Kutlu Doğum ve Kırmızı Gül

Soru: Kutlu Doğum münasebetiyle gerek Türkiye’de, gerekse yurt dışında Peygamber Efendimiz’i (aleyhi efdalüssalavât ve ekmelüttahiyyât) daha geniş kitlelere duyurma adına neler yapabiliriz? Bu konuda ifrat ve tefrite girmemek için bir kutlama çerçevesi belirlemek mümkün müdür?

Cevap: Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) doğumu ve yeryüzünü şereflendirmesi insanlığın yeniden dirilişi sayılır; O’nun doğduğu gün de bizim için bir kutlu bayramdır. Çünkü, biz, Rabbimizi O’nunla tanıdık. Nimete minnet ve şükran duygusunu O’ndan öğrendik. Yaratan ve yaratılan arasındaki ilişkileri, kul ve Mâbud münasebetlerini O’nun mesajlarıyla duyup anladık. O’nun ortaya koyduğu yorumlar sayesinde, kâinat, muhtevalı ve okunaklı bir kitaba dönüştü, eşya ve hâdiseler de, âdeta Hakk’ı söyleyen ve Hakk’a çağıran birer bülbül kesildi.

O’nun gelişiyle, yaslı çehrelerdeki keder çizgilerinin yerini en içten tebessüm emareleri aldı. O’nun ışığı başlarımızı okşamaya başladığı günden itibaren, “ebedî yokluk” korkusunun ruhlarımızdaki tesiri kırıldı; sonsuzluk isteyen sinelerimize dost ikliminden vuslat muştuları gelip ulaştı. Evet, bir insanın ötelere imanla gitmesi ve Cennet’e ehil hâle gelmesi onun adına bir bayramdır. Getirdiği mesaj vesilesiyle bütün varlığın çehresine nur saçan, nazarları ahiret yamaçlarına çevirerek topyekün insanlığa Cennet ve Cehennem’i tanıtan ve ebedî saadet yollarını aydınlatan Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) doğumu ise, bütün insanlığın ve kâinatın bayramıdır.

Fakat, acaba biz, bütün insanlığa bir kurtuluş fermanı getiren Habîb-i Ekrem Efendimiz’i kendi büyüklüğü ölçüsünde sevebildik mi? O’nu gereğince tanıyıp başkalarına da tanıtabildik mi? “Kutlu Doğum” dediğimiz mevlid-i şerifi, O’nunla irtibatımızı ortaya koyma adına gerektiği gibi değerlendirebildik mi? Zannediyorum, bu sorulara “evet” cevabı vermemiz zordur. Gerçi, şimdiye kadar, merasim türünden çok mevlit okumuş/okutmuşuzdur; birkaç ses sanatkârı ve birkaç ilâhîci ile o geceye bir nağme katmışızdır; birkaç paket lokum ve birkaç şişe gülsuyuyla gönüller almışızdır ama maalesef bunlar kat’iyen O’nun büyüklüğüne yaraşır şekilde ve O’na karşı, sevgi, vefâ, sadakat duygularını coşturacak seviyede olmamıştır.

Tabiî ki, bu mevzûda yapılması teklif edilen şeyler “ef’âl-i mükellefîn” arasında değildir. Yani, Kutlu Doğum’la alâkalı olan faaliyetler farz, vacip ve sünnet gibi yapılması dinen istenen sorumluluklar kategorisinde mütalaa edilemez. Ancak, o mübarek gün ve geceler münasebetiyle bir kere daha Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yâd etme, O’nun viladetini hatırlama ve nûrefşan mesajını anlayıp başkalarına da anlatmaya çalışma çok değişik hayırlara vesile olabilir.

Aşk Şiirleri

Mevlid programları son senelerde “Kutlu Doğum” adı altında yapılsa da aslında yeni değildir ve menşei çok eskilere dayanmaktadır. Mevlid merasimi ilk defa, Fatımîler tarafından Mısır’da tertip edilmiştir. Fakat, genel kabule göre, Ehl-i Sünnet çizgisi içerisinde mütalaa edebileceğimiz ilk mevlid programını, Selahaddin Eyyubî’nin eniştesi Muzafferuddin Gökbörü düzenlemiştir.

