MELEK, CİN ve ŞEYTANLARIN HUSUSİYETLERİ
1. Meleklerin hususiyetleri
Melekler, nurdan yaratılmış olup, hilkatlerinde nurun esas olduğu görülür. Melekiyet risalet, elçilik, nezaret, vekâlet, icraatı alkışlayıp ona nigehbân olma ve yüksek yerden nüzul etmek gibi mânâlara gelir. Mutlak mânâda melek, büyük âlemle küçük âlem arasında münasebet kuran, elçilik yapan, haber getiren, kalbimizi okşayıp biçime koyan, ondan gelen mesajları alıp, âdeta regüle ederek kabul edilebilir hâle getiren çok mukaddes elçiler güruhuna denir. Yüzleri öbür âleme yönelik ve daha çok öbür âlemin vazifelileri olan melekler, Cenâb-ı Hakk’ın her iki âlemdeki tasarruflarına nezaret eder ve onları alkışlarlar.
Melekler, sadece emirler âleminden olmayıp, nurdan kendilerine has cisimleri de vardır; şu kadar ki bu cisimleri, latîf ve nuranîdir. Bu sebeple, hulûl ve nüfuz keyfiyetleri çok seri ve mükemmeldir. İnsanın gözbebeği içinde yer alır, baktırır ve ona güzel şeyleri gösterirler. Peygamber ve velinin kalbine ayrı mânâ ile, bitkiler ve hayvanlar âlemine ayrı mânâlarla gelirler. Kalbe doğan ilhamlar, ekseriya doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak’tandır.. bazen de melekler vasıtasıyla eser gelir.
Melekler, “Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere isyan etmezler ve ne ile emrolunuyorlarsa onu yerine getirirler.”1 Bu, meleklere has bir keyfiyettir. İnsan ise, asla melek gibi olamaz; sürekli iniş-çıkış ve zikzak çizmeler görülür onda. İnsan, melek-üstü bir mahiyet kazanabileceği gibi, akılsız, şuursuz mahlûkatın altında da yer alabilir. Meleklerin makamı ise sabittir. Nurdan yaratıldıkları için, insan ve cinlerde olduğu gibi, kat’iyen kendilerinde isyan ve başkaldırma görülmez. Meleklerde erkeklik ve dişilik de yoktur. Öfke, kin, gadap, kıskanma, haset gibi kötü duygulardan uzak bulunmalarının yanı sıra, beşere ve cinlere ait arıza ve garîzalardan da mahfuz ve mâsundurlar.
Melekler yemez, içmez, acıkmaz, susamaz ve yorulmak nedir bilmezler. Maaş ve ücretleri yoktur ama, Allah (celle celâluhu) namına işledikleri her emirde latîf bir zevk ve hoş bir lezzetleri vardır. Terakki ve rütbeleri olmamakla beraber, Allah’a karşı ibadetlerinden derecelerine göre feyiz alırlar. Nurdan olduklarından, gıdalarına nur kâfidir. Nasıl insanlar su, hava, ışık ve değişik gıdalarla gıdalanır ve bunlardan lezzet alırlar; benzer şekilde melekler de zikir, tesbih, hamd, ibadet ve Cenâb-ı Hakk’a ait mârifet ve muhabbet nurlarıyla gıdalanır ve mütelezziz olurlar. Hatta güzel kokular dahi, bir nevi onların gıdalarıdır; güzel kokudan zevk alır ve hoşlanır onlar. Burada, selim fıtratı en üst seviyede temsil eden Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) güzel kokudan hoşlanıp, güzel koku süründüğünü hatırlatıp geçelim…
Melekler, Cenâb-ı Hakk’ın Zât-ı Ulûhiyetini idrak mevzuunda insandan ileri, esmâ ve sıfatlarını bilmede de öndedirler. Fakat Zât-ı Ulûhiyetine esmâ ve sıfatlarına câmi bir ayna olmak bakımından insanı, his ve duyguları, kalb dünyası ve tefekkür hayatı itibarıyla Allah (celle celâluhu) onlardan daha ileri yaratmıştır.
Biz, bazı melekleri isim ve icraatlarıyla bilip tanıyoruz. Zira onlar hakkında hem Kur’ân-ı Kerim’de, hem de İki Cihan Serveri’nin mübarek sözlerinde çeşitli vesilelerle bahisler mevcuttur. Bazı melekleri ise, sadece gördükleri vazifenin nev’i itibarıyla ve hepsine birden verilen unvanla biliyoruz; fakat bu mevzuda herhangi bir rivayet söz konusu olmadığı için, biz de onların isim ve adetleri hakkında malumat sahibi değiliz.
Dört büyük melek olan Cebrail (aleyhisselâm), Mikâil (aleyhisselâm), İsrafil (aleyhisselâm) ve Azrail’i (aleyhisselâm) tanımamıza rağmen, Arş’ın hamelesi sekiz meleği, Mele-i A’lâ’yı, Nediyy-i A’lâ’yı ve Refik-i A’lâ’yı bilemiyor ve tanıyamıyoruz.
Dört büyük meleğin dışında bildiklerimiz de var: Kerûbiyyun melekleri, Müheyyemun melekleri, Cennet’in nâzırı Rıdvan ve Cehennem’in bekçisi Mâlik isimli melekler gibi…
Ayrıca, ana karnındaki ceninin durumuyla ilgilenen meleklerle, her insanın söz ve davranışlarını kaydeden “Kirâmen Kâtibîn” melekleri de bildiklerimiz arasındadır. Diğer taraftan, hadislerde beyan edildiği üzere, her mü’minin kendisini koruyan 360 meleği vardır. Bunlar, hususiyle yaşlıları ve yavruları muhafaza ederler. İnsana hayrı gösteren, mü’min için dua ve istiğfarda bulunan, kâfirlerin ise içine korku salan ve onları endişeye sevk eden melekler olduğu gibi, ibadet, zikir ve ilim meclislerini takip eden, ikindi ve sabah namazlarında vazife değiştiren, Cuma günleri getirilen salâvatları seyre dalan, Kur’ân dinleyen ve böyle yerlere sekine indiren melekler de vardır.
Ve yine, namaz kılan, saflarda saf bağlayan, teşehhüddeki şehadete eşlik eden ve Müslümanlarla musafahada bulunan melekler…
Ölüm anında ve ölüm sonrasında gelen ve kabirde soru soran Münker ve Nekir isimli melekler..
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraç esnasında, yaratıldıkları günden beri Allah’ın (celle celâluhu) azameti karşısında kimini rükuda, kimini secdede ve kimini de kıyamda müşâhede ettiği melekler…
Yine, zerrelerin hareketinden yağmurun katreler hâlinde semadan inişine, meteorların düşüşünden dünya, yıldızlar, sistemler ve galaksilerin hareketine ve ağaçlardan çiçeklere kadar tekvînî faaliyetlere nezaret eden ve onlara nigehban olan belki kâinatın zerreleri adedince melekler vardır!..
Her nefis, her an ölümü tadıp durmaktadır.2 Her şey fâni; bakî olan sadece O.3 Bu, her yaratılmışa şamil bir emirdir ve melekler de bu emirden hariç değildir.. hatta, en son Azrail’e (aleyhisselâm) “Kendi ruhunu kabzet!” denecektir. Bununla birlikte, Allah’a (celle celâluhu) intisaplarıyla hayatlarını idame ettirecekler varsa, onları da biz bilemiyoruz.
Melekler, hususiyle de rahmet melekleri heykel, resim, köpek ve çan bulunan evlere girmez;4 hayız ve cünüp olanlarla yakın münasebette bulunmaz5 ve soğan, sarımsak ve pırasa gibi kerih kokulu yiyecekleri yiyip mü’minleri iz’aç ve rahatsız eden kimselerin yanlarına sokulmaz6; sigara gibi kerih kokan ve insanları rahatsız eden nesneleri de aynı gruba dahil edip, bu gibi çirkin kokulardan da meleklerin kaçacağını söylemek mümkündür. Meleklerin anne, baba ve akraba ile alâkayı kesenlere de gelmeyeceği rivayetler arasındadır.7 Eğer meleklerin bizimle beraber olmasını istiyorsak, her şeyden önce onlara, onların istedikleri zemini hazırlama mecburiyetinde olduğumuzu unutmamalıyız.
2. Melek ne zaman korur ve zahîr olur?
Allah (celle celâluhu), insanı doğrudan koruduğu gibi, meleklerle de koruyabilir; fakat bunun için insanın, irade ve kalbi ile kontak olması, safvetinin bu mevzua uygun bulunması, melekle münasebete geçmesi; Allah’la alâka ve rabıtasının devam etmesi ve bir mânevî ittisalin gerçekleşmesi şarttır. Melekler âlemiyle münasebet kuran herhangi bir insanla melekler de münasebete geçerler; Bedir’de, Hayber’de zahîr oldukları ve sahabenin gasline ve cenazesine iştirak ettikleri8 gibi… Meleklerin korumasını çocuklarda, masum sabîlerde ve beli bükülmüş yaşlılarda da görürüz; çünkü, Allah’ın (celle celâluhu) bunlara hususî bir merhameti vardır. Meleklerin insana yardım edip zahîr olmaları, insanın Hak kapısından ayrılmamasına, ilhah ve ısrarla ciğeri sökülüyor, göbeği çatlıyor ve kalbi fırlıyor gibi yalvarıp yakarmasına ve ruhunun infisale geçerek, O’nunla kontak olup melekût âlemiyle münasebet kurabilmesine bağlıdır. Yoksa, esneyerek ve ne dediğinden habersiz bir kalble değil… Kalıpla ve ucundan tutarak yapılan ibadetlerle bu münasebet kurulamaz; çile ve ızdırap çekmeden, meleğin semavî eli imdada koşmaz.
