlara duyurma adına nasıl değerlendirebiliriz? Uhrevî hayatımız adına interneti nasıl kullanabiliriz?” sorularının cevabı aranmalı.
Meselâ, bugün, biz meşgul olsak da olmasak da internetin de bağımlıları var. Bazıları onu kendi hesaplarına, şeytanın oyuncağı gibi kullanıyor ve sürekli kötülük yayıyorlar. İnanan insan, onu da uhrevî kazanç vesilesi yapabilir. Fakat o dikkatli olur; hangi tuşa dokunacak, hangi sayfaya girecek, bunu iyi belirler. Tahminî bir tuşa dokunurken de “İnşaallah karşımıza iyi bir şey çıkar.” mülâhazasıyla teyakkuzda olur. Bunlar, kalb ibresinin göstermesi gereken noktaya yönlendirilmesi açısından çok belirleyici hususlardır.
Bir mü’min, kâinattaki her şeyde Allah’ı gösteren bir işaret bulur; ona bakar, Cenâb-ı Hakk’ın izlerini görür. Bu, teknolojiyle de mümkündür. Meselâ, çağın büyüklerinden birinden dinlemiştim, Hz. Bediüzzaman arabayla bir yere giderken radyoda şarkı çıkıyor. Arabayı kullanan şahıs, Üstad’ın laubaliliğe karşı kapalı olmasına saygısının ifadesi olarak radyoyu kapatmak istiyor. Radyonun düğmesini çevirirken Bediüzzaman kendisine has edasıyla, “Dur keçeli…” diyor, “Ben hava unsurunu temâşâ ediyorum, havayı insanların hizmetine veren Allah’ın kudretini tefekkür ediyorum.”
Hani daha önce de çok anlattım; Alvarlı Efe Hazretleri, “Dört güzeller” türküsünü duyunca Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi hatırlayıp iki gözü iki çeşme ağlarmış. İşte onun gibi, Üstad da orada konsantre olmuş; şarkıyı değil, o şarkının ötesinde hava nimetini dinliyor, onu tefekkür ve temaşa ediyor.
Bu müthiş adamı görmeyi hepiniz gibi ben de çok arzu ederdim. Dizinin dibinde oturmayı, sohbetine ermeyi, dinlemeyi çok isterdim. Nasip… Belki bize görememenin hasret ve hicran sevabı, görenlere de huzurun insibağının sevabı yazılır.
Bazı âlim ve ârifler, etraflarındaki ulemaya göre konuşmuşlar; meseleleri onların seviyelerine göre anlatmışlardır. Bediüzzaman’a gelince, o, meseleleri herkesin anlaması için gayret göstermiş; hatta mübtedilerin ve avamın anlamasına da önem vermiştir. Kur’ân’daki, tenezzülât-ı ilâhiye ve beşerin anlayışına göre hitap esprisini örnek alan Bediüzzaman’ın bu şekildeki bir tenezzülü de onun büyüklüğüne bir kat daha büyüklük katmaktadır. Onun kolay söylenir görülen öyle ifadeleri vardır ki, bunlar tam bir sehl-i mümteni örneği, enfes beyanlardır. Meselâ, Yirmiüçüncü Söz’ün beşinci noktasında şöyle diyor:
“Hem dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semerât-ı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise; o nevî dua ve ibadetin vakitleridir; o (dünyevî) maksatlar, (dua ve ibadetlerin) gayeleri değildir. Meselâ; yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa; o dua, o ibadet halis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki güneşin gurubu akşam namazının vaktidir; güneşin ve ayın tutulmaları da küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir…”19
Buradaki ubudiyeti, usûl-i fıkıhta kullandığımız “taabbudî” mânâsında anlamak gerekir; yani, çok defa mânâsını anlayamasak da Allah’ın emri olduğu için yapıp neticesini Allah’tan istediğimiz ibadetlerdir. Meselâ, duada Rabbimizden istediğimiz şeylerle onun veriş keyfiyeti arasında sebep sonuç mülâhazasına göre bir münasebet yoktur. Sebeplerle tarttığınız zaman görürsünüz ki, sizin istek ve yakarışlarınızdan bu netice çıkmaz. İşte o zaman, Allah’a güveniniz, itimadınız nispetinde esbab üstü, doğrudan doğruya Hz. Müsebbibü’l-Esbâb’dan, Hz. Kâdiu’l-Hâcât’tan istediğinizi istersiniz; o da herhangi bir sebebe iktiran etmeden verebilir.
