Mâbedden Taşan Mânâ
Mâbed, insan ruhuna seslenen müphem bir lisan, gönülleri kendine çeken büyüleyici bir beyan ve sessiz duruşu içinde, Yüce Hakikat adına her dille bir şeyler anlatan bir sırlı tercümandır.
İnsan, mâbedde, bugünü dünle, dünü sonsuzla iç içe duyar.. mâbed, ibadet düşüncesi, ibadetin kaynağı ve ibadetin mânâsıyla dopdolu bir deryada yüzüyor gibi olur. Bir de mâbedin bu talâkatlı beyanına üstad, kudretli ve mahir bir ses refakat ederse, zevk tarif edilmez doruğa ulaşır ve gönüllerde inanılmaz bir tesir bırakır.
Evet, mâbedin sessiz, temkinli, vakûr, bin bir ima ve işaretlerle mırıldandığı mânâ; lisanını gönlünün emrine vermiş, gırtlağını akort edebilmiş mahir bir okuyucunun ruhundan yükselen ilâhî nağmelerle birleşip yağmur gibi duygularımızın üzerine dökülmeye başladığı, akıp ruhumuzu doldurduğu zaman kendimizi bahara uyanmış güller, çiçekler gibi taptaze hisseder ve iliklerimize kadar var olmanın zevkini duyarız.
Sanki mâbedin dışında varlığa karşı susan ve gönül dünyası itibarıyla varlık ötesine kapanan bizler, mâbedi, ruhlarımızın derinliklerinde saklı bulunan duygu ve düşüncelerimizi bedenin karanlık mahbesinden kurtararak, göklere duyuracak bir müezzin, bir hatip gibi bulur ve onun sesin sessizliğe, sessizliğin sese karıştığı mübarek hariminde başımızın sonsuzluğa ulaştığını hissederiz.
Gönüllerin ışığa açık olması ölçüsünde mâbeddeki ses, söz ve aydınlık bazen hislerimizi coşturarak bizi lezzetten lezzete, heyecandan heyecana; imandan aşka, aşktan fedakârlığa götürür ve bize kol kanat olur yükseltir. Bazen ruhun sezebileceği bir dille vuslat şevkini fısıldar. Bazen ruhlarımıza Cennet ırmaklarının çağıltılarını, Cennet bülbüllerinin nağmelerini duyurur ve salım salım salınan Cennet ağaçlarının altında dolaştırır. Bazen bizleri, bütün güzelliklerin kaynağı Sonsuz Güzellik’e ulaştırmak için, tüneller açar, köprüler kurar ve tüp geçitlerle iki dünyanın iki yakasını birbirine bağlıyor gibi buradan ötelere menfezler açar; hayale bir kısım müphem tasavvurlar verir ve onu şahlandırır.
Mâbedde, ibadet ü taat, evrâd u ezkâr gibi hususlarda görülen yeknesak davranışlar, zahiren aynı sayılsa bile, bir manzumenin rediflerinde olduğu gibi, sonsuz duygu ve düşünce nazmında, o duygu ve düşüncenin esas unsuru ve ayakları gibidirler. Her tekrar edişte insan, bildiğinin çehresinde bilmediklerini görür, aklın idrak ettikleriyle vicdanın duyuşlarını iç içe yaşar ve bu aynilikte hep bir gayrilik ve tazelik duyar.
Bazen mihrap, minber veya arkadaki maksurelerden birisinden yükselen yeni bir ses, mâbedin o hafiften ve inceden tekrar edip durduğu nakaratla bütünleşince, geçeceğimiz yollara, tünellere, geçitlere ışıklar saçılmış gibi olur ve yeni bir yürüyüş komutu almışçasına, ayrı bir buuda doğru, değişik bir ritimde harekete geçeriz.
Bazen minberlerden, mihraplardan yükselen seslere, cemaat de ruhlarının heyecanını haykırarak katılır. O zaman mâbed sanki, göklerin bütün mânâ, ruh ve usaresini gönüllere boşaltmak için, öte öte çatlayan bir bülbül, bir ağustos böceği gibi bütün hamlelerini kullanarak ses olur, soluk olur, gerilir ve yırtılacak hale gelir. Ama yırtılmaz; yeni bir perdeye atlar ve çığlıklarına devam eder.
Bizler, mâbedden yükselen bu sesleri, var olmanın mânâ, gaye ve esası olarak, gönüllerimizden taşan birer feryat hâlinde duyar, ruhumuzun kubbesinin delindiğini hisseder ve âdeta birer ışık, birer hava gibi, uçup göklerin ezelî şevkine ulaştığımızı, iç dünyamızın ilâhî esintilerle sarıldığını sezer ve kendimizden geçeriz. Kulaklarımızda çınlayan her ses, gözlerimizin önünde tüllenen her mânâ, başımızın üstünde muhteşem, azametli kubbeler kuruyor gibi olur ve farkına varmadan kendimizi sonsuzluğa açılan heybetli kapıların önünde buluruz. Bu esnada her birimiz, bulunduğumuz yerlerden sıyrılır, yükselir, herkesin ve her şeyin üstünde kanat germiş ve gölgemizi cemaatin başına salmış gibi oluruz.