3. Meleklere inanmanın faydaları
Allah’a (celle celâluhu), haşir ve neşr’e inanma gibi meleğe inanmanın da, insan üzerinde çok müsbet tesirleri vardır. Bir defa bu inanç, ferde huzur verir ve onun vahşetini ünsiyete çevirir.. melek insana enîs ü celîs olur ve onunla arkadaşlık yapar. İlhamlar, insanın kalbinde onunla mevcelenir; mânâ yüklü hüzmeler, onunla gelir. Bu sayede insanın içi huzurla dolar ve bu nurlu varlıklarla onun hayatı da nurlanır. Ayrıca, her an meleklerin kontrol ve murâkabesi altında bulunulduğu düşünülerek günahlardan uzak kalınır ve beşerî hevesata karşı frenleyici bir unsur olması sayesinde, hayatın zapturapt altına alınması kolaylaşmış olur.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), meleklerin havâssından, en faziletlilerinden de faziletlidir. Peygamberlere vahiy getiren melek de sair meleklerden faziletlidir. Beşer arasında Bedir, Uhud ve benzeri gazvelerde bulunanların bulunmayanlara karşı bir üstünlük ve fazileti olduğu gibi, meleklerden o gazvelere iştirak edenlerin de etmeyenlere karşı aynı şekilde üstünlüğü vardır.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Gökte benim iki vezirim vardır: Cebrail ve Mikâil; yerdeki iki vezirim ise, Ebû Bekir ve Ömer.”9 buyururlardı.
4. Cinler, dumansız ve korsuz ateşten yaratılmışlardır
Cinler, hâlis yani dumansız ve korsuz ateşten yaratılmışlardır.10 Cinlerin mahiyeti ve yapısı mevzuunda Kur’ân’ın verdiği malumat bu kadardır. Yalnız, bir başka yerde “(Vücudun gözeneklerine) nüfûz eden kavurucu ateş”11 tabiri de kullanılır. Şu kadar var ki, mahiyet ve keyfiyetleri bizim için yine meçhuldür. Teleskop ve mikroskop, bize henüz böyle bir âlemden ve bu âlemin mahiyetinden bir şey bahsetmiyor. Cin, örtülü ve perdeli demektir.12 Mahiyetleri konusunda “Ateşten bir şuâ, pırıl pırıl yanan, etrafa kıvılcımlar saçan bir ateş.. kor ya da kömür gibi” ifadeleri, onları anlatmaya yeterli midir bilemiyorum. Nasıl insanın morfolojik mahiyeti protein çorbası hâlinde yeryüzünden toplanmışsa, cinler de ateşin özünden alınmış oldukları için ateşin hususiyetini taşırlar. Bu, hava-ateş veya hava ile ateşin alaşımı alaz gibi bir madde midir, yoksa radyasyon mudur, partikül müdür veya güneşin ziyası mıdır bilemiyoruz. Belki de bunların enmuzeci, karışımı bilmediğimiz bir maddedir. Belki de atomun partikülleri, dalgaları veya atomaltı âlemden meydana gelen bir iyon halitası; bir esîrî vücud veya anti-madde varlıklardır. Titreşim süratlerinin saniyede 300.000 km.den fazla olması, görünmelerine ve aletle tespit edilmelerine mâni olduğundan, onları kimse görmemektedir. Görünen maddî varlıkları meydana getiren temel yapı ‘kuant’ denilen enerji zerreleridir; fakat bunlar, 5000 santigrat derecede çözülür ve müstakil atomlara dönüşürler. Hâlbuki, kâinatta binler, milyonlar santigrat derecede gök cisimleri vardır. Demek oluyor ki, oralarda yüksek ısıya dayanıklı enerji gibi varlıklar mevcuttur; bir farkla ki, bunlar şuurlu ve iradelidirler.
Evet cinler, belki de esîrî varlıklardır. Esîr denilen madde hakkında ilim adamlarının muhtelif görüşleri ve mevcut olup olmadığı tartışmaları vardır. Bu mevzuda âyetlerde sarih bir şey olmamakla birlikte, bir hadis-i şerifte “Allah’ın Arş’ı en önce amâ üzerindeydi.”13; bir başka hadiste “Su üzerindeydi.”14 buyrulmaktadır. Buradan, ‘amâ’ sözüyle başka bir mânânın kastedildiği anlaşılabilir. Yani atomların, moleküllerin teşekkülünden önce icraat-ı ilâhî, hükmünü ‘amâ’ gibi, yani esîr gibi bir şey üzerinde yürütüyordu. İtikadî bir mevzu olmadığından üzerinde fazla durmak, vardı-yoktu, öyleydi, değildi böyleydi tartışmalarına girmek lüzumsuz olur. Yokluğu izah edilemediği gibi, henüz varlığı da izah edilemiyor. Var olabilir; en küçük maddeden öte, ışığı geçiren, sezilmeyecek kadar latîf bir şey olabilir; kim bilir, belki de maddenin tükendiği yerde esîr başlamaktadır.
Evet cinler, belki de mekân buudları dahilinde bile eşyayı bize gösteren ışık dalgalarının içinde göremediğimiz varlıklardır. Kelimelerle, ilmî tabirlerle bir şeyler söylenmeye çalışılsa bile, yapılarının nasıl olduğu ve yaratılış maddelerinin hangi keyfiyette bulunduğu mevzularında kat’î hükme varmak yanlış tevil ve tefsirde bulunmak olur ki, bu da vahyi kendi hesabımıza konuşturmak demektir. Zira, Kur’ân’da geçen ‘mâric’ ve ‘nâr’15 ile, ‘nâr-ı semum’un16 ne olduğunu bilemiyoruz. Bakın, aslı toprak olan insan neticede nasıl bir şekil alıyor ve hangi hâli kazanıyor; o hâlde cinlerin yaratıldığı ateş de, kim bilir nasıldır!?
5. Cinler, insanlar gibi iman ve ibadetle mükelleftirler
Maddî âleme ait latîf varlıklar olan cinlerin şuur sahibi ruhları vardır. Maddî yapılarındaki farklılık sebebiyle insan ve meleklerden, şuur sahibi olmakla da nebat ve hayvanlardan ayrılırlar. İnsanlar gibi iman, ibadet ve kullukla mükellef bulunduklarından, mü’min de kâfir de olabilirler. Müslümanların galip veya mağlup olmaları, cinler âleminde de aynı tesiri gösterir; yani, Müslümanların galibiyeti cinnî Müslümanların da galip; mağlubiyetleri cinnî Müslümanların da mağlup olması demektir. Erkeklik ve dişilikleri olduğundan evlenir ve çoğalırlar.. ömürleri hakkında 1000 yıla kadar rakamlar verilmiştir.
6. Melek ve cinlerin hareketleri, zaman ve mekân kaydına bağlı değildir
İçinde yaşadığımız şu pek çok yönleriyle izafî âlemde kudret, kuvvet, konuşma tarzları, ağırlıklar, zaman ve hız gibi şeyler de izafîdir. Meselâ, cisimleri aynı büyüklükte olan bir yumurta ile, yumurta kadar bir odun arasında ve yine aynı büyüklükteki taş, demir ve civa arasında ağırlık yönünden mühim farklılıklar vardır. Bunun gibi, cisimlerin kendilerine has düşme ve hareket hızları mevcuttur. Meselâ ses, belli bir hıza sahiptir. Işık ise, “Ben maddenin hız sınırıyım.” der. Madde, çekim gücü ile düşerken hızı devamlı artar; yani, ilk saniyede 5 metre düşüyorsa, ikinci saniyede, düştüğü miktar ile o saniyenin karesinin çarpımına eşit bir mesafeye ulaşır. Böylece, ikinci saniyedeki ulaştığı mesafe, 4×5 olur; üçüncü saniyede 9×5, dördüncüde 16×5, beşincide ise 25×5=125 m.ye varır. Ve hız yükselip de belli bir doruğa ulaştığında zaman yavaşlamaya başlar; neticede, ışık hızına ulaşan madde, maddiyetini kaybedip, madde ötesi bir mahiyet kazanır.
Durum, maddede dahi böyle olduğuna göre, süratleri maddenin süratinin çok fevkinde, hatta ışık hızının da ötesinde olan ruh, melek ve cinleri görmememiz gayet normaldir. Einstein ve Lorenz, maddenin hız sınırını ciddî bir fizik kanunu şeklinde saniyede 300 bin km olarak tespit etmişlerdir. Materyalistler, buradan hareketle, “Evren sınırlı, dolayısıyla evrenin ötesinde yine madde var.” şeklinde bir neticeye varmak istemişlerse de, çalışmalar, maddeye has bu sınırın geçilebileceğini göstermiştir. Bilim adamları, kütle kavramının dışında ışınların var olabileceğini matematik formüllerle ispatladılar ve bunlara ‘Tachyon ve Syrnkoff ışınları’ dediler. Sürat sınırı aşıldıktan sonra ortada madde vasfı kalmaz; hız azalınca yine maddîleşme, kütle ve görünürlülük ortaya çıkar.
Madde için yapılan bu tespitlerin verâsında melek, ruh ve cin’in sürat ve mesafe kat’etmesi mevzuu daha iyi anlaşılmış olacaktır. Demek ki, izafiyetler âleminde bir yerde zaman ve mekân kaydı artık söz konusu olmamaktadır.
