Bölümler

METAFİZİK GERİLİM CEMAATLEŞME ŞUURUCİHAD VE BAZI DÜSTURLAR

METAFİZİK GERİLİMİN MUHAFAZASI VE ÜLFET PERDESİNİ AŞMANIN ÇARELERİ

A. ÜLFET VE METAFİZİK GERİLİM

Ülfet, insanın bir şeye karşı alışkanlık peyda etmesi, sağında, solunda, önünde ve arkasında gördüğü çok orijinal ve harika şeylere karşı lâkayt ve alâkasız kalması demektir. Bir mesele ilk duyulduğunda canlıdır ve alâka uyarıcıdır; fakat bir müddet geçtikten sonra, kafamızda sadece donuk hatları ve kalıplarıyla bir hikâye olarak kalıverir.. kalıverir de ruhumuzdaki ilk mevcelenmeler, heyecan dalgaları, kalb yumuşamaları ve hatta göz yaşarmaları artık birer hayal olur ve çok ciddî meseleler sadece birer formül olarak îfa edilmeye başlanır. Ruha bir kuruluk, bir hamlık ve kabukta dolaşma hâkim olur; öyle ki artık kalbler, kaskatı hâle gelir ve insan da vurdumduymaz olur.

Metafizik gerilim, iç coşkunluğu, aşk, heyecan ve şevk potansiyeli, mânevî duygularımızın daima aktif hâlde bulunması, bizi dine ve ibadetlere sevkedip koşturacak bir güç kaynağıdır. Kalb merkezimizin daima enerjik bulunması, aksiyon ve hamle ruhuyla şahlanmış, canlanmış bir ruh hâlinin kesintisiz oluşu demektir. Ne var ki, zamanla bu canlılık da ülfet ve ünsiyet tozu-toprağıyla perdelenebilir; korlar küllenip, duygu ve latîfeler sönebilir. Ve neticede de tamamen sönme, pörsüme, hatta kokuşma devresine girilebilir.

Ülfet ve ünsiyetle metafizik gerilimin kaybolması, aslında fıtrat ve yaratılışımızın gereğidir. Nasıl vesvesenin gelmesi elimizde değilse, aynı şekilde, çok defa ülfete karşı koymak da elimizden gelmez. Hususiyle imanda mertebe kat’edememiş, kalbî ve ruhî hayatını gerçekleştirememiş kimseler için bu fıtrat kanununu aşmak, oldukça zor ve hatta imkânsızdır…

Bir defasında Hanzala, Hz. Ebû Bekir ile Efendimiz’e gelir ve “Hanzala münafık oldu yâ Resûlallah!” der ve “Senin yanında hissettiklerimi dışarıda hissedemiyor ve her an yanındaki gibi gerilim içinde kalamıyorum.” şeklinde açıklamada bulunur. “Bir öyle, bir böyle…” der Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ilâve eder: “Eğer zamanın her parçasında benim yanımda olduğunuz gibi olsaydınız, melekler sizinle musafaha ederlerdi.”1 Her kemalin bir zevali vardır ve kâinatta hiçbir şey kararında değildir.

Dinî hizmetler, ülfete karşı önemli bir sütredir. İnsan hizmetle, sürekli meşguliyetin yanı sıra beklenmedik ilâhî teyidata da mazhar olur ve hep canlı kalır. Böylece, aslında devamı olmayan gelip geçici sarsıntıyı ve ölmüşlüğü aşarak, yeni bir dirilişe muvaffak olabilir. Yoksa bu mânâda bir gayreti olmayan kim olursa olsun, kalbinin katılaşması, gözlerinin kuruması ve ülfet ve ünsiyetle iç geriliminin ve canlılığının kaybolması, dolayısıyla da şeytanın vesvese ve hilelerine kapılıp, günahlarla sol taraftan vurulması her an muhtemel ve mukadderdir. Başvurulması gereken çarelerden bazıları ise şunlardır:

B. LEDÜNNÎ (İÇ ÂLEME AİT) MESELELER

1. Benlikten vazgeçilmelidir

Her şeyden önce, insanın bir tahliye (fena şeylerden arınma) yapması gereklidir. Meyve veya güller için hazırlanan bir tarlanın, önce taş ve çakıldan, diken ve yabanî otlardan temizlenmesi gerekir ki, işleyip sürmeye, ekip biçmeye müsait hâle gelsin. Kalbte yaralar, kafada şüphe ve tereddütler, elde, dilde, gözde ve hayalde günahlar varken ibadetlerle kanatlanmak, zikir ve fikir ile süslenmek çok zordur.

Hakk’a doğru kanatlanma, fena duygu ve tutkulardan arındıktan sonra gelir. Aksine, “Doldum, erdim, bildim.” iddiaları nefsin mırıltıları ve hele hele “Ben şuradayım, buradayım, kurtuldum, kurtardım.” gibi söz ve düşünceler, şeytanın ağında ölüm hırıltıları olsa gerektir. Esasen ‘Ben’ düşüncesi, o tarladan ilk plânda kaldırılıp atılması gereken en zararlı bir diken ve çakıl taşıdır… İnsanın mahiyetinden ilk defa sökülüp atılması gereken bir şey varsa, o da benliktir. Benlikten vazgeçmeyenin, öbür âlemlerden gelen “Benim” sözünü duyması mümkün değildir!