Çok eski yıllarda bir arkadaşımız, “Yağmursuzluk dahi yağmur duasının vaktidir.”20 cümlesini işitince bu orijinal yoruma âdeta vurulmuştu. Evet, âdet-i Sübhânî açısından yağmurun vakti bellidir; ay ve güneş tutulmalarının vakti ve ne zaman son bulacağı çok önceden hesap edilebilmektedir. Fakat biz yine de yağmur duası yapıyor; husuf ve küsuf namazları kılıyoruz. Evet, yağmursuzluk, yağmur duasının vaktidir. Ay ve güneş tutulması da, husuf ve küsuf namazlarının vaktidir. Biz ülfetten dolayı bu ifadeleri okur geçeriz; ama Üstad Hazretlerinden başka birinin böyle dediğini de hatırlamıyorum.
Üstad yine, “Esbâba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı; müsebbebi (sonuç, netice) icat etmek için değil, belki lisan-ı hâl ile müsebbebi Cenâb-ı Hak’tan istemek için bir vaziyet-i marziyye almaktır. Hatta çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır.”21 diyor.
Biz bazen bu hâlisane mülâhazaları koruyamıyoruz. Meselâ, hekime müracaat ediyoruz, etmeliyiz de; fakat bazen şifayı sanki hekim verecek, sanki o tedavi edecek; sanki bizim derdimize aldığımız ilaç iyi gelecek gibi mülâhazalara kapılıyoruz. Oysaki, izzet ve azamet öyle istemiş: Basit işlerde kudret-i ilâhiyenin mübaşeretinin görünmesini dilememiş. Şifayı veren Hazret-i Şâfî’dir. Cenâb-ı Allah, o ilaçla o şifa arasında bir iktiran (örtüşme) hâsıl etmiştir. Bu tevhid düşüncesi çok defa unutuluyor. Maalesef, bazen hiç farkına varılmadan zımnî bir şirke giriliyor.
Kur’ân Okuma
Hüzün ve Kur’ân âdeta birbirini tamamlayan iki kelime. Kur’ân hüzünle inmiştir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde buna işaretle buyurur ki; “Kur’ân-ı Kerim’in en güzel tilaveti ciddi bir hüzün içinde okunanıdır.”22 Şahsen ben, ruhsuz Kur’ân okumanın insanımızı duygusuz hale getireceğine inanıyorum. Kur’ân’ı anlamak, Kur’ân ile dirilmek, onun özünde derinleşmeye bağlıdır. Kur’ân’ın sadece ibare ve lafızları ile ilgilenenler sevap kazansalar bile sevaba açık bir topluluk hâline gelemezler. Bir başka tabirle, Kur’ân’ı muhtevasına uygun şekilde anlayıp hayatlarına hayat kılamazlar. Evet, Kur’ân’la münasebetimiz açısından asıl mesele kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle ona yönelebilmek ve benliğimizin bütün buutlarıyla onu duyabilmektir. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde Allah’ın (celle celâluhu) bize seslendiğini hisseder, suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi birdenbire yeşeririz. Okuduğumuz âyetin her kelimesinde, her cümlesinde farklı derinliklere erer; aynı anda bir yandan ruhumuzun atlasını temâşâ ederken, diğer yandan göklerin haritasını müşâhede etme ufkuna ulaşırız.