7. Melekler ve cinler, insanlara nispetle daha büyük ve daha ağır işler yapabilirler
Her şeyden önce, hiçbir iş ve şe’nin Allah’ın (celle celâluhu) kudretine ağır gelmeyeceği malumdur. Elmanın birini de binini de, bir bahçeyi de bütün dünyayı da, atomu da galaksiyi de, balığı da denizi de aynı kolaylıkla yaratan Allah (celle celâluhu), insana, meleğe ve cinlere de istediği ölçüde güç ve kudret verebilir. Esasen insanın yaptığı, meleklerin ve cinlerin yaptığından hiç de aşağı değildir. Dünya küresinin ve gök cisimlerinin hareketlerine nezaret eden melekse, dünyayı evirip çeviren, maddeye şekil veren ve medeniyetler kurup, teknolojiler üreten de insandır; insan, elinde beş parmak yerine bir parmak, kollar yerine kuş kanatları ve kendi ayağı yerine fil ayağı olsaydı, bütün bu yaptıklarını yapabilir miydi acaba? Sonra bütün bu işleri el, ayak ve parmaklara mı vereceğiz? İşte, görünmeyen meleklerin ve cinlerin yaptıkları harika işler ve işte, beyindeki görünmeyen reaksiyon ve elektrik akımlarının yaptıkları!. Elimiz, kolumuz, kaslarımız ağırlıkları ne ile kaldırıyor? Gide gide maddî güç ve kuvveti bulunmayan kemik iliklerine ve beyinden gelen latîf akımlara varmıyor muyuz?
Hava akımı ve rüzgârlar, gözle görülmedikleri hâlde ağaçları söker, evleri yıkar. Bitkilerin ipek gibi incecik kök ve damarları, taş ve kayalarda ne harika tezgâhlar kurup, neler neler dokurlar! İlim adamlarının üzerine düştükleri pek çok enerji kaynakları vardır. Atom santralleri, barajların kabiliyetini de aşıp, ürettikleri enerjiyle maddeyi harekete geçirmekte, hele, tespit edilen lazer ışını ve tespit edilmeyi bekleyen daha pek çok şey, hayatın her sahasında maddeyi evirip çevirmektedir. Demek oluyor ki, görülmeyen kuvvetler, madde üzerinde karşı konulmaz bir hâkimiyete sahiptirler.
Enerji ve ışınlar maddeye böylesine tesir ederken, onların da ötesinde görülmeyen varlıklar olarak melekler ve cinler de, Allah’ın (celle celâluhu) kendilerine verdiği kumanda aletleriyle maddeyi harekete geçirip, bizim üstesinden gelemeyeceğimiz harika işler yapabilirler. Kaldı ki, insan bile –ruh bahsinde temas edildiği üzere– çok harika işler becerebilmektedir; medyumların eşyayı aletsiz, temassız harekete geçirip, ateşle oynamaları gibi…
8. Meleklerin ve cinlerin sayısı ne kadardır?
Meleklerin ve cinlerin sayısını ancak Allah (celle celâluhu) bilir. Bir damla suda milyonlarca canlıyı var eden, bir milimetre küp kanda 4-5 milyon alyuvarı yaşatan, birkaç damla menide insan olmaya müheyyâ milyonlarca spermi barındıran, denizde balıklara ve toprak altında şu kadar canlıya hayat veren Allah (celle celâluhu), dilerse yağmur damlaları adedince de melek yaratır. Zira O Kudret Eli’nin aza da, çoğa da taalluku birdir.
9. Meleklerin ve cinlerin temessülü, şekil ve mahiyet kazanıp görünmeleri
Daha önce de temas edildiği üzere, suyun buharlaşması, katı maddelerin gaz, sıvı ve buhar hâline dönüşmesi, atomun parçalanıp enerji dalgaları ve kuantlar hâline gelmesi, yıldızların kara delikler hâlinde ortaya çıkmaları gibi, hayatımızda ve kâinatta görülen âlemden görülmeyene doğru bir faaliyet, bir akış ve bir hamle mevcuttur. Bu ilâhî icraatı tersine düşündüğümüzde ise, görülmeyenden görülene ve bilinmezden de madde olarak müşâhede edilir hâle gelmeye doğru bir akışın varlığını gözlemek mümkündür. Gazlar sıvı olur; kristalleşir cisim olur; buharlaşan su zerrecikleri, “Bizi yok zannetmeyin, görülmüyoruz ama, kaybolmadık.” der gibi, damlalar hâline gelip başımızı ıslatır; gök tarlasındaki pamuk yığınları, yer aynasına kar örtüsü olarak yansır… Hatta, buhar hâlinden çıkan su, daha da kesafet kazanayım ve şekillenip görüneyim diye buz olur, demirden de olsa kabını parçalar. Beynimizde plânladığımız nice görünmezler, dış âleme intikal edip görünür ve maddî vücut kazanırlar.
İşte, görünmeyen varlıklar olan melek, cin ve ruhanîler de, her ne kadar kendilerine has yapılarıyla bu âlemde görülmeseler bile, bu âleme has vasıtaları kullanıp, kılıf ve elbise giyerek görünebilirler. Meleklerin ve cinlerin bu şekilde görünmelerine ‘temessül’ diyoruz. Kur’ân, temessülü anlatırken, “(Melek, Meryem Validemize) tastamam bir insan şeklinde temessül etti.”17 der. Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy getiren melek, bazen kendine has keyfiyetle, bazen bir muharip şeklinde, bazen de daha başka suretlerde geliyordu. Benî Kureyza üzerine yürüneceği zaman Cebrail (aleyhisselâm), tozu toprağı üstünde bir muharip suretinde gelmiş ve “Yâ Resûlallah, siz zırhlarınızı çıkardınız, fakat biz melekler taifesi çıkarmadık.” demişti.18 Yine aynı melek, bazı zaman oluyordu ki, Dıhye (radıyallâhu anh) suretinde geliyor,19 bazı zaman da, dini talim maksadıyla üzerinde hiç de yolculuk emaresi taşımayan bir misafir kıyafetinde geliyor ve “İman, islâm, ihsan nedir?” şeklinde sualler sorup, verilen cevapları “Doğru” diye tasdikleyip gidiyordu20…
Cinler ve şeytanlar da, melek gibi temessül edebilir. Hüseyin Cisrî’ye göre, Allah’ın (celle celâluhu) kendilerine verdiği yaratılış biçimi sayesinde havadan, esîrden veya benzeri bir maddeden istedikleri kadar alıp yoğunlaştırarak istedikleri şekle sokar ve o şekli âdeta bir elbise yapıp, o elbise içinde insanlara görünürler. İmam Şiblî, Ebû Ya’lâ’nın beyanına dayanarak, cinlerin ve şeytanların kendi kendilerine şekil değiştiremeyeceklerini, buna güç ve takatlerinin olmadığını, fakat Allah’ın (celle celâluhu) kendilerine öğrettiği kelime ve isimlerden âdeta şifre vazifesi yapan birini söylediklerinde, Allah’ın (celle celâluhu) onları bir şekilden diğer şekle, bir hâlden başka bir hâle soktuğunu belirtir. Bu, kendi âleminden başka bir âleme, o âleme ait bir vasıta ile geçebilmek için sanki sınırda söylenmesi gereken bir kelime, gösterilmesi şart bir vize ya da askerin geçit için sorduğu parola gibidir. Cinler ve şeytanlar, kendi kabiliyet ve iradeleriyle bu tebdil-i kıyafeti (transformasyon) yapamazlar; yapmaya kalkıştıklarında, bünyeleri parça parça olur ve hayatiyetlerini kaybederler.
Cinlerden olan şeytan da, insan kılığına girebilir. Nitekim, onun Bedir Savaşı öncesi Necidli bir yaşlı suretinde Kureyş’e gelerek, kurdukları tuzak için onlara tahrik edici fikirler verip, çareler tavsiye ettiği rivayet edilir.21 Aynı şekilde bir başka defa, ganimetlere nöbetçilik yapan bir sahabinin şeytanı ganimete zarar vermek isterken yakaladığı ve onun yalvarıp yakarması karşısında da salıverdiği nakledilir. Hâdise üçüncü defa tekerrür edince şeytan, kendisini Allah’ın Resûlü’ne götürmeye karar veren sahabiye, “Bırak da, sana bizden korunup, emniyette olacağınız şeyi söyleyeyim.” der, Sahabi, “O nedir?” diye sorunca da, “Âyetü’l-Kürsî” cevabını verir. Hâdise kendilerine intikal edince Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Habis yalancıdır ama doğru söylemiş.” buyururlar.22
Kur’ân’da, cinlerin Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân dinledikleri ve bu mevzudaki mütalâaları da anlatılır: Cinler, “Ey kavmimiz, doğrusu biz Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, Hakk’a ve doğru yola ileten bir kitap dinledik, dediler.”23 Hadis kitaplarında da, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara Kur’ân okuduğu ve dini tebliğ ettiği muhtelif rivayetlerle belirtilmektedir. Bu hâdiselerden birinde İbn Mesud (radıyallâhu anh)24, bir diğerinde ise Hz. Zübeyr (radıyallâhu anh), bir noktaya kadar Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) refakat etmişlerdi.
