“Malınızla, canınızla cihad ediniz.” buyruluyor. Hâlbuki biz imkânlarımız nispetinde veremiyoruz. Bunun sebebi nedir?
Kur’ân’da, Allah Teâlâ “Malınızla, canınızla cihad edin.”1 diye pek çok yerde emir buyuruyor. Evet, Kur’ân’da şahsî hayatımızın tekâmülü, ailevî hayatımızın Müslümanca teminat altında olması, cemiyet içinde dinî hayatın üfül üfül esip durması ve bulunduğumuz memlekette İslâm ahlâkının ve ihsan şuurunun fertlere kendi boyasını çalması mevzuunda açık kapalı pek çok emir mevcuttur.
Esasen böyle bir ruh ve şuur hâkim olmadıktan sonra insanın beş başı mamur bir Müslüman olması, Müslüman kalması, Müslümanlığı yaşaması mümkün değildir desek, mübalâğa yapmış olmayız. Bilhassa günümüzde İslâmî hayat çok fena darbelenmiş ve âdeta onun her müessesesi temelinden sarsılmış gibidir… Oysaki İslâm içtimaiyatçıları, gerçek bir Müslümanlığın ancak İslâmî esasların demokratik çerçevede serbest yaşandığı bir toplum içinde mümkün olabileceği hususunda ittifak hâlindedirler. Çarşı ticaret ahlâkına ve ihsan şuuruna göre tanzim edilmemişse, pazar hak ve adalet anlayışına uygun değilse; insanlığı, insanlığa yükseltme müesseseleri sayılan maarif yuvaları, aynı duygu ve düşüncede elinizden tutmuyor, bir Hızır gibi daima gideceğiniz yolda önünüzde yürümüyor ve sonsuzluk yolunda size ışık olmuyorsa, birkaç adım yürüseniz bile bir yerde takılır kalır, bir yerde düşer, bir yerde sürçer, bir yerde ahlâk ve fazilet adına çok tavizler verirsiniz.. ve neticede beş başı mamur Müslüman olarak yaşamaya muvaffak olamazsınız. Çünkü bir yerde toplum önünüzü keser, bir yerde sokak önünüzü keser. Hepsinden fenası da bir yerde öğretilen yanlış şeyler ve eğitimdeki yanlışlıklar dev gibi, ejderha gibi önünüzü keser. Binaenaleyh, Müslümanca yaşamanın yolu, ancak, müeyyidâtın kemal-i ciddiyetle ele alınması ile mümkün olacaktır.
Müeyyide; dinin anlatılması, insanların vicdanlarının uyarılması, insanın bu dünyada bir yolcu ve burasının da uğrayacağı çok yerlerden sadece bir yer olduğunu; onun için de, buraya geldiği gibi buradan da esas yurduna gideceğinin kendisine hatırlatılmasıdır. Evet, müeyyide olarak bu hatırlatma işinin yapılması lâzımdır ki, insan, diğer bir müeyyide olan malıyla, canıyla cihad vazifesini eda edebilsin.
Bu işe teşne gönüller için, bu mevzuda söylenecek her şey fazladandır. Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu olarak diyebiliriz ki, bugün İslâmiyet’e hizmet eden öyle fedakâr Müslümanlar var -hüsnü zannımıza verilsin- bunların sahabenin arkasında yerlerini alabilecekleri her zaman söylenebilir… Cenâb-ı Hakk’ın bu nimet ve ihsanını yâd eder, minnet ve şükranla O’nun huzur-u kibriyasında iki büklüm oluruz. Çünkü çok kurak bir dönemde; evet, zeminimizin hiçbir şey bitirmediği, semamızın bir damla yağmur vermediği bir dönemde Cenâb-ı Hak bu kadar hiss-i semahatle coşmuş, dinimize ve milletimize hizmet etme aşkıyla gerilmiş mü’minleri, yeniden İslâm’a ve Kur’ân’a bağışladı.. ve milletimizin ayağındaki zincirleri kırdı, haristanımızı yeniden bir bağistana, bir bostana ve âdeta bir cennete çevirdi -O’na binlerce hamd ve senâ olsun!-
Umumiyet itibarıyla, sinesi bu mevzuda coşmuş ve ciddî gerilime geçmiş, samimî vicdanların sorduğu bu sorunun altındaki maksat -hissettiğim kadarıyla- şu olsa gerek: Acaba mâşerî vicdanda, malla ve canla dine ve milletimize hizmet etme duygu ve düşüncesini nasıl uyarabiliriz? Nasıl uyarabiliriz ki, geçmekle mükellef olduğumuz zaman tünelini, biraz daha hızlı aşalım. Hariçte ve dahilde Müslüman’ın her hâlini gözetleyen ve kontrol eden, onun her müsbet davranışını engellemek isteyen, Kur’ân-ı Kerim’in خَۤائِنَةَ الْأَعْيُنِ “Hain gözler”2 dediği kem gözlerin nazarı değmeden, aşılması gerekli olan sarp tepeler aşılsın, geçilmesi gereken tehlikeli yerler ve kandan, irinden deryalar da geçilmiş olsun. Yoksa ifsada kilitli ruhlar, bin bir mânia arasında yürüyen Müslümanların karşısına bütün güçleriyle çıktığı zaman, inanan insanlar şimdi bir senede aşabildikleri yeri, belki o zaman on senede ancak aşabileceklerdir.