Peygamber Efendimiz’i övmek ve O’nun şefâatine nail olmak maksadıyla Resûl-i Ekrem hayattayken bile şiirler yazılmış, kasideler söylenmiştir. Meselâ Ka’b b. Züheyr, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun huzurunda O’nu övmüş ve Allah Resûlü tarafından tebrik edilmiş, teşvik görmüştür. Hassan bin Sabit de şiirleriyle iltifata mazhar olmuştur. İmam Busîrî’nin Kaside-i Bür’e adlı aşk ve heyecan dolu şiiri de elden ele, dilden dile dolaşmıştır.

Daha sonraki dönemlerde de, Müslüman şairlerin hemen hepsi na’tlar yazmışlardır. Fuzulî, Nefî, Nailî, Nâbî, İshak Efendi ve Şeyh Galip na’t denince ilk akla gelen Peygamber aşıklarıdır. Ayrıca, Resûlullah’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) doğumunu ve hayatını medh ü senâ eden ve “Mevlid” adını taşıyan çok eser kaleme alınmıştır. Alvar İmamı’nın da bir mevlidi vardır; çocukluğumuzda biz hep onu okurduk. Bir bahisten diğerine geçerken de Silsile-i Şerif’inde yer alan ve “Allahım, lütuf ve inayet yağmurlarını bizim üzerimize de yağdır; sadece seçkin kullarını içeri aldığın dergahının kapısını bizim için de aç, bizi de haremine al.” mânâsına gelen “İlâhî ez-kerem ber-mâ kerem-kün / Kabûl-i bâb-ı dergâh-ı harem-kün” beytini tekrar ederdik.

Bildiğiniz gibi, mevlidlerin Türkçe’de en meşhur olanı Süleyman Çelebi’nin “Vesiletü’n-Necât” adlı eseridir. Süleyman Çelebi, Yıldırım Beyazıt zamanında Divan-ı Hümayûn Hocası olmuş, sonra da Bursa Ulu Camii’nde imamlık yapmış bir hak dostudur. Bediüzzaman Hazretleri, “Cenâb-ı Hak bu âdeti ebede kadar devam ettirsin ve Süleyman Efendi gibi Mevlid yazanlara rahmet etsin, yerlerini Cennetü’l-Firdevs yapsın.” demekte; Süleyman Çelebi’nin mevlidinin kabul-u âmmeye mazhar olduğunu beyan etmekte ve mevlid hakkındaki değerlendirmesini şöyle dile getirmektedir: “Mevlid-i Nebevî ile Miraciyenin okunması, gayet nâfi ve güzel âdettir ve müstahsen bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet lâtîf ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir. Belki, hakaik-i imaniyenin ihtarı için en hoş ve şirin bir derstir. Belki, imanın envârını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyiç ve müessir bir vasıtadır.”1

Bütün bunlardan hareketle, mevlid ve miraç gibi vesilelerle Efendimiz’i bir kere daha ve daha engince yad etmenin mahzuru olmadığı anlaşılıyor. Hatta, Allah Resûlü kendisini meth edenlere karşı sükût buyurduğundan ve Ka’b b. Züheyr gibi şairleri tebrik edip onlara hediye verdiğinden dolayı, misyonu itibarıyla kendisini medh ü senâ ve takdir etmenin bir esas olarak sübût bulduğuna da kâil olunabilir. Yani denilebilir ki, o sükût buyurduğuna ve hatta bazılarına hediye verdiğine göre, O’nu meth etmek sünnet ya da en azından mendub (Efendimiz’in bazen işleyip bazen terk buyurdukları, selef-i salihînin de sevip rağbet ettikleri işler) da olabilir. Öyle ise,

“Allah adın zikredelim evvela

Vacib oldur cümle işte her kula

Allah adın her kim ol evvel ana

Her işi âsan eder Allah ona” (Süleyman Çelebi)

diyerek başlayıp Peygamberimiz’in üstün meziyetlerini, güzel vasıflarını, ahlâkının eşsizliğini, hayatını ve mucizelerini anlatmak ve nihayet, O’nun şefâatına sığınmak, salât ü selâmlarla O’na yönelmek mendup sayılabilir. Çünkü, bütün bunlar formül olarak ortaya konmamışsa da hepsinin aslı dinde vardır. Cenâb-ı Hakk’ı zikir ve O’na hamd ü senâ; Peygamber Efendimiz’i yâd etme ve O’na salât ü selâm imanın gereğidir.