Cinler, insan kılığında görünebilecekleri gibi, hayvan şeklinde de görünebilirler. Yılan, akrep, sığır, merkep ve kuş kılığına girdikleri de anlatılmaktadır. Nitekim, Nahle Vadisi’nde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlardan biat kabul ederken, akrep ve kelb gibi herhangi bir hayvan kılığında görünmemeleri veya kendi suretlerinde, ya da daha başka munis bir surette tezahür etmeleri teklifinde bulunmuş, ümmetine de, “Siz evinizde böyle bir haşere gördüğünüzde, ona önce üç defa “Allah rızası için git!” deyin; belki o cin arkadaşlarınızdan olabilir. Eğer gitmezse, o zaman cin değildir; zarar verecekse, öldürebilirsiniz.” buyurmuşlardı.25 Bu, bir bakıma iki ayrı taifenin, iki ayrı cinsin veya iki ayrı sınıfın mukavelesi gibiydi ki, onun bu teklifine karşı cinler de, “Ümmetin her şeye besmele çeker, her şeyi kapatır ve muhafaza ederse, biz onların yiyecek ve içeceklerinden ne yer, ne de içeriz.” şeklinde söz vermişlerdi. Tabiî ki, cinlerin bizim yediklerimizden nasıl istifade ettiklerini bilemiyoruz. Belki havasından, belki kokusundan, belki de müteaffin keyfiyetinden istifade etmektedirler. Nitekim bir hadis-i şerifte, “Tezek ve kemiklerle taharetlenmeyiniz; çünkü onlar cin kardeşlerinizin yiyecekleridir.”26 buyurulur.
10. Cinlerle temas kurulabilir mi? Cinler, insanlara hangi hâllerde zarar verir?
Bazı insanların ruhları cinlerle temasa müsaittir; çabuk trans hâline geçebilir, çabuk bizim buudlarımızın dışına çıkabilir ve onların âlemi, onların buudları, onların dilleri ve haberleşmeleriyle mayalanabilirler. Bu bir fıtrat meselesidir.. ancak, bundan bir insanî üstünlük mânâsı da çıkarılmamalıdır. Evet, görülmeyen bu kuvvetlerin tâbi oldukları belli prensipler vardır. Dolayısıyla insan, her arzu ettiği yerde bunlara iş yaptıramaz… Zira onlar, Allah’ın (celle celâluhu) tayin ettiği buudun dışında iş yapamazlar. Kişi, mazhar olduğu bir kısım esmâ ve kelimeleri sırlı kilitleri açar gibi kullanıp cinlerle temasa geçebilir ama, cinler kendilerine verilmeyen imkânı kullanamazlar. Bu itibarla her insan, cinlerden istifade edemez, eden de, onları her arzusunda kullanamaz. Bununla birlikte, bazı kelimeleri cinlere ait birer kod, birer telefon numarası gibi çevirip, belirli şekillerde ve belirli sayıda tekrarlayarak, onlarla irtibat kuran insanlar da az değildir.
Birtakım yolları ve usulleri olmakla beraber cinlerle irtibat kurma, mürşid ve rehber ister ve o işin ehli olmayı gerektirir. Usul, prensip ve rehber olmazsa, hata ve yanlışlıklar yapıp paçayı kaptırma ihtimali de vardır. Bu tür şeylerle meşgul olanların gözleri mânâ âlemine açık değil ve kendileri ayaklarını basacakları yeri bilemiyorlarsa, o zaman habis ruhların saldırısına uğrar, onların hâkimiyeti altına girer ve onların oyuncakları olurlar: Neticede cinler, böylelerini bazen gurur ve kibre sevk eder, okşayıp şımartır; yeri, zamanı gelince de korkutup tehdit ederek tesirleri altına alır ve kendi hesaplarına konuşturup, iş yaptırırlar. Nitekim, 20. asırda Hindistan’da Gulam Ahmed Kâdıyânî, böylesi habis ruhların kurbanı olmuştur. Hind yogizmine karşı fakirizm yolunda İslâm adına mücadele etmek istemiş, fakat habis ruhların saldırılarına uğrayıp, oyuncakları hâline gelmiş.. habis ruhlar, önce kendisine müceddit olduğunu kabul ettirmişler; sonra da mehdiliğine, ardından da İsa-Mesih olduğuna inandırmışlardır. En sonunda da, –hâşâ– “Allah bana hulûl etti ve bende göründü.” demeye kadar gitmiştir. Habis ruhlar, habis olanlarla çabuk kontak kurar ve onları cinnete kadar götürebilirler.
Cinler, ehl-i imana daha çok cünüplük ve hayız-nifas hâllerinde, abdestsiz-namazsız hayat sürenlere de yine bu hâllerde musallat olup, onları değişik şekilde ve değişik seviyede baştan çıkarabilirler. İşlenen her bir günah, şeytan ve habis cinlere açılan bir kapı ve pencere durumundadır. Bilhassa hassas tipler, bozuk ruhlular, duadan ve dualıların atmosferinden uzak lâubali hayat yaşayanlar, çabuk cinlerin tesirine girerler. Tabiî ki, cinlerin hayat sınırlarını ve hukuklarını ihlâl ve besmele çekmeden evlerini ve yurtlarını işgal de, cinlerden zarar görmede mühim faktörlerdir. Bu yüzden Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bize pis yerlere girerken dua etmemizi öğretiyor ve onların bulundukları mezbelelik, çöplük, hamam, otluk, helâ ve hatta kabirlerde namaz kılmamızı yasaklıyor.27 Bu yerler, şeytanın ve kötü ruhların uğrak yerleridir. Evet Efendimiz, helâya girerken, “Allahümme innî eûzü bike mine’l-hubsi ve’l-habâis”28 dememizi talim buyuruyor ve ileride geleceği üzere, hayatımızın her safhasında dualı olmamızı, bu kabîl zararlı oklara hedef olmaktan korunmamızı temin edecek bir kale ve kalkan sayılabilecek temiz muhitlerde bulunmamızı, temiz insanlarla düşüp kalkmamızı, dualarla bir atmosfer oluşturmamızı ve ibadetle korunmamızı emrediyor. Öyleyse, cinlerin her türlü kötülüğünden emin olmak isteyen, her şeyden önce günahlardan şiddetle kaçınarak, onların girecekleri delikleri kapamalıdır.
11. Sihir (büyü), gerçek midir ve yapılabilir mi?
“Sihir (büyü) yoktur, inanmam.” diyenler, ya meseleyi dinî menşeli görüp, küfürlerinin muktezası olarak reddeden inkârcılardır ya da hiç okumamış, duymamış ve dünyada yaşayıp yaşamadıkları belli olmayan gafil tiplerdir. Şahsen, camide gördüğüm ellisini aşmış birisi, bana bir zaman şöyle demişti:
“Ben, geçen yıla kadar büyü diye bir şeye inanmıyordum. Derken, akrabamdan biri delirdi; nöbet geldiğinde kaskatı kesiliyor ve gözlerini bir noktaya dikiyordu. Gitmediğimiz doktor, gitmediğimiz cinci kalmadı. En son gittiğimiz yerde, bu işle uğraşan kişi okudu ve daha başka şeyler yaptı. Dönüşte arabaya bindik ve o yakınımız hiç alışmadığımız bir tonla, “Neredeyim ben, ne oldu bana?” dedi. Şaştım kaldım. Ve ondan sonra inandım ki, büyü oluyormuş.”
Evvelâ, Kur’ân, karı ile kocanın arasını açan sihirden bahsetmekte ve Süleyman ve Musa peygamberler zamanındaki sihir hâdiselerini tafsilatıyla mevzu yapmaktadır.29
İkincisi, bir Yahudi bizzat Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) sihir yapmış; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun tesiriyle sıkıntı duymaya başlayınca, sihir malzemesi, meleğin işaretiyle içine atıldığı kuyudan çıkarılmış ve Muavvizeteyn’in okunmasıyla Allah (celle celâluhu), o musibeti Efendimiz’den defetmişti.30
Üçüncü olarak, hayata mal olmuş öyle hâdiseler ve misaller vardır ki, sadece şahsî müşâhedelerimi arz etmeye kalksam, 20-30 sayfa tutar. Fakat yukarıda zikredilen misalleri, emsallerine de delâlet etmesi itibarıyla hatırlatıp geçmek istedim.
Evet, hadisin beyanıyla nazar hak31 olduğu, yani tesiri mümkün olduğu gibi, büyünün de tesiri mümkün ve vâkidir. Ancak, başkasına büyü yapıp kötülük etmek, karı-kocayı birbirinden ayırmak, bu yolla insanları birbirine düşürmek, tutsun tutmasın bu mevzuda gayret sarf etmek, büyü yapmak ve yaptırmak, yapana yaptırana yardımcı olmak, kat’iyen haram ve günahtır.. helâl itikat ederek yapmak ve yaptırmak da küfürdür. Fakat, birisi gerçekten cinlere veya büyüye maruz kalmış da ızdırap çekiyorsa, okumakla onu bu ızdıraptan kurtarmak herhâlde sevaptır.
Şu kadar ki, bu mesele bir meslek, meşgale ve iş hâline getirilmemelidir. Zira, Kitap ve Sünnet’te bu meseleyle alâkalı bir şey bilmiyoruz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), cinlerle görüşmüştür ama, bu O’nun nübüvvet vazifesi çerçevesinde cereyan etmiş ve onların da peygamberi olduğundan, kendilerine dini tebliğ etmiş, biatlerini almış ve yapmaları gereken mükellefiyetleri bildirmiştir.. bunun dışında, cinlerle nasıl irtibat kurulur, onlar nasıl çalıştırılır, büyü nasıl yapılır ve bozulur, bu mevzularla hiç mi hiç uğraşmadığı gibi, nurlu beyanlarında da bu mevzu ile ilgili herhangi bir şey görmüyoruz. Fakat, cinlerin yaklaşma noktalarını, zararlarını ve habislerinden kurtulma yollarını talim etmiştir. Şu kadar ki, umumî mânâda ümmetin bu meselelerle uğraşması tasvip edilmese dahi, belli bir kuvvete, ruh gücüne sahip olan ve mânâya gözleri açık bulunan zevatın cinleri hayır istikametinde kullanmasında da herhâlde bir mahzur olmasa gerek. Zira Kur’ân’da, bu istikamette bir kısım peygamberlerin eliyle gösterilen bir ufuk noktası bulunmaktadır..!