İşte bu noktadan, Müslümanların meseleyi daha hızlıca ele almaları icap etmektedir. Diyelim ki, şimdi ellerindeki imkânlarla neslimize hizmet verecek bir irfan yuvasını bir senede dikebiliyor, ihya edebiliyorlarsa, kendilerini biraz daha sıkıp bir senede iki tane ihya etmelidirler. İhya etmeleri lâzımdır; çünkü, onlar böyle yapmakla yarınları, daha sonraki nesiller de kendilerinden sonraki devirleri ihya etmiş olacaklardır. Eğer bugün, bugünün insanına düşen vazife bihakkın yapılmazsa, yarın bizim şu andaki imkânlarımızın çok daha fazlasına sahip olunsa bile yine hiçbir şey yapılamayacaktır. Zira, yarın karşımıza daha güçlü engeller, daha kuvvetli mânialar çıkabilir ki, bugünkü imkânlarla, onları aşmamız mümkün değildir.
Bu itibarla, sahabe-i kiramın kendilerinden sonra 30 sene içinde fethedip Resûlullah’ın zimamdarlığına teslim ettikleri bir dünya, kemmî ve keyfî buudlarıyla kendilerinden sonra gelen Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılarınkine hemen hemen denktir. İsterseniz dünya haritalarına bir bakıverin. Bu kadar geniş bir saha dört büyük halife döneminde elde edilmiştir ki, izah etmek mümkün değildir. Hatta denebilir ki, hayret edilen bu noktaya ta seyyidina Hz. Osman döneminde ulaşılmıştır. Bu, meselenin bir yönüdür. İkinci yön olarak şunlar ifade edilebilir:
Bu fetihler zâhirî bir istibdat ve zorbalık ile elde edilmiş değildir. Bu fütuhat esnasında kat’iyen kalblere ve vicdanlara baskı yapılmamıştır. Bilakis kalblerin teshîri, İslâm’ın gönüllere sevdirilmesi, akılların emre âmâde kılınması şeklinde olmuştur. Dolayısıyla da sahabilerin gittikleri yerlerde Müslümanlık âdeta çığ gibi gelişmiş ve bu gelişmeyi bir kültür, bir ilim ve irfan devri takip etmiştir. O gün yapılanlar hâlâ dünyayı hayran bırakmaktadır. Diyeceksiniz ki, bıraksa ne olur, bırakmasa ne olur; ama bu bir fazilettir ve düşman dahi bu fazileti itiraf etmektedir.
Evet, dünyayı hayran bırakacak bir ufka, bir noktaya, bir kuşağa ulaştırdıkları kültür ve medeniyet eserleri ve İslâmiyet’i iyi temsil etmeleri insanları cezbetmiş ve Müslümanlaştırmada da rol oynamıştır. Bugün dahi oralarda Müslümanlık hesabına bir kaynaşma varsa, onların o mübarek, nurlu, bereketli, ihlâslı elleriyle atılan tohumların neticesidir. Bence bu mesele çok önemlidir.
