Menşei İtibarıyla Tasavvuf

İslâmî ilimler tarihine göre, ilk devirlerde şer’î hükümler yazılmıyordu. Bu hükümlerin, itikat, ibadet, muamelata ait bölümleri çok tekrar edilmesi ve pratikle de desteklenmesi sayesinde çokları tarafından ezberleniyor ve hatırlarda kalabiliyordu. Bu açıdan şer’î hükümlerin toparlanıp bir araya getirilmesi çok da zor olmamıştı/olmuyordu. Zira, yapılan şey bir mânâda hayatımızın veya hafızalarımızda yaşattığımız şeylerin kompoze edilip kâğıtlara dökülmesi gibi bir şeydi. Bir diğer zaviyeden de, yukarıdaki ilim dalları, her Müslümanın mutlaka meşgul olması lâzım gelen hayatî meselelerden olduğu için, ilim adamları, ilk önce dinin bu bölümlerini ele alıp, hemen her kısımla alâkalı kitap ve risaleler yazarak, hafıza ve sadırlarındaki gerçekleri tedvin etmekle işe başladılar. Fakihler, fıkhın kitaplaştırılması, hadisçiler Sünnet’in hıfz ve tesbiti, kelâmcılar akaid meselelerinin tarsîni, tefsirciler Kur’ân ve Kur’ânî ilimlerin telifiyle meşgul olup, her biri kendi sahasında cihanpesendâne gayretler sarf ederek yüce İslâm dininin hakikatlerini, hem de herhangi bir iltibasa meydan vermeyecek şekilde tesbit edip ortaya koydular. Bu arada, Hakikat-i Ahmediye’nin ruhanî yönüne daha fazla ihtimam gösteren mutasavvıfîn de, yine aynı kaynaklara dayanarak, tasavvufla alâkalı gerçekler üzerinde durup, insanın özü, varlığın esası ve mâverâsı, insan ve kâinatın mahiyet ve iç yüzleri gibi konuları işleyip sürekli nazarları eşyanın perde arkasına çevirmeye çalıştılar; çalıştı ve tefsircilerin yorumlarına, hadisçilerin rivayetlerine, fakihlerin içtihad ve istinbatlarına; kendi riyâzâtlarını, ruhî hayatlarını, kalbi tasfiyelerini, nefsi tezkiyelerini, hâsılı, dini bir bütün hâlinde duyma, yaşama zevk ve anlayışlarını da ilave ederek farklı ekoller geliştirdiler. Bu sayede, zâhidlerin zühdü, âbidlerin ibadeti, erbâb-ı vera’ın dinî hassasiyeti, muhlislerin incelik ve duyarlılığı, muhiblerin aşk u şevki, fakirlerin acz ü fakr mülâhazası… gibi kalbin aksiyonlarıyla alâkalı ve tamamen amelî esaslara dayalı olan İslâm’ın ruhî hayatı, ilmî bir mahiyet alarak, kendine göre metodu, mesleği, meşrebi, mevzuu, kaideleri ve ıstılahları ile tasavvuf ilmi şeklinde vücuda geldi ki, bugün değişik şubeleriyle bir kısım farklılıklar arz etse de, temeli itibarıyla Hakikat-i Ahmediye’nin özü, usâresi olduğunda şüphe yoktur.

Ne var ki, bazı dönemler ve bazı şahıslar itibarıyla, aslında bir hakikatin iki ayrı yüzünden ibaret olan şeriat-ı garrânın ahkâmı ile, murâkabe, riyâzât, mücahede gibi ruh-u şeriat birbirinden ayrı zannedilerek, bunların birinin zâhirperestlik, diğerinin de bâtınîlik vehmiyle birbirine düşman gibi tavır aldıkları da bir gerçektir. Vâkıa bu ayrılık, biraz da, zâhir-i şeriatın, fakihler, müftiler tarafından; diğerinin de mutasavvıflarca temsil edilmesiyle destekleniyor gibi görünse de, buna, herkesin mizacına daha uygun olanı öne çıkarması şeklinde bakmak da mümkündür.

Fakihler, muhaddisler, müfessirler mebde itibarıyla, ta Devr-i Risaletpenâhî’ye dayanan bir kısım usûl ve kurallara göre Kur’ân ve Sünnet’e müracaat ederek, kendi sahalarında önemli eserler ortaya koydukları gibi, mutasavvıflar da yine Kitap ve Sünnet’e başvurarak, bu ana kaynaklardan riyâzât, mücahede, murâkabe, hâl ve makamla alâkalı içtihad edip ortaya koydukları meselelerin yanında, kendi ruhanî hayatlarını, aşklarını, şevklerini, iştiyaklarını, vecdlerini, cezbelerini, incizaplarını da kaydederek zâhirperest buldukları insanları bu yöne kanalize etmeye çalışmışlardır.