12. Cinler, gelecekte çalıştırılabilir mi?
Kur’ân’da, Süleyman Aleyhisselâm’ın kuşlardan ve cinlerden ordularının olduğu, cinlerin kaleler, havuzlar ve kazanlar yaptıkları, içlerinde bina ustalarının ve denizlere dalan dalgıçların bulunduğu, ayrıca birkaç bin kilometre uzaktan Belkıs’ın tahtının anında getirildiği anlatılır.32
Âyetler, bizi fizik ötesi âlemlere götürmekte ve metafizik vak’alarla tanıştırıp, cin, şeytan ve ruhanîlerle kalbin ve hissin diliyle konuşabileceğimiz bir âlemde gezdirmektedir. İnsanlık, şu anda bu işin henüz elif-basında ve emekleme devresinde bulunmaktadır. Telepatinin, ruhlarla konuşmanın, cin ve şeytanlarla en geniş sahalarda haberleşme yapmanın ve onları emir altına alıp iş gördürmenin perdesi yeni yeni aralanmaktadır. Maddeyle alâkalı laboratuvarlarda halledilemeyen meseleler olacak, görülmeyen âlemlere ve canlılara müracaat lüzumu duyulacak ve başka âlemlerden gelen şifreleri çözmek için nezih veya habis ruhlara, cinlere ihtiyaç baş gösterecektir. İrtibat arttıkça, onları kullanma sahalarına temayül de artacaktır.
Yukarıdaki âyetlerde ifade edildiği gibi cinler, Hz. Süleyman’a (aleyhisselâm) hizmet ediyorlardı. Her nebi, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden birine mazhardır; aynı zamanda nebiler, kendi isimlerinin de mazharıdırlar. Süleyman ismindeki remiz ve mânâ, şehadet ve gayb âlemleri üzerinde hüküm sürmektir. Böyle bir ismin muktezası olarak, o nebinin bir eli görünen, diğer eli ise görünmeyen âlemde tasarruf yapabiliyor ve muhaberede bulunabiliyordu. Bu, sair enbiyâda ara sıra ve mucizevî oluyordu ama, Hz. Süleyman’da (aleyhisselâm) ileri derecedeydi. Ayrıca burada, imana ve Kur’ân’a hizmet eden cemaatlerin sahip olmaları gereken yol ve usullere de işaretler vardır.
Nebi, alet u edevatsız ve maddî sebepler olmaksızın cinleri teshîr edip emrine bağlamış, onlar vasıtasıyla haberleşmiş, onları çalıştırmış ve bu sahada nihaî sınırı göstermiştir. Âyetin ifadesiyle, emrinde bulunan cinler, Hz. Süleyman’ın (aleyhisselâm) kendilerinden yapmalarını istediği şeyleri yaparlardı. Çok muhteşem hüsnü sanat eserleri ortaya koyarak, bu sanatın gelişmesi ve ihyası hususunda insanlara büyük destekleri olmuştur. İleride cinler, aynı sahada daha geniş çapta kullanılacak ve onları istihdam edenler, son sınır taşlarını yerlerine koyacaklardır.
Yine Kur’ân’da, –yukarıda ifade edildiği gibi– Hz. Süleyman’ın (aleyhisselâm) cinleri denizlerin diplerine dalma ameliyesinde istihdam ettiği de belirtilmektedir.33 Telepatinin bu işle alâkası vardır veya yoktur; fakat her hâlükârda, bir gün iaşeleri temin edilerek, cin taifeleriyle deniz altında üç-beş ay kalınabilecektir. Zira Allah’ın bir Peygamberi, bize bu mevzuda da son ufku göstermektedir.
Muhabere sahasında da cinlerin büyük çapta kullanılabileceğine âyet işaret etmektedir. Büyük devletler, teknik ve teknolojik sahada verdikleri kavga ve mücadelede cinleri kullanıp, –haberleşmede dinlenme ihtimali ortadan kalktığı ve çok seri hareket ettikleri için– telsiz ve telgrafın çalışması ve kod, şifre ve anahtarlarının ele geçirilmesi hususunda cinlerden faydalanacaklardır. Gariptir; bu mevzuda bugün en fazla gayret gösterenler de, mânâya karşı en kapalı milletlerden olan Rusya ve Çin’dir.
Cinler ile konuşmanın sağlanması, emniyet teşkilatlarının da işine yarayabilir. Meydana gelen veya gelişme safhasında olan faaliyetler ve grup olayları anında merkeze bildirilip, kontrol altına alınabilir. Kim bilir belki o zaman, cinlerden de komiserler ve emniyet müdürleri olacaktır.
…Ve gün gelecek, milletlerin gizli bir şeyi kalmayacak, cin ve şeytanlar bütün kapalı şeyleri, milletlerin sırlarını ve gizli yanlarını açığa çıkararak, herkesin en gizli yönlerine muttalî olma imkânını sağlayacaklardır. Ne var ki beşer, her şeyi ruhanîlerin ve cinlerin yaptıklarına inanacak ve bu sahadaki gelişmeler sonucunda cinlerin bu şekilde kullanılması, bir bakıma Allah’ın (celle celâluhu) ve Kur’ân’ın inkârına yol açacak; neticede de insanlar, ruhlarını tatmin için bunları kullanabileceklerdir.
Enbiyâ sûresinin 82. âyetinde, cinlerin daha başka işler de gördükleri belirtilerek, belki cinlerin ileride bizim bilemediğimiz ve tahmin edemediğimiz daha pek çok işlerde de kullanılabileceğine işaret olunmaktadır. Siz bunu, ister bin senelik hâdiselerin kitaplaştırılması, ister yerin altına ve yer altındaki madenlere ıttılâ ve isterseniz deniz dibinde asırlardır bulunamayan batık gemilerin tespiti, yeni zenginlik kaynaklarının keşfi veya cinleri uzay dalgıçları ya da cin uydular şeklinde istihdamla değişik bilgiler edinilmesi olarak düşünebilirsiniz. Fakat, her zaman olduğu gibi bu sefer de, verdiğimiz bu malumatın sonunda yine “Her şeyin doğrusunu Allah bilir.” demeyi ihmal etmemeliyiz.
13. Cinler, hastalıklara sebep olabilir mi?
Cinler, maddeye nüfuz edebilecek mahiyette varlıklardır. “Cin şudur” diyemiyorsak da, her hâlükârda cinlerin latîf, görülmeyen, tesir ve nüfuz kabiliyetine sahip varlıklar olduğu açıktır. En basit misaliyle, röntgen şuâları insan bedeninde rahatlıkla yol alabiliyor ve belli ışın çeşitleri maddeyi eritip yapısını değiştirebiliyorsa, bu ışınlardan daha latîf olan cinler, insan bedenine neden nüfuz edemesin ki!. Evet cinler, insanın fizyolojik yapısına tesir edip, çeşitli zararlara yol açabilir; damarlara ve beynin merkezî noktalarına müdahale edebilirler.
Lazer ışını, 1960’lara kadar bilim-kurgu romanlarının hayal silahı idi. Ancak T. Warman’ın ilk kırmızı lazer ışınını tespitinden sonra geliştirilmiş olup, bugün bilgisayardan haberleşmeye, nükleer silah sanayiinden polisiye araştırmalara, hatta tıbba kadar pek çok sahada kullanılmaktadır. Meselâ 40 yıl önce işlenmiş bir cinayetteki hiçbir aletin tespit edemediği parmak izleri lazer ışınlarıyla ortaya çıkarılabilmekte ve çok aletlerin göremediği şeyler görülebilmektedir. Bundan daha önemlisi de, damarlarımızda âdeta kanla beraber akıp gitmekte ve tıkanmış damarların açılmasında da kullanılmaktadır ki, göz ameliyatlarında kullanılması, bunlardan sadece biridir. Diğer taraftan, ciğerlerimize çektiğimiz havadaki bir miktar oksijen kanı temizlemekte ve damarlarımıza sirayet etmektedir. Tam bu noktada sözü yine Söz Sultanı’na bırakalım: “Şeytan, insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır!”34; sanki alyuvarlaşır veya akyuvarlaşırmış gibi…
Şu hâlde, başta şeytan olmak üzere, bütün cin taifesinin insanlara zarar verebilecek şekilde yaklaşarak, maddî-mânevî tahribata yol açabilmeleri mümkün görünmektedir. Şeytanın yaklaşmasını, açtığı yaraları ve bunlardan korunma yollarını inşâallah bir sonraki mevzuda ele alacağız.
Şeytan ve cinler, doğrudan doğruya fizyolojik hastalıklara da sebep olabilirler. Alyuvarlarımıza binip, damarlarımızın içinde dolaşabildiklerinden dolayı, bu her zaman mümkündür. Ne biz bu mevzuda mübalâğaya kaçalım, ne de hekimler bu gerçeği reddetsinler. Sözgelimi, biri kalkıp, “İhtimal, kanser hâdisesinde hücrelerin anarşisine sebep olan da bu habis ruhlardır.” iddiasında bulunur, buna karşılık siz de “olamaz” derseniz, bu takdirde peşin hükme saplanmış olursunuz. Durum, gerçekten belki de böyledir; en azından, mülâhaza dairesini açık tutmak gereklidir. Kanser hakkında bugüne kadar söylenen sözler ve yapılan tariflerin en mâkulü, onun bir hücre anarşisi olduğudur; vücudumuzdaki en küçük parçaların anarşisi.. yani, vücudun normal nizam ve âhengine başkaldırma ve normal hücre gelişme faaliyetini bozma. Bu, hem iç, hem de dış uzuvlarda olabildiği gibi, kanserli hücrelerin yavaş üreyeni de vardır, seri üreyeni de. Cinlerin kanser bölgesine yerleşip, bir örgüt çalışması gibi hücre anarşisi oluşturmaları, her zaman mümkündür. Cinler nasıl görünmeyen varlıklarsa, kanser de çok kere baştan belli olmayıp, kendini geç hissettirmekte, hissettirdiği zaman da, artık ilaçlar fayda vermemektedir.
