MAĞDURİYET VE MAZLUMİYETLER ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME
Soru: İslam dünyasının pek çok yerinde mazlumiyet ve mağduriyetler yaşanıyor. Bütün bunlar bize ne ifade ediyor, mevcut tablo karşısında yapılması gerekenler nelerdir?
Cevap: Günümüzde İslam dünyasının farklı yerlerinde farklı seviyelerde de olsa mazlumiyet ve mağduriyetlerin, tagallüp ve tasallutların, tahakküm ve mahkûmiyetlerin yaşandığı muhakkak. Bu yeni değil, belki son iki üç asırdır devam edegelen bir problem. Hususiyle son bir asrı aşkın zamandır İslam dünyasının dört bir yandan işgal altında olduğu söylenebilir. Belki sömürgecilik adı altında başlayan açık işgaller bitti. Fakat bunları örtük işgaller takip etti ki bunlar, öncekilerden daha tehlikeliydi. İşgalci güçler, Müslümanları kendi hâllerine bırakmadılar. İşgal ettikleri ülkelerde okullar açarak, farklı türden projeler yürüterek kendi düşüncelerinin temsilcisi olabilecek kimseler yetiştirdiler. Bunları o ülkelerin aydınları olarak öne çıkardılar. Yönetimde, ekonomide, bürokraside, medyada vs. en hayatî konumlara onları yerleştirdiler. Kritik vazifeleri, stratejik makamları onlara teslim ettiler. Kısacası koca bir İslam coğrafyasında yer alan bütün devletlerin başına bildikleri, güvendikleri insanları getirdiler ve ülkelerin kaderine onlarla hükmettiler.
Burada bir parantez açmak istiyorum: İslam dünyası tabiriyle ilgili mülahazalarımı farklı vesilelerle daha önce arz etmiştim. Bana göre günümüzde İslam dünyası diye bir dünya yok. Müslümanların genel ahvaline bakınca, organize olmuş, bir gaye-i hayale kilitlenmiş, derli toplu bir görüntü arz eden, güzel projelere imza atan, yaptığı şeyler yapacağı şeylerin referansı olan, ufku açık, idealist insanlardan oluşan topluluklar göremiyoruz. İslam coğrafyasının insanları, sanki derbederliğe ve perişanlığa, mazlumiyet ve mağduriyetlere razıymış gibi bir hâl içerisinde. Maruz kalınan mazlumiyet ve mağduriyetleri dahi lehimize olacak şekilde değerlendiremiyoruz. Dolayısıyla böyle bir dünyayı İslam’a izafe ederek “İslam dünyası” demenin İslam’a karşı saygısızlık olacağından endişe ediyorum.
Yaşanan bunca acının ve duyulan iniltilerin bir uyanışa vesile olması ümit edilirdi. Yaşanan mağduriyet ve mazlumiyetlerin heyecanları uyandırması, iradeleri bilemesi, kendi değerlerimize dönme düşüncesini tetiklemesi, doğru yolu bulma noktasında bizim için bir ibre vazifesi görmesi beklenirdi. Bu olsaydı her şeye rağmen kazançlı çıktığımız dahi söylenebilirdi. Zira bugün ‘bir’i verip yarın ‘on’u kazanan kimse kaybetmiş sayılmaz. Bazen yaşanan belalar ve musibetler hâl diliyle bizlere, “Emeklediğiniz yeter, kendinize gelin ve doğrulun artık!” der. Halk arasında yaygın olan şekliyle ifade edecek olursak bazen bir musibet bin nasihatten iyidir. Yani musibetlerin verdiği mesajı doğru okuyup durumdan vazife çıkarabilen bir insan kaybetmiş sayılmaz.
Yaşadığımız bu acı tecrübelerden yola çıkarak bundan sonra elde etmemiz gerekli olan şeyleri doğru tespit ve teşhis edebilmeliyiz. Şimdiye kadar çalmadık kapı, arkasından koşmadık Mehlika Sultan bırakmadık. Gel gör ki her seferinde elimiz boş geri döndük. Aradığımız şeylerin hiçbirini bulamadık. Sürekli başkalarının metotlarıyla, pusulalarıyla hedefe ulaşmaya çalıştığımız için hep yolumuz sarpa sardı. Aslında bütün bunlar hâl diliyle bize, “Başka vadilerde dolaştığınız yeter artık. Oralarda aradığınızı bulamadınız. Yeniden kendi dininize, kendi kültür kaynaklarınıza dönün. Aradığınızı orada bulacaksınız.” diyordu. Kısacası, bugüne kadar yaşadığımız kayıplar, kendi değerlerimizden uzaklaşmaktan oldu. Bunu telafi etmenin öncelikli yolu da yeniden öz değerlerimize dönmek olacaktır.
Öte yandan, yaşanan sıkıntı ve bunalımları kendi derinliğiyle görebilirsek bu, bizde ızdırâr hâli (dara düşme) oluşturacaktır. Dara düşen ve bunun farkında olan insan, o durumdan kurtulmak için çırpınmaya başlar. Hele iman sahibi ise hiçbir durumda olmadığı ölçüde Rabbine yakarışa geçer. İşte bu ızdırâr hâliyle Allah’a yönelebilir, bütün gönlümüzle O’na teveccüh edebilirsek yine kazanma kuşağına girmiş oluruz. Yeniden Mabûd-u bi’l-Hak ve Maksûd-u bi’l-İstihkak’a dönmek suretiyle mabetsiz ve mabutsuz dolaşmaktan kurtulmuş oluruz. Sebeplerin külliyen sukût ettiği, kendimizi bütünüyle çaresiz hissettiğimiz demlerde daha bir gönülden Çaresizler Çaresi’ne yönelir, içimizi O’na şerh eder ve yardımı da yalnız O’ndan bekleriz.