2. İradenin kavgası verilmelidir

Her uzuv ve duygunun bir yaratılış gayesi vardır. Göz Cenâb-ı Hakk’ın istediği istikamette bakmak, el o istikamette tutmak, ayak yürümek ve kulak da aynı şekilde dinlemek için yaratılmıştır. Diğer duyguları da gayelerine uygun sıralayıp, onların yaratılış gayelerini anlatmak mümkündür.

İrade için de durum, bundan daha farklı değildir. Onun da bir yaratılış gayesi vardır… Evet irade, nefis ve şeytandan gelen her türlü hile ve desiselere karşı bir siper olup, vahiyden düşünceye intikal eden şeyleri vicdanın destek ve beslemesi ile hayata mâl etsin ve yaşanır hâle getirsin diye yaratılmıştır. O bu vazifeyi îfa ederken, en büyük hasmı olan şeytan ve nefis, iradenin karşısına pek çok mânia ve geçit vermeyen derin dereler çıkaracaklardır. Hasımlarına karşı böyle bir durumda mücadele vermek, iradenin varlık sebebidir. Düşünce vahye açık değilse, vicdan sönmüş, irade felç ise, işte o zaman şeytan, rolünü rahatlıkla oynayacağı mükemmel bir sahne bulmuş demektir. Midesinin hakkını hiç unutmayan insan, iradesinin hakkını da vermeli değil midir?

3. Nefse düşkünlükten vazgeçilmelidir

Nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılara çeken ağırlıklar gibidir. Ruh, nefsin rağmına gelişir ve yükselir. Tersi yönde, nefis beslendikçe ruh küçülür, sıkışır, ağırlaşır… Bunun neticesinde de kalb, duygu ve latîfelerde bir hantallaşma meydana gelir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları içinde, şeytan insanın damarlarında dolaşır durur. O hâlde “Siz” diyor, “Onun dolaştığı yerleri biraz daraltın.”

Evet onu açlık, susuzluk ve isteklerinden mahrum etmekle sıkıştırın. Aklına her estikçe yiyen, çeşitli yiyecek ve çerezlerle beslenen bir insanın şehvetine düşkün olması gayet normaldir. Binaenaleyh, iradenin hakkını ve kavgasını vererek, nefse ait beslenme musluklarını kısmak çok mühimdir. Aksi takdirde, nefis daima şeytana açık kapı olacaktır. Şeytan gibi nefisten de insana dostluk gelmez. Nefsin fenalıklara götürücü büyük bir hasım ve kendisine karşı “en büyük cihad”ın yapılması gereken bir düşman olduğunun bilinmesi, ondan ve şeytandan kurtulma, dolayısıyla da Allah’a (celle celâluhu) yaklaşma istikametinde atılmış ilk adımlardandır.

Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâm’ın, “Senin en büyük hasmın, iki kaşın ortasındaki nefsindir.”2; bir muharebeden dönerken de, “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.”3 buyurması ve yine Kur’ân’da Yusuf Aleyhisselâm’ın dilinden, “Muhakkak nefis kötülükleri emreder.”4 sözünün nakledilmesi, ondan korkmamız ve karşısında daima teyakkuzda bulunmamız hususunda bizim için önemli derslerdir.

4. Mârifetullaha ulaşmak lâzımdır

Mârifetullahta derinleştikçe, Rabbimiz’i çok iyi tanıyıp, içimizde O’nu bulma ve tanıma huzuruna erdikçe, şeytan ve nefsin vaad edeceği bütün yalancı zevkleri ve lezzetleri aşmış ve onların üstüne çıkmış olacağız. Allah’ın mârifetiyle tatmin olup huzura ermiş bir kalbe teklif edilen bütün yabancı tatlar ve zevkler, çok sönük ve çok silik gelir. Haddizatında, kendi içinde aydınlığa ermiş bir insanın, nefis adına şeytanın teklif edeceği şeylerden lezzet alması zaten düşünülemez.

Kendi içinde mârifete erememiş kimselerin durumu ise, güneşten mahrum kalıp da, mum ışığı ve ateş böcekleriyle teselli olmaya çalışan kimsenin durumu gibidir. Mârifete ulaşmış, dolayısıyla da ışığını bulmuş bir insan, şeytan ve nefsin kendisine takdim edeceği vâhi ve fâni şeylere aldanmayacak ve kapılmayacaktır. Mârifeti kazanmanın yolu da, burada madde madde sıraladığımız hususları yerine getirmekten geçer.

5. Kalb ve ruhta operasyon yapılmalıdır

Her insan, her gün biraz daha tefekkür ve düşüncede buudlaşarak, önümüze serilen kâinat kitabından tıpkı bir arı gibi mârifet hüzmeleri toplayıp, Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği nebiler ve velilerin açtığı geniş yolu takip etmelidir. Bu yol sayesinde o, ruha hayatiyet kazandıracak ve atılan her adım, ona yeni bir güç kaynağı olacaktır.