Kanser gibi sara hastalığında da habis ruhların tesirini kabul etmek, makul bir yol olsa gerek.. kim bilir belki de cinler, beyinde bir kısım guddelerin normal çalışmasına ve fonksiyonlarını icra etmelerine mâni olmaktadırlar.
Yine, habis ruhlar, insan aklını bozma ve sinir sistemine tesir edip, cinnete yol açmada da tesirli olabilirler. Gerçi, hekimler şizofreninin bütün çeşitlerini maddeye vermekte ve bazılarını da irsî görmektedirler ama, cinlerin damarlara girip kişinin muvazenesini bozmaları, sinir sistemini harap ederek, zaman zaman dengeli olunurken, bazen de çılgınlığa yol açmaları da mümkündür. Yanlış anlaşılmasın; ne sara, ne de şizofreni mutlaka cin eseridir demek istemiyorum; fakat, “olması mümkündür” diyorum. Çünkü bu hastalıklar, çok defa dualı bir ağzın ciddî bir okumasıyla geçmektedir.
Arkadaşlarımızdan biri, yaşlı bir kadının dua isteğini getirdi. Bu yaşlı kadıncağız için doktorlar, “Kanser metastaz yapmış ve her yanını kaplamış; bir hafta kadar ya yaşar, ya yaşamaz… Götürün, son günlerini evinde geçirsin.” demişler. Kadıncağızın şahsıma büyük hüsnü zannı varmış; arkadaşımızı araya koyup ısrarla, “Dua etsin, şifa bulurum.” demiş. O masumeye nasıl dua ettiğimi şimdi hatırlamıyorum. Altı ay sonra arkadaşıma “O kadına ne oldu?” diye sordum; “Yaşıyor” dedi. Sonra aradan iki yıl gibi bir zaman geçti, “Ne oldu?” diye yine sordum; “Hacca gitti geldi, torunlarını büyütüyor.” cevabını aldım.
Yine, bir saralı hasta getiriliyor; devamlı rahatsız ve nöbeti olan bir adam. Bir hocaefendi açıyor Kur’ân’ı ve üç-beş âyet okuyor; hasta şifa bulup gidiyor.
Bu vâkıaları maddenin fonksiyonlarıyla izah etmek mümkün değildir. Hap vermek suretiyle beyinde belli bir temas temin etmeye muvaffak olabilirsiniz.. bunun bir tesiri de olabilir ama, okuma da şifaya sebep olabilir.
Bir misal daha arz edeyim: Teyzem, cinnet getirdi ve her şeyi yakıp yıkmaya başladı. Zincirlerle ancak zapt edilebiliyordu. Kendini hastahanenin dördüncü katından aşağı attı, bir şey olmadı. Kocası bir hocaefendiye gitti, bir şeyler yazdırdı getirdi ve bıraktı. “Beni niye böyle zincirlere bağladınız?” dedi, sızlanmaya başladı.. hayret, teyzem iyileşmişti…
Tıbbın ve doktorların altından kalkamadıkları öyle vak’alar, öyle misaller var ki, hemen her gün bir tanesini duyar veya yaşarsınız.
Son olarak, yıllar önce Balçova karakolunda bekçilik yapan bir zatın bizzat yaşayıp anlattığı bir vak’ayı nakletmek istiyorum: Bu adamcağızın ilk yedi çocuğu doğumlarının 17. gününde boğulup ölmüşler. Sonunda, ağzı dualı bir hocaefendiye bir şeyler yazdırmış ve artık sekizinciden itibaren çocukları yaşamaya başlamış…
Nasıl şimdi, Avrupa ve Rusya görünmeyen kuvvetleri haberleşme gibi bir kısım hizmetlerde istihdam etmeye başlamışlarsa, büyük ihtimal ileride de cinnî hastalıklara karşı dua ve benzeri tedavi yollarını kullanır hâle gelecekler, hatta, belki de cinlerle tedavi popülerlik kazanıp, üniversitelerde ayrı bir kürsüye bile kavuşacaktır! Bugün bile ülser tedavisinde telkin yolunu kullanan hekimler var; ayrıca mûsıkî dinletip, hastanın moralini yükseltmekle tedavi denemeleri de yapılıyor. Bütün bunlar ruhun varlığını ve tedavide bile mânânın ne derece önemli olduğunu göstermektedir. O hâlde, şuurlu habis ruhların ve hastalıklara yol açan cinlerin mevcudiyetlerini inkârda ne mânâ var?!..
14. Habis ruhların ve cinlerin şerrinden korunmak için ne yapılmalı ve ne okunmalıdır?
a. Evvelâ, Allah (celle celâluhu) ve Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile iyi münasebet kurup, İslâm’ın prensiplerine uyulmalıdır.
Bu işin birinci ve en sağlam yolu, Allah (celle celâluhu) ve Resûlü’yle (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok iyi münasebet kurmak, din-i mübin-i İslâm’ın prensiplerini hayatımıza hayat yapmak, gönülde derinleşmek ve tertemiz havamızla kendi âlemimizi yaşamaktır. Bir yandan bunları yaparken, bir yandan da habis ruhların sızabileceği hiçbir boşluk ve günah penceresi bırakmamak gerekir. Ruhta açılacak bir gedik, onların sızmasına zemin hazırlayabilir.
b. Fiilî ve kavlî dua ile Cenâb-ı Hakk’a (celle celâluhu) ilticâ edilmelidir.
Cinlerin ve habis ruhların şerlerinden korunmada ikinci önemli bir unsur, hususiyetle duanın kulluğumuzun bir parçası ve silahımız olarak dilimizden düşmemesidir. Evet, korunmamız, hâl-kâl, iç-dış, fiil-dil bütünlüğü ve birliği içinde olmalıdır.
Dua, fiilî ve kavlî olmak üzere iki şekildedir. Çiftçinin tarlayı sürmesi, tımar etmesi, ekmesi, sulaması fiilî dua; sonra da el açıp, “Yâ Rabbi, bereket ihsan eyle, rahmetini bol bol ver.” diye yalvarması da kavlî duadır. Birinci dua olmaksızın ikincinin yapılması, insana herhangi bir şey kazandırmayacaktır. Buna karşılık, sadece fiilî dua ile yetinilmesi ise, yümün ve bereketi, hele hele kulluğu eksik bırakacak ve bütün yaptığı, başında bir olmayan sıfır yığınından ibaret kalacaktır.
Diyelim ki bir mü’min, “Yâ Rabbi, mü’minleri muzaffer eyle.” diye dua eder; bu güzeldir ama, kâfi değildir. Çünkü, tek kanatla kuş uçmaz. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Bedir Savaşı öncesi eksiksiz hazırlık yapması ve sonra da bütün benliğiyle Allah’a yönelerek dua etmesi gösteriyor ki, fiilî dua yapılacak, yani, sebepler dairesinde yapılması gerekli olanlar yapılacak ve elden geldiğince sebeplere riayet edilecek, sonra da kavlî dua için eller açılacaktır.
Bunun gibi, vücudumuzda bir rahatsızlık ve hastalık hissettiğimizde hekime gitmemiz, ilaç kullanmamız birer fiilî duadır. Arkasından, şifayı verecek olan Cenâb-ı Hakk’a el açıp, şifa dilememiz de kavlî duadır. Bazen yalnız Allah’a teveccüh ve kavlî dua ile hastalıklarımız, baş ve diş ağrılarımız geçebilir ama, bazen de murad-ı ilâhî başka olur ve hekime müracaatımız istenir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Allah her derdin devasını yaratmıştır, tedavi olunuz.”35 buyurmakla, bu fiilî duaya bizi teşvik etmektedir. Şu kadar ki, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, şifayı Allah’tan (celle celâluhu) bilerek ve bir kulluk vazifesi olarak kavlî duamızı her hâlükârda yaparız.
Ne var ki, bazen münhasıran kavlî duanın yetmediği gibi, fiilî duanın yetmediği de olur. Ve Allah (celle celâluhu), şifayı bazen iki duaya birden, bazen de sadece birine bağlar. Her şey O’nun elindedir. Niceleri vardır ki, kavlî dua nedir bilmedikleri hâlde sıhhat içinde, zevk dolu bir hayat yaşarlar; buna karşılık, ilaç kullandıkları ve duayı da bir an için olsun ağızlarından düşürmedikleri hâlde, Allah’a (celle celâluhu) gönülden bağlı insanların hayatlarını dertlerle kıvrım kıvrım sürdürdükleri görülür. Böyle durumlarda biz, duamızın kabul olmadığını sanırız. Hâlbuki kabul etmek ayrı, cevap vermek ayrıdır. Her dua işitilir ve icabet edilir fakat bu icabet, istenilenin aynen verilmesi şeklinde olabileceği gibi, tehir edilip sonra verilmesi veya dünyada verilmeyip, ahirete bırakılması şekillerinde de olabilir; tamamen, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine bağlıdır bu. Siz doktoru çağırdığınızda o, icabet eder gelir; fakat “Bana şu ilaçları ver.” dediğiniz zaman, doktor o ilaçları size aynen vermeyebilir; neyi uygun görüyorsa onu verir ve uygun görmediğini de vermez ya da daha iyisini, daha faydalısını verir. Teşbihte hata olmasın, Cenâb-ı Hak da kulun dualarını her zaman duyar, duyduğunu duyurur ve onun kalbine huzur verir; çünkü O, insana şah damarından daha yakındır. Fakat hikmetinin muktezası olarak, kulunun her istediğini vermeyebilir; bu vermeyiş, bazen kulun yararına olacağı, bazen de ileride daha faydalı şekliyle vereceği içindir. Sonra, mülkün sahibi O’dur ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.. lütfu da hoştur, kahrı da. O, abes iş yapmaz; her yaptığında bir değil, bin hikmet vardır.