Mağduriyet ve mazlumiyetler bizde bu gibi düşünceleri tetiklemiş ve bizi bu yönde harekete geçirmiş olsaydı, bugüne kadar onları kendi lehimize olmak üzere değerlendirmiş olurduk. Fakat ne yazık ki ezilmeler, baskılar, zulümler Müslümanlarda yer yer şiddet ve radikalizmi tetikledi. Bizdeki ezilme hissini suiistimal etmek isteyen bazı çevreler de buna destek verdi. Dolayısıyla dinde caiz olup olmadığına bakmadan, bunlarla doğru hedefe ulaşıp ulaşılamayacağı hesap edilmeden bir kısım terör örgütleri, canlı bombalar ortaya çıktı. Hâlbuki bütün bunlar, var olan mazlumiyet ve mağduriyetlerin hem de artarak devam etmesinden başka bir işe yaramadı, yaramazdı da. Çünkü yanlış yol ve yöntemlerle doğru hedeflere varılamayacağı âşikârdır.
Bu itibarladır ki içinde bulunduğumuz krizden çıkma, yaşadığımız kimlik problemini aşma, yeniden derlenip toparlanma adına nasıl bir yol ve strateji izlenmesi gerektiği üzerinde hassasiyetle durulmalıdır. Bu konuda doğru mücadele yöntemi tespit edilemez, Müslümanların güç ve enerjisi doğru istikamete yönlendirilemezse atılan adımlar maksadın aksiyle netice verebilir. Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin önümüze açtığı yol fevkalade önemlidir. O, iman mevzuunu merkeze almış, müspet harekete vurgu yapmış, maddi kılıcın kınına girdiğini vurgulamış ve medenilere galebenin ancak ikna ile olacağı üzerinde durmuştur.
Evet, bu konuda yapılması gereken öncelikli şey, teker teker fertlerin iman mevzuunda tam donanımlı hâle getirilmesidir. Allah’a gönülden inanıp bağlanan insanlar, imanlarının telkin ettiği esaslara göre hareket edeceklerdir. Onların her biri birer emniyet insanı hâline gelecek ve çevrelerine güven vaadedecektir. Onlar kimsenin piyonu olmayacak, kendi duygu ve düşüncelerine ters fikirlere prim vermeyecek, başkalarının emellerine hizmet etmeyeceklerdir. Basiretli hareket edecek ve kimsenin oyununa gelmeyeceklerdir. Düşmanlığa kilitlenmiş çevrelerle mücadele edeceklerse bu mücadeleyi de yine dinin belirlediği çerçevede sürdüreceklerdir. Ne ölmeyi ne de öldürmeyi düşünecek; bilakis yaşatmaya, yaşatmak için yaşamaya kilitleneceklerdir.
Dinimizde yaşamak ve yaşatmak esastır. Ölmenin bizatihi kendisi marifet değildir. Savaşta bile ölmek için ölünmez. Bilakis asıl olan; dinin, canın, malın, ırzın, aklın korunmasıdır; İslam kalesinin ayakta tutulmasıdır. Ancak bunları koruma yolunda ölüm karşımıza çıktığında da gözümüzü budaktan sakınmayız. İşte o durumda ölmek bir değer ifade eder. Dünyanın bir yerinde umumi bir diriliş olacaksa bin canımız olsa hepsini vermeye âmâdeyiz. Gerçek mümin, bir kişinin Cennet’e girmesi için elli defa ölüme razı olan insandır. Fakat doğrudan ölümü hedefleme de bazen işin kolayına kaçma olabilir. Asıl olan, yaşatma düşüncesiyle her gün ölüp ölüp dirilmektir. İnsan, Allah’ın kendisine bahşettiği imkânları da hayatı da öyle rantabl değerlendirmelidir ki onlara gerçek kıymetini kazandırabilsin, onları ucuza satmasın. Onunla üzerine güneşin doğup battığı her şeyden hayırlı olan gaye-i hayali gerçekleştirsin.
İmanda kemale ulaşmayan, din adına yeterli donanıma sahip olmayan, bir gaye-i hayale kilitlenmeyen, içinde yaşadığı dünyayı tanımayan, âdâb ü erkân bilmeyen, mukavemet gücü zayıf, hazırcı ve bomboş insanlarla kaybettiğimiz itibarımızı geri kazanmamız mümkün değildir. İşte bu sebepledir ki içinde bulunduğumuz mazlumiyet ve mağduriyetler devam edip gidiyor ve onları kendi lehimize de değerlendiremiyoruz. Şurada burada yapılan müspet mânâda işler olsa da gereken ölçüde bir aksiyon alamadığımız ortadadır. İçinde bulunduğumuz içler acısı durumu iyiye çevirmenin yolu; sağlam iman ve müstakim düşüncenin yanı sıra azimli, kararlı, sürekli ve itidalli aksiyondur.