Âcizane kanaatim, Kur’ân okuma tam mânâsıyla bilinmiyor. Onun için bu meselenin çok ciddî olarak ele alınması gerekir. Çünkü Kur’ân’ı kaide ve kurallarına uygun şekilde okuma; onu içte duyma, mânâ ve muhtevasına vakıf olma, derinliklerine nüfuz edebilme kadar önemlidir.
Elfaz maânînin kalıbıdır (lafızlar, ibareler mânâ ve muhtevanın kalıbıdır). Kalıp bozuk olunca mânâ sıkışıp kalıyor ve derinliklerine nüfuz edilemiyor. Meselâ, kendi adıma, Kur’ân dinlerken yanlış okumalar karşısında ruhumda ihtilâc hâsıl olduğunu, konsantrasyonumun bozulduğunu, mânânın derinliklerine inmekten uzaklaştığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bende böyle olduğu gibi, Kur’ân’ı tam bir konsantrasyonla duyarak, hissederek dinlemek isteyen herkesin ruhunda da aynı türden ihtilâcların olacağı muhakkaktır.
Evet, Kur’ân’ı, Allah’ın Cebrail aleyhisselâma, Cebrail’in “İnsanlığın İftihar Tablosu”na veya “Efendiler Efendisi”nin sahabeye okuduğu gibi okumak gerek. Cebrail, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile, “Kur’ân nazil olduğu şekliyle korunuyor mu, doğru eda ediliyor mu?” diye her sene mukabele ediyordu.23 Bu açıdan hâdiseye bakınca, mukabeleye “test etme” de diyebiliriz. Bunun bize verdiği ehemmiyetli bir mesaj olsa gerek.
İsterseniz bir benzetme yapalım: Namazı duyma, her rüknünü vicdanında hissederek kılma, Allah’ın (celle celâluhu) huzurunda bulunduğunun şuurunda olma çok önemlidir; ama bunun yanında namazı namaz yapan rükû, secde, kıraat, kıyam, teşehhüd gibi zahirî erkâna riayet de şarttır. Kur’ân’ı tilavet kaidelerine riayet ederek hakkıyla okumayı da namazın zahirî erkânı gibi değerlendirebilirsiniz.
Kur’ân’ı doğru okumak için üç şeyin çok önemli olduğunu söyleyebilirim. Birincisi, bir fem-i muhsinin (okuyuşu düzgün bir hoca) rahle-i tedrisine oturma. Yani mutlaka işin uzmanından ders alma. Kur’ân okumak sadece harfleri bilmek değildir. Ben kendi kendime Fransızca öğrenmiştim; öğrenmiştim, ama nasıl konuşuyordum Allah bilir. Bir ara İngilizce de çalıştım. Bir gün Rahmetli Tuzcu Cahid Bey bana, “Hocam! Türkçe gibi İngilizce konuşuyorsun” dedi ve ben o gün İngilizce öğrenmeyi bıraktım. Harf ve kelimeleri aslına uygun şekilde telaffuz, ancak işin uzmanının önüne diz çökmekle öğrenilir. İkincisi, talim esnasında doğru telaffuz için insanın kendini zorlaması. Meselâ mahâric-i hurufa (harflerin mahreçleri) çalışırken bizim kıraat hocamız kendisini ve bizleri çok zorlardı. Öyle ki, “dat” harfini gösterirken parmağını damağına koyardı. Bu ilk bakışta tekellüf gibi görünse de belli bir müddet sonra alışıyor insan. Ve üçüncüsü, kulak dolgunluğu. Bu da, Kur’ân’ı tekellüfsüz okuyan hafızları çok dinlemekle olur.
Malesef biz doğru düzgün Kur’ân-ı Kerim okumayı unutmuşuz. Hatta İmam Hatip liselerinde ve ilâhiyatlarda bile bu eğitim insanımıza tam tekmil verilemiyor. Kur’ân kursları ölçüsünde verilemiyor, desem kimse bana alınmasın.