Bazen içinde bulunduğumuz halkada, öne-arkaya, sağa-sola o kadar genişler, o kadar yayılır ve o kadar uzarız ki, mesafeler sıkışır ve buudlar çatlayacak hâle gelir. Bu noktada, kendimizi, meleklerle, ruhanîlerle, cinlerle sayılmazlığa ulaşmış bir cemaat içinde ve bir bilinmez metafda tavaf ediyor gibi görür; var olmanın gerçek gayesini, hayatın hakikî lezzetini ve lezzetlerin sonsuzlaştığını anlar, duyar ve yaşarız.
Her defasında bu duyup hissettiklerimize esas teşkil eden, farklı ses, farklı söz, farklı eda ve farklı şivelerin tesir ve rehberliğinde yeni yeni kâinatlar keşfediyor gibi olur; gönül gözlerimize açılan menfezlerden, bilmediğimiz âlemlere dair güzellikleri seyre dalar; ovalardan yamaçlara, tepelerden vadilere doğru koşmaya başlar ve bir çocuk hiffeti içinde haykırıp naralar atmak isteriz. Ara sıra rehberin değişik komutlarıyla başka iklimlere açılır, yeni yeni temâşâlara koyulur; dağları, tepeleri aşar; ovalara, vâdîlere uğrar; baharla kucaklaşır, yazın en tatlı râyihalarını koklar, sonbaharı selâmlar ve ikinci bahara yelken açarız.
Bu devr-i dâimlerin her biri ayrı bir iklimde başlar, ayrı bir iklimde gelişir ve ayrı bir iklimde noktalanır. Bazen aynı mekânda olduğumuzu hissetmeyecek kadar bulunduğumuz yerden uzaklaşır; rüyalarda ve hülyalarda olduğu gibi, istediğimiz yöne uçar; istediğimiz yere konar; istediğimizi elde eder ve istediğimiz yerlere rahatlıkla varabiliriz. Bağımızda, bahçemizde dolaşıyor gibi göklere açılır, en mahrem noktalara ulaşırız. Ulaşırız da, bütün bütün karanlıklara kapanıp aydınlıklara uyanan gözlerimiz, bir adım ötede vuslata erecek gibi buğu buğu sevinçle açılıp kapanmaya başlar.
Bu kuşakta duyuşlar, davranışlar, hatta kelime ve sözler, kelime ve sözlerin meydana getirdiği ses hevenkleri, renk desenleri bildiğimiz mânâlardan bambaşka şeyler fısıldarlar bizlere. Bütünüyle tabiîlikten fevkalâdeliğe, alelâdelikten hârikulâdeliğe yükselebildiğimiz bu noktada, hislerimizin, etraftaki canlı güzelliklerle coşup “Hû Hû” dediğini duyar ve bu seslerin, âdeta içimizdeki aşk ateşine üfleyip onu daha da alevlendirdiğini hissederiz. Gönüllerimiz Mutlak Sevgili’nin ateşten şivesiyle dolar ve artık bütün sesler kesilir; duyulup hissedilen sadece ve sadece O’nun varlığından akseden ışıkların gölgelerinden ibaret kalır.
Asırlarca, bu mübarek dünyaya hayat üfleyen mâbed, bugün boynu buruk, ruhunun çizgilerini şerhedecek mânâ mimarlarını beklemenin yanında, ses-söz üstadı gönül erleriyle kuruluş niyetine esas teşkil eden buudlara ulaştırılmayı da beklemektedir.
Bilmem ki, bamteli kopmuş mâbedi, kim imar ederek eski hüviyetine ulaştırıp, yeniden gürül gürül seslendirecek? Kim bu hırıl hırıl sesleri akort edip ruhları coşturan nağmeler hâline getirecek? Kim kaybettiğimiz mâbedi yeniden bize iade edecek..?
Alâkalıların böyle bir şeye gücü yeter veya yetmez; mâbed hanendeleri, birkaç asırlık boşluğu aşarak sesleriyle, soluklarıyla mâbede refakat eder veya edemezler.. bunlar ayrı mesele; mâbedin asırlık gurbetine son verilmesi ise tamamen ayrı mesele…
Biz şimdi, emarelerin aydınlığında, yıllardan beri hülyalarıyla yaşadığımız fatih neslin, bu kördüğüme kılıç çalacağı günün rüyalarını görmeye başladık…