Küsme Hastalığı ve Çaresi
Soru: Günümüzde insanların birbirlerine küsmeleri ve bu küskünlüklerini uzun süre devam ettirmeleri çok yaygın bir hastalık hâlinde. Şahsî, ailevî ve içtimaî problemlere yol açan böyle bir hastalığın tedavisi adına neler yapılabilir? İzah eder misiniz?
Cevap: Küsme; birisine karşı kırılma, araya mesafe koyma, ona karşı tavır alma, kalben, ruhen ve hissen onunla irtibatını kesme, alâkadar olması gerektiği yerde alâkadar olmama hâlidir. Küskünlük çoğu zaman daha başka olumsuz davranışları da beraberinde getirir. Mesela arkadaşına küsen bir insan sadece küs durmakla kalmaz, bu ruh hâli içinde zamanla o arkadaşı hakkında verip veriştirmeye başlar. Hatta bu durum bazen gıybete, iftiraya kadar gider. Küs durduğu insanın, ayağının kaymasından, kapaklanıp düşmesinden memnun olur. İşin daha da vahim yanı, kişi bütün bu olumsuzlukları irtikâp ederken, nefsinin avukatlığını yüklenip kendisini haklı görme ve gösterme yolunda olduğundan nasıl azim bir hata ve günah içinde bulunduğunun farkında değildir. Oysaki bütün bunlar Allah nezdinde çok mahzurlu ve ahiret hayatı adına da insanın kayıp gitmesine sebep olacak mezmum fiillerdir.
Bu mevzuda Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikaz ve tavsiyeleri çok önemlidir. Mesela bir hadis-i şeriflerinde O şöyle buyurur: لَا يَحِلُّ لِمُسْلِمٍ أَنْ يَهْجُرَ أَخَاهُ فَوْقَ ثَلَاثَةِ أَيَّامٍ “Bir Müslüman’a, kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl değildir.”22 Demek ki, bir mü’min, ne olursa olsun küslüğünü, dargınlığını en fazla üç gün devam ettirebilir. Bu arada hemen şunu ifade edelim ki, eğer dargınlık meşru bir esas ve mesnede, Fıkıh Usûlü’ndeki ifadesiyle sağlam bir menata dayanmıyorsa üç gün bile küs durmak helâl olmaz. Evet, insan, küsmeyi gerektiren sebepler hakikî ve meşru olduğu takdirde –ancak o zaman– üç gün küs durabilir. Böyle bir küskünlüğü de Sahib-i Şeriat üç günle sınırlamıştır. Zira bu süre içinde sizin hafakanlarınız dinecek, köpüren hissiyatınız yatışacak, kırgınlığınız zayıflayacak ve sakin bir ruh hâli içinde, küstüğünüz kişinin haklarını yeniden mülâhazaya alacaksınız. Bunun neticesinde kardeşlik duygu ve düşüncesi ruhunuzda bir kere daha canlanacak, açtığınız mesafeyi kapatacak ve o kardeşinizle yeniden sarmaş dolaş olacaksınız. İşte hadis-i şerif, belli ölçüler vermek suretiyle bize küskünlük ruh hâlinden kurtulmak için böyle bir yolu talim etmektedir.
Hakikî ve Mecazî Küslük
Her ne kadar şimdiye dek hakikî ve mecazî diye bir tabir ve tasnifle meselenin üzerinde durulmamış olsa da, şahsın niyet ve maksadına göre biz küsmeyi böyle bir tasnif içinde ele alabiliriz. Buna göre, hakikî mânâda küsme mezmum bir hâl olsa da, mecazî mânâda küsme yer yer başvurulabilecek stratejik bir yol, stratejik bir hamledir. Mesela bir insanın kendi evlatlarına karşı, “Senden böyle bir şey beklemiyordum!” diyerek muvakkaten bir tavır alması mecazî bir küsmedir. Asr-ı Saadet’te yaşanan Îlâ Hâdisesi’ne23 de bu nazarla bakabilirsiniz. Bu noktada daha önce mükerreren arz ettiğim bir hatıramı müsaadenizle bir kez daha hatırlatmak istiyorum. İlkokul öğretmenim bir kere bir hâdiseden dolayı kulağımdan tutup, “Sen de mi?” demişti. Zannediyorum bana otuz tane değnek vursaydı bu kadar müessir olmazdı. Çünkü onun bu sözünde hem takdir, hem bir alâkayı hatırlatma, hem de benim o alâkayı kopardığıma/koparacağıma dair bir tembih vardı. Muallimimin bu davranışı, belki bir tavır almaydı ama onun bu tavrı, olumsuz bir yolda olduğumu hatırlatıp benim o yoldan dönmemi sağlayacaktı. İşte mecazî küsmeden kastımız budur. Yani ikaz edilecek şahsa karşı ölçülü bir tavır ve mesafeli bir duruş sergilemenin olumlu ve pozitif bir hedefe varma istikametinde bir metot olarak kullanılmasıdır.