Bu faslı, Hafız Münâvi’den nakledilen bir vak’a ile kapatalım: “Bir genç, hafızlığını ikmal ederken hemen her gün sabahlara kadar uyumayıp Kur’ân-ı Kerim’i hatmeder. Ertesi gün de tabiî olarak hocasının karşısına rengi solmuş, benzi sararmış olarak çıkar. Hem maddî hem de mânevî açıdan kendisine mürşid olabilecek kapasitede olan hocası, bu durumun sebebini onun ders arkadaşlarına sorar. Onlar cevaben, ‘Üstadımız, bu talebeniz hemen her gün sabahlara kadar uyumayıp Kur’ân-ı Kerim’i hatmedip duruyor’ derler. Üstad, talebesinin Kur’ân-ı Kerim’i böyle okumasını arzu etmediği için bir gün onu karşısına alır ve ‘Evlâdım! Kur’ân indiği gibi okunmalıdır. Bugünden itibaren sen Kur’ân’ı, şu ana kadar okuduğun gibi değil de beni karşında farz ederek, dersini bana takrir ediyormuşsun gibi oku’ tavsiyesinde bulunur. Genç gider, hocasının tavsiyeleri çerçevesinde o gece Kur’ân-ı Kerim’i okur ve sabah hocasının huzuruna geldiğinde, ‘Efendim, bu gece ancak Kurân-ı Kerim’i yarısına kadar okuyabildim’ der. Üstad, ‘Pekâlâ, bu gece de Kur’ân-ı Kerim’i doğrudan doğruya Resûl-i Ekrem’in huzurunda okuyor gibi oku!’ emrini verir. Talebe “Kendisine Kur’ân nazil olan zâtın huzurundayım, doğru okumalıyım” düşüncesiyle o gece Kur’ân’ı daha dikkatli tilavet eder. Ertesi gün üstadına Kur’ân-ı Kerim’in ancak dörtte birini okuyabildiğini söyler. Üstadı talebesindeki terakkiyi görünce, bir mürşidin müridinin dersinin artırması gibi, ‘Bugün o emin melek, Cibril’in Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e tebliğ ettiği anda dinliyor gibi oku!’ der. Talebe ertesi gün ‘Vallâhi üstadım, bugün ancak bir sûre okuyabildim’ der. Üstad son adımı atar: ‘Evlâdım! Şimdi de onu, binlerce hicabın verasında bulunan Mevlâ-yı Müteal’in huzurunda okuyor gibi oku! Düşün ki, okuduğunu Allah (celle celâluhu) dinliyor, senin için indirdiği kelâmını senin ile mukâbele ediyor.’ Talebesi ertesi gün ağlayarak üstadının karşısına gelir ve şöyle der: ‘Üstadım, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَۙ اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِۙ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ24 dedim; ama إِيَّاكَ نَعْبُدُ25 demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü “Sadece Sana kulluk yaparım.” diyeceğim; diyeceğim, fakat ben o kadar çok şeye kulluk yapıyorum ve o kadar çok şey karşısında serfürû ediyorum ki, O’nun karşımda hazır ve nazır olduğunu mülâhazaya alınca إِيَّاكَ نَعْبُدُ ’yü aşamadım.”
Hafız Münâvi, bu gencin fazla yaşamadığını, bir iki gün sonra vefat ettiğini kaydeder. Onu bu seviyeye getiren o bilge ve mânâ eri üstad, gencin mezarının başında onun ahvalini müşâhede ederken, delikanlı, hocasının duyabileceği bir sesle, “Üstadım, ben hayyim (hayattayım). Hayy u Kayyum olan Sultanlar Sultanı’nın huzuruna vardım ve hiç hesap görmedim.”26 diye konuşur.