Evet, sahabilerin bu samimiyetleri karşısında insanın hayranlık duymaması mümkün değildir. Onlar, mal ve can adına her şeyin feda edilmesi gerekli olan zamanı çok iyi ayarladılar. Meselâ, bir gün kendilerine “Mekke’den dışarıya çıkın!” dendiğinde, arkalarında ağlayan çocukları, meleyen koyunları, böğüren sığırları vardı. Arkalarına dönüp bakmadan, İbrahimî bir ruhla, Halilî bir anlayışla çocuklarını, hanımlarını bırakıp gittiler. Eğer Hz. Ebû Bekir’e: “Niçin arkana dönüp bakmadın?” diye sorsalardı, “Bir insanım, Âişe’nin; ‘Baba, baba!’ diye yalvarışlarına dayanamaz ve ihtimal ki, kalbî alâka duyardım.. duyardım da bana denirdi ki ‘Yâ Ebâ Bekir, bir kalbte iki muhabbet olmaz!’ Ben de al birini, diyebilirdim.” derdi.
Bu ruhla hiç tereddüt etmeden, zamanı çok güzel ayarladılar ve o gün için her şeyin feda edilmesi gerektiğinden dolayı, gerekeni yaptılar. Daha sonra, o zaman feda ettikleri şeyler, maddî ve mânevî olarak, kat kat Allah tarafından kendilerine ihsan edildi. Mü’min, Mekke’de servetini bırakmıştı ama, Medine’de Allah üç-beş sene içinde bıraktıklarının kat katını ona verdi…
Evet, meselâ Mekke’de Efendimiz’in kerime-i muhteremesi olan Rukiye Validemiz’i dahi bırakıp ayrılan Hz. Osman, Medine’ye gittikten sonra o kadar zengin olmuştu ki, “Ceyşü’l-usre” dediğimiz, Tebük’e giden orduyu techiz etme mevzuunda, 300 deveyi yüküyle beraber vermişti. Belki aklımız, kısa zaman içinde bu servetin nasıl kazanıldığını almayabilir ama Allah, Mekke’de bıraktıkları her şeyi Medine’de âdeta “Kim bir hasene ile gelirse, karşılığını Allah on kat verir.”3 sırrıyla buldular. Aslında bu, geri verişin en asgarisidir. Yoksa Allah yüz verir, bin verir… Evet onlar, mevsiminde verilmesi gerekli olan şeyi çok iyi verdiler ve Allah tarafından birkaç katını elde ettiler. Bugün de “Siz Allah için verin, eğer Allah on kat vermezse ben vereceğim.” diyen fedakâr mü’minler mevcuttur.
Eğer Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer efendilerimizin dünyaya az buçuk meyilleri olsaydı, daha sonra, dünyanın en zengin insanları olurlardı ama, Efendimiz’in yolunda, O’ndan ayrılmak istemediler. Bir ellerine geçeni öbür elleriyle hemen tasaddukta bulundular. Böylece, gelen gitti. Yoksa Abdurrahman b. Avf gibi kimseler diyorlardı ki: “Biz servetimizin sayısını bilmiyoruz.”
Meselâ, Hz. Enes gibi fakir, Efendimiz’in kapısında büyümüş, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasına mazhar olmuş ve bir mevsimde Efendimiz’e hizmet etmiş -zayıf bir rivayette doğrudan doğruya annesi Ümmü Süleym tarafından “Yâ Resûlallah! Herkes sana armağanla geldi, benim verecek bir şeyim yoktur, ben de Enes’i sana armağan ediyorum. Lütfen kabul buyurun.” denilerek- on yaşında Efendimiz’in hizmetine takdim edilmiş bu insan, halifeler döneminde zenginler arasında sayılıyordu. Efendimiz dar-ı fenâya gözlerini kapadığı zaman Hz. Enes yirmi yaşındaydı. Bu şanlı sahabi gün gelip şöyle diyecekti: “Çocuğumun çocuğunun çocuklarını gördüm. Belki torunlarımdan elimle gömdüklerimin sayısı yüzü aşkındır. Servetime gelince, ne koyunlarımın hesabını biliyorum, ne de başka varlığımın.”4 Demek ki, Enes o kadar Allah’ın lütfuna mazhar olmuştu.
Bütün bunlar mallarını ve canlarını vermeleri gerekli olan mevsimde vermiş, mevsimi gelince de, dünyevî ve uhrevî semerelerini dermişlerdi.
Nasıl bahar mevsiminde toprağın bağrına tohumlar atılır.. kilerde, ambarda ne varsa hepsi toprağa emanet edilir.. ve sonra toprak daneyi başak veya başaklar hâline getirir ve iade eder. Öyle de insan, bütünüyle toprağa dökülmeli, bütünüyle tohum hâline gelmeli ve onun vefalı bağrına kendini salıvermelidir. Böyle olduğu takdirde göreceğiz ki, her bir tohum, mevsimi gelince beşer onar başakla karşımıza çıkacak ve Kur’ân’ın ifade ettiği gibi ve belki de yetmiş dâne ile arz-ı endam edecektir.