Anne-Baba Hakkı ve Mecazî Küsme
Ancak, anne baba bundan istisna edilmelidir. Zira Cenâb-ı Hak onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: وَقَضٰى رَبُّكَ أَلَّا تَعْبُدُۤوا إِلَّۤا إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَۤا أَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَۤا أُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَرِيمًا “Rabbin, O’ndan başkasına ibadet etmemenize; anneye-babaya ihsanda bulunmanıza hükmetti; şayet onlardan biri veya her ikisi birden senin bakım ve görümünde yaşlılığa ererlerse, sakın onlara ‘öff’ bile deme ve (hele asla) onları azarlama; onlara hep gönül alıcı sözler söyle!”24 Bu âyet-i kerimeyi namazda her okuyuşumda içime bir hançer saplanmış gibi oluyor. Çünkü kim bilir bilemediğimiz hangi tavırlarımız onları rencide etti. Üzerimde onca hakları olan, babam, annem, dedem, ninem, ablam, halam kim bilir benim hangi kaba ve nezaketsiz tavırlarımdan dolayı rencide oldular. Bütün bunları mülâhazaya alınca her defasında sineme bir zıpkın saplanmış gibi hissederim. Bu sebeple, büyüklerim aklıma geldiğinde, رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ “Rabbimiz! Beni, anne-babamı affeyle!”25 diye dua ediyor, ayrıca acaba bana geçmiş olan üzerimdeki haklarını telâfi ettirebilir miyim diye, Cenâb-ı Hak imkân verdiği ölçüde birilerini onlar adına umreye, hacca gönderiyorum.
Dolayısıyla anne-baba ve büyüklerimize karşı küsmenin mecazîsi bile kullanılmamalıdır. Evet, insan onlara karşı kesinlikle gönül koymamalı; kırgınlığına sebebiyet verecek çok ciddî hususlar olsa bile yine de onlara karşı kırılmamalı; kendisi çok rencide edilse dahi kat’iyen onları rencide etmemelidir. Bilâkis her zaman onların gönülleri hoş tutulmalıdır. Yoksa bir gün gelir, insan yaptığı hataların farkına varır, ama iş işten geçmiş olur. Zira o gün itibarıyla artık o, hatalarını telâfi edemeyeceği bir noktada bulunuyordur. Bu açıdan insan hayatını öyle tanzim etmeli ki, zikzaklar yapmak suretiyle sonunda, “Keşke şöyle yapmasaydım da böyle yapsaydım!” demesin. Çünkü İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) “keşke” demenin mahzurlu olduğunu ifade ediyor.26 “Keşke” bir yönüyle kadere taş atma demektir. Bu sebeple gerekirse insanın yanında bir menajeri olmalı ve onu daha sonra “keşke” diyebileceği yanlışlıklar hususunda ikaz etmeli, yönlendirmelidir. Hani eskiden büyük hükümdarlar, yanlarında bazı insanlar bulundururlarmış. Bu şahıslar, çok ölçü ve endaze bilmediğinden padişaha karşı rahatlıkla ulu orta konuşurlarmış. Fakat padişah kendilerine bu konuda ruhsat verdiğinden dolayı bundan rahatsızlık duymaz, bilâkis onların bu tembihinden hizaya gelir ve yeniden kendi frekansına girermiş. Aynen bunun gibi günümüzde de insanlar yanlarında sürekli kendilerine tembihte bulunacak, onlara doğruyu gösterecek ve bir ibre vazifesi görecek bazı kimseler bulundurmalı ve netice itibarıyla keşke diyeceği eğriliklere girmemeli, yanlışlıklara düşmemelidir. Çünkü bu tür eğrilikler vicdan azabı şeklinde kendilerini hissettirseler bile bu, telâfi edilmesi gerekli olan şeyi telâfi edemez.