Aslında her iki tarafın maksadı da, ilâhî emir ve yasaklara riayet ederek Allah’a ulaşmaktı ama, bazen yol muvazenesi şer’î ölçülere göre kurulamadığından, ifratlara, tefritlere giriliyor ve şimdilerde var gibi gördüğümüz ayrılıklara sebebiyet veriliyordu. Oysaki, temelde herhangi bir ayrılık söz konusu olmadığı gibi, dinin böyle ayrı ayrı ünitelerinin müstakillen tedvin ve temsili de ayrılık demek değildi. Fıkıh ilminin ibadet ve muamelata ait hükümlerle meşgul olmasına, yani insanın fikrî ve amelî davranışlarını zapturapt altına alıp düzenlemesine mukabil; tasavvufun, ruhu terbiye, kalbi tasfiye, nefsi tezkiye etme çizgisinde, insan hayatını, kalb ve ruh seviyesine yükseltme gayretleri kat’iyen ayrılık değildir. Ayrılık olması bir yana, bunlardan her biri, şeriatın önemli bir cephesini ikame etmeyi üzerine almış bir üniversitenin fakülteleri hükmündedir. Bunlar öyle fakültelerdir ki, üniversite mahiyetindeki küllün tamam olması biraz da bunların tamamiyetine bağlıdır. Zaten bunlardan biri, insanın nasıl ibadet edeceğini, ibadet için nasıl temizleneceğini, namazı nasıl kılacağını, orucu nasıl tutacağını, zekâtı nasıl vereceğini, muamelelerinde hangi esaslara uyacağını anlatıyor; diğeri de, daha çok, bütün ibadet ü taat ve muamelatın, kalb ve ruhla alâkası üzerinde duruyor, şeklî insaniyetten sîret ve mânâdaki insaniyete sıçrama yollarını araştırıyor ve insan-ı kâmil olmaya giden yolları salıklıyordu. Bu itibarla da, bunlardan hiçbirinin ihmale tahammülü yoktu…

Gerçi, bazı nâkıslar biraz ileri giderek, fıkıh ve sünnetle iştigal edenlere “zâhir erbâbı”, “rüsûm ulemâsı” demişler ise de, kâmil mutasavvıflar her zaman, şeriatın temel prensiplerini esas almış, Kitap ve Sünnet’e göre geliştirdikleri usûl ve metodlarla, ortaya attıkları her düşünceyi onun atkıları üzerine bir dantelâ gibi işlemiş ve temel kaynaklara bağlılıkta aslâ kusur etmemişlerdir. el-Muhâsibî’nin “el-Vesâyâ” ve “er-Riâye”si, el-Kelâbâzî’nin “et-Taarruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf”u, et-Tûsî’nin “el-Lüma’”ı, Ebû Tâlib el-Mekkî’nin “Kûtü’l-Kulûb”u, el-Kuşeyrî’nin “er-Risâle”si bu sadefin incilerinden sadece birkaçı.. bunlar arasında, nefsi hesaba çekmek ve tezkiye etmek gibi tek mevzu etrafında örgülenen eserler olduğu gibi, müteaddit mevzuları bir araya getirerek hacimli kitaplar telif edenler de olmuştur. Nihayet bütün bu devâsâ kametlerden sonra, Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâlî gelerek “İhyâu Ulûmi’d-Dîn” eser-i mübeccelini yazıp, tasavvuf yolunun bütün âdâp, erkân ve ıstılahlarını bir kere daha gözden geçirerek, umum meşâyihin kabulüne mazhar hususları tesbit ve tenkidi gerekenleri tenkit edip, birbirinden ayrı görünen bu iki mübarek akımı bir defa daha buluşturmuş ve kaynaştırmıştır. Öyle ki, ondan sonra gelen pek çok mutasavvıf, kendi ilimlerini, şer’î ilimlerin bir levni, bir buudu bularak, her yerde birlik ve beraberlik soluklamaya başlamış.. ve o güne kadar “ulemâ-i rüsûm” deyip hafife aldıkları insanlarla kaynaşıp bütünleşmiş.. ve bilhassa, tasavvuf mesleğinde, daha farklı yorumlanan, hâl ilmi, hâtır ilmi, yakîn ilmi, ihlâs ilmi, ahlâk ilmi ve daha pek çok vicdanî ve zevkî gerçekleri medreseye taşıyarak, zâhir ulemânın da, erbâb-ı tasavvufun da üzerinde mutabakata varacakları bir hayli müşterekler bulmuşlardır.

Tasavvuf; bâtın ağırlıklı bir ibadet yolu olması ve şer’î hükümleri de ruhî yanları, kalb üzerindeki tesirleri ve vicdanda tebellür eden derinlikleri itibarıyla ele almasından ötürü, başka mesleklere göre biraz daha ledünnî, engin ve zor anlaşılır olsa da, çıkış noktası ve hedefi açısından, Kitap ve Sünnet kaynaklıdır ve İslâmî yolların hiçbirine münâfî de değildir. Münâfî olmak şöyle dursun, diğer bütün şer’î ilimler gibi o da Kitap, Sünnet ve selef-i salihînin safiyâne içtihadlarını esas alarak, hep ilim, mârifet, yakîn, ihlâs ve ihsan ruhu gibi hakikatler üzerinde durmuştur.

Tasavvufu; bâtın ilmi, esrâr ilmi, ahvâl ve makamât ilmi, sülûk ilmi, tarikat ilmi gibi bir kısım farklı unvanlarla ifade etmek, onun şer’î ilimlerden ayrı olduğu mânâsına gelmez; bu ad ve unvanlar, asırlar ve asırlar boyu, şeriatı yaşama zevkinin farklı mizaç ve meşrepler tarafından değişik şekilde duyulup hissedilmesinden kaynaklanmıştır. Tasavvufçuların nokta-i nazarlarını ve şeriat hâdimlerinin düşünce ve istinbatlarını esasta birbirinden farklı göstermek, işi çarpıtmak sayılır. Vâkıa, her zaman bir kısım mutaassıp tasavvufçular bulunduğu gibi, öteden beri bir kısım zâhirperest fakihler, muhaddisler, tefsirciler de olagelmiştir. Ne var ki, bu müfrit ve mufarritlere nisbeten sırat-ı müstakîm erbabı hep ekseriyeti teşkil etmiştir. Buna binaen, bir kısım fakihlerin sofîler hakkında, bir kısım sofîlerin de fakihler hakkında yakışıksız söz ve düşüncelerine bakarak, bu iki ehl-i hak cephe arasında ciddî bir münaferetin varlığına hükmetmek kat’iyen yanlıştır. Zira, her zaman kavga çıkarıp, kavgaya karışanların sayısı, müsamaha ve afv u safh yolunda olanlara nisbeten deryada katre kalmıştır.

Aslında bunun böyle olması da gayet tabiîydi; çünkü her iki tarafın başvurduğu kaynak da aynıydı.. fukahâ, şer’î hükümlerde Kitap ve Sünnet’e müracaat ettikleri gibi, mutasavvıfîn de aynı kaynaklara dayanıyordu.

Zaten tasavvufun ısrarla üzerinde durduğu esaslar da, fıkhın ve fukahânın mesleğinden çok farklı değildi. Genelde her iki cephe de, amel-i salih ve dürüst muamele üzerinde duruyordu. Ayrıca sofîler, a’mâl-i hasene, tehzîb-i ahlâk ve tezkiye-i nefis gibi konulardan da bahsediyorlardı ki, vicdan ancak a’mâl-i hasene vasıtasıyla mârifet-i ilâhiyeye uyanabilir.. insan bu sayede ihlâs ve rıza yoluna yönelebilir; yönelir ve şer’î her meseleyi derin bir ibadet neşvesi içinde yerine getirebilecek seviyeye yükselebilir. Zira, bu sayede artık, gönülden içeri ayrı bir gönül, irfandan sonra farklı bir irfan ve lisandan öte ayrı bir lisan hâsıl olmuştur.

Evet, a’mâl-i saliha ve güzel ahlâkla daha bir netleşen lâhutîlik tahakkuk zirvesine ulaşır.. mücahede-i nefis, halvet, zikir ve murâkabe yoluyla hicaplar münkeşif olur ve varlığın perde arkasına ıttılâ ile, icmalî iman bir kere de zevk ve keşifle pekiştirilerek âdeta şuhûdî bir yakîn hâlini alır.

-+=
Scroll to Top