Riya ve Monotonluk Belaları

Ne var ki, bu güzel âdette işi ticarete dökmemek, gırtlak ağalığı yapmamak, riya ve süm’alara girmemek çok önemlidir. Allah’ı ve Efendimiz’i anma mevzuunda samimi olmaya çok dikkat etmek lazım. Bir insan, Cenâb-ı Hakk’ı andığında gözleri gerçekten yaşarmadığı ve burun kemikleri dahi sızlamadığı halde,

“Her kaçan anarsam seni, kararım kalmaz Allahım

Senden gayrı gözüm yaşın, kimseler silmez Allahım”

(Yunus Emre)

der ve riyakarlıklara, yalanlara girerek Efendimize ait bazı günleri tes’îd etmeye kalkarsa, Allah’a karşı yalan söylemiş; Allah Resûlü’ne de saygısızlık yapmış olur. İnsan içinden gelmeyen şeyi söylememeli; mutlaka bir şey söyleyecekse, kalbinin sesine tercüman olmalı, hislerinde mâkes bulmuş şeyleri ifade etmeli. Şuurundan vize alamamış sözleri gün yüzüne çıkarmamalı; riyakârlık ifade eden sesleri sineye gömmeli ve asla kimseye duyurmamalı. Mevlid okuyan da, ilahi söyleyen de ve birkaç kelam ederek o günün ehemmiyetini dile getiren de mutlaka çok samimi olmalı. O güne ve o sözleri söylemeye önceden hazırlanmalı. Vaaz etmeye giden bir insanın, “Aman gözüme bir leke girmesin, kulağıma bir kir bulaşmasın, kafam dağılmasın; aman bir günahkâr olarak halkın karşısına gitmeyeyim!” diyerek, dikkat ve teyakkuz içinde camiye yürümesi gibi –ki vaaz u nasihatin mü’min kalblerde mâkes bulması adına bu çok önemlidir– mevlid programlarında vazife alan insanlar da samimiyet ve ihlâsa çok dikkat etmeli. Süslü püslü şeylerle değil, samimiyetle lebriz edilmiş bir gönülle, kalbin süs ve ziynetiyle halkın karşısına çıkmalı.

Diğer taraftan, hem mevlid okurken hem de daha geniş ve muhtevalı mevlid programları düzenlerken monotonluktan mutlaka kurtulmak lazım. Bugün, genel itibarıyla, mevlid merasimleri o kadar monotonlaşmıştır ki, avamdan kimseler bile onları dinlerken sırada neyin olduğunu, neden sonra ne geleceğini bilirler. Okuma üslûbu ve o birbirinden güzel makamlar bile monotonluğun, ülfetin kurbanı olmuştur. Meselâ; şimdilerde herkes farklı bir üslûbu esas alsa da, belli bir dönem itibarıyla mevlid okuma şekli kısaca şöyleydi: Tevhid bahri Saba makamıyla okunur; özellikle “Her ki diller bu duada buluna / Fatiha ihsan ede ben kuluna.” beyti mutlaka Hüseynî makamında icra edilirdi. Duadan sonra Hicaz makamına geçilir; Nur bahrinin sonunda Rast makamına başlanırdı. Sonra aynı makamda salât ü selâm getirilirdi. Vilâdet bahrine de bu makamla başlanır; peşinden Hüseynî perdesine geçilirdi. “Doğdu ol saatte ol sultan-ı dîn” derken Segahta karar kılınırdı ki, burada Segah makamının seçilmesinin sebebi, Salât-ı Ümmiyye okunacak olmasıydı. Sonra, tekrar Hüseynî makamında Merhaba bahrine girilir ve bu bölüm genellikle Hüzzam makamında bitirilirdi. Miraç ve Münâcât bahirleri Uşşak makamıyla okunup “Ümmetimden razı olsun ol muin” mısrası Hüseynî makamıyla bağlanırdı.

İşte bu şekilde başlayıp devam eden ve aynı tonda biten bir mevlid, hele bir de kalb heyecanlarıyla icra edilemiyor ve aynı coşkuyla dinlenmiyorsa bütün bütün sıkıcı ve monoton bir hal alacaktır. Oysa, o sözler çok güzeldir; anlatılan mevzular çok derindir; ama maalesef üslûp eksikliği mânânın önüne geçmektedir. Onları o şekliyle besteleyenler çok güzel ve faydalı bir iş yapmışlar, makamları Cennet olsun. Fakat, kanaat-i acizanemce, bu türlü şeyler aylık ya da en fazla senelik olmalı. Aynı şeyler tekrar edilmemeli, her defasında o işe ayrı bir buud ve zenginlik katılmalı. Bildiğiniz gibi, güzel bir güfte, belki yirmi insan tarafından yirmi türlü besteleniyor ve farklı farklı icrâ ediliyor. O bestelerin her biri de güfteye ayrı bir mânâ katıyor ve böylece, o sözleri bir kere daha, ilk günkü tazeliğiyle insanlara sunmak mümkün oluyor. İsterseniz, o farklılıklara da bir “tasrif” nazarıyla bakabilirsiniz; onları, bazı mânâ ve muhtevaları yeni bir ses, yeni bir söz, yeni bir eda, yeni bir üslûp ve yeni bir icrâ ile ortaya koyma şeklinde yorumlayabilirsiniz.