Asıl konumuza dönecek olursak, hayrı netice verecek, bizi veya karşımızdakini hayırlı bir yöne yönlendirebilecek hususlarda yumuşak bir nazlanma makbul olabilir ve mecazî küsme kategorisi içinde değerlendirilebilir. Bu hâli şefkat tokadına da benzetebilirsiniz. Mesela bir anne veya baba, evladını bir yanlışlıktan döndürmek için, onun kulağını hafifçe çekmek, sırtına hafif bir şekilde dokunmak suretiyle bir taraftan çocuğunun hâl ve hareketinden, gidişatından memnun olmadığını ifade ederken, diğer taraftan da yaptığı bu ikaz ve tembihi bir şefkat ambalajı içinde sunmaya çalışır. Fakat bilinmesi gerekir ki, bunlar epey bir mümarese gerektiren tavır ve davranışlar, yol ve metotlardır. İzdivaç yapacak insanlara evlenmeden önce iyi ve yeterli bir eğitim verilmediğinden dolayı maalesef bu tür konularda çok ciddî yanlışlıkların yapıldığını görüyoruz. Evet, eş hukuku, çoluk çocuk hukuku, anne-baba hukuku nedir, bunlar bilinmiyor. Bilinmeyince de çok ciddî hatalar irtikâp ediliyor. Bundan dolayı ben, evlenme mevzuunda insanların iyi bir eğitime tâbi tutulması ve ancak bunun akabinde kendilerine bir belge verildikten sonra evlenmelerine müsaade edilmesi gerektiği kanaatindeyim.
İbadet Sevabı Kazandıran Amel
Bir nebze de hakikî küsme üzerinde duralım: Bazen etrafımızdaki insanlar hakikaten bizi küstürecek davranışlar ortaya koyabilirler. Ama bu tür durumlarda bile Allah’a ve ahirete imanın gereği; kendimize, kendi hissiyatımıza rağmen küsmeme istikametinde bir cehd ve gayret içinde olmalıyız. Unutulmamalı ki, bir insanın küsebileceği bir yerde küsmemesi ona ibadet sevabı kazandırır. Çünkü o kişi orada nefsiyle yaka paça oluyor, iç tuğyanlarına ve taşkınlıklarına karşı başkaldırıyor ve neticede iradesinin hakkını veriyor demektir. Hazreti Pîr’in üçlü sabır tasnifini hatırlayacak olursak, bunlardan bir tanesi de belâ ve musibetlere karşı dişini sıkıp sabretmektir.27 İşte böyle bir mevzuda sabretme, bir yönüyle bu kategoriye gireceğinden insana ibadet sevabı kazandıracağı rahatlıkla söylenebilir. Evet, bazen küsmeyi gerektirecek elli türlü sebeple karşı karşıya kalabiliriz. Fakat biz bütün bunları birer musibet olarak görüp onlara karşı dişimizi sıkıp sabretmesini bilmeliyiz. Bize küsseler bile biz küsmemeli; incitseler bile biz başkasını incitmemeliyiz. Zira bizi kırıp incittiklerinde, onlara karşı aynıyla mukabelede bulunmayıp belli bir esneklikle hareket ederek, kalkıp bir yolunu bularak o insanlara sarılabilirsek, din ve insanlık adına çok önemli bir fedakârlık yapmış, çok önemli bir fazileti yerine getirmiş oluruz.