Bu menkıbeyi nakletmekle “Bu ölçüler içinde Kur’ân’ı okumuyor veya okuyamıyorsanız onu okumayın!” demek istemiyorum. Fakat şu da unutulmaması gereken bir hakikat ki ruhumuzda inkılâplar meydana getirmeyen Kur’ân’ın ferdî ve içtimaî hayatımızda müessir olacağı düşünülemez. Biz Kur’ânla değişebilmeli, onun ufkuna yönelebilmeli, onu kendi derinlikleriyle duymalıyız ki o da esrarını sinelerimize boşaltsın.
Keşke çeşitli vesilelerle bir araya gelindiğinde, çok değil, bir on dakika bu işe ayrılsa; ağzı düzgün bir kişi talimde bulunsa; bilenler bilmeyenlere talim etse; bire bir mukabele şeklinde Kur’ân okunsa. Keşke!
Kur’ân Kültürü ve Sahabe
Soru: Kur’ân kültürünün oluşmasında sahabenin rolü nedir?
Cevap: Sorunun cevabına geçmeden önce bir hususa dikkatlerinizi çekmek isterim: Kur’ân ve sahabe söz konusu olduğunda, bunu mutlak anlamda “kültür” olarak değil de bir sıfat ilavesiyle “saf Kur’ân kültürü” şeklinde adlandırmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Çünkü murad-ı ilâhînin bir milletin duygusunu, düşüncesini yönlendirmesinde, onun hemen her meselenin anlaşılması ve her problemin çözümü için müracaat edilecek dupduru bir kaynak hâlinde kabulünde sahabenin eşi menendi yoktur. Onlar her anlarında, hatta oturma kalkma, yeme içme gibi en tabiî insanî hallerinde bile Kur’ân yörüngeli, murad-ı ilâhî eksenli bir hayat yaşamışlardır.
Şöyle denilebilir: Sahabe günlük hayatlarının devamı adına gerekli olan icmalî bilgiyi iman hâline getirmiş, o şekilde algılamış ve benliklerine mal etmiştir. Sonra bu imanlarını tefekkürle açarak daha geniş bir ilmî çerçeve içine almışlardır ki, buna ikinci derecede bir ilim veya mârifet hâline gelmiş bilgi denebilir. İşte bu bilgi, sahabeyi Allah’a kurbetleri oldukça derin insanlar hâline getirmiştir. Tâbiîn ve tebe-i tâbiîn döneminde de büyüklüklere açık, hatta o büyüklük ufkunu yakalamış olan nice insanlar vardır; ama hiçbirisi Kur’ân’ı sahabe ölçüsünde saf ve duru olarak anlayamamış, hayatlarına mâl edememiş, hepsinden önemlisi şuuraltı müktesebat hâline getirememişlerdir.
Bu ufka ulaşmada sahabenin, Kur’ân’ın her zaman, her zemin ve her konuda yeterliliğine inanmış olmalarının büyük rol oynadığına inanıyorum. Kanaatim o ki, bu ölçüde bir saf Kur’ân kültürünün temin ve temsili onlardan sonra kimseye nasip olmamıştır.
Aklınıza şöyle bir soru gelebilir: Sahabe, fetih sürecinde tanıştıkları dış kültürlerden hiç mi etkilenmemiştir? Ölünceye kadar o seyri hep muhafaza mı etmişlerdir?
