Mâbedlerin Sırlı Dünyası

Bizim dünyamız, ilâhî sanatın, ilâhî sanattaki tabiî güzelliklerin baş döndürücü mübalâğalara ulaştığı, varlığımızın esasını teşkil eden maddî-mânevî dinamiklerdeki tenasübün büyüleyici bir armoni hâlini aldığı, güzelliğin kemalle, kemalin de güzellik ile kuşaklaştığı bir sihir ülkesidir. Sinesi bedîiyâta açık mütehassısları hayretten hayrete sürükleyen ve güzellik tiryakilerini mest eden bu güzeller güzeli dünya; mâbedleri, tekyeleri ve zaviyeleri ile daha bir büyülü derinliğe ulaşır.

Evet, ülkemiz hemen her zaman, yeryüzünde sonsuzluğun rasathaneleri bu kutlu yuvalarla âdeta deryalar kadar mehibleşip ebediyet düşüncesi ile dalgalanır; gökyüzü kadar derinleşip ihtişamla gönüllerimize akar. Bu ülkede ibadet ve ibadet düşüncesi, kulluk ve kulluk felsefesi, ta eskilere, eskilerden de eskilere dayanan camileriyle, minareleriyle, minarelerden yükselen ezanlarıyla, gözlere ışık saçan, gönülleri hoplatan semavî edalara ulaşmıştır. Hele, duyguların duru, düşüncelerin uhrevî, sokakların emin, çarşı-pazarın da nezih olduğu dönemlerde o, güzellik ve cazibesine doyum olmayan Cennet yamaçları gibi tüllenmiş ve âdeta bir semavî ülke hâline gelmiştir.

Biz, dünden bugüne bu ülkede ibadet saatlerini, ezan seslerini hep gök kapılarının gıcırtıları gibi duymuş, dinlemiş ve ötelere açıldığına inandığımız bu menfezlerden sonsuzluğu rasat etmeye koşuyor gibi mâbede koşmuş, ibadetle gerilime geçmiş ve ötelerin hülyalı âlemlerine açılmışızdır. Evet, hemen her zaman, ezan ve ibadet dakikalarında güya öbür âlemin rengârenk güzellikleri ve meleklerin ruhlarımızı kanatlandıran nefesleri gönüllerimize doluyor gibi olmuş ve varlığın daha bir bayıltıcı hâl aldığı o sihirli zaman parçalarında daha esrarlı bir güzellik ruhlarımızı sarmıştır.

Ülkemiz kadar güzel, füsunlu ve biraz da gönüllerimize uhrevî rikkat salacak şekilde hüzünlü bir başka yer görmedim.. ve göreceğime de ihtimal vermiyorum.. bilhassa, göklerin yere tenezzül mevsimlerinde ve mâbedlerden ışıkların boşaldığı günlerde o efsanevî güzellik âdeta tasavvurlar üstü bir hâl alır ve bize yerin-göğün füsununu birden yaşatır…

Evet, bu büyülü günlerde mâbedlerin çevrelerine serpiştirilmiş bulunan bütün evler ve bu evleri saran mahalleler bir bir silinir ve ortada sadece, şerefelerindeki kandilleriyle başını yıldızlar arasına sokan minareler, minareler arasındaki mahyalar ve bu ışık dantelâsı içinde o buğulu ve mehip görünüşleriyle mâbedler kalır. Kalır da, günde birkaç defa minarelerinden boşalan lâhutî sesler bütün çevreyi sarar, bütün sineleri hoplatır, herkesi ve her şeyi kucaklar ve göklerin meçhul fakat aydınlık derinliklerinde gezdirir. Öyle ki, herkes kendini, ötelerin ışığıyla sarılmış ve sonsuza doğru kayıyor gibi hisseder, her an ayrı bir mârifet iklimiyle tanışır, her an ayrı bir ledünnî zevkin eşiğine kadar ulaşır.. ve şayet bu fikrî seyahatin şuurunda ise, her an ayrı bir irfan derinliğiyle başkalaşır ve bambaşka şeyler duyar ve yaşar.

Bu ülkenin gerçek sesi ve mûsıkîsi, günün hiçbir saatinde susmayan ve her vakit bir değişik buudda kendini hissettiren mâbedlerden, ibadetin o her zaman hissedilen ışıklarının büyüleyici mânâlarından ve aşk u şevkin gönüllerimizi hoplatan derinliklerinden gelir.

Mâbed bazen, en derin ve en mahrem fısıltılarıyla içlerimize inşirah salar ve ruhlarımızdaki ihtiyaçları, arzuları, hülyaları bir bir tatmin eder; herkesin his ve düşünce dünyasına göre mutlaka ona bir şeyler anlatır ve dikkatini çeker…

Mâbed bazen öyle derin bir lezzet ve iştiyakla duyulur ki, sanki onun o ışıktan ikliminde herkes ebedî yolculuğa azmediyormuş da, bir sırlı, bir bilinmez yol telâşıyla eli-ayağı dolaşıyor, heyecandan heyecana sürükleniyor gibi olur; olur da, yer yer dağınıklığa düşer, zaman zaman ciddîleşir, bir yakarışın inşirahıyla dopdolu, bir diğer yakarışın endişesiyle sapsarı.. kâh yeryüzünde mesafelerle savaşıyor gibi yol alır.. kâh göklerde zaman üstü keyfiyetlere ulaşır ve mesafelerin üstüne çıkar.. ama mutlaka, O’nu düşünür, O’nu sayıklar ve hep O’na ermenin yollarını arar.