Küsmenin içtimaî hayata bakan yönüne gelince; farklı dünya görüşüne sahip insanlar arasında ve bilhassa bunun siyasî hayata yansıması noktasında günümüzde ciddî küskünlükler, kırgınlıklar, gönül koymalar yaşanabiliyor. Siyasî âlemdeki bu tavırları, makam, mansıp, paye ve ikbal hesapları daha bir tetikliyor. Öyle ki, muhalifini yıpratma adına, söylenmemesi gereken sözler söyleniyor, hilâf-ı vâki beyanlara giriliyor, neticede ciddî küskünlük ve dargınlıklar yaşanıyor. Hâlbuki makam-mansıp arzusuyla hareket edilmediği takdirde, milletimize, insanlığa hizmet adına herkesin iş ve vazife yapabileceği bir yol ve saha olduğu, herkesin koşabileceği bir kulvar bulunduğu görülecektir. Evet, bir toplumun mensubu olarak hepimiz, bu toplumun menfaat ve maslahatı adına, farklı farklı kulvarda olsa da netice itibarıyla aynı istikamete yönelip her zaman el ele olabilir, omuz omuza verebilir ve aynı hedefe doğru koşabiliriz. Bu koşuda rekabet hissi ve falanları geçelim mülâhazası da olmaz/olmaması gerekir. Belki cereyan eden bu yarış tenafüs dediğimiz, “Bu güzelliklerden ben de geri kalmayayım, en azından ben de koşturan şu insanlar kadar bir performans sergileyeyim.” mülâhazasına bağlı olmalıdır. Dolayısıyla yol böyle geniş olunca burada sürtünme, kırılma, küsme de olmaz.
İman ve Kur’ân’ın güzelliklerini gönüllere duyurma niyet ve amelinde de aynı husus geçerlidir. Zira, Cenâb-ı Hak: وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا “Şayet onlar insanların gönülleri ile Benim aramdaki engelleri bertaraf ederek gönülleri Allah’la buluşturma mücahedesi içinde bulunurlarsa, Ben de tek yolla değil, pek çok yolla onları Kendime ulaştırırım.”28 buyuruyor. Hazreti Pîr, bir yerde اَلطُّرُقُ إِلَى اللهِ بِعَدَدِ أَنْفَاسِ الْخَلَائِقِ “Allah Teâlâ’ya giden yollar mahlûkatın solukları sayısıncadır.”29 hakikatini nazara veriyor.30 Evet, Allah’a ulaştıran yollar pek çok olduğuna göre insan biriyle olmazsa öbür yolla Allah’a ulaşabilir. Meseleyi sofî bakış açısına göre misallendirecek olursak şöyle de diyebiliriz: Nakşî yolu da, Kadirî yolu da, Şâzilî, Rufaî, Bedeviye, Halidî ve Melâmî yolu da hepsi O’na ulaşır. Bu açıdan, farklılıklar küsme mevzuu yapılmamalı, bu tür mevzularda kıskançlık ve rekabete girilmemeli ve aynı zamanda, “alan ihlâl edildi”, “alanımıza girildi” gibi mülâhazalara prim verilmemelidir.
Evet, inanan gönüller olarak biz, kardeşlerimize karşı olabildiğince yumuşak ve mülâyim olmalı, yutağı incitmeden gırtlaktan aşağı akabilecek duygu ve düşüncelere sahip bulunmalı ve bu duygu ve düşünceleri de aynı yumuşaklık ve mülâyemet içinde sunmasını bilmeliyiz.
“Allah’ın Eli Cemaatle Beraberdir”
Her ne kadar küsme çok çirkin, çok mezmum bir fiil ise de, kendini ilme, insanlığa adamış fedakâr ruhlar arasında da bazen vuku bulabilir. Bundan dolayı topluma ve hayata dair değişik anşlarda dargınlık ve küskünlükleri gidermeye matuf ekipler oluşturulmasında ciddî yarar görüyorum. Zira Hazreti Pîr’in ifadesiyle vifak ve ittifak, yani insanların anlaşıp uzlaşmaları tevfik-i ilâhînin en önemli bir vesilesidir.31 Bunu teyit eden bir âyet-i kerimede şöyle buyruluyor: يَدُ اللهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ “Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.”32 Yani Allah’ın himayesi, inayeti, riayeti, kilâeti, lütfu, ihsanı onların üzerindedir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerimeyle alâkalı buyuruyor ki: يَدُ اللهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ “Allah’ın eli cemaatle beraberdir.”33 Bir başka hadis-i şerifte ise Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) şöyle buyuruyor: مَنْ أَرَادَ بُحْبُوحَةَ الْجَنَّةِ فَلْيَلْزَمِ الْجَمَاعَةَ “Her kim Cennet’in göbeğine otağını kurmak isterse, toplumdan ayrılmasın.”34 Yani ihtilâf ve iftiraklara düşmesin. Zira toplumdan, heyetten kopan aynı zamanda Allah’ın inayetinden de uzaklaşmış olur. Evet, küskünlük, dargınlık, hazımsızlık, çekememezlik veya bazı şeyleri içine sindiremediğinden dolayı bir heyetten cüda düşen aynı zamanda Allah’ın inayetinden de cüda düşmüş demektir.