İçlerinde elbette etkilenenler olmuştur; fakat genelde sahabe-i kirâm, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraberliklerinden olsa gerek, inandığı şeye çok iyi inanmış ve inandığı değerleri bozacak şeyleri o müthiş feraset ve mârifetleri ile hemen ayırt edebilmişlerdir. Aslında bu noktada da sahabeye ait bir farklılık hemen göze çarpmaktadır. Ehlinin malûmu olduğu üzere, psiko-sosyologların [sosyal-psikologların] bir tesbiti vardır: “Galip milletler çok defa coğrafî açıdan genişler; ama temelde ruh ve kültür dünyaları açısından işgale uğrarlar.” Yani fethettikleri ülkelerdeki hâkim kültürün etkisi altında kalırlar. Sahabe-i kirâm bu genel tespitin dışındadır. Onlar, çok azı müstesna, bırakın fethettikleri yerlerin kültürlerinin tesirinde kalmayı, kendi kültürlerinin taşıyıcılığını ve temsilciliğini de yapmışlardır o diyarlarda.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) خَيْرُكُمْ قَرْنِي ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ “En hayırlı asır, öncelikle benim içinde bulunduğum şu asırdır; sonra onu takip eden, sonra onu takip eden asırdır.”27 hadisine bir de bu zaviyeden bakmak lazım.
Evet, sahabe-i kiram, Kur’ân’ın Allah’tan geldiğine aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanıyor ve ona çok güveniyorlar. İşte bu inanç ve güven, Kur’ân’ın hakikî anlamda temel kaynak hâlinde algılanmasının nedeni oluyor. Karşılarına çıkan en küçük problemlerde bile hemen o kaynağa yöneliyorlar. Böylece saf Kur’ân kültürü oluşuyor. Meselâ, Seyyidina Hz. Ömer, evlilik akdi esnasında tespit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyor. (Bu, Ömerce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında halife düşünmüştür.) O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında, bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle diyor: “Ya Ömer! Senin bana ulaşmayan bir başka bilgiyle Efendimiz’den duyduğun bir şey mi var? Çünkü Kur’ân’da Allah, وَاٰتَيْتُمْ إِحْدَاهُنَّ قِنْطَارًا28 diyor. Demek ki kantar kantar mehir verilebilir.” Hz. Ömer, o kadının itirazını yerinde buluyor ve kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar da dinini bilmiyorsun!” diyerek sözünü geri alıyor.
İşte “saf Kur’ân kültürü” derken kastım bu idi. Hz. Ömer’de gördüğümüz Kur’ân’ın karşısındaki bu teslimiyet, sahabenin hepsinde vardı. Bana göre bu teslimiyet, bu kabullenme, hem Kur’ân’ın, hem de Efendimiz’in bir mucizesidir.
Bu mucizenin oluşmasında sahabenin ümmiyetinin rolü olduğunu unutmamak lazım. Yalnız “ümmiyet” derken kasdım okuma-yazma bilmeme değil, o güne kadar olan hayatlarında dış dünyanın kültürlerine karşı yabancı ve kapalı olmalarıdır. Yani Yemen, Mısır, İran, Hindistan vb. yerlerde yaşayan insanlara nispetle kadim kültürlerle ve dinlerle ilişkileri yok denecek kadar azdı sahabenin. Dolayısıyla zihinleri temizdi, diriydi ve duruydu. Kur’ân’ı anlama ve yorumlama mevzuunda başka kaynaklara müracaat etmiyorlardı. Bu, o tertemiz Kur’ân havuzunu bulandırmama adına çok önemli idi. Çünkü insanlar, farkına varmasalar da, düşünce yapılarını oluşturan temel felsefeye göre konuşur, yazar ve yaşarlar. Dolayısıyla dıştan bizi tanımayan; ama beslendiğimiz kaynaklara vâkıf bir insan, herhangi bir yerde ve herhangi bir mevzu hakkında ileri sürdüğümüz bir görüşten hareketle bizim hakkımızda belli bir kanaate sahip olabilir. Meselâ, siz bir yerde “Allah celle celâluhu çok mucizeler gösterir, böyle harikalarla bizi kendisine davet eder; fakat bütün bütün aklın elinden ihtiyarı da almaz.” deseniz, “Külliyat”ı azıcık okumuş bir insan, Bediüzzaman’ın “Akla kapı açar; fakat ihtiyarı elden almaz.”29 sözünden hareketle sizin beslenme kaynağınız hakkında tahminde bulunabilir.
