Kutlu Doğum

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun doğumu, topyekün insanlığın da yeniden doğumu sayılır. O’nun dünyayı şereflendireceği güne kadar akın karadan, gecenin gündüzden, gülün de dikenden farkı yoktu; dünya âdeta umumî bir matemhane, varlık da tıpkı bir kaostu.. O’nun eşyanın yüzüne çaldığı nur sayesinde, zulmet ziyadan ayrıldı, geceler gündüze kalboldu; kâinat kelime kelime, cümle cümle, fasıl fasıl okunur bir kitap hâline geldi.. her şey âdeta yeniden dirildi ve gerçek değerini buldu.

Evet, O’nun yeryüzünü şereflendirmesi, kâinat çapında bir vak’a ve yer-gök adına en büyük bir hâdise olduğu gibi, aynı zamanda insanlığın da yeniden dirilişi sayılır. O, elindeki, cihanları aydınlatan nurefşan mesajıyla, dünyayı yeniden göklere göre tanzim edeceği, varlığın perde arkası hakikatlerine tercüman olacağı, eşya ve hâdiselere yeni tefsir ve yeni yorumlar getireceği güne kadar varlık bütünüyle mânâsız, ruhsuz, birbirinden kopuk ve birbirine yabancı gibiydi; cansızlar âdeta, abesler resm-i geçidinde birer figür, canlılar “natürel seleksiyon”un dişleri arasında ve her gün başka bir ölüm ağında.. bu kara yalnızlıkta insanlar ise, her an başka bir ayrılıkla inleyen birer yetim, birer mazlum, birer mağdur vaziyetindeydi. O’nun neşrettiği nur sayesinde birdenbire karanlıkların büyüsü bozuldu, şeytanlar bozguna uğradı ve dalâletler gidip gayyayı boyladı.. eşyanın mahiyeti değişti; tahripler tamire dönüştü, inkırazlar da onarım hazırlığı şekline girdi.. dünya üzerindeki konup-göçmeler, gelip-gitmeler birer resm-i geçit hâlini aldı; doğumlar birer toy-düğün, ölümler de birer “şeb-i arûs” oldu.

O’nun ışığı başlarımızı okşamaya başladığı günden itibaren, ruhlarımızda “ebedî yok olma”nın tesiri kırıldı; hicranla çarpan sinelere dost ikliminden vuslat muştuları geldi-ulaştı. Bütün bir insanlık olarak biz hepimiz, O’nun gönüllerimize üflediği hayat sayesinde kendimizi idrak edip eşya ile münasebete geçebildik.. özümüzdeki cevherleri değerlendirip, benliğimizdeki sonsuzluk buudunu sezebildik. O olmasaydı, ne ruhumuzdaki bu derinlikleri kavrayabilir, ne de kabirden geçip sonsuzluğa uzayan bu yolu ve bu yolculuğu bu kadar şirin görebilirdik. Gönüllerimize aşk u heyecan salan O, gözlerimize ışıklar çalan O ve bizleri ebedler ülkesine seyahate hazırlayan da yine O’dur.

O, bu uzun ve sırlı yolculukta, bulunduğumuz sahil itibarıyla, bizim için bir kaptan ve rehnümâ, varacağımız âlem itibarıyla da bir mihmandar ve şefaatçi ise, bizim de O’na karşı bir kısım sorumluluklarımız vardır ve bu mevzuda lakayt kalmamız da mümkün değildir. Ama, ne gariptir ki, bizler asırlardan beri bu ışık insan ve O’nun nurlu mesajına karşı hep lakayt kalmışızdır.. lakayt kalmak bir yana çok defa saygısız davranmışızdır…