Evet, vicdanımızın elinden düşmeyen Kitap ve Sünnet neşteri, bütün mânevî yaralarımızı kesip atarken, asırlara göre değişen tedavi usulleriyle mürşit ve mücedditlerin eserleri, bu eserlerdeki ölümsüz hakikatler de, mânevî yaralarımızı en kısa zamanda iyileştireceğinden şüphe duyulmayan birer ilaç, birer merhem gibi daima elimizin altında bulunmalı; tarif edilen ölçü ve prensipler dahilinde öncelik sırası çok iyi ayarlanarak, bu eserler ısrarla mütalâa edilmelidir.

İşte, kalb ve ruhta her gün yenilenmesi zarurî bu operasyondan sonradır ki, şeytanın hile ve desiselerine karşı dayanıklık kazanmış oluruz. Aksi hâlde, okumayan, düşünmeyen ve kendini yenilemeyen insanların akıbetine uğrar, sararır solar ve savrulur gideriz.

6. Daima, tefekkürle kalb ve kafayı beslemek lâzımdır

Tefekkür hususunda Kur’ân’da pek çok âyet bulabilirsiniz. Meselâ, bunlardan birinde ayakta, oturarak ve yanları üzerinde Allah’ı zikredenler ve yerlerle göklerin yaratılışını tekrar tekrar mütalâa edip didikleyenler takdirle ele alınır.5 Efendimiz, bazen gece teheccüt vakti bu âyeti okuyup ağlar ve şöyle derdi: “Bu âyeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun!”6 Bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadet hükmüne geçtiğini ifade eden hadis-i şerifler bile vardır.7

Malumatı olmayan insanın tefekkür etmesine imkân yoktur; tefekkür edebilmek için bazı şeyleri bilmek lâzımdır. İnsan, sahip olduğu bilgi ölçüsünde yeni terkiplere varır; bu terkipleri, yeni yeni hüküm ve komprimeler için mukaddime olarak kullanır.. derken, onun tefekkür dünyasında devamlılık ve çok buudluluk husule gelir.

Malumattan mahrum, âmice ve cahilce tefekkürler, öze inemez; üst katmanlarda, kabukta kalır ve aynı zamanda ülfet ve ünsiyet meydana getirir. Derinlere dalıp, kıymetli cevherler çıkarma imkânı vermeyeceği için de, hayalî meselelere inhimaka sürükler ve zamanla ortada tefekkür adına bir şey kalmaz. Bu türden cahilane tefekkürün, mârifet adına kazandıracağı hiçbir şey yoktur.

Hemen şu noktayı da belirtelim ki, tefekküre götürücü malumat sözüyle, kâinat kitabını tetkik eden, Kur’ân’la kâinat arasındaki münasebet ve illiyeti gösteren eserleri, bu arada günümüzde müsbet ilimlere ait ansiklopedik malumatı kastediyoruz.

Nice şair ve yazarlar vardır ki, yazdıklarını okuduğunuzda kendinizi İrem bağlarının ortasında zanneder ve onlardan ağaçların, kuşların, çiçeklerin, baharların destanlarını dinlersiniz ama kalbî hayatınız adına bu kadar söz arasından bir çiçek yaprağına dahi sahip olamazsınız. Zira hep sanatla, tabiatla meşgul olmuşlar, olmuşlar ama bir türlü ileriye gidememiş, Sanatkâr adına mesafe katedememiş ve dolapla dönüyor gibi daire çizip durmuşlardır.

Bu tür malumatların da, tefekkür adına hiçbir yararı yoktur. Öyleyse, istikamet üzere tefekkür veya tefekkürde istikamet, ancak vahyin ışığı altında eşya ve hâdiseleri hallaç etmekle mümkün olacaktır.

7. Hayalde de istikamet kazanmak lâzımdır

Hayal, tasavvur ve hakikatin berisinde bir iç uf’ûle (fonksiyon), ruhun ilerilere ve daha ilerilere uzanmış kolu-kanadı ve hakikat ışıklarını kendine göre şekillendiren bir mânâ menşûrudur. O, dışın içte görüntülenmesi ve geçmişin aynalarında geleceğin tüllenmesidir. Hayal, mantık ve güç sınırı tanımayan, zaman ve mekân kaydına tâbi olmayan bir zihin faaliyetidir. Bazen o, beş duyumuzun tesiri altında eşya ve hâdiseleri şekillendirmekle, kendine ait eşyanın tabiatına bütün bütün ters olmayan motifler de ortaya kor…

Evet, gözümüze çarpan herhangi bir görüntü, muhayyilemizde bir kısım resimler ve suretler meydana getirir. Kulağımıza gelen seslerde bir kısım sahneler, temessüller ve tablolar tebellür eder. Dilimizle tattıklarımız, hatta vücudumuzda tesirli olan bir kısım faktörler, söz gelimi idrar yapma zorluğu veya bağırsak sancısı, kendilerine has hayallere sebep olurlar. Arkadaşımızın anlatmakta olduğu bir hâdise, bize yaşadığımız başka bir hâdiseyi, yahut ona benzer bir vak’ayı hatırlatır da, o hayalin peşine takılır gideriz. Alnı secdeli bir sima gördüğümüzde, hayalimize sahabe-i kirama ait mânâlar ve tablolar akseder; eder de kendi kendimize bir kısım düşüncelere dalarız ve zihnimizi, milletimiz adına yapacağımız vazifeler ve hizmetler dolduruverir.