O’nun Şeydâları!..

Ayrıca, o tür programlarda seslendirilecek ilâhî ve kasidelerde de böyle bir zenginliğe ihtiyaç var. Sadece Yunus Emre’yle yetinme, yalnızca Niyazi Mısrî’ye takılıp kalma da o mübarek toplanmaları matlaştırır. Günümüzün insanı çok farklıdır. Dünkü sözler çok samimi de olsa bugünün insanına avamca gelebilir. Dün çok güzel şeyler söylendiği gibi bugün de söylenmektedir; yarın da çok güzel sözler söylenecektir. Aynı ifadeleri aynı üslûp içerisinde tekrar edip durma ve bu şekilde bir araya gelmiş olma mârifet değildir; asıl mesele, Efendimiz’in viladetini gerçek bir bayram olarak duyma ve duyurma; O’na vuslat duygusuyla dolma ve gönüllerde O’nun vuslatına iştiyak uyarma; dua ederken de aynı coşkuyla el kaldırma ve kalblerin bamteline dokunma.. nihayet, insanlarda bir heyecan tufanı oluşturma ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o an gökten iniyormuş gibi bir ruh haleti hâsıl etmektir. Hani Arif Nihat Asya der ya;

“Gel, ey Muhammed, bahardır…

Dudaklar ardında saklı

Aminlerimiz vardır!..

Hacdan döner gibi gel;

Miraç’tan iner gibi gel;

Bekliyoruz yıllardır!”

İşte, öyle yeni bir ses olmalı, bambaşka bir soluk ve derin bir heyecanla program ortaya konmalı; nihayet, orada hazır bulunanlar gönülden yakarışa geçmeli ve “Miraç’tan iner gibi gel; bekliyoruz yıllardır!” demeli.

Diğer önemli bir husus da, bu programların aynı zamanda bir mesaj vermeye matuf olmasıdır. Mevlit, ilahi, kaside ve şiirler zihinleri hazırlamalı, ruhlarda heyecan hâsıl etmeli; daha sonra da önceden çok iyi belirlenen bir mesajla program hitama erdirilmeli. Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerinden bir husus anlatılmalı; O’nun “cevâmiü’l-kelim” dediğimiz az söz ile çok mânâyı ifade eden hadis-i şeriflerinden biri nakledilmeli ya da ümmetinin ferdî, ailevî ve içtimâî problemlerinin çözülmesiyle alâkalı bir husus dile getirilmeli. Fakat, verilmek istenen mesaj gibi o mesajı seslendirecek olan insan da önceden belirlenmeli.. sadece sesi ve nefesi gür, ilmi derin kimselere değil, aynı zamanda kalbî heyecanları coşkun ve gönlündeki Peygamber sevgisi engin insanlar bulunup onlara söz hakkı verilmeli. O insanlar da, öyle mübarek bir program için çok ciddi ön hazırlıklar yapmalı, gönüllerini ortaya koymalı ve konuşurken bile o işin hakkını verememe mahcubiyetiyle M. Âkif gibi,

“Perişan sözlerimden bıkma, hoş gör, yâ Resûlallah,

Kulun şeydâdır amma, açtığın vadide şeydâdır!”

deyip inlemeliler. Ya da İslâm’ın garipliğini ve ümmetin kimsesizliğini vicdanlarında duyup o Muzdarip Şair‘in “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi”ndeki yanık nağmeleriyle Cenâb-ı Hakk’ın dergahına yönelmeliler:

Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed.

Aylar bize hep Muharrem oldu!

Akşam ne güneşli bir geceydi…

Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!

Âlem bugün üç yüz elli milyon

Mazlûma yaman bir âlem oldu:

Çiğnendi harîm-i pâki şer’in;

Nâmûsa yabancı mahrem oldu!

Beyninde öten çanın sesinden

Binlerce minâre ebkem oldu

Allah için, ey Nebiyy-i ma’sum,

İslâm’ı bırakma böyle bîkes,

Ümmeti bırakma böyle mazlum.