Vâkıa, dar bir dairede ve belli ölçüler içinde, merasim türünden bir mevlid, birkaç paket şeker ve birkaç şişe güllapla.. bazen de birkaç ses sanatkârı ve birkaç ilâhîci ile veladeti tes’id etmeye, O’nunla irtibatımızı ortaya koymaya çalışmışızdır; ama, bunlar kat’iyen O’nun büyüklüğüyle orantılı olmamıştır; orantılı olmak şöyle dursun, O’nun kapıkullarına gösterilen saygı ve ihtiram seviyesine bile ulaşamamıştır. Hele Hz. Mesih’in doğum günü veya şöyle-böyle O’nunla alâkalı gösterilen Noel, paskalya ve daha başka yortu ve karnavallar seviyesinde bir neşe ve cûşişin yaşanması kat’iyen söz konusu olmamıştır…

Bu mevzuda yapılması teklif edilen şeylerin “ef’âl-i mükellefîn” arasında yeri olmadığı muhakkak; kimse de böyle bir iddiada bulunamaz. Ancak, acaba bu Kutlu Doğum’u O’nun nurefşan mesajı adına daha derince, daha içten ve daha ciddî olarak değerlendiremez miyiz?

Hz. İsa ile alâkalı günler, halkı Hristiyan olsun-olmasın, hemen her ülkede âdeta neşe, sevinç kıyametleriyle kutlanır; haftalarca, hatta aylarca her mahfilde sözler, muhavereler hep o istikamette cereyan eder.. her tarafa O’nun adına tebrikler, hediyeler yağar.. hediye ve tebrik teatisi, o günlerde postanelerin biricik işi hâline gelir. Telefonlar, sürekli O’nun namına zil çalar, ahizeler O’nun namına konar-kalkar.. dört bir yan kandillerle süslenir; çarşı-pazar renklerle-ışıklarla kahkaha atar.. evler bir arı kovanı gibi, O’na ait duygularla uğuldar, mâbedler O’na ait neşidelerle inler.. ve her gece, âdeta şehrayinler gibi büyüleyici ve baş döndürücü olarak geçer.

Gerçi, bu karmakarışık karnavallarda çoğu kimse ne yaptığını bilemez ve neden, çoğu maskaralık olan bu işlerin içine girdiğini fark edemez. Ama, yine de o günlerde her saat ve her dakikası ile dinî bir vecd içinde ve ne yaptığının şuurunda olan bir sürü insan vardır.

Ne olursa olsun, Hz. Mesih’e ait gün ve geceler o kadar insanlığa mâl olmuştur ki, bilerek-bilmeyerek herkes kendini o acayip törenler içinde bulur; ibadet, eğlence veya maskaralık, Hristiyanlarla aynı duyguları paylaşır, aynı hislerle yatar-kalkar.. hatta çam, çınar devirir, hindi parçalar, şampanya patlatır ve körkütük sarhoş olup sokaklara dökülür…

Mübeccel veladetin böyle eğlenceli, cümbüşlü kutlanmasını ve mübarek İslâm Dini’nin de bir karnavala çevrilmesini ne biz ne de başkası arzu etmez.. zaten bunu yapmaya da kimsenin gücü yetmez. Ancak, yalancı ve riyakâr bir dünyanın, koskocaman insanlık âlemini nasıl bir iğfal ağına aldığını gördükçe, “Neden acaba İslâm dünyası, aynı zamanda kendi veladeti de sayılan Rebiyülevveli, Rebiyülevvelle gelen Nevruz-ı Sultanî’yi ve o günle gelen insanlığın kurtuluşunu aynı heyecan, aynı cûşiş içinde tes’id etmez?” diye hayıflanıyor ve kendi kendimizi sorguluyoruz.