İşte bu anlamda, yani yabancı kültürlerin tesirinde kalmama anlamında, sahabe ümmî idi. Bu ümmiyetin sahabeye ait saf Kur’ân kültürünün oluşumundaki katkısı inkâr edilemez. Nitekim bu saflardan saf durumun bozulmasında Yahudi ve Hristiyan kültürü ile yetişmiş insanların etkisi çok büyüktür. Üstad’ın, “Kâ’bü’l-Ahbar Müslüman olurken, onun mâlumat-ı sabıkası da Müslüman olmuştur.”30 tespiti bu noktada çok önemlidir.
Aslında burada “İnsanlığın İftihar Tablosu”nun إنَّا أُمَّةٌ أُمِّيَّةٌ, yani “Biz ümmî bir ümmetiz.”31 hadisini de zikretmek gerekir. Bence bu hadisi okuma yazma bilmeme şeklinde değil, başkalarına ait bilgi kırıntılarıyla zihnin, hafızanın kirletilmemiş olması şeklinde anlamak lazım. Yoksa Araplar duyduklarını unutmayan çok zeki bir kavim. Bir gün boyunca hiç ara vermeden Cahiliye dönemine ait şiirleri okuyanlar var. Hz. Ebû Bekir gibi soy ağacını belki 20-30 nesil geriye götürerek ezbere sayanlar var. Irbâz b. Sâriye’nin rivayet ettiği; “Efendimiz sabah namazını kıldı; çıktı minbere, konuştu konuştu; öğlen vakti geldi, namaz için ara verdi. Sonra ikindiye kadar yine konuştu. İkindiyi kıldı, akşama kadar yine konuştu…”32 hadisindeki o konuşmaların hepsini hafızasında tutup kelimesi kelimesine bize rivayet edenler var. İşte bu anlamda ümmî olan bir ümmet. Başka kültür, başka anlayış, başka mantık ve başka felsefelere itibarları yok. Kur’ân bize ve her şeye yeter mülâhazası ufuklarını kaplamış.
Soru: Üstad Hazretlerinin talebelerinin de ilk dönemleri itibarıyla bir yönüyle ümmî olmaları aynı esaslara müstenittir, diyebilir miyiz?
Cevap: Üstad’ın talebelerinin hepsine ümmî demek doğru bir tespit olmaz. Hoca Sabri Efendi, Hulusi Efendi, Hasan Feyzi Efendi, Mehmet Feyzi Efendi gibi onlarca okumuş, devrinin kültürüne vâkıf talebesi var. Fakat genele bakınca ümmî demek doğru olabilir. Bununla beraber onların ümmîliği yarım ümmîlik.
Bu husus bir tarafa, Üstad’ın iradî olarak tercih ettiği ümmîliğe bu vesile ile dikkatlerinizi çekmiş olayım. O, çağın ortaya koyduğu bilgilere rağmen Kur’ân’ı öne çıkarmış, her şeyi Kur’ân ve sünnetle test etmiş ve bunda da başarılı olmuş bir insandır. Bu anlamda onda bir ümmiyet tercihi vardır. Bildiklerine Kur’ân rengi kazandırmış, Kur’ân’ı bir filtre olarak kullanmıştır o. Yazıyı işlek şekilde yazamamasından dolayı değil de, dışarıda bırakması gerekli olan şeyleri bırakması açısından yarı ümmî. Bu çok önemli; ama gözden kaçan bir husustur. Yabancı bir düşünce yoktur onda; her şeyiyle yerlidir o.
Soru: Çağımızın gereklerine göre bizim yeniden bir Kur’ân kültürünün oluşturulması hususunda tam veya yarı ümmiyet ufkunu yakalayabildiğimizi düşünüyor musunuz?