Soru: Kutlu Doğum haftasında gül dağıtma meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Mevlid-i şerif kutlamalarının, Hazreti İsa’nın viladetinden dolayı yapıldığı söylenen kutlamalara bir reaksiyon olarak ortaya konmasından endişe ediyorum. “Sizin paskalya bayramınız, yılbaşınız varsa, bizim de Kutlu Doğum haftamız var!” şeklindeki bir bayağı yaklaşıma girilmesinden korkuyorum. Aynen öyle de, “Bazı insanlar zeytin dalı uzatıyorlar, biz de gül dağıtalım.” diyerek böyle bir işe kalkışılıyorsa, bunu da tasvip etmiyorum.

Aslında gül, İslâm dünyasında, bilhassa Anadolu insanları arasında Peygamber Efendimiz’e alem olagelmiştir. Edebiyatımızda gül, Sevgili’nin, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun remzidir. Rivayet olunur ki, Miraç Gecesi, Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) mübarek terleri yeryüzüne düşmüş ve düştüğü yerde de kırmızı gül bitivermiştir. Halk arasında böyle bilinmiş ve inanılmıştır. Bu rivayetin aslı varsa, şahsen böyle bir şeyin olabileceğine inanırım; Efendimiz’in terinden değil gül bitmesi, ırmaklar bile fışkırabilir; ama aslı yoksa, o türlü şeylere bir keramet elbisesi giydirmemek lazım. Fakat, o rivayetin aslı olsa da olmasa da, Mevlid Kandili’nde Müslümanların gül hediye etmelerinin altında “Gül, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) teridir.” anlayışı olduğunu zannediyorum. Şahsen, bu şekilde gül dağıtılmasına bütün bütün karşı değilim ama meseleyi “zeytin dalına karşı gül” şeklinde ele alarak bir reaksiyon hâline getirmeyi de uygun bulmuyorum.

Kanaat-i acizanemce, meseleler reaksiyona bağlanmamalı, başka ve yeni şeyler bulunmalı. Senenin değişik günlerinde bir aşure dağıtma, bir kitap hediye etme, kurban etinden bir parça verme ve bir gösterinin içine Efendimiz’le alâkalı bazı şeyleri de katarak insanlara cazip gelen bir usûlle ilâhî mesajı ulaştırma gibi yollar bir iki sene faydalı olabilir. Fakat, zamanla bunlar da cazibesini yitirir ve birkaç sene sonra sevimsiz olmaya başlar. Öyleyse, sonraki seneler için daha farklı metodlar bulmak, asıl itibarıyla taze ve diri olan meseleleri üslûpsuzluğa kurban vermemek için alternatif espriler ortaya koymak gerekir. Meselâ; Efendimiz’e arz edebileceğimiz en güzel hediyeler, aynı zamanda bizim için de şefaat vesilesi olan salât ü selâmlardır ya da O’nun mübarek sözlerini öğrenip başkalarına da öğretmektir. Bir yerde arkadaşlarımızın yaptığı gibi, “cevâmiü’l-kelim”den kırk kadar hadis-i şerif seçilip kitapçık hâlinde veya küçük kartlara yazılmış olarak hediye edilebilir. Bu sene şu hadisleri seçersiniz; gelecek sene de bir başka kırk hadisi hediye edersiniz. Onları verirken de “Bu armağanı vermemizin bedeli, bir sene içinde bu kırk tane hadisin ezberlenmesidir.” dersiniz. Böylece, her sene, her ay, her gün yepyeni olan İnsanlığın İftihar Tablosu için taptaze hediyeler sunmuş olursunuz.

Evet, gül dağıtmanın tamamen karşısında olduğumu söylemek istemiyorum; fakat onun reaksiyoner bir tavır olduğunu da ifade etmeliyim. Gül verme ve zeytin dalı uzatma gibi şeyler İslâm kültüründe yoktur. Bizim kültürümüzün temel kaynakları Kitap, Sünnet, icma-yı ümmet ve kıyas-ı fukaha gibi esaslardır. Bizim, bunlara bakmamız ve bunlarla işaret edilen yollarda yürümemiz gerekir. Yoksa, yapıp ettiklerimiz kendi yakıştırmalarımız olmaktan öteye geçemez.

1 Bediüzzaman, Mektubat s.348 (Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Zeyli, Beşinci Nükte).

-+=
Scroll to Top