Ayrıca kat’iyen bilinmelidir ki, dua da namaz gibi bir kulluktur; sâfiyane, hâlisane, garazsız, ivazsız, karşılıksız ve dünyada peşin bir netice beklemeden yapılmalıdır. İnsan, saf ve dupduru bir gönülle O’na teveccüh edip, rızasını aramalıdır. Ama O, bazen lütuf ve keremiyle ihsanlarda bulunup kulunu hoşnut edebilir… Bu sebeple de, hemen neticesi alınsın ve çarçabuk hedefe nail olunsun diye yapılan dualar kabul görmeyebilir; hâlis ve safî olmadıkları için, kabul noktasına yükselmeleri mümkün olmayabilir…
Peşin ücretler için ısrarla dua edilmemeli ama, Hak kapısında devam ve sebatta mutlaka ısrarlı olunmalıdır. Rabbine ilticadan bir an dûr olmamak, daima hayırlı olanı istemek, günahların yaprak gibi döküldüğü, fazilet ve insanî değerlerin ziyadeleştiği o kapıda sadakatte bulunmak, sebat etmek ve imtihanda olduğumuzu unutmayarak neticeleri ahirette beklemek, samimî kul olmanın gereğidir.
c. Nezd-i Ulûhiyette makbul kimselerin duası alınmalıdır.
Nezd-i Ulûhiyette kıymet ifade eden duası makbul kimselere müracaat edip dua etmelerini istemek, çok önemli ve yararlıdır. Nitekim, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu şekil müracaatlar çok olurdu: Ahmed İbn Hanbel, Taberanî’nin rivayetlerinde Ümm-ü Hâni (radıyallâhu anha) naklediyor: “Allah’ın Resûlü’ne mecnun bir çocuk getirildi. Efendimiz ona dokunup, “Çık ey Allah’ın düşmanı!” buyurdu; sonra, çocuğun yüzünü yıkayıp dua etti ve çocukta hiçbir şey kalmadı.”36 Biz de, hüsnü zannımız olan böyle kimselere müracaat eder, onlardan dua dileriz. İnşâallah Cenâb-ı Hak da şifa ihsan eder.
Cinlere maruz kalındığında hemen cinlerle uğraşanlara gidecek olursak, bu bizde evhama yol açar ve kuvve-i mâneviyemizi kırabilir.. sonra, başkaları tarafından istismar da ediliriz. Ona gider iki muska, berikine gider iki muska alır ve zavallı hastayı muska hamalı hâline getiririz. Bu muskalardan bir tanesi kaybolacak olsa, hasta titremeye, korkmaya başlar ve ümitsizliğe düşer. Yani, şifa bulayım derken, daha fazla rahatsızlıklara düçar olur. Bu sebeple, dua ettirmek en iyisidir. Abdullah İbn Amr (radıyallâhu anh), çocuklarına dua öğretir, bilmeyenlerin de üzerine yazıp, kordu. Sonra, bu işe de çok bel bağlamamak lâzımdır. Zira, sahih hadis kaynaklarının rivayetine göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), 70 bin insanın sorgusuz-sualsiz Cennet’e gireceğini müjdelerken, bunları, pazubent bağlamayanlar, teşe’üm, tefe’ül ve muskaya itibar etmeyip Allah’a mütevekkil olanlar diye saymaktadır.37 Onun için, hem duayı bırakmamak, hem de Allah’a (celle celâluhu) tevekkül etmek en iyisidir.
d. İnançlı psikiyatrist ve hekimlere gidilmelidir.
Bu mevzudaki diğer tavsiyemiz, materyalist ve inkârcı olmayan ve ruhlara, cinlere ve onların tesirlerine inanan ehil psikiyatrist ve hekimlerimize gidilmesidir. Fakat inanmayan ve kalb ve ruhun gıdasızlığından ve tatminsizlikten dolayı vicdan ve duyguları arasında muvazene kuramayıp düal yaşayan hekimler, habis ruhların hücumuna uğrayanları daha çok bataklığa teşvik edip, bunalımlı, stresli kimselere, “Git, kadınlarla münasebet kur, ye-iç, eğlen ve kötü düşüncelerini atmaya çalış.” demektedirler. Böyle bir tavsiye, susuzluktan yanıp kavrulmuş birisine, “Biraz daha yan” diye deniz suyu vermek gibi bir şeydir. Zaten, hastayı hasta eden, kalbinin bağırsaklarına yedirilmesi, düşünce hayatının ölüp sönmesi ve habislerle düşüp kalkmasıydı. Evet, böyle düşünen tıp da, tabip de tek gözlü sayılır; kaybettiği diğer gözünü bulunca, o da ilerde müstakim görmeye başlayacaktır…
e. Âyetü’l-Kürsî, Muavvizeteyn vb. dualara müracaat edilmelidir.
Evvelâ, Allah’a (celle celâluhu) sığınma, O’na dehalet etme ve himayesine girme, bu mevzuda en önemli yeri olan bir husustur. Allahü Teâlâ’nın Kur’ân’da kullarına emrettiği de budur: “Sana şeytandan (şeytanî) bir dürtü olacak olursa, hemen Allah’a sığın.”38 yani “Eûzübillahimineşşeytânirracîm” de! Bu arada, Mü’minûn suresi 97. ve 98. âyetlerinin ezberlenip okunmasını da tavsiye edip geçelim.
Âyetü’l-Kürsî, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından bizzat tavsiye edilmiştir. Sahabi, zekât malına el uzatmak isteyen insan suretinde bir habis ruhu yakalamıştı. O habis ruh, kurtulmak için “Bırak beni, sana bizden kendini koruyacak dua öğreteyim: O, Âyetü’l-Kürsî’dir.” demişti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, “O yalancıdır, fakat bu defa doğru söylemiş.” şeklinde tenvirde bulunmuşlardı.39
Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Yahudiler tarafından sihir yapıldığında Muavvizeteyn, yani Felak ve Nâs sûreleri okunarak sihir çözülmüştü.40 Ayrıca Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Âişe Validemiz’in (radıyallâhu anhâ) beyanıyla, sabah-akşam “Üçer defa Felak ve Nâs sûrelerini okur, birbirine birleştirdiği avuçlarının içine üfler ve her defasında ellerini vücudunun erişebildiği yerlerine sürerdi.”41
Yine, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sabah-akşam üçer defa بِسْمِ اللّٰهِ الَّذِي لَا يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ derdi ki –biiznillah– felce maruz kalmamanın teminatıdır.42 Yine, أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللّٰهِ التَّامَّاتِ مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لَامَّةٍ de, tavsiye43 ve tecrübe edilen dualar arasındadır.
İmam Gazzâlî’nin bu husustaki tavsiyesi, 1 kere Bismillâhirrahmânirrahîm, 10 kere Allahü Ekber, 19 defa لَا يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ أَتَى44 ve مِنْ شَرِّ النَّفَاثَاتِ فِي الْعُقَدِ45 okumaktır.
Bir başka zatın tavsiyesine göre, her defasında önce bir yudum su, çay, ya da çorba içip, arkadan bir defa yukarda geçen bu iki âyet okunmalı ve bu okuma bu şekilde 19 defa tekrarlanmalıdır.
Bu mevzuda daha pek çok dualar vardır ki, hadis kitaplarına bakılmalı veya ehline sorulmalıdır. Ayrıca Ashab-ı Bedir, Cevşen ve Kaside-i Bür’e de tavsiye edilebilir.
f. Dualarla cinlerden ve habis ruhlardan kurtulanlara misaller:
1. Yakınlarımdan biri felç olduğunda, kendisine bir hafta Kaside-i Bür’e okunmuştu; Allah’ın (celle celâluhu) izniyle bir hafta sonra düzeldi.
2. Çok sevdiğim bir arkadaşımın hanımında evlenir evlenmez cinnet emareleri baş göstermişti. Kaskatı kesilip, gözleri dönüyor ve “Geldiler” diyordu. Gitmedikleri hekim kalmadı; Prof. Dr. Ayhan Songar da bir hayli meşgul oldu. Sonra, Allah (celle celâluhu) başka bir yerden kapı açtı ve böyle arızalı, malûl kimselere okuyan bir hocaefendi, bir ay gelip, bu kadına okudu ve biiznillah hasta belli ölçüde ifakat buldu. Bir defasında Ashab-ı Bedir’in isimlerini de yanıma alarak, hastanın beyi olan arkadaşımı ziyaret etmek istedim. Ben daha merdivenlerden çıkarken kadın, “Hoca geliyor, onun da iflahını keseceklermiş.” diye bağırmaya başladı. Ben içeriye girmedim; Ashab-ı Bedir’in isimleri bulunan kâğıdı arkadaşa verdim ve o da götürüp onu kadının üzerine bırakıverdi. Sesi aşağıya kadar gelen hemşiremiz şöyle diyordu: “Niye kaçıyorsunuz? Hz. Hamza geldi diye mi?”
Bunu nasıl izah eder ve hangi maddî sebebe bağlarsınız, bilemeyeceğim..! O mübarek hemşiremiz, şu anda tamamen iyileşmiş durumdadır.