Hayali, hayır istikametinde kullanmak gerekir. Meselâ, namaz kılarken, dua ederken, Beytullah’ın etrafındaki halkaları temâşâ eder veya o halkalar içinde bulunurken, amûdî bir hatla, yerin altından ta Sidre-i Müntehâ’ya kadar namaz kılınıp dua edildiğini, tavaf yapılıp ruhânîlerle aynı çizgiye ulaşıldığını hayal ederiz. Aynı şekilde, tek başımıza namaz kılarken bile kendimizi milyonlarca Müslümanın içinde görür ve ellerimizi açıp “Âmin” derken, milyonlarca ağzın aynı anda “Âmin” dediğini tahayyül ederiz. Böyle bir ruh ve şuur sayesinde, tek başımıza olmamıza rağmen, bu tahayyül bize öyle bir güç ve inşirah verir ki, milyonların ağzıyla söyler, milyonların diliyle dua eder, milyonların zihniyle hıfzeder ve onların tasavvurlarıyla tasavvur ederiz.

İşte, böyle büyük bir cemaat içinde ve çok geniş dairedeki kulluğumuz öylesine derinleşip külliyet kesbeder ki, tıpkı aynalar odasında birin bin olması misali, bizim ibadetlerimizin birleri de binlere ulaşır; ulaşır ve bize cemaat hâlinde kullukta bulunmanın sonsuz hazlarını duyurur. İşte mü’minin hayali budur ve bu, sevap kazandıran hayaldir.

Hayal, şer ve günah istikametinde de kullanılabilir. Bir cemaat içinde bulunmayıp, tek başına yaşayan insan, kendini fıska ve günaha sevk edecek hayallerin kurbanı olabilir ve bir bakışta, bir duyuşta ne hayallerle derinleşiriz de, böyle günahların hayali, ilerde onlara pratiğin zeminini de hazırlayabilir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, şeytanın hayale attığı her sahnecik, her bir karecik, hayal kamerasında bir film hâlini alır; fuhuş zakkumlarına sebebiyet verir; hele bir de nefsin eline geçti mi, fiilî duruma dönüşmesi çok kolaylaşır. Bu sebeple insan, gerçekte fasık olmasa bile, hayali böyle günah düşünceleriyle işgal edildiğinden hayaliyle fasık olur. Öyleyse, hayalimize gelen bu kabîl bir düşünce, suret ve fikri birer yılan, birer akrep bilip, arzettiğimiz çarelerle bu haşeratın ağına düşmemeye, düşmüşsek kurtulmaya çalışmalıyız.

Neyin atmosferinde, neyin tesirinde ve neyin manyetik sahası içindeysek, hayalimizde canlanacak resim ve suretler de, daha ziyade o türden olurlar. Diyelim ki, üç gün aç kaldık; bu durumda, hayalen sarraf dükkânlarına veya füzelere binip uzay yolculuğuna mı gidersiniz; yoksa bir testi su, bir somun ekmek, bir tabak yemek mi hayal edersiniz? Ameliyat masasına yatırılmış, kesilip biçilmeyi bekliyorsunuz; bu arada size tepsi tepsi baklavalardan söz ediyorlar; şimdi bu durumda neyi hayal edersiniz? Sinemadasınız veya televizyonun önüne oturmuş, nefsin hoşuna giden ve sizi şehvete çağıran müstehcen manzaları seyrediyorsunuz; o anda Kâbe’nin etrafındaki halkaları hayalinize aksettirmeniz mümkün olur mu?

Öyleyse, Allah’a ait mânâları hayal etmek isteyenler, bu mânâların kaynaştığı Allah evlerinin manyetik sahasına girmelidirler.

Bir insan kaç ayarda ise, hayalleri de o ayarda olur. İnsanın kucaklaştığı veya kuçaklaşacağı hayalleri, onun Allah’ı ve Resûlullah’ı tanıma ve öldükten sonra dirilmeye inanma derecesine ve dünyaya değer verip vermemesine göre farklılıklar arzedecektir. Kalb dünyasının derinliği, tasavvur ve tefekkür âleminin buudları, genişliği, his ve duygulardaki zenginlik, kişinin hayal dünyasına kendilerine ait renkler katacaktır. Yine hayaller ilme, irfana, kültür seviyesi ve ideallere göre grafikler çizecektir.

Günlük iktisadî dalgalanmaları takiple bu dalgalanmaların tesirinde kalan bir insan, önünüze hayal hanesini doldurmuş bulunan iktisat dünyasının çizgilerini getirecektir. Gününü gün etme felsefesini düstur edinen şehvet meftunu bir insanın dili, hayallerinin en belirgin tercümanıdır. Buna karşılık, himmeti milleti olan, neslinin dertleriyle dertlenen ve milletine hizmeti hayatının gayesi bilen bir dertli sima ile müşerref olduğunuz zaman ise, aydınlık iklimlerin hayal hüzmelerinden mesajlar alırsınız. Ayarı yüksek hayaller, insanı hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmaz.