Cevap: Günümüzde bir tarafta okumayanlar var, öte tarafta da okuyanların dengesiz okuması söz konusu. Ortada bir temel olmadan, okunan şeylerin Kur’ân ve sünnet çizgisine uygun olup olmadığını test edecek temel kriterleri bilmeden okuma, dengesiz bir okumadır. Böyle bir okuma şekli insanı alır, başka taraflara götürür. Onun için önce temel esasların bilinmesi, dolayısıyla bu bilmeyi sağlayacak eserlere öncelik verilmesi gerekir. Bunlara metodolojik bilgiler de diyebiliriz. Gerçi İslâmî ilimler adına, günümüze uygun, bahsini ettiğim türden metodolojik bilgiler verecek eserleri kaleme alabilmiş değiliz; ama bu durum onların bilinmemesini gerektirmez. İşte bu tip insanlar, yani dengesiz okuyanlar, en son okudukları kitabın tesirinde kalarak sağda solda görüş beyan eder; bir gün sonra da önceki gün söylediklerine ters görüşleri rahatlıkla ortaya koyabilirler. Bu onların “ibn-i zaman” (zamanın çocuğu=dar zaman aralıklarına bağlı yaşayanlar) olduklarının delilidir. Hâlbuki bizim şimdi “ibn-i zaman”lara değil, zamanlarını aşan eserlere kulak veren, hatta böylesi eserler ortaya koyabilen insanlara ihtiyacımız var.
Sahabe misali, çağın gerçeklerini ve ihtiyaçlarını nazara alıp problemleri çözüme kavuşturacak bir “saf Kur’ân kültürü”nün oluşturulması için zamana ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Evet, Batı’nın hayatın hemen her alanındaki etkilerinden sıyrılıp kendini Kur’ân’a verecek nesiller elbet bir gün arz-ı dîdar edecek; ama biraz daha sabır ve gayret…
1 Kıyâmet sûresi, 75/16-18.
2 Bediüzzaman, Mektubat s.52 (On Beşinci Mektup, Birinci Makam)
3 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.591 (Otuzuncu Söz, Birinci Maksad).
4 Ankebût sûresi, 29/57.
5 Bakara sûresi, 2/254.
6 Nisâ sûresi, 4/136.
7 Sebe sûresi, 34/4.
8 Bakara sûresi, 2/285
9 Bakara sûresi, 2/3.
10 Bkz.: Bakara sûresi, 2/231; Ahzâb sûresi, 33/37; Mümtahine sûresi, 60/11.
11 Ankebût sûresi, 29/57.
12 Bakara sûresi, 2/254.
13 Bkz.: Bakara sûresi, 2/265.
14 Bakara sûresi, 2/281.
15 Kaf sûresi, 50/37.
16 el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 4/98
17 ed-Deylemî, el-Müsned 3/108
18 Kıyâmet sûresi, 75/20-21.
19 Bediüzzaman, Sözler s.338 (Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Beşinci Nokta)
20 Bediüzzaman, Sözler s.338 (Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Beşinci Nokta)
21 Bediüzzaman, Sözler s.339 (Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Beşinci Nokta)
22 Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 11/7; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 4/19.
23 Bkz.: İbn Mâce, sıyâm 58; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/7
24 Fâtiha sûresi, 1/2-4
25 Fâtiha sûresi, 1/5
26 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/190
27 Buhârî, şehâdât 9, fezâilü ashâb 1, rikak 7, eymân 27; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 210-215.
28 Nisâ sûresi, 4/20.
29 Bediüzzaman, Sözler s.364 (Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, Birinci Asıl); Sözler s.639 (Otuz Birinci söz, Zeyl, Üçüncü Nokta)
30 Bediüzzaman, Sözler s.363 (Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal); Bediüzzaman, Muhâmekat s.13 (Unsuru’l-Hakikat)
31 Buhârî, muhsar 5; Müslim, sıyâm 3
32 Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/126; İbn Hibbân, es-Sahîh 1/178.