Mâbed, her zaman değişik telden sesler verir ve hiçbir zaman bütün bütün sessizleşmez.. onun aydınlık ikliminde hemen her vakit gizli-açık bir mırıltı duyulur ama, herkes onu sezip anlayamaz. Bu mırıltılar bazen minare endamlı, bazen kubbe görkemli nağmeler hâlinde bütün ufkumuzu sarar, her yerde “tın tın” duyulur ve her bucak onun aks-i sadâsıyla inler. Bazen de, minarelerin şerefelerinden, mescitlerin mihrap ve minberlerinden yükselerek havada tatlı tatlı dalgalanır, dalgalanıp varacağı yere varır; sonra da yukarılardaki nemlerin çiy noktasına ulaşınca yağmurlaşıp yeryüzüne geri döndükleri gibi, onlarda değişerek, katlanarak, rahmet damlaları hâline gelerek başımıza boşalırlar.

Bazen bu sesler o kadar muammalaşır ve içimize öyle derin bir rikkat aşılar ki, insan bu seslerle âdeta ukbayı dinliyor ve ötelerle hasbıhâl ediyor gibi olur; olur ve yer yer ürperir, zaman zaman da sevinç naraları atası gelir.

Günde birkaç defa semtine uğradığımız veya çevresinden geçtiğimiz, geçerken de durup doya doya seyrettiğimiz mâbed, yukarılara el açmış yalvaran yakarış insanları gibi umumî edası, sekineye ermiş başı yerde, huşû soluklayan âbidler görünümündeki revakları, hiç durmadan sürekli günahlarına ağlayan muhasebe erleri endamındaki şadırvanları ve her zaman konup göçmeyi, inleyip pervaz etmeyi canlandıran kuşları ve kuşçuklarıyla, bizim için o kadar derin mânâlar ifade eder ve öylesine muhtevalı şeyler anlatır ki, onun bize anlattığı bu şeylerin çok azını bile, en büyük bir filozof ve eşyanın perde arkası sırlarına açık bir hakimden duyamayız.

Mâbeddeki bu güzellik ve mânânın, gözleri, gönülleri dolduran ve doyuran bir mûsıkî gibi ruhlarımıza nasıl nüfûz ettiğini anlamak için imana uyanmış olmak ve mâbedin kendine has şivesine de âşina bulunmak şarttır. Böyle olduğu takdirdedir ki, bu kutlu bina insana o kadar işler, o kadar tesir eder ki, ruhlarımız onun havasının, ikliminin, mânâsının sesi soluğu hâline gelir ve bu güzellik, muhteva, mânâ âbidesinin bağlı bulunduğu altın silsileden hangi halka ile karşılaşsa hep aynı şeyleri mırıldanır.

Mâbedler, en dâhiyane ellerden çıkmış resimler gibi öyle hislerle, mânâlarla taşkın mübarek mekânlardır ki, insan muhtevalarıyla onları seyredebilse kendini bir rüya ve hülya ülkesinin büyülü koridorlarında tenezzühe hazırlanıyormuş gibi görür ve üç kadem ötede ebedî vuslata erecekmişçesine adımlarını atar ve hep “şeb-i arûs” düşüncesiyle gezer-dolaşır, oturur-kalkar…

Mâbed, her yanıyla, ruhumuzun alışık olduğu bir nesneymiş gibi, bizim için her zaman hisli, içli, yumuşak ve mûnis olmuştur. Onun hariminde her defasında ayrı ayrı şeyler duymuş, ayrı ayrı şeyler hissetmiş ve ibadetlerimizle, zikr u fikrimizle bunları dile getirmeye çalışmışızdır.

Mâbedlerin hayat ve mâneviyat tüten iklimlerinde, bütün göklerin ve gökler ötesi ışık âlemlerin derinlik ve parıltıları ışıldar durur. Evet, oralarda, göklerden yeryüzüne inmiş gibi durmadan parıldayan.. ve şerefelerin çevresindeki kandillere, minareler arasındaki mahyalara ve caminin içindeki avizelere çarparak gelip gönüllerimize akan, aktıkça da hislerimize daha bir derinlik kazandıran bütün bir ukba âleminin cümbüşü mevcuttur.. ve bu mâbedde, arzuları gökyüzündeki yıldızlar kadar çok, ışığa uyanmış gönüllere öteden hep nurlar yağar…

Bütün muhteva ve mânâsı, imandan, düşünceden, duygudan, histen ve şiirden yoğrulmuş bu dünyada, insan, murakabe gibi engin sükûtlardan, kulaklara Cennet çağıltıları gibi gelip ulaşan seslerden, gözlere çarpıp duygulara akan ışıklardan buğu buğu ruhları saran mânâlara kadar her şeyde gece-gündüz devam eden, yaz-kış sürüp giden bir hülya lezzeti duyar.

Evet, ülkenin karanlıklara gömülüp gittiği dönemlerde bile mâbed o kendine has edası, o sırlı şivesi ve o lahut endamlı üslûbuyla hep kendi şiirini söylemeye devam etmişti. Herkes ve her şey daldığı uykulara daladursun, karanlıkların yine karanlıklarla boğuştuğu o dönemde mâbed, Ak Çağın hususiyetlerine bürünerek, en engin hisler ve en beliğ ifadelerle en derin mânâları seslendirmişti.

Mâbed, sesi-sükûtu, gölgesi-ışığı, maddesi ve mânâsıyla şimdiye kadar sessiz sessiz sinelerimize boşalttığı ilhamlarını bundan sonra da boşaltmaya devam edecek.. ve öyle inanıyoruz ki, bütün samimi gönüllere sinmiş bu ruh, bu şiir ve bu mânâ, ömürlerimizin ufûlüne kadar da kendine has renkleri ve ışıklarıyla yenilenip duracaktır.

-+=
Scroll to Top