Küçük Diye Bir Şey Yoktur
Bütün bunların hepsini birden mütalâaya alacak olursak, kırgınlık, dargınlık ve küsmelerin ne kadar büyük bir felâket olduğu; insanları barıştırma ve uzlaştırmanın ise o ölçüde ne büyük sevaplı bir iş olduğu anlaşılır. Zaten dinimizde temelde hiçbir hayrı, hiçbir iyiliği hafife almamak esastır. Zira Allah (celle celâluhu) insanları bazen yapmış oldukları küçük amellerle Cennet’in göbeğinde rü’yet yamaçlarında bir yere oturtarak onlara duyulmadık şeyleri duyurabilir, görülmedik şeyleri gördürebilir. Mevzu ile alâkalı bir hadis-i şerifte buyruluyor ki: اِتَّقِ اللهَ عَزَّ وَجَلَّ وَلَا تَحْقِرَنَّ مِنْ الْمَعْرُوفِ شَيْئًا “Takva dairesi içinde ol ve mâruftan yani Allah’ın hoş gördüğü şeylerden hiçbir şeyi hafife alma!”35 Hâdiselere bu bakış açısıyla baktığımızda aslında küçük diye bir şey olmadığını anlarız. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm), aynı hususu anlattığı değişik hadis-i şeriflerinde ise, insanın kardeşinin yüzüne gülümsemesinin,36 ona güzel bir söz söylemesinin,37 eşinin ağzına koyduğu lokmanın,38 insanların gelip geçtiği yoldan onlara eziyet verebilecek bir engeli kaldırıp atmanın39 sadaka olduğunu ifade buyuruyor. Yani şayet yolda bir hendek varsa, siz bir arabanın tekerleği o hendeğin içine girmesin diye oraya bir taş koymak veya insanların ayağına batmasın diye bir dikeni yoldan kaldırıp atmak suretiyle ibadet yapmış oluyorsunuz. İşte bu türlü basit gibi görülebilecek amellerin hangisiyle insanın Cennet’in göbeğinde otağını kuracağı belli değildir.
Konuyla ilgili bir menkıbe arz edeyim: Harun Reşid’in zevcesi Zübeyde Hanım önemli hizmetler yapmış büyük bir kadındır. Bir dönem hacılar Arafat ve Müzdelife’ye giderken suları Mekke’den sırtlarına alıp öyle gidiyorlarmış. O anamız o günün şartlarında Mekke’den Mina, Müzdelife ve Arafat’a kadar su yolları ve çeşmeler yaptırarak çok önemli bir hayra vesile olmuştur.40 Milyonlarca insanın o sudan içmesine ve abdest almasına imkân hazırlamıştır. Elbette Cenâb-ı Hak böyle önemli bir hizmeti boşa çıkarmaz. Ben altmış sekizde hacca gittiğimde o büyük kadının yaptırdığı bu çeşmeleri görmüştüm. Osmanlılar bu su yolunu takviye ederek onu çok uzun bir dönem koruma altına almışlardır.
İşte bu kadar büyük bir hizmet yapan anamızı rüyada görünce, kendisine: “Cenâb-ı Hak sana nasıl muamele yaptı?” diye soruyorlar. O da şöyle cevap veriyor: “Ben şöyle şöyle ameller yapmıştım. Fakat benim kurtulmama vesile olan amelim şu oldu. Bir gün ezan-ı Muhammedî minarelerde çınlayınca, o esnada ‘Ezanı dinleyelim!’ deyip yanımdakileri susturdum. İşte öbür âleme gittiğimde bana: ‘Allah bundan dolayı seni bağışladı.’ dediler.”41
Evet, bu dünyada bize çok küçük ve basit gibi gelen bir meselenin Cenâb-ı Hak katında nasıl bir kıymeti olduğunu biz bilemiyoruz. Allah’ın (celle celâluhu) hangi amelle bizden hoşnut olacağını, hangi amelle rıdvanıyla serfiraz kılacağını, hangi vesileyle Cennetiyle bizi sevindireceğini bilemeyiz. Bu açıdan büyük-küçük demeden O’nun emrettiği her şeyi yerine getirmeye çalışmalıyız.
