Medya Etiğine Dair Bazı Mülâhazalar

Soru: Günümüzde medyanın etik kuralları ihlâl ettiği ve pek çok olumsuzluğa sebebiyet verdiği görülüyor. Meseleye bu açıdan bakılacak olursa sizce medyaya düşen vazifeler nelerdir?

Cevap: Bugün insanların hâl ve hareketlerine bakacak olursak toplum sağlığının ciddi yara aldığını ve hatta bozulduğunu söyleyebiliriz. Son yıllarda antidepresan ilaçların kullanımındaki ciddi artış da bunu göstermektedir. Öyle ki bu rakam şu anda yüzde onları bulmuştur. Demek ki insanların birçoğu oldukça stresli ve depresyon hâlinde bir hayat yaşıyor. Hatta karşıdan bakıldığında oldukça sağlıklı görünen ve psikolojik rahatsızlığına hiç ihtimal verilemeyecek insanların bile bu ilaçları kullandığı ifade ediliyor. Kullanmadıkları zaman dengeli hareket edemiyor, hem kendilerine hem de başkalarına zarar veriyorlar.

Farklı dönemlerde yaşayan insanlar alınıp bugüne getirilse ve çağımız insanlarının hâlini müşahede etseler, belki de toplumun büyük çoğunluğunun ruh sağlığının bozuk olduğuna hükmedeceklerdir. Ne yazık ki günümüz toplumunda dünya kadar megaloman, paranoyak veya şizofren vardır. Fakat insanların birçoğu aynı dertten muzdarip olduğundan birbirlerinin rahatsızlığını fark edemiyorlar. Nasıl ki tımarhanedeki insanlar kendilerini “akıllı”, dışarıdakileri “deli” görüyorlarsa, günümüz insanları da birbirlerindeki rahatsızlığın farkına varamıyorlar.

Bu içler acısı tablonun sebebi, günümüzde insanın psikolojisini bozacak hatta onu delirtebilecek çok fazla faktör olmasıdır. İnsanlar sürekli gerilim içinde oturup kalkıyorlar. Gerilim daha yuvada başlıyor. Çocuk gözlerini hayata gerilimle açıyor. İnsanlar gerilimle yataklarına giriyor ve gerilimle sabahlıyorlar. Tabi ki bu onların aile yaşantılarına, işlerine ve insanî ilişkilerine de tesir ediyor. Olmayacak şeylere kızıyor, küçük şeyleri kafalarına takıyor, basit sebeplerden ötürü çevrelerini kırıyor ve böylece kendileri huzursuz oldukları gibi çevrelerini de huzursuz ediyorlar. Kendilerini tahrip ve yıkıma sevk edecek ruh hâletleri içine giriyorlar. Esasen kafaları karıştıran pek çok şerarenin atmosferimizi kirlettiği, insanların sürekli tahrik edildiği ve menfi yönde tetiklendiği bir ortamda salim düşüncelerin, yumuşak tavırların ve dengeli davranışların bulunması mümkün değildir.

İşte bütün bu olumsuzluklara sebebiyet veren en önemli faktörlerden biri medyadır. Medyanın havayı gerecek haberler yapması, iftira ve yalanlarla insanları birbirine düşürmesi, sevmediği kişileri veya grupları karalaması, insanların gizli hâllerini ve günahlarını araştırarak bunları ifşa etmesi, reyting uğruna bir kısım gerçekleri abartarak kamuoyuna takdim etmesi gibi yanlışları, maalesef toplumda ciddi kırılmaların ve olumsuzlukların müsebbibi olmaktadır.

Sosyal Mutabakat

Keşke basın yayın kuruluşları ve devlete ait ilgili müesseseler bir araya gelerek belirli ilkeler üzerinde mutabakat sağlayabilseler. Havayı germeme, etik kurallara riayet etme, doğru habercilik yapma, insanların haysiyet ve şerefiyle oynamama gibi bir kısım kurallar üzerinde –Jean Jacques Rousseau’nun ifadesiyle– bir “sosyal mukavele” yapabilseler. Sorumsuz davranmayacaklarına, ulu orta hareket etmeyeceklerine, halkın hassasiyetlerini gözeteceklerine dair birbirlerine bazı taahhütlerde bulunsalar. Yaptıkları yayınların tabana indiğinde ne tür neticeler hâsıl edeceğini daha baştan hesaplasalar. Çatışma ve kavgaları tetiklemek yerine birlik ve beraberliği güçlendiren yayınlar yapabilseler. Tansiyonu yükselten ve insanları geren programlardan ve haberlerden uzak dursalar.

Basın Kanunu ve ilgili mevzuatta yer alan maddelerin milimi milimine uygulanıp, bu kuralları ihlâl edenlerin caydırıcı şekilde cezalandırılması çok önemlidir. Fakat daha önemlisi, bu maddelerin benimsenmesi ve bunlara riayet edilmesidir. Bu yüzden medya kuruluşlarında çalışanları bu konuların önemine inandırma, medya etiği hakkında bir kamuoyu oluşturma ve onların da kabul edebileceği şekilde bir mukavele imzalama çok önemlidir.

Ne var ki daha önceki yıllarda demokrasi istikametinde onca mesafe kat etsek, demokratik değerler adına ciddi inkişaflar ortaya koysak da şu anda toplumun böyle bir mukaveleye açık bulunduğundan söz etmek mümkün değildir. Maalesef günümüzde toplumun genel hissiyatı ve sosyal yapısı, bu konuda arzu edilen gelişmeleri gerçekleştirmeye müsait değildir. Zira düşünce enginliği ve vicdan genişliği açısından arzu edilen kıvamda olduğumuz söylenemez.

Bununla birlikte gazete ve televizyon gibi bir kısım medya kuruluşlarının bu meseleye sahip çıkmaması ve sorumsuzca hareket etmesi bizi de onlar gibi olmaya sevk etmemelidir. Bu konuda toplu bir mukavele yapılamaması, hepten onun terk edilmesini gerektirmez. Başkalarının olumsuz tavırları, bizim için olumsuzlukları meşru hâle getirmez. Hatta toplumdaki insanların %99,9’u olumsuz davransa bile geriye kalanlar, “Bunca insan aynı şeyi yaptığına göre benim de onlar gibi davranmamda bir mahzur yok.” diyemez. Zira Allah (celle celâluhu) ahirette herkesi tek tek hesaba çekecektir. Herkese kendi günahlarının hesabını soracak, bir başkasının günahının hesabını sormayacaktır. Bu açıdan kimsenin “Ben de âleme uyuyorum.” diyerek onların günahlarına ortak olma gibi bir lüksü olamaz. Uyulacaksa başkalarının yanlışlarına değil doğrularına uyulur.

Konuşma Üslubu ve Dilin Kullanımı

Bu itibarla en azından hayatlarını dinî ve ahlâkî değerlere göre yaşamaya çalışan insanlar medya etiği konusunda dikkatli olmalı ve başkalarına da misal teşkil etmelidirler. Mesela onlar en basitinden televizyon programlarında birbirlerine hitap ederken saygılı bir dil kullanmalı, “filan bey”, “filan hanım” demeli ve böylece toplum fertleri arasında saygı hissini uyarmalıdırlar.

Aslında bizim toplumumuzun genel ahlâkı böyleydi. Benim yetiştiğim çevrede kimse birbirine ismiyle hitap etmez, mutlaka yanına “bey”, “ağabey”, “bacı”, “abla” gibi bir saygı ifadesi ekler ve herkes birbirini saygıyla yâd ederdi. İnsanları sadece adlarıyla çağırma kaba bulunur, bedeviyetten çıkamamış cahiliye dönemi insanlarının âdeti gibi görülürdü.

Günümüzde de gerek gazete sütunlarında yazı yazarken, gerek televizyonlarda program yaparken birbirimize “bey”, “beyefendi”, “zat-ı âliniz” diyerek hitap etsek, eleştirilerimizi bile, “Siz şöyle buyurmuştunuz. Fakat meselenin bir de şu yönü var.” gibi saygı ifadeleriyle dile getirsek ve bunda ısrar etsek zannediyorum bunlar takdirle karşılanacak ve başkalarına da sirayet edecektir. Çünkü karanlık ve kesif şeylerin sirayet kabiliyetleri sınırlı olsa da bu tür güzel ve nurani şeyler hızlı sirayet eder.

Evet, biz meseleyi buradan alarak daha önemli mevzulara kadar götürmeli, kaybettiğimiz değerlerimizi yeniden canlandırmaya çalışmalı, bozulan dil ve üslubu bir kere daha yerli yerine oturtmalı ve bütün faaliyetlerimizde iyiliğin temsilcisi olmalıyız. Kültür ve medeniyetin taşıyıcısı olan dili doğru kullanmaya son derece dikkat etmeli, argodan, laubali üsluptan uzak durmalı ve elden geldiğince bizim kültürümüzü, ruh enginliğimizi ifade edecek kelimeler kullanmalıyız.

Doğruluğun ve Ahlâkın Temsilcisi Olma

Hiç şüphesiz gazete, televizyon ve internet gibi medya organlarında haber yaparken, yazı yazarken veya bir programı hazırlarken dikkat edilecek en önemli hususlardan birisi doğruluktur. Allah’a ve ahiret gününe inanan bir mü’minin bilerek yalan söylemesi, masum insanlara iftira atması, karalamalarla sevmediği insanların itibarını zedelemesi düşünülemez. Bırakalım yalan ve iftira atmayı, doğruluğun temsilcisi olan bir mü’min, yaptığı haberlerde mübalağaya bile giremez; doğruluğundan emin olmadığı bilgileri haberleştiremez. Hatta o, toplum fertlerine zarar vereceğini düşündüğü bir kısım gerçekleri bile medyaya taşımaz.

Ne yazık ki Allah’a inanan insanlar bile yer yer dengeyi koruyamayabiliyorlar. Şurasını unutmamak gerekir ki eğer bir hâdise haber yapılırken hakikat tam olarak ifade edilmiyor ve bir kısım hilâf-ı vaki beyanlar ve mülâhazalar ortaya konuluyorsa, iddia edilen şeylerin aksinin ortaya çıkmasıyla birlikte ciddi bir kredi kaybı yaşanacak ve haber, haberi yapanların yüzüne çarpılacaktır.

Dolayısıyla önü arkası net bilinmeyen konularda mülâhaza dairesi açık bırakılmalı, ortaya çıkan meseleler iyice anlaşılmadan işin içine girilmemeli, şişirme haberlerden uzak durulmalı, yapılacak yorumlarda itidalli olunmalıdır. Böylece hem insanlar yanıltılmamış olur hem de güven zedelenmesinin ve itibar kaybının önüne geçilmiş olur. Üstelik arkadan gelecek tarihçilere ve analizcilere de doğru malzemeler bırakılmış olur.

Başkaları bunların hiçbirisine dikkat etmeyebilir. İnsanların onur ve şerefleriyle oynayabilir. “Çamur at, izi kalsın.” mantığıyla hareket ederek nicelerinin itibarlarını sarsabilir. Bunlar karşısında bizim elimizden de hiçbir şey gelmeyebilir. Fakat başkalarına sözümüz geçmese de biz, onlar gibi olamayız/olmamalıyız. Bize düşen, her zaman doğrulara tercüman olmak, her şeyi doğru olarak vaz’ etmek, doğru olarak seslendirmek ve doğruluktan hiç ayrılmamaktır.

Öte yandan, bazı konular, insanların özel hayatıyla ilgilidir. Allah, insanları birbirlerinin gizli hâllerini ve ayıplarını araştırmakla mükellef tutmamıştır. Tecessüste bulunmak yani insanların mahrem ve gizli yönlerini araştırmak İslâm’da haram kılınmıştır. İnsanların bir kısım günahlarına muttali olunduğunda da –başkalarına zarar vermediği sürece– yapılması gereken, bunları ifşa etmek değil gizlemektir.

Mesela şahsi bir günahın işlendiğini gören kimsenin ilgili mercilere bunu bildirmesi bir vazife olmadığı gibi bildirmemesi de günah değildir. Aslında böyle bir fiili gören kimsenin bunu gizlemesi bir fazilettir.

Nitekim asr-ı saadet’te bir kadın, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek zina ettiğini itiraf ettiğinde, Allah Resûlü bu mesele üzerinde durmamış, onun detaylarını araştırmamış, kulak kesilmemiş ve “Dön git ve Allah’a tevbe et. Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur.” buyurmuştur.143

Maalesef günümüzde bu konuda öyle bir hezeyan yaşanıyor ki görülen ayıp ve günahların gizlenmesi bir tarafa, insanlar günah avcılığına çıkıyorlar. Sırf dikkatleri çekme, okuyucu veya izleyici sayısını artırma adına insanların özel hayatları araştırılıyor, sırları deşifre ediliyor, ortaya çıkan bir kısım ayıpları haber yapma yarışına giriliyor ve çoğu zaman da insanların şerefleriyle, haysiyetleriyle ve namuslarıyla oynanıyor. Bu yüzden nice kimselerin hayatları kararıyor, pek çokları devrilip gidiyorlar. Bütün bunları değil dinle insanlıkla bile telif etmek mümkün değildir. Bağışlayın, bunlar düpedüz ahlâksızlıktır.

Başkalarının hakkını ihlal eden veya kamu düzenini bozan kimselerin mahkeme önüne çıkarılıp yargılanması ayrı bir meseledir; bunların çarşaf çarşaf haber yapılması, insanların haysiyet ve şereflerini düşünmeden uluorta davranılması ayrıdır. Eğer ortada bir suç varsa emniyet ve savcılık meseleye müdahale eder, kişiyi yargı önüne çıkarır ve hâkim de toplanan delillere göre gerekli görürse suçluya ceza verir. Fakat böyle bir soruşturma medyanın işi değildir.

Meseleye İslâmî terbiye, insanî anlayış ve evrensel ahlâk kuralları açısından bakacak olursak mahkeme, sanığı suçlu bulsa ve sözgelimi onun hırsız, arsız bir adam olduğuna hükmetse bile medyanın bu haberi neşretme gibi bir vazifesi olmamalıdır. Hiç kimse Allah katında böyle bir olayı haberleştirdiği için sevap kazanamaz. Aksine bunun setredilmesi sevaptır. Zira hadis-i şeriflerde ayıp ve günahların örtülmesi tavsiye edilmiş, burada ayıpları örten kimselerin ahirette Allah tarafından ayıplarının örtüleceği müjdelenmiştir.144 İslâmî ahlâk ve terbiyenin gereği budur.

Dolayısıyla bir Müslümanın, başkalarının malına, canına veya ırzına kastetmesi nasıl büyük bir cürümse, böyle bir cürmü sırf prim yapma uğruna yazılı veya sözlü olarak neşretmek de ayrı bir cürüm ve bir ahlâksızlıktır. Birisi nefsine ve şeytana uyduğundan sürçmüş, düşmüş olabilir. Eğer onun bu hâli medya tarafından bütün detaylarına varıncaya kadar ifşa edilirse, özellikle belli bir terbiye görmüş insanlar ömür boyu hep yere bakarak yaşamak zorunda kalırlar. Hatta bazen bu, sadece bir kişiyle de sınırlı kalmaz ve bir insanla belki büyük bir kitle, bir oymak, bir aile mahcup edilir, yere baktırılır. İnsanları bu şekilde mahcup etmeye kimsenin hakkı yoktur. Böyle bir küstahlığın bilgi edinme veya bilgilendirme hakkıyla da bir alakası yoktur. Böyle bir hakka ne ilâhî bir din müsaade eder ne de aklı başında beşerî bir sistem. Evet, günah, günahtır. Fakat bu günahla insanları ezmek ve mahcup etmek bundan daha büyük bir günahtır.

Seyyidina Hazreti Musa ile ilgili şöyle bir hâdise nakledilir: O, ashabını da yanına alarak birkaç defa yağmur duasına çıkmasına rağmen yağmur yağmaz. Bunun üzerine ulü’l-azm bir peygamber olan Hazreti Musa ellerini kaldırıp, “Ya Rabbi, Sen emrettin ben de yağmur duasına çıktım. Fakat yağmur yağmıyor.” der. Allah, cemaat içinde günahkâr insanların bulunduğunu ve bunlar sebebiyle yağmur göndermediğini ifade buyurur. Hazreti Musa, bunların kim olduğunu sorsa da Allah, “Ben kulumun günahını söylemem.” buyurur. Orada yapılması gereken toplu olarak tevbe ve istiğfarda bulunmaktır. İşte bu, ilâhî ahlâktır. Bize düşen vazife de bu ahlâka sahip olmaya çalışmaktır.

Fakat ne yazık ki medya –hepsi için söyleyemesek de– çoğu itibarıyla böyle bir terbiyeden mahrumdur. Reyting uğruna pek çok insanın itibarıyla oynuyorlar. Hatta bazen aslı olmayan, masa başında yaptıkları haberleri sorumsuzca gazetelerde, mecmualarda, internet ortamlarında veya televizyonlarda neşretmekten sakınmıyorlar. Sanki gözlerini açmış insanların özel bir hâlinin ortaya çıkmasını bekliyorlar ki ondan nemalansınlar.

Ben bu tür haberlere bakınca şöyle demekten kendimi alamıyorum: “Demek ki bunlar ciddi bir fikir kıtlığı yaşıyorlar. Millete söyleyecekleri önemli düşünceleri olmadığı için böyle süfli şeylerle heyecan uyarmaya ve kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar. Bir yönüyle kendilerine ait eksik ve kusurları bu tür haber ve yorumlarla kapatmak istiyorlar.”

Bu konuda başkaları ne yaparsa yapsın, Allah’a gönülden inanmış insanlar kesinlikle insanların ayıp ve günahlarını neşretmemeli ve bu konuda başkalarına da örnek olmalıdırlar. Onlar insanların ayıplarıyla meşgul olma yerine başkalarının faziletlerini görmeli ve bunları takdir etmelidirler. İnsanların yüzünü yere baktıracak yayınlar değil, onları sevindirecek ve onların yüzünü güldürecek yayınlar yapmaya gayret etmelidirler. İnsanî ahlâk bunu gerektirdiği gibi insanî ahlâkın zirvesi olan Kur’ânî ahlâk da bunu gerektirir. Hiçbir Müslüman, “Âlem böyle yapıyor, biz de yapabiliriz.” diyemez. Başta da arz edildiği gibi herkes kötülüğe bulaşsa ve bir tek insan kalsa, ona düşen, yine doğru bildiği yolda yürümeye devam etmek olmalıdır.

Özellikle başkaları tarafından İslâm’ı temsil ettiği düşünülen ve dindar bilinen insanların bu konulardaki tavır ve davranışları daha da önemlidir. Çükü onların yaptıkları yanlışlar da doğrular da sadece kendileriyle sınırlı kalmaz, aynı zamanda dinimize mâl edilir. Eğer onların hissiyat ve düşünceleri hep Müslümanca olur, her hareketlerini Müslümanca ortaya koyar ve bütün faaliyetlerini Müslümanlık etrafında cereyan ettirirlerse İslâm’a karşı sempati uyarmış olurlar. Onlara bakan insanlar, “Bu din ne güzel bir sistemmiş.” derler. İşte bunu dedirtmenin, Müslüman olarak imrendirici olmanın ve dine karşı insanlarda hayranlık uyarmanın yolları bulunmalıdır.

Medyanın Manipülasyonu

Günümüzde medya, insanların yönlendirilmesinde oldukça tesirli ve güçlü bir vasıta hâline gelmiştir. Bunda toplumun genel seviyesinin de önemli bir rolü vardır. Toplumun geneli, cereyan eden hâdiseleri doğru okuyacak, sosyal bilimlerin dilini kullanarak bunları tahlile tâbi tutacak, tekvinî emirlere nüfuz edecek ve bütün bunlardan kendine göre önemli mânâlar çıkaracak bir seviyede olmadığı için kolay yönlendirmeye müsaittir. Hele bir de kitle psikolojisi değerlendirilir ve insanların hissiyatları suiistimal edilirse onları “sürü” hâline getirmek ve manipüle etmek çok daha kolay hâle gelecektir. Bütün bunların yanında bir de vatan, millet, bayrak, din gibi kutsal sayılan değerlere atıf yapılarak konuşuluyor, bunların korunmasından bahsediliyorsa, işte orada akıl ve fikrin yerini sadece hamasi duygular ve hamasi destanlar alacaktır. Dolayısıyla böyle bir kitleye, “Vatan elden gidiyor, ne duruyorsunuz!” denildiğinde çok rahatlıkla onların istenilen hedefe yönlendirilmesi mümkün olacaktır.

İşte bütün bunlar da göz önünde bulundurulacak olursa medyanın duruma göre nasıl korkutucu, yıkıcı ve tahrip edici bir unsur hâline gelebileceği daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim Türkiye’de olup biten hâdiseler bunun en büyük örneğidir. Medyayı elinde tutan güçler yalan ve iftiralarla istedikleri kimseleri karalamakta ve düşman gibi göstermektedir. Siz, atılan çamur lekelerini silinceye kadar zihinlerde “lekeli” olarak kalmaya devam ediyorsunuz. Siz meseleyi tashih edip düzeltinceye kadar da millet girdiği yanlış yolda bir hayli mesafe almış oluyor. Gerçi ona mesafe alma mı yoksa dibe batma mı denir, bilemiyorum ama hakikatler çarpıtılarak verildiğinden, sürekli doğrular eğri, eğriler de doğru gibi gösterildiğinden halkın yanıltıldığı muhakkaktır.

Bu açıdan mutlaka vatanını, milletini ve dinini seven dürüst insanların da bu alanda söz sahibi olmasına, eğri-büğrü söz ve düşüncelerin arasında doğru düşüncenin, doğru sesin ve doğru ifadenin temsilcisi olmalarına ihtiyaç vardır. Çünkü gazete, dergi, televizyon ve internet gibi vasıtalarla ortaya konacak doğru mülâhazalar insanları teemmül ve tefekküre sevk edecek ve onların doğruları görmesine yardımcı olacaktır. “İmamın keçisini çalmışlar.” sözünü, özne ile oynayarak, “İmam, keçi çalmış.” şeklinde nakleden ve meseleleri tamamen çarpıtan bir medyanın yanında mutlaka işin doğrusunu ortaya koyan ses ve soluklara da çok ciddi ihtiyaç vardır.

Ayrıca ahlâkın ve doğruluğun temsilcisi olan medya organlarının mevcudiyeti, diğer medya kuruluşlarını da daha temkinli olmaya sevk edecek, yalan ve çarpıtma olduğunu bildikleri bir habere kolaylıkla imza atamayacaklardır. Zira yalanlarının ortaya çıkmasından korkacaklardır.

Bu sebeple, enerjimizi, hâlihazırdaki medyanın yanlışlarını düzeltmeye harcamak yerine, işin doğrusunu ortaya koymaya çalışmalı ve kendi işimize bakmalıyız. Farklı kanallar bulup hak ve hakikati insanlara ulaştırmaya çalışmalıyız. Herkesin kullandığı ve insanların çok rahat dolaştığı sanal ortamlarda kendi ses ve soluğumuzun da yer almasına gayret etmeliyiz. İnternetin tuşlarına dokunan insanlar karşılarında sadece yalan ve iftiralarla karşılaşmamalı, bunun yanında işin doğrusunu da görme imkânına sahip olmalıdırlar. Onlar nereye bakarsa baksın, neyi mütalaa ederse etsin, neye açılırsa açılsın yolun bir yerinde mutlaka düşüncelerini tadil edecek ve gözlerini açacak mülâhazalarla karşılaşmalarını sağlamak gerekir.

Yanlış Kanaatlerin İzalesi

Türkiye’de zannediyorum Tanzimat’tan bu yana bir kısım güçler, durumdan kendisine vazife çıkaranlar, devletin vazifesini deruhte etmiş gibi görünenler dindar kesimi baskı altına aldılar. Çok küçük bahaneler bularak sürekli onlara taarruz ettiler. Onların en masumca hak ve taleplerini karşılama konusunda çok katı ve radikal davrandılar. Bu konuda değil ahlâkî ve dinî prensipler, demokratik kurallara ve insan haklarına bile riayet etmediler. Çok küçük meseleleri kavga vesilesi yaptılar. Bundan dolayı dindarlar kendilerini hep baskı altında hissettiler ve bu onların düşünce, tavır ve davranışlarına yansıdı. Kendi hayatları adına hep kuşkulu yaşadılar. Sürekli “Acaba kendimizi ifade etsek ne olur? Şu düşüncemizi dillendirsek neyle karşılaşırız?” hisleriyle oturup kalktılar. Dolayısıyla da toplumda birbirine yabancılaşan, birbirinin dilini anlamayan insanlar oluştu. Toplum, terminolojisi, konuşma tarzı, üslubu ve değerler manzumesi farklı olan sun’i kamplara bölündü.

Bu itibarla öncelikle ortaya konulan fikir ve düşüncelere değil, bunların kimden sadır olduğuna bakılıyor. Siz, ülkenin hayrı adına ortaya güzel bir proje koymuş olsanız, çok değerli fikirler öne sürseniz bile bütün bunlar kendi güzelliği ve yararlılığı içinde görülemiyor; bilakis bunları ortaya atan insanlar hakkında nasıl bir kanaat hâkimse buna göre hüküm veriliyor. Eğer birileri sizleri “falancı”, “filancı” diyerek bir yere koymuş ve size hep oradan bakıyorlarsa sizin bütün hareketlerinizi buna göre değerlendiriyorlar. Öyle ki siz Cennet’e bir merdiven koysanız ve onları oraya çıkararak bir de yarı bellerine kadar Cennet’in içine itseniz, yine de bunun arkasında bir bit yeniği arayacak, vehimlerinin esaretinden kurtulamayacaklardır.

Öncelikle bu gerçeğin görülmesi gerekir. Bugüne kadar bazı kesimler tarafından sizin hakkınızda yanlış düşüncelere girilmiş hatta bütün bütün hüsnüzan kapıları kapatılmışsa, onlar gibi düşünmedikten sonra kat’iyen sizi kabul etmeyecek ve yaptıklarınızdan da memnun olmayacaklardır. Fakat bütün bunlara rağmen bizim çok farklı damarlar bularak kendimizi anlatmaktan başka yapacağımız bir şey de yoktur. Bu konuda çok alternatifli düşünmek, yeni yeni yollar keşfetmek ve bir şekilde onların okudukları, dinledikleri ve izledikleri platformlarda yer alarak onlara kendimizi hakikatiyle tanıtmaya çalışmamız gerekir.

Bu konuda ümitsiz olmamalıdır. Biz, usûl üslup hatası yapmadan kendimize düşeni yapabilirsek bir süre sonra insanların bizi doğru bir şekilde tanıdıklarını ve kanaatlerinin değiştiğini göreceğiz. Nitekim bugüne kadar çok defa yanımıza gelip, “Biz sizi yanlış tanımışız. Sizin hakkınızda hiçbir şey bilmiyormuşuz.” diyen ve yaptıklarından dolayı özür dileyen insanlar olmuştur. Fakat onların bizim hakkımızda uzun yıllara dayanan müktesebatlarının varlığı, birdenbire ellerinin tersiyle onu itmelerinin ve yanıldıklarını kabul etmelerinin çok zor olduğu, bir iki fasılla insanlara bir şey anlatmanın mümkün olmadığı unutulmamalı, sabır ve azimle anlatmaya devam edilmelidir. Zira her şeye rağmen unutulmamalıdır ki Allah insanı kerim yaratmış, onun benliğine insaf duygusu yerleştirmiştir. İnsaf, dinin yarısı olduğu gibi insan mahiyetinin de bir gerçeğidir. Bu açıdan onlar da bir gün insafa gelebilir ve yanlış kanaatlerinden kurtulabilirler. Fakat ben, gerekli olan kanalların çok iyi kullanıldığı kanaatinde değilim.

Rıfk ve Mülayemet

İçinde yetiştiğimiz kültür, çoğu zaman bizim duygu ve düşüncelerimizi şekillendiriyor. Kendimizi birbiriyle çatışan ve kavga eden insanların arasında bulduğumuz için biz de onların yoluna giriyor ve onlar gibi davranıyoruz. Filanlar bir şey diyor, biz de onlara karşı başka bir şey diyoruz. Onlar bizim hakkımızda atıp tutuyorsa biz de kendimizce atıp tutmaya başlıyoruz. Fakat karşılıklı sürtüşmeler, gerginlikler, iğnelemeler, dokundurmalar devam edip gidiyorsa biz insanları kendimizden gittikçe uzaklaştırıyoruz demektir.

Evet, doğrular mutlaka söylenmelidir. Hakkın hatırı hiçbir hatıra feda edilemez. Hak mutlaka tutulup kaldırılmalı ve bu konuda taviz verilmemelidir. Fakat hakkın hatırını aziz tutma kadar bunu insanlara nasıl kabul ettireceğimiz de önemlidir. Takip edilecek yönteme ve kullanılacak üsluba mutlaka dikkat edilmelidir. İnandığımız değerler adına dimdik durmanın ve bu konuda çok samimi olmanın yanında akıl ve mantık ihmal edilmemelidir. Muhatapların hissiyatları hesaba katılmalı, söylenilen sözlerin, yazılan yazıların onlar üzerinde ne tür etkiler meydana getireceği daha baştan hesap edilmelidir.

Medya organlarını sırf boşalma ve rahatlama adına kullanma, canımızı acıtanlardan bu yolla hınç almaya çalışma, intikam peşinde koşma, bize bir iğne batırdıklarında çuvaldızla mukabelede bulunma, bize atılan taşları fazlasıyla iade etme gibi tavır ve davranışlarla hiçbir yere varılamaz. Ülkenin korunması mevzubahis olduğunda, düşmanla yaka paça olunduğunda dik durma takdir edilecek bir davranıştır. Bunun aksi zaaf ifade eder. Fakat hususiyle günümüzde maddi kılıcın kınına girdiği bir dönemde kendi değerlerimizi anlatırken insanlığa ve insafa sığınmak gerekir. Meseleler vicdan mekanizmasına havale edilerek ele alınmalıdır. İnsan mutlaka kendisini frenlemesini bilmeli ve birilerine söz yetiştirme mantığıyla mukabelede bulunmamalıdır. Hissî ve fevrî hareketlerden uzak durmalıdır.

Başkaları nasıl hareket ederse etsin biz, saldırana saldırmayla, feveran edene feveranla, köpürmeye köpürmeyle mukabelede bulunmayalım. Dik duralım ama dikleşmeyelim. Bize saldıranları dediklerinden ve yaptıklarından vazgeçirecek, pişman edecek ve hatta utandıracak ölçüde yumuşak olalım. Konuşmadan, yazmadan önce düşünelim, taşınalım. Bir düşünceyi, bir mülâhazayı kafamızda on defa evirip çevirelim. Dahası mutlaka başkalarıyla istişare edelim ve kolektif şuura sığınalım. Bütün bunlara dikkat ettiğimiz hâlde yine de olumsuz bir tepki alırsak, “Ne yapalım kaderimiz böyleymiş.” diyelim.

Gündem Belirleme

Maalesef çoğu zaman başkalarının belirlediği gündemlerin arkasından koşuyor ve sürekli savunma pozisyonunda kalıyoruz. Enerjimizi birilerine cevap yetiştirmekle tüketiyoruz. Bu durumdan kurtulmalı, başkalarının gündemini takip eden değil, gündem belirleyen olmalıyız. Fakat gündem belirleme kolay ve basit bir iş değildir. Bir gündemle ortaya çıkmadan önce onun ne getirip ne götüreceği çok iyi hesap edilmelidir. Ortaya atılan meseleyle ilgili yapılacak yorumların, söylenecek sözlerin, ileri sürülecek eleştirilerin nazar-ı itibara alınması ve aynı zamanda bütün bunlara nasıl mukabelede bulunulacağının da belirlenmesi gerekir.

Bazen siz bir gündem ortaya atarsınız ve umumun efkârını onun etrafında toplarsınız. Fakat sonrasında onu müdafaa edecek argümanlarınız zayıf olduğundan ve verecek alternatif cevaplarınız hazır olmadığından ötürü onun altında kalır ezilirsiniz. Yani bir mânâda taarruz edeyim derken müdafaa sistemlerinizin yetersizliğinden dolayı yenik düşersiniz. Gündem belirlemeye çalışırken, kendilerini karşı tarafa konumlandıran insanların eline taarruz fırsatı vermemek gerektir.

Gündem belirlenirken, halkın büyük çoğunluğunun “evet” diyeceği ve ülke menfaatleri açısından faydalı bulacağı konular ortaya atılmalı ve onların müzakere edilmesi sağlanmalıdır. Maşeri vicdan meseleye sahip çıkmalı ve arkasında durmalıdır. Bunun için de toplumun çok iyi tanınması, genel hissiyatın ve efkârın hesaba katılması gerekir. Zihinlerde şüphe oluşturacak, yanlış anlamaya sebebiyet verecek ve toplum içinde gerginlik hâsıl edecek gündemlerden uzak durulmalıdır. Yemek servisinin bile bir usûlü olduğuna göre, yüksek mefkûrelerin ve yüce değerlerin insanlara sunulmasında mutlaka bir sağlam bir usûl takip edilmelidir.


143 Bkz.: Müslim, hudûd 22; Ebû Dâvûd, hudûd 24, 25.

144 Bkz.: Buharî, mezâlim 4; Müslim, birr 58.

-+=
Scroll to Top