MATERYALİST ZİHNİYET KARŞISINDA İSLÂM

Soru: Materyalist bir zihniyetle şekillenen –hususiyle günümüz Batı insanına– metafizik yanı daha ağır basan İslâm gerçeğini nasıl bir üslûpla anlatabiliriz?

Fizik âlemi, metafizik âlemin üzerine çekilmiş tenteneli bir perdedir. Fizik âlemine endeksli nazarların, bu tenteneli perdenin arkasını müşâhede etmeleri çok zor, hatta imkânsızdır. Evet, bizim içinde bulunduğumuz bu âlem, mülk âlemidir, ancak bu âlemden melekût âlemine aralanmış bir kısım kapılar da vardır. Ne var ki, bu kapı aralıklarından, o kapıların arkasını, eşyanın verâsını ve öteleri müşâhede edebilmek için de basirete ihtiyaç vardır. Her şeyi madde âlemine münhasır görüp, mânâ âlemine karşı kapalı olan tali’sizler, eşya ve hâdiselerin dış yüzüne takılıp kalır da iki adım ötesini göremezler.

Bugün bu türlü mânevî körlüğü materyalistler temsil etmektedirler. Bütün materyalistler, dolayısıyla da körler her şeyi maddede arar ve fizikî dünyada çözmeye çalışırlar. Pozitif ilimlere esas teşkil edebilecek yollara veya tespit ettikleri verilere “var” derler de, onun dışında tecrübî ilimlerin sahasına girmeyen şeyleri aslâ kabul etmezler.

Böyle bir durum daha çok Batılılar için söz konusudur. Şunu da açıkça ifade etmeliyim ki, bugün Batı’da fiziğin yanında metafiziğe açık birçok insan vardır. Nitekim ruhtan maddenin meydana gelmesini kabul etmeyen materyalistlerin –şayet Batılıların anladığı mânâda pozitif insanlarsa– Hz. Mesih’i kabul etmeleri de mümkün değildir. Çünkü Hz. Mesih, babasız olarak dünyaya gelmiştir. Bu sebeple Batı’da, sayıları az da olsa madde âlemini her şey kabul etmeyen dünya kadar düşünür ve ilim adamının mevcudiyeti de söz konusudur.

Evet, Batı bir dönemde, neseb-i gayr-i sahih bir sistem sayılan komünizm ve sosyalizmi daha sonra ise maddeyi esas alarak kapitalizmi kabul edip göklere çıkarmıştı. Öyle ki, iktisadî, içtimaî ve idarî hayatının esaslarını tamamen bu materyalist düşünce üzerine bina ediyor ve ona göre örgülüyordu. Bu açıdan da, Marks’ın nokta-i nazarıyla, bugünkü Batı dünyasının düşünür ve bilim adamları arasında esasta bir fark yoktur. Bunlara göre her şey, ağız, yemek borusu ve bağırsaklar arasında cereyan edip durmakta ve daha başka bir mânâ da ifade etmemektedir. Madde esas alındığından ötürü materyalist düşünce onların duygu, düşünce ve fikir hayatlarına, hatta dinî hayatlarına da tesir etmiştir. Öyle ki onların dinî dünyalarında dahi ahirete ait meseleleri bulmak çok zor, hatta imkânsızdır.

Bu sebeple, materyalizme kilitlenmiş gönüllere, büyük ölçüde mâneviyata dayanan, mâneviyat kaynaklı ve mâneviyat buudlu hakikatleri anlatmak bir hayli zordur. Nitekim Hz. Mesih ve havarileri de Batı’ya Hristiyanlığı anlatırken çok zorlanmışlardır. Dahası bütün azizler, bazı dönemlerde hak ve hakikat adına bir şeyler anlatsalar da, netice itibarıyla birçok açıdan materyalizm ve Roma putperestliği karşısında yenik düşmüşlerdir.

İnsan, bazı önemli yerleri gezerken bu gerçeği bizzat müşâhede edebilir. Fakir, bir yerdeki müşâhedelerim karşısında şöyle demiştim: “Hristiyanlık buraları fethetmeye gelmiş ama, belli ölçüde mağlup toplumun düşünce tarzına yenik düşmüş.” Çünkü görülen manzara, aynı zamanda bir duygu, düşünce, mantık ve felsefeyi anlatmaktaydı. Zira yüreğinde aşk ve heyecan duyan herkes, bir maddeye sığınmış, ruhundaki derinliklerini ve heyecanlarını da bununla ifade etmeye çalışmış.

İşte bu durum bize Batı’nın körkütük maddenin esiri olduğunu göstermektedir. Bu açıdan nebi mesajı havari vasıtasıyla gitmiş, ancak materyalizm dalgakıranına çarparak kırılmış ve asıl hüviyetini kaybetmiştir. Zaten daha sonraki değişim ve dönüşümlerle her şey daha bir belirginleşmiştir.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, duygu ve düşünceleri materyalizm potasında yoğrulmuş ruhlara İslâm’ı anlatmak kolay olmasa gerek. Vâkıa onlara, peygamber mantığı diyebileceğimiz üslûpla birtakım hakikatler anlatmak mümkündür ama, bütün bunlarla belli bir seviye kat edilse de –kanaat-i âcizanemce– Batılı’ya hak ve hakikatleri ulaştırmada kullanılması gereken dil, kâlden ziyade Müslüman’ın hâl dili olmalıdır. Bugün Kur’ân ve Sünnet’in mantıkî yapısına dair elimizde birçok eser mevcuttur, ama şu bir gerçek ki, Müslüman olan Batılıların Müslümanlıklarının arkasında, mantıkî yollarla izah ve çözümlerden daha ziyade İslâm’ın ruhî hayatının iyi temsil edilmesi yatmaktadır.

Bu insanlar, Muhyiddin İbn Arabî, Mevlâna ve Yunus Emre gibi İslâmî duygu ve düşünceyi pratiğe döken hâl insanlarının diriltici ikliminde öbek öbek İslâm’ın nur halkasına dehalet etmektedirler. Evet, Batılıların İslâm’a koşmalarının arkasında pozitif ilimlerin ve rasyonalizmin dilinden daha güçlü ve tesirli bir beyan vardır ki, o da, İslâm’ın temsil yoluyla seslendirilen hâl besteli, Kur’ân ve Sünnet güfteli ruhî hayatıdır.

Burada Asr-ı Saadet’ten bir tablo ile mevzuu müşahhaslaştırmak yararlı olacak. Mekke döneminde müşriklerin, Müslümanları hâlleriyle tanıma fırsatları olmamıştı. Çünkü Müslümanlar, İbn Erkam’ın evinde gizli bir şekilde ibadet yaptıklarından dolayı, müşrikler onların lâhûtî iklimlerini müşâhede edemiyor ve dolayısıyla da İslâmî hayatlarını bilmiyorlardı. Daha sonra ise Müslümanlar, müşriklerin şiddetli tazyik ve dışlamaları sebebiyle, Mekke’yi bütün bütün terk edip Medine’ye hicret etme mecburiyetinde bırakıldılar.

Medine döneminde de müşriklerden iyice uzaklaştıkları için aradaki uçurumlar daha da açıldı ve bunun paralelinde müşriklerin nefreti de iyice arttı. Kur’ân’ın “fetih” dediği Hudeybiye Anlaşması, bütün bu uçurumların kapanması adına Müslümanlar ile müşrikler arasında âdeta bir köprü olmuştu. Evet, Hudeybiye sayesinde Müslümanlarla müşrikler yeniden aynı çatı altında bir araya geldiler ve Müslümanlar, açıktan açığa kendilerini anlatma fırsatı buldular; müşrikler de onların hayat tarzlarını, yaşayışlarını, hâl ve tavırlarını, ruhî enginliklerini görebildiler; gördü ve onların o mükemmel hayatlarından etkilenerek fevç fevç İslâmiyet’e dehalet ettiler.

Günümüzde bir kısım kimseler, bağırıp çağırarak İslâm’a hizmet ettiklerini zannetmektedirler. Hâlbuki Müslümanlığın en inandırıcı sesi, hâl ve tavır televvünlü yaşam tarzıdır. Hz. Bediüzzaman’ın zuhur ettiği dönemde dünya kadar söz sultanı insan vardı, ama onların pek çoğunun söyledikleri sözler, bulundukları meclislerde ve yazdıkları kitaplarda kaldı. Bediüzzaman ise Kur’ân’ın elmas düsturlarını ve nebevî ahlâkı önce yaşayıp daha sonra çevresine anlattığı için sesi, sözü her yanda mâkes buldu.

Hâsılı, İslâm’ın yeniden gönüllerde mâkes bulması ve fevç fevç dehaletlerin yaşanılması için, onun teoriden pratiğe dökülmesi ve Müslümanların İslâm’ın çağlar ötesini aydınlatan mesajlarını, hâl dilleriyle seslendirmeleri gerekmektedir.

-+=
Scroll to Top