Barış Heyetleri
Bütün bunları küsleri barıştırma mevzuunun önemine dikkat çekmek için size arz ettim. Fakat bir kez daha ifade edeyim ki, mesele çok önemli olduğundan dar alanlı bırakmayarak bu iş için ekipler oluşturulması gerekir. Bu konuda tecrübe sahibi, muhataplarının karakterlerini doğru okuyabilecek ölçüde insan psikolojisine vâkıf, mantık, muhakeme ve ifade kabiliyetleri güçlü insanlardan heyetler oluşturup küskünlük ve dargınlığın pençesinde bulunan insanlara yardımcı olunmalıdır. Her ne kadar toplumda din, diyanet noktasında belli bir boşluk, belli bir cehalet yaşansa da, insanımız Allah’a ve Peygamber’e bağlı, dinine, diyanetine saygılıdır. Bu sebeple herkese hitap eden dinimizin evrensel prensip ve dinamikleri kullanılarak aradaki küskünlükler giderilebilir, kırgınlıklar telâfi edilebilir ve yeniden insanların birbiriyle kucaklaşmaları sağlanabilir.
Arabuluculuk diyebileceğimiz bu misyon, bu vazife mahallî olabileceği gibi daha geniş dairede de yapılabilir. Yani böyle güzel bir vazifeyi mahallede, köyde, şehirde yapabileceğiniz gibi, meseleyi daha geniş daireye taşıyarak ülke çapında da yerine getirebilirsiniz. Hatta meseleyi daha da ileriye götürerek uluslararası münasebetler açısından da değerlendirebilirsiniz. Bu konuya katkısı olanlar için Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) vaat ettiği fazilet ve sevap şu şekildedir: أَلَا أُخْبِرُكُمْ بِأَفْضَلَ مِنْ دَرَجَةِ الصِّيَامِ وَالصَّلَاةِ وَالصَّدَقَةِ قَالُوا بَلَى قَالَ إِصْلاَحُ ذَاتِ الْبَيْنِ وَفَسَادُ ذَاتِ الْبَيْنِ الْحَالِقَةُ “Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi? Evet (Ey Allah’ın Resûlü, söyleyin!) dediler. İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki fesat bozukluk (dini kökünden) kazır.”42
Esasında, günümüzde Anadolu insanının dünya çapında gerçekleştirmeye çalıştığı diyalog faaliyetlerini bu kategoride değerlendirebilirsiniz. Evet, “diyalog” deyip dünyanın dört bir yanına açılma, küs milletleri birbiriyle barıştırma, bu mevzuda sürekli strateji oluşturma, taktik geliştirme ortaya çıkabilecek ihtilâfların, savaşların, hercümerçlerin önünü alma adına çok önemlidir. Günümüzde ihtilâf ve tefrikaya karşı mücadelenin en önemli yolu ise eğitim faaliyetleridir. Yani siz barış, hoşgörü, diyalog gibi insanî fazilet ve evrensel değerler noktasında mükemmel fertler yetiştireceksiniz. Öyle ki onlar, birkaç dil bilmenin yanında değişik fenlerde ihtisas sahibi olacak ama aynı zamanda insanî değer ve faziletlerle meşbu, yaşatma idealiyle dopdolu hâle gelecekler. Bulundukları her yerde insanlığa faydalı olmak için doktoralar, post doktoralar yapacaklar. İşte her yerde parmakla gösterilecek bu insanlar ortaya çıkan fitne ve azgınlıkların önüne geçmede frenleyici unsurlar olacak ve bu konuda önemli bir misyon eda edecekler. Bu, bir yönüyle küresel çapta bir barıştırma ve uzlaştırma meselesidir. Dolayısıyla mikro planda veya lokal olarak ele alınan bu meselenin uluslararası çapta da ele alınması gerekir.