Evet, o gün Allah’ın verdiği karşısında herkes şaşkınlığa düşecek ve o tohumu ekenler dahi hayret ve hayranlık içinde kalacaktır. Bazıları da bu bereket ve kilerlerin, ambarların dolması karşısında gayz içinde yutkunacaktır ve لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ5 sırrı zuhur edecektir. Öyleyse, “Şimdi, bahar mevsimidir.” deyip döküleceksiniz, vereceksiniz, “Ben şu kadar verdim yetmez mi?” demeyeceksiniz. İlle de sizin önünüzü almak için bir tadil bahis mevzuu ise, tadil eden insanlar önünüzü almalı ve “Hayır o kadar ileri gitmeyin!” demeli. Şimdi o kadar infak etmeyin ki, ileride infak edeceğiniz anlar gelecektir. Eğer yarınlara ait infak mülâhazası olmasaydı, size, “Bugün her şeyinizi harcayın!” denilebilirdi.
Pekâlâ, “Yarın ne olacak?” meselesine gelince. Yarın, Allah’ın taahhüdü altındadır. İşte Halîlâne bir ruhla, yani nasıl Halil İbrahim (aleyhisselâm) evlâdına, zevcesine arkasını dönüp gitmiş ve geriye dönüp bakmamışsa.. bize de öyle yapmak yaraşır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Eğer Allah için ashab içinde birisini dost edin denseydi, ben Ebû Bekir’i dost edinirdim. Ama Allah benim için Kendisi’nden başkasının dostluğuna razı değil.”6
İşte Hz. Ebû Bekir de öyle bir dostluk mevkiini ihraz etmiş ve İbrahim (aleyhisselâm) “Halilürrahmân” olduğu gibi, o da “Halilürrasûl” olmuştu. Efendimiz sormuş: “Ebû Bekir! Çoluk çocuğuna bir şey bırakmadın mı?” Sıddîkiyete yakışır bir eda ile cevap vermişti: “Onları Allah’a bıraktım!”
Evet Sıddîk-i Ekber’in bu tavrı haddizatında zamanı çok iyi değerlendirmenin ifadesidir. وَجَاهِدُوا بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنْفُسِكُمْ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ7 âyetinden anladığımız da, mevsimin çok iyi değerlendirilmesidir. Bu yüce anlayışın bugün çokları tarafından çok iyi değerlendirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Evet, eğer, bugünkü mü’minlerin civanmertliklerini destanlaştırmak için Firdevsî’nin Şehnamesi gibi dâsitânî bir havada bir destan yazılacaksa, o destan altmış bin beyitlik değil, altmış milyon beyitlik bir destan olarak yazılmalıdır. Bu asırda böyle civanmert davranışlara karşı kadirşinaslığın ifadesi de ancak bu olabilir. Rabbim semahat hissiyle coşmuş ve gerilmiş mü’minlerin cömertliklerini kat kat arttırsın.
Günümüzün insanı bu işin baharını yaşıyor ve baharda açan çiçeklerin arasında bulunuyor. Bu, inanan gönüller için beklenilen bir mevsimdir. Bu devrin mü’minleri, her yerde vatan ve millet yolunda kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla eda etmelidirler. Onlar, iman ve ümit tohumlarını 60-70 sene önce saçıp giden büyük ruh ve yüce kametin etrafında pervaz edip durdukça her hâlde o da olduğu yerde bütün bunları hissedecek ve belki de: “İşte şimdi bahar hediyeleriyle kapıma geldiler.. ben de, senelerce evvel kendilerine vaadettiğim, ‘Henîen leküm’ sadasıyla onları karşılıyorum” diyecektir.