3. Şimdi de, bir arkadaşımızın birkaç müşâhedesini bizzat kendi ağzından nakledelim:
“İzmir-Balçova’da vazifeli iken, 18 yaşlarında, sosyeteye mensup oldukları belli iki genç yanıma geldi. Biz camiden çıkmıştık; onlar da dışarıda bekliyorlardı. Yüzlerinde bir korku ve telaş emaresi hissettim. Ürkek bir tavırla yanıma sokulup, “Biz falan semtte erkekli-kızlı ruh, cin çağırma seansları düzenliyorduk. Geliyor, fincanlarımızla oynuyor ve harflerle konuşuyorlardı; biz de eğleniyorduk. (Ruh çağırmaya zaten ‘sosyete çerezi’ dense yeridir.) Sonra bıraktık. Fakat, bu işe ara verdiğimizden bu yana ruhlar, gece gündüz peşimizi bırakmaz oldular; bilhassa geceleri çok rahatsız ediyorlar. Yataklarımızı hareket ettiriyor, dolaplarımızın kapaklarıyla oynuyorlar; perişan olduk. Ne yapacağımızı bilemediğimizden camiye geldik.” dediler. –Ah, doğumlarda, düğünlerde, ölümlerde ve darda kalınınca akla gelen camiler ve neslimiz!– Sonra, birden dedi ki: “Biliyor musunuz, şu anda bile ileride şu ağacın altındaki taburenin üstünde bulunuyorlar.” Ben “Gelin, camiye girelim.” dedim. –Tek barınak, tek sığınak Allah’ın evleri…– Girdik ve uzun boylu konuştuk. Malumatım olduğu kadarıyla, bunun tehlikeli bir iş olduğunu, iman ve irfanla, ilmî ve dinî meselelerle meşgul olmakla bu rizikolu badirenin atlatılabileceğini söyledim ve bazı dualar yazıp verdim.
“Akşam evimde odama çekilmiş kitap okuyordum. Bir ara salonda birbiriyle oynaşıp duran oğullarım odama gelip, “Baba” dediler, “yan odada ışık yandı, duvarda dolaşanlar var.”
Meseleyi anlamıştım. Gündüz, ellerinde oyuncak olmaktan kurtardığım gençlerin intikamı alınmak isteniyordu. Akılları sıra bana gözdağı vereceklerdi. Masamın üzerinde bulunan dua kitabını aldım ve Ashab-ı Bedir’in isimlerini okumaya başladım. Daha ben okurken ışıklar söndü ve duvarda dolaşanlar kayboldu. Belli ki, benden hoşlanmamışlardı.”
4. İzmir’in Altındağ semtinde cami görevlisi olarak vazife gören bir arkadaş da şunları anlatmıştı:
“Her minareye çıkışımda, arkamdan gelen takunya sesleri duyardım. Bilhassa akşamları daha sık oluyordu. Akşam ve yatsı namazlarından sonra cemaat dağılıp da cami boşaldığında, ışıkları söndürüp kapıyı kapamak üzere harekete geçerdim. Çok kere ben daha düğmeye dokunmadan ışıklar sönüverirdi. Bu o kadar uzun süre devam etti ki, dayanamadım, vazifemi başka bir camiye naklettirdim.”
5. Havran’ın Çakırdere köyünden bir köylü de, başından geçen bir hâdiseyi şöyle nakletmişti:
“Bir yaz gecesi, tarlaları domuz sürülerinin zararından korumak gayesiyle, köyde âdet olduğu üzere tarladaki kulübemde kaldım. Yalnızdım. Yakınımda da kimsecikler yoktu. Yanımda tüfeğim olduğu hâlde yatağa uzanmış, duruyordum. Bir ara kapı açıldı. Gecenin yarısında kim gelmiş olabilir diye hayret ve şaşkınlık içinde kapıdan gelene bakarken, bir de ne göreyim: Gelen bizim hanım, elinde de fener. Bu kadar uzak mesafeden ve böyle geç vakitte hanımımın gelmesi mümkün değildi. Aklıma geldi ve bildiğim duaları okumaya başladım. Gelen, arkasına dönüp gitti. Giderken kapıyı kapatmayı da ihmal etmedi!”
6. “Bir türlü geçmek bilmiyordu…” diye başlıyor bir başkası.. ve devam ediyordu: “Her çareye başvurdum. Doktor doktor dolaştım. Yapılan müdahaleler geçici oluyor ve bir müddet sonra siğiller teker teker ellerimde belirmeye başlıyordu. Birisinin tavsiyesiyle –şimdi hatırlayamayacağım– bir dua okudum. Ertesi gün ellerim tertemiz hâle gelmişti. Hatta o sıralarda, aynı dertten rahatsız bir gence de o duayı tavsiye etmiştim. Birkaç gün sonra karşılaştığımızda ellerini göstermiş ve “İşte, hepsi geçti.” demişti.”
Bu ve bunlara benzer yüzlerce hâdise vardır ki, hiçbirini madde ile izah mümkün değildir. İlim adamlarımıza düşen vazife, bunları toptan inkâr edip görmezlikten gelmek yerine, bu çeşit tedavilerin de kendi çapında bir ilim olabileceğini kabulle, meseleye bir de bu açıdan yaklaşmalarıdır. Vâkıaları görmezlikten gelmenin kimseye fayda getirmeyeceği ve böyle davranmanın ilim ve fenle uzaktan yakından bir alâkasının bulunmadığı, bilhassa günümüzde artık herkesin malumu olan bir husustur.
1 Tahrim sûresi, 66/6.
2 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/185.
3 Bkz.: Rahmân sûresi, 55/26-27.
4 Buhârî, bed’ü’l-halk 7, 17; meğâzî 12; cihad 139; libâs 88, 94, 95; Müslim, libâs 81, 82, 83, 84, 103; Ebû Dâvûd, hâtem 6; Nesâî, zînet 54.
5 Ebû Dâvûd, tahâre 89; libâs 45; Tirmizî, edeb 44.
6 Buhârî, ezan 160; et’ime 49; i’tisam 24; Müslim, mesâcid 72; Tirmizî, et’ime 13; Ebû Dâvûd, et’ime 40.
7 el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 8/151.
8 Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 12; Müslim, fezâilü’s-sahabe 123,125; Tirmizî, menâkıb 3847; el-Heysemî, Mecmau’z-zevâid 9/308-310; Üsdü’l-ğâbe 2/221-225; ez-Zehebi, Siyeri a’lâmi’n-nübela 1/287,294.
9 Tirmizî, menâkıb 16; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/290.
10 Rahmân sûresi, 55/15.
11 Hicr sûresi, 15/27.
12 İbn Manzûr, Lisanü’l-arab “cin” mad.
13 Tirmizî, tefsîru sûre (11) 1; İbn Mâce, mukaddime 13; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/11, 12.
14 Buhârî, bed’ü’l-halk 1; Tirmizî, tefsîru sûre 3, 5 (11) 9.
15 Rahmân sûresi, 55/15.
16 Hicr sûresi, 15/27.
17 Bkz.: Meryem sûresi, 19/17.
18 Buhârî, meğâzî 30.
19 Buhârî, iman 37; Müslim, iman 271; menâkıb 27.
20 Müslim, iman 1; Nesâî, iman 6; Ebû Dâvûd, sünne 17; Tirmizî, iman 4.
21 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/227; Abdurrezzak, el-Musannef 5/390.
22 Buhârî, vekâlet 10; Tirmizî, sevabü’l-Kur’ân 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/423, 6/52.
23 Ahkaf sûresi, 46/29.
24 İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 7/274-285.
25 Ebû Dâvûd, edeb 162; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/27.
26 Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 32.
27 Tirmizî, mevâkît 141; İbn Mâce, mesâcid 4.
28 “Allahım, serepa pis olan erkek ve dişi şeytanlardan Sana sığınırım.” Buhârî, vudû 9; daavât 14; Müslim, hayz 122, 123; Ebû Dâvûd, tahâre 3.
29 Bakara sûresi, 2/102.
30 Buhârî, tıp 47, 49, 50; bed’ü’l-halk 11; cizye 14; edeb 56; daavât 58; Müslim, selâm 43; İbn Mâce, tıp 45; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/57, 63-64, 96, 367.
31 Buhârî, tıp 36; libâs 86; Müslim, selâm 41, 42; Ebû Dâvûd, tıp 15.
32 Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/82; Neml sûresi, 27/17, 39; Sebe’ sûresi, 34/12; Sa’d sûresi, 38/37.
33 Enbiyâ sûresi, 21/82.
34 Buhârî, i’tikâf 8, 11, 12; Müslim, selâm 24; İbn Mâce, sıyâm 65; Ebû Dâvûd, savm 79; edeb 81.
35 Tirmizî, tıp 2; İbn Mâce, tıp 1; Ebû Dâvûd, tıp 1, 11; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/278.
36 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/171-172; et-Tabarânî, el-Mu’cemü’l-kebir 5/275.
37 Buhârî, rikak 21, 50; tıp 17, 42; Müslim, iman 371, 372, 374.
38 Fussilet sûresi, 41/36.
39 Buhârî, vekâlet 10; Tirmizî, sevabü’l-Kur’ân 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/423, 6/52.
40 Buhârî, tıp 47, 49, 50; bed’ü’l-halk 11; cizye 14; edeb 56; daavât 58; Müslim, selâm 43; İbn Mâce, tıp 45; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/57, 63-64, 96, 367.
41 Buhârî, tıp 39; daavât 12; Müslim, selâm 50; Ebû Dâvûd, edeb 98.
42 Ebû Dâvûd, edeb 101; İbn Mâce, dua 14; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/62, 66, 72.
43 Buhârî, enbiyâ 10; Ebû Dâvûd, sünne 20; Tirmizî, tıp 18.
44 Tâhâ sûresi, 20/69.
45 Felak sûresi, 113/4.