Devlet ricali, farklılıkların bir kavga vesilesi olmaması için, medeniyetler ittifakı düşüncesiyle bir araya gelerek belli konularda anlaşıp müşterek hareket edebilirler. Elbette ki böyle bir hareket, insanlık adına çok önemlidir, takdir edilmesi ve alkışlanması gereken bir faaliyettir. Fakat böyle bir anlayış, toplumların kılcal damarlarına kadar inmemişse yani toplum tabanında benimsenmemiş, sindirilmemiş, içselleştirilmemişse bu tür ceht ve gayretler bir mânâda havada kalır. O sebeple meseleyi halklara mâl etmenin yollarını aramak gerekir. İsterseniz siz buna devlet ricalinin başlattıkları hareketi halka mâl etmek suretiyle rical-i devlete yardımcı olma gözüyle de bakabilirsiniz. Meselenin kalıcılığı da ancak buna bağlıdır.
Soğuk harp döneminde uzun zaman komünist dünya ile kapitalist dünya kavga ettiler. Aradaki küçük ülkelerden bazıları o pakta, bazıları da diğer pakta dahil oldular. Bu ülkelerin her biri, böyle bir ayrışma ve kutuplaşma neticesinde yıllar boyu çok değişik sıkıntı ve zorluklar yaşadılar. İnsanın aklına geliyor ki, acaba o günlerde fikir adamı, feylesof veya düşünürler tarafından bu meselenin kavgasız da olabileceği gür bir sesle ifade edilebildi mi? Acaba böyle bir uzlaştırma iradesi ortaya kondu mu; böyle bir uzlaştırma tavrı oldu mu? Olmadı gibi geliyor bana. Aksine devletlerin birbirini yemesi mevzuunda farklı kışkırtmalar yaşandı. Birileri kendi adamlarını kışkırtırken öbürleri de yine kendi adamlarını kışkırttı ve böylece bir silâh yarışına girildi. Her bir pakt bir yeri işgal ederek oraya nüfuz etti ve insanlara yıllar boyu sürecek korku ve dehşet yaşattılar. Muhabere ve muvasala imkânlarının geliştiği, öldürücü silâhların daha güçlü hâle geldiği bir dönemde bence bu meseleyi uluslararası platforma taşımak suretiyle milletleri birbiriyle barıştırma yollarını araştırmak önemli bir ibadettir.
Tertemiz Kalble Ötelere Yürümek
Küsleri birbiriyle barıştırmak suretiyle arabuluculuk yapmak aynı zamanda Allah ahlâkı ile ahlâklanma43 demektir. Zira bir kısım hadis-i şeriflerde Cenâb-ı Hakk’ın bazı kulları arasında tabir caizse arabuluculuk diyebileceğimiz bir icraat-ı sübhaniyesi ifade ediliyor. Mesela bu dünyada bir insan bir başkasının hakkını yemiş olarak ahirete intikal etti diyelim. Fakat hak yiyen bu insan nezd-i ulûhiyette değerli bir insan. Ahirette Cenâb-ı Hak, hak sahibine diyor ki: “Senin bu kulumdan alacağın var. Ama sen Benim bu kuluma hakkını helâl edersen Ben de sana şunları şunları vereceğim.” İşte böyle bir davranışı biz dünyadaki ferdî, ailevî ve içtimaî hayatımıza alıp uygulayarak o ahlâk-ı ilâhî ile ahlâklanabiliriz. Evet, eğer Allah (celle celâluhu) ahirette insanlar arasında böyle bir muamelede bulunuyorsa, bu bizim için de çok önemli bir referanstır. Kanaatimce biz, bu ilâhî ahlâkı değerlendirmeli ve her zaman içimizdeki küsleri barıştırma gayreti içinde olmalıyız.