Evet, zannediyorum şimdi manzara ve durum budur. Ama milletimizi aydın bir geleceğe taşıyacak hayırlı faaliyetlerin hızlandırılması seviyesini, böyle bir fedakârlık ve civanmertliğin, Cenâb-ı Kibriya’nın huzurunda nasıl kabule karîn olduğunu, Hz. Cenâb-ı Resûlullah’ın huzurunda nasıl hora geçeceğini ve bu çığırı açan, bu mevzuda bize ışık tutan ve en karanlık dönemde ışık insanlar yetiştiren büyük dimağların nasıl hoşlarına gideceğini, nasıl memnun ve mesrur olacaklarını; ruhanîler âleminde bu işin nasıl karşılanacağını ben kendi idrak ve istidadımla ifade etme gücünde değilim. Onu sizin yüksek tasavvurlarınıza, idraklerinize havale ediyorum…
Bu meselenin diğer bir yanı da, âyet-i kerimede ifade edilen, malımızla, canımızla nasıl mücadele edeceğimiz hususudur. Bu da her şeyden evvel yine, inanca bağlı bir şeydir. Çünkü çiftçiler eğer saçtıkları tohumların toprağın altında çürümeyeceğine inanıyorlarsa, ellerindeki bütün tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına döker, saçar; sonra da beklemeye dururlar. Eğer bahçıvanlar diktikleri fidelerin ve fidanların hepsinin tutacağına inanıyorlarsa, hiç durmadan ellerindeki fidanların bir tanesini dahi ihmal etmeden, hepsini toprağın bağrına gömmeye çalışırlar. Elinde yumurtaları ve civciv makinesi olan kimseler de, ellerindeki yumurtaların boş yere kokuşmaması ve çürümemesi için, hepsini ya o kuluçka makinesine kor veya bir kuluçka hayvanının altına yerleştirir. Ama dediğimiz kişilerin inancı bu seviyede değilse.. bazı tohumların çürüyeceğinden endişe ediyor; bazı yumurtalardan civciv çıkmayacağı kanaatini taşıyor veya o mevsimi, tam tohum atma mevsimi olarak görmüyorlarsa, elbetteki böyleleri, bütün tohumu kullanmayacak ve geriye bir şeyler bırakacak, kenz yapacak hatta torunlarına bile bir şeyler bırakmayı hedefleyip bu mevzuda civanmerdâne davranamayacak ve vicdanlarında böyle mânevî bir gerilim ve heyecanı duyamayacaklardır…
Bu bakımdan, diyebiliriz ki, Allah yolunda dökülüp saçılma, Allah’a çok iyi inanmaya bağlıdır. Şu anda, mevcudiyetimize inandığımız kadar, O’nun mevcudiyetine inanma ve O’nun uğrunda, şu anda yaptığımız her şeyin kat kat ve muzaaf şekliyle dal budak salmış, çiçek açmış, meyve vermiş hüviyette, öbür âlem hesabına çalışan bir çark olduğuna.. hadisin beyanıyla اَلدُّنْيَا مَزْرَعَةُ الْاٰخِرَةِ8 dünyanın tamamen ahiretin bir tohum yeri, bir tarlası, bir ekin yeri, bir bağı, bir bahçesi olduğuna inanmamıza bağlıdır.
Evet, kim ne kadar inanıyorsa o kadar gerilime geçecek, o kadar açılacak, o kadar saçılacak, o kadar toprağın bağrına tohum dökecektir. Müslümanların şu ana kadar gösterdikleri cömertlik, izhar ettikleri hiss-i semahat bize, bu mevzuda daha büyük şeyler yapabilecekleri fikrini vermektedir. Bildiğiniz gibi Muhbir-i Sâdık’ın gelecek hakkında bişaretleri ve müjdeleri var. Onlara mazhar olmaya çalışalım ve öyle davranalım ki, gökten bakanlar, desinler: “Yâ Resûlallah! Acaba bunlar, onlar mıdır?” Melekler de sorsunlar, “Bunlar onlar mıdır?” Evet, dine ve millete hizmet edenler ne kadar gerilir, ne kadar açılır, ne kadar koşar, ne kadar küheylanlar gibi şahlanırlarsa, gelecekte varılması arzulanan aydın ve engin ufuklara o kadar hızlı, o kadar derli toplu ve o kadar avantajlı olarak ulaşacaklardır.
1 Bkz.: Enfâl sûresi, 8/72; Tevbe sûresi, 9/41; Saf sûresi, 61/11.
2 Mü’min sûresi, 40/19.
3 En’âm sûresi, 6/160.
4 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/248, 25/123; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ 7/19.
5 Fetih sûresi, 48/29.
6 Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 45; Müslim, fezâilü’s-sahabe 2, 3, 6.
7 “Allah yolunda malınızla, canınızla cihad edin.” (Tevbe sûresi, 9/41)
8 Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/495.