Yukarıda serdedilen mülâhazalardan, Seyyidina Hz. Mesih ve arkasındakileri tezyif mânâsı da çıkarılmamalıdır. Biz Müslümanların Hz. İsa’ya karşı saygımız sonsuz olduğu gibi, O’nun getirdiği mesajın, bugünkü batı medeniyetinin önemli bir rüknü olduğunda da şüphemiz yoktur. Evet, tarihçilerin ve medeniyet felsefecilerinin de ifade ettikleri gibi, eğer Hz. İsa ve O’nun getirdiği ruh ve mânâ olmasaydı, batı medeniyeti hiçbir zaman vücut bulamazdı; zira onun bir esası Grek düşüncesi (matematik düşünce) diğer bir esası Roma hukuku olduğu gibi, önemli bir rüknü de gerçek mânâsıyla Hristiyan dinidir. Şu hususu da önemle kaydetmek icap eder ki, eğer insanlığın medar-ı fahri Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun nurlu mesajı olmasaydı, İslâm medeniyeti olmazdı.. İslâm medeniyeti olmayınca da “Batı uygarlığı” doğmazdı.

Evet, eğer İslâm, o yumuşak, o müsamahakâr, o sımsıcak, o ilme açık ve tefekkürü ödüllendiren semavî renkleri ile batı yamaçlarında tüllenmeseydi.. ve eğer onuncu asırdan itibaren İslâm âlimleri ve bu arada Türk düşünürleri, Greko-Latin kültürünü Avrupa’ya taşıyıp, Avrupalıya tanıtmasalardı, batı hâlâ orta çağları yaşıyor olacaktı. Zaten, matematik, fizik, kimya, astronomi, hendese ve tababet gibi ilim dallarının doğulu ve İslâm alaşımlı olduğunda kimsenin şüphesi yok. Bizim dünyamızda medeniyet adına her şeyi batılı görmeye kendini şartlandırmış bir kısım müstağripler kabul etmeseler de, batı medeniyeti, hali hazırdaki yerini alabilmesi ve modern şekliyle var olabilmesi için, Hz. Mesih’ten sonra tam altı asır daha bekleme mecburiyetindeydi.. bekledi, İslâm’la karşılaştı.. bu karşılaşmayı tam değerlendirdi veya değerlendiremedi, o ayrı mesele; ama ondan mutlaka müteessir oldu, çok yararlandı ve geleceğini onun ışığında dizayn etti.

Evet, batı, İslâm medeniyetine esas teşkil edecek olan prensipleri benimsemese bile ondan aldığı, alıp değerlendirdiği ve bu arada İslâm’ın ona tedai ettirdiği pek çok şey vardır.. ve bunlar yeni batı kafası ve yeni batı düşüncesinin teşekkülünde, tahminler üstü tesir icra etmişlerdi…

Bu itibarla diyebiliriz ki:

“Dünya neye mâlikse O’nun vergisidir hep, Medyun O’na cemiyeti, medyun O’na ferdi; Medyundur O masuma bütün bir beşeriyet, Yâ Rab, mahşerde bizi bu ikrar ile haşret!”(M. Âkif)

Asırlar var ki, topyekün insanlığın medyun bulunduğu bu Zât’ı, kendi kâmet-i kıymetine uygun bir veladet günü, veladet haftası, veladet ayı, ile tes’id edemedik.. tes’id etmek bir yana, O’nun kapı kullarına gösterilen alâka ölçüsünde O’na karşı tazimde bulunamadık. Aylar, yıllar ve asırlar boyu O’nun için şehrayinler tertip edilse, her gece O’nun için yüzlerce, binlerce neşideler söylense, yine O’nun hakkı ödenemez ve O’nun için bir şeyler yapıldığı söylenemez. Ne var ki, “Sultan’a sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır.” düşüncesinden hareketle, “Hiçbir şey yapmamaktansa, az dahi olsa mümkün olanı yapmak daha iyidir.” diyor ve “Ebedî Risalet Sempozyumu” gibi konferansların her sene ayrı bir ülkede icra edilmesini.. ve belli bir zaman diliminin bu işe tahsisini.. ve mümkünse önümüzdeki yılın –tabiî O’nun dünyasında, O’na sadece bir yıl tahsis etmenin ne denli bir cimrilik ve vefasızlık olduğunu ruhlarımızda duymanın ezikliği, ârı ve hicabıyla– “Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) Yılı” olarak ilanını teklif ediyoruz.

-+=
Scroll to Top