Ben kimseye küstüğümü hatırlamıyorum. Kırk, elli senedir aleyhimde yazı yazan insanlar var. Bu insanlar, gülsem de aleyhimde yazıyorlar, ağlasam da aleyhimde yazıyorlar. İkisinin ortasında duruyor olsam, muhakkak onunla da alâkalı bir şey bulup yazıyorlar. Ben bu insanlara küsmedim/küsmem, bilâkis onların hâline acırım. Demek ki yazacak başka mevzu bulmada zorluk çekiyorlar, diye düşünürüm. Tabiatımda olmadığı için böyle insanlar hakkında hiçbir zaman, “Yuvarlansın ve Cehennem’e gitsinler.” demedim. Hatta bir zamanlar yakın birisi, olmadık gadr u cefada bulunduğunda bir ara aklımdan Allah’ın onu cezalandırması geçti. Çünkü yakının gadr u cefası insana çok daha fazla dokunur. Fakat buna rağmen ben odama girdim ve “Yahu ne hakla!” dedim. Allah şahit, hıçkıra hıçkıra ağladım. Çünkü bir insanı Cehennem’e mahkûm etmek kolay bir şey değildir. Onun sana yaptığı kötülük seni Cehennem’e mahkûm etme değil ki! Kaldı ki öyle bile olsa o seni Cehennem’e attı diye sen de onu Cehennem’e atamazsın. Bu açıdan bence küsmenin, darılmanın, birilerine karşı hınç duymanın bir anlamı yoktur. Allah huzuruna kalbimiz temiz ve hiçbir kimseye karşı içimizde gıll u gış olmadan gitmeliyiz. Biz, Arapçadan dilimize geçen bu ifadeyi, içimizde kıl kadar bir şey olmadan şeklinde anlarız. Fakat bunun mânâsı esasen içimizde hiç kimseye karşı olumsuz, negatif bir şeyin olmaması demektir. Canın cânana koşması gibi, Allah’ın sizi beklemesine cevap olarak siz de O’na tertemiz bir gönülle gitmelisiniz.44 Fuzulî ne hoş söyler:
“Canımı cânan eğer isterse minnet cânıma
Can nedir kim, ânı kurban etmeyem cânânıma…”
Bence, “Sen hep böyle arınmış olarak yaşadın, gel artık!” davetine saf, duru ve tertemiz bir hâlde gitmek lâzım. Rabbim, hepimize ötelere yürürken, böyle bir ufuk, böyle bir anlayış nasip eylesin. Âmin!
22 Buhârî, edeb 57, 62, istîzân 9; Müslim, birr 23, 25, 26.
23 Bkz.: Tahrîm sûresi, 66/1-5; Buhârî, ilim 27, savm 11, mezâlim 25, nikâh 83, 91, 92, talâk 21, eymân 20; Müslim, talâk 30.
24 İsrâ sûresi, 17/23.
25 İbrahim sûresi, 14/41.
26 Bkz.: Müslim, kader 34; İbn Mâce, muladdime 10.
27 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.287 (Yirmi Birinci Söz, Birinci Makam).
28 Ankebût sûresi, 29/69.
29 Bkz.: İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye 3/549; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 1/396, 6/165, 14/160.
30 Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.229 (Nokta, İkinci Burhan).
31 Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.189 (Yirminci Lem’a, Birinci Nokta), s.202 (Yirmi Birinci Lem’a, İkinci Düstur).
32 Fetih sûresi, 48/10.
33 Tirmizî, fiten 7; İbn Hibbân, es-Sahîh 10/438.
34 Tirmizî, fiten 7; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/26; el-Bezzâr, el-Müsned 1/269.
35 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/63; el-Bezzâr, el-Müsned 9/380; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/486; et-Tayâlisî, el-Müsned s.167.
36 Bkz.: Müslim, birr 144; Tirmizî, birr 45; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/360.
37 Bkz.: Buhârî, cihâd 128, edeb 34; Müslim, zekât 56.
38 Bkz.: Buhârî, îmân 41, cenâiz 37, vesâyâ 2, menâkıbü’l-ensâr 47; Müslim, vasıyyet 5.
39 Bkz.: Buhârî, cihâd 128, edeb 34; Müslim, zekât 56.
40 İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam 10/277; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân 2/314.
41 Bkz.: Halil İbn Şâhîn, el-İşârât s.871.
42 Tirmizî, kıyâmet 56; Ebû Dâvûd, edeb 50.
43 Bkz.: el-Kelâbâzî, et-Taarruf 1/5; el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/306.
44 Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/88-89.