Hayal deyince, boş kuruntular ve mânâsız düşünceler de akla gelebilir. Ancak, mü’minin hayalleri, aynen söz ve işleri gibi “sıbğatullah” denilen Allah boyası ile boyandığından, hep istikamet üzeredir. Onun hayallerinin süs ve zineti Resûlullah’ın sünnetidir. Ve bu hayalleri bezeyen de, bütünüyle İslâmî prensiplerdir.

İnsan, isterse düşünce ve hayal dünyasını kontrol altında bulundurabilir. Elbette şuur ve iradeye bağlı bir durumdur bu. İnsan, nasıl vesveseleri kesip atabiliyorsa, aynı şekilde, elinde olmadan daldığı düşünce ve hayallerine de bir son verebilir. Ancak bu da, yine onun iradesini ortaya koymasına, idrak, şuur ve duygularıyla kendini ispata ve latîfelerini geliştirerek, beden ve cismini aşmasına bağlıdır.

Kur’ân, öyle ki, sonsuzluk mefhumlarına kadar, uzak geçmiş ile uzak gelecek adına önümüze bir tefekkür, düşünce ve hayalen seyr ü seyahat kapısı açmakta ve ahirete, Cennet’e, Cehennem’e ait tablolar göstermektedir. Efendimiz de, nurlu beyanlarıyla bunu talim etmektedir.

Öte yandan, böyle hassas bir mevzuda neyin nasıl düşünülmesi lâzım geldiğine dair belli sınırlar da tayin edilmiştir. Meselâ, tefekkür deyip, Allah’ın Zât’ı hakkında, ruhun özü ve mahiyetiyle alâkalı ve ebedî âlemlere ait gaybî hâdiselerde eşyayla temasa geçtiğimiz gibi temasla çeşitli tahminler yürütemez ve şahsî yorumlarda bulunamayız. Ancak, aklın cevelangâhı olan dairede, yol gösterici kâmil mürşidlerin ve ışık saçan müstesna eserlerin yardımıyla düşünce fonksiyonlarımızı ayarlayarak, hayali en verimli hâle getirebiliriz.

Diyelim ki, ciddî bir his galeyanı içinde oturmuş, namazı bekliyorsunuz.. bu arada, hayal dünyanızda üç hakikat beliriyor. Namazda meşgul etmemeleri için hafızaya kaydedeyim deyip, iki tanesini “İnşâallah” kodu ile kodluyorsunuz. Namazdan sonra “Bismillah” ile aynı hakikatleri geri istediğinizde, “İnşâallah” ile hafızaya kaydettiğiniz iki tanesini alabiliyor, üçüncüyü alamıyorsunuz. Hafızaya kaydedilecek hayalleri İnşâallah’la kaydetmek elbette çok mühimdir. Ancak hayalleri o konuda münasip hâle getirmek, daha da mühimdir.

8. Ölümü çok hatırlamak lâzımdır

Kâinatın Efendisi Aleyhissalâtü vesselâm’ın lâl ü güher beyanları içinde, “lezzetleri acılaştıran” ölümü çok zikretmek gerekir.8 Bundan maada, yine Efendimiz bizzat kabirleri ziyaret etmiş ve ziyaret tavsiyesinde bulunmuşlardır.9 İnsan, ölümün hakikatine inandığı gibi, onu his, duygu ve aklına nakşederek, hayal ve düşünce dünyasına da hâkim kılar ve kıyamete kadar sürecek olan kabir hayatına da kendini ikna ederse, bu takdirde dünyaya ve ukbâya bakışı ve davranışları farklılaşır ve değişik olur. Onun içindir ki, Söz Sultanı, “Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.”10 buyurmuşlardır.

Ölüm düşüncesi, insanın mânevî damarlarında meydana gelebilecek ülfet ve vesveseyle birlikte, şeytanın süslü gösterdiği günah virüsünün ve benzeri mikropların en azından tesirlerini ve zararlarını giderecek bir antikor gibidir. “Madem öleceğim ve öldükten sonra da hesaba çekileceğim; öyleyse, şu fâni dünyanın elemli lezzetlerine kapılıp, günah işlemenin ne mânâsı var!” düşüncesi içinde ölüm, bir yönüyle güçlü bir vazgeçirici, bir yönüyle de coşturucu bir tesire sahiptir. Fakat, eğer mânevî damarlarımız, antikorların hiç fayda temin etmeyeceği ölçüde günahlarla, dünyanın haram lezzetleri olan mikroplarla dolmuş ve artık vücudun her yanında bir hücre anarşisi meydana gelmiş ve ölüm antikorlarının bile tesir edemeyeceği bir duvar teşekkül etmişse, o zaman ne ölüm, ne de ölüp gidenler ruhta hiçbir şey uyandırmayacak ve yakınlarımızın birer birer göçüp gidişi, bizde sadece bir kaç günlük geçici bir elem hâsıl edecektir. Sonra da, “Canım, ölenle ölünülmez ki! Hepimizin yeri de orası; Allah iman, Kur’ân nasip etsin!” şeklindeki klişeleşmiş teselli ve temennilerle bütün göz ve gönüller yeniden gaflete gömülüp gidecektir.

Niçin hatırlanmaz ölüm? Nefsin hoşuna giden pek çok haram lezzetleri acılaştırarak ağzın tadını kaçırdığı, keyfi bozduğu, insanı nefsanî isteklerden vazgeçmeye, bir kısım bedenî haz ve alışkanlıklardan kopmaya zorladığı, peşin lezzetlere rağmen ruha öteler hesabına zahidlik aşıladığı, dünyaya bakan yönüyle kalbi daralttığı ve düşünceyi buğulandırarak süslü, toz-pembe dünyaları kararttığı içindir ki, ölüm hatırlanmak istenmez.

a. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, ölümü unutturur

Ölüm neden tesir etmez? Tevehhüm-ü ebediyetten.. hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmaktan ve yaşamak için yaşamaktan.. çocuk oyuncakları mesabesindeki peşin ücretlerle avunmaktan.. kalb ve fikrin geçmiş ve geleceğe dönük gözlerini kapamaktan…

Bir insan düşünün; her tarafı altı cihetten de komple endam aynalarıyla kaplı bir odaya giriyor. Bulunduğu istikamette geriye dönüp bakıyor; gerilere doğru upuzun uzayıp giden iç içe bir aynalar koridoru, yani yaşanmış koca bir ömür.. evet, “Şu kadar yaşamıştım, şu kadar görmüş-geçirmiştim…” duygularıyla kanatlı hatıraların atlas iklimlerinde dolaşma… Bir de ileriye dönüp bakıyor; aynı şekilde o kadar da ileriye doğru uzayıp giden bir ömür. “Yaşım ne ki, daha gencim! Emsallerime göre fena da sayılmam! Malım mülküm var; gelirim yerinde; eşim, dostum ve çevrem.. makamım.. mesleğim…”

Esasen, küçücük bir odada, dört duvar arasında sıkışıp kalmış bulunmasına rağmen, kendini dev aynalar arasında, renkli bir hayatın içinde görüyor ve yüzü soğuk olduğundan ölüme soğuk bakıyor; onu görüyor, ona uzak duruyor. Bunun da ötesinde, ölüm düşüncesini günlük düşünceleri arasında boğmak ve öldürmek için nice çılgınlıklar yapıyor; akla hayale gelmeyen yiyecek, giyecek çeşitlerinde teselli arıyor; içki âlemlerine, müzik çılgınlığına, moda ve model dünyalarına, uyuşturucu âlemlerine sığınıyor…

Bizim müslümanca hayatımızda edîbâne, nezîhâne ve dünya ve ukbâ adına çok faydaları tekeffül eden iki bayramımız vardır: Ramazan ve Kurban Bayramları. Şimdi bir bunlara, bir de meselâ başkalarının bir yıl içinde kutlamaya çalıştıkları -biz bayramlarımızı ‘tes’îd’ ederiz- eğlence günlerine bakınız! İki hafta, hatta bir ay geçer, bilmem ne yortusu; bir ay sonra bir faşing, arkasından bir başkası, arkasından bir diğeri… Bu insanların her birini tek tek psikolojik bir tahlil ve tetkikten geçirecek olsanız görürsünüz ki, hepsi birer eğlence insanı ve sanırsınız ki, son derece neşeliler.. gülmek ve gülüşmek için yaratılmışlar…

Oysaki bu ve benzeri hâdiseler, ölümü öldürme düşüncesi ve onu unutmaya çalışma gayretinden başka bir şey değildir. Evet, Müslümanın da kendi çizgileri içinde ve meşru dairede dünya adına bir sevinç ve neşe hayatı vardır; ne var ki, onun neşe dünyasında bile ölüm ve ölüm ötesine ait ürpertici, fakat aynı zamanda imrendirici esintiler, mânâlar ve buğular bulunur. Sonra, Müslümanın iç dünyası ve ruhî saadeti, dünyalık eğlencelere ihtiyaç bile hissettirmez.

b. Ebedî saadet saraylarının kapısı ölümle açılır

Ölümün alnından öperiz biz: “Sen ne mübarek arkadaş ve refakatçisin.” deriz ölüme. Varsın, başkaları sana dikenli nazarıyla baksın, sen gülün ta kendisisin. Bırak, bazıları sana “kara yüz” yakıştırmasında bulunsun, sen, bizim için bizi aydınlık ülkelere uçuran ötelerden iki ışık kanatsın. Bakma sana “soğuk yüz” dediklerine; sen bizim için, müjde çiçekleriyle kar gibi beyaz ve berraksın. Onlar sana “çukur” derler, “dehliz” derler; fakat biz, “ebedî saadet saraylarına açılan koridorsun” deriz. “Ayıran” da derler sana; fakat sen, haddizatında, ebedî âlemlere intikal etmiş binlerce ahbaba, dost ve yârâna kavuşturansın. Başta, simalarına meleklerin hayran olduğu nebilere, sonra sahabeye, salihlere, hısım ve akrabaya bizi ulaştıransın. Cemalullah’a yaklaştıransın!…

Evet, ayıransın da, fakat, elemli, sıkıntılı ve ayrılık hasreti yüklü şu dünya talimgâhından, hayatların en hası hakikî hayata intikal ettiren bir terhis tezkeresisin! Sen, bizi Gönderen’e dönme anında, cismimizi nura garkedecek bir ebed şerbetisin! Ve sen, bir son değil, sonun sonusun; sonsuzluğa eş ve baş olabilecek son bir sonsun. Son ile sonsuzluğu dudak dudağa getiren bir ufuk ve Cemal’e açtığın gözlere çekilen bir sürmesin.. ve yine sen, dertli bir neslin dert yüklü Tercümanı’na, “Eyvah, bugün yine ölmemişim.” dedirtensin. İşte ölümün iki yanı: Önce ‘terhib’ düşüncesiyle ölüm, sonra da ‘terğib’ düşüncesiyle ölüm…

Ölüm düşüncesi, arzettiğimiz gibi hem caydırıcı, hem de teşvik edici yönleriyle bir yandan seyyiatımız, mesuliyet hissimiz ve Rabbimiz’e karşı yaptıklarımızdan hesap verme endişesiyle bizi iki büklüm ederken, bir yandan da ümit-reca münasebeti içinde kalbimizi hoplatıp bizi canlandırmakta, şahlandırmakta ve kalbimizle beraber duygularımız ve düşüncelerimizle beraber davranışlarımız üzerinde müsbet tesir icra etmektedir.

‘Râbıta-ı mevt’ denilen ölümü sürekli hatırlama ameliyesiyle, kabirleri ziyaret ve hastalarla sakatlardan ibret almakla -inşâallah- ülfetten kurtulmuş, iç gerilimimizi ve canlılığımızı muhafaza etmiş ve şeytan ve günahların zararından korunmuş olacağız.

9. Kalbin incelmesi, yumuşaması da çok önemlidir

Kalb ve hissiyatın incelmesi, yumuşaması, madde kesafetinden sıyrılıp, ruhun düşünce ve hayal mesafelerinin ötesinde seyr ü sefer yapması, kalb ve gönül insanları için çok önemlidir. Evet, her meselede olduğu gibi bu mevzuda da Efendimiz’in nurlu beyanlarının rehberliğinde, nasıl şu dünyada dünya ayaklarıyla yürüyor ve dünya gözleriyle görüyorsak, aynı şekilde, ahiret menzillerinde de daha bu dünyadayken yürüme, gezinme ve o hayatı yaşamaya çalışarak iç tecrübeler edinme oldukça önemlidir. Şu kadar ki, böyle bir ameliye için de istikamete ulaşmış bir tefekkür, dolayısıyla da bir mârifet ve malumat gereklidir.

Ölmüşüm!.. Başımda ehlim, ıyalim, yakınlarım ve dostlarım toplanmış ağlıyorlar. “Ah, siz değil, ben ağlayacak durumdayım şimdi… Ah, keşke, keşke dünyada ağlayıp da, şimdi burada gülebilseydim!..”

Teneşire upuzun uzatmışlar, gassal başımda cesedimi yıkıyor, kirlerimi temizliyor; istediği tarafa evirip çeviriyor beni… “Ah keşke ben, ben de, can bedende iken kirlerimi yıkasa idim, tevbeyle, istiğfarla arınsam ve günah işlemeseydim! Allah Resûlü’nün mübarek elleri arasında evrilse, çevrilse, yoğrulsa ve buraya müsait şekli alsaydım!…”

Bak, kara ve karanlık bildiğim kabrin karanlığına terk etmeden, son bir defa daha aklık görsün der gibi beni beyaz kefene sarıyorlar. “Ah, keşke kabrimi aydınlatacak olan Allah’ın boyası ile boyansaydım; abdest ile parlayıp, namaz ile nurlanıp ve Allah yolunda hizmet ile aklansaydım!…”

Eyvah, dört parça tahtadan yapılmış kuru tabuta da koydular. “Aah, aah, yumuşak döşeklerde ve koltuklarda ayaklarımı uzatmış, hayatın tadını çıkarırken neden düşünmedim bir gün böyle kuru bir tahtaya uzatılacağımı, neden? Babama da aynı şeyi yapmışlardı hâlbuki!..”

İşte beni musallaya yatırdılar ve namazımı kıldılar… Aldılar sırtlarına ve.. evet, işte kabre koydular. Hani, hani nerede benim eşim, nerede evlâdım, nerede dostlarım? Ne oldu size? Neden arkanızı dönüp ayrılıyor ve beni bu daracık yerde tek başıma bırakıyorsunuz? Malım, mülküm, servetim! Nerede bütün bunlar? Dünyada iken böyle miydik ya? O da ne? Cesedim, bir an olsun benden ayrılmayan bedenim, güzel gözlerim, kulaklarım, ellerim, ayaklarım… Siz de mi beni terk edip gidiyorsunuz? Ah keşke, keşke beni kabir kapısında terk edecek olan şeylere gönül bağlamasaydım; burada faydası dokunacak ameller işleseydim!”

Münkir-Nekir gelip, sorular soracak; Berzah hayatında Cennet ya da Cehennem seyredilecek; haşir neşir olacak ve insanlar hesap yerine sevk olunacaklar. Herkes başının çaresine bakacak; kişi kardeşinden, anasından babasından, arkadaşından, evlâdından kaçacak; herkes kendini kurtarma sevdasına düşüp, kapı kapı şefaatçiler arayacak.

İşte eller eli Nebiler Nebisi’nin eli orada bir kısım ellere dokunuyor, nurlu simaları tanıyor “Yüzleri, kolları abdestle, alınları secdeyle nurlanmışları uzaktan da görsem tanırım ve ‘bendendirler’ der ve alırım.” diyerek topluyor. Ah, keşke ben de adres bıraksaydım, kendisiyle tanışıklık kursaydım ve ben de Havzı’nın başına konanlardan olsaydım…

İşte, defterler uçuşuyor, mizan kurulmuş hesaplar görülüyor; sırlar ortaya dökülmüş, diller yerine eller ve ayaklar konuşuyor… gibi tefekkürlerle kalb ve ruhta bir incelik hâsıl etmelidir.

10. Gecenin siyah zülüfleri arasında gözyaşları ve teheccüt lâzımdır

Gözyaşı, ihlâs ve samimiyet sahibi bağrı yanık, ciğeri dağlanan insanlar için bir boşalma ameliyesidir. O, dünyada gönülde dayanılmaz hâle gelen aşk ateşinin ızdırabını bir nebze dindirirken, ahirette Cehennem’in alevlerini söndürecek tek iksir olacaktır. Onun içindir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mevzuda şöyle buyurur: “Mahşerde, Cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail (aleyhisselâm) elinde bir bardak suyla görünür. Ona, “Bu ne?” diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: “Bu, mü’min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.”11

Yine bir başka hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah korkusuyla gözyaşı dökmeyi, cephede düşmanı kollayıp, içimize sızmasına engel olan mücahidin nöbetine denk tutar. “İki göz Cehennem’i görmez.” buyurur ve devam eder: Biri, Allah korkusundan ağlayan göz, diğeri de, memleketin içine düşebileceği tehlikeler karşısında yüreği atan ve nereden, hangi gedikten düşman içimize sızacak, hangi plânda bizi tahrip edip çürütecek diye nöbet bekleyen göz.”12

Dışarıda dışı, içeride içi gözetleyen gözler. Evet, iç fetihle dış fetih birbirine müsavîdir.

Kur’ân-ı Kerim de, yer yer bu işi tebcil ve takdir ederek: “Onlar, Allah’ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanırlar.”13 buyurur. Bir başka yerde ise, “Az gülsünler, çok ağlasınlar.”14 ihtarında bulunur. Bu, bir nevi, “Düşünün ve bir sürü kazandığınız şeyler karşısında yürekleriniz hoplasın.! Ölüm ve sonrasında başınıza gelecekleri ve hesap yerindeki durumunuzu tefekkür edin de, az gülün çok ağlayın.” demektir. Bu yönü ile gözyaşı, Cennet kevserlerine müsavî tutulur.. ve Efendimiz, “Ürpermeyen kalbten, yaşarmayan gözden Sana sığınırım Allah’ım.”15 diye yalvarır. Kalbleri kaskatı olmuş, duyguları örümcek bağlamışlarda gözyaşı görülmez.

a. İçten kaynamadan, sun’î zorlamalarla ağlamamalıdır

Meselenin bir diğer yönü daha var. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz, “Her istediği zaman ağlayan bir insan riyakârdır.” buyururlar. İçten kaynamadan, hiçbir iç zorlama olmadan, kalb sıkışmadan durup dururken ya da sun’î zorlamalarla gözyaşı akıtmaya çalışan insandan da endişe edilir. Zira ağlamak, kalb heyecanı ve duyguların baskısı altında bulunma neticesinde bir boşalmadır. Bazen olur ki, kalb fevkalâde sadakat içindedir; dinin emirlerini yerine getirme, dince yasaklardan kaçınma mevzuunda kararlı ve dimdiktir.. dönüş nedir bilmez, fakat gözünden de damla yaş gelmez. Ama onun sözünü ettiğimiz şekildeki sadakatı çok mühimdir. O, âdeta bir girdap, bir fevvare gibidir.. ve o kat’iyen boş değildir…

Bunların her ikisi de makbuldür; şu kadar ki, sadık, âşıktan ileridir. Yanlış anlaşılmasın; bu, hiçbir zaman sadıkın gözünden yaş gelmez demek değildir. Hz. Ebû Bekir de, Hz. Ömer de sadıktılar; bir kalbi kırığın yanına oturduklarında, bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlarlardı. Namazda iken hıçkırıklarının arka saflardan duyulduğu herkesin malumudur. Bu itibarla, nasıl içte haşyet ve ürperti duyulmayıp gözden yaş gelmemesi, her zaman kalbin kasvet bağladığına hamledilemezse, aynı şekilde, bazen de gözyaşlarının ceyhun olması, mutlaka kalbin haşyet, rikkat ve saygısına verilemez.

Evet, bazen insan kendini kontrol edemez, hislerine mağlup olur ve ağlar; eğer bu insanın iç murâkabesi ve sadakatı yoksa bu onun için tehlikelidir. Ağlama, insanın önünü alamayacağı şekilde iç tazyiklerle bir boşalma şeklinde ve meşru çizgide olursa makbuldür, matluptur, Hak indindeki değeriyle de dünyalara bedeldir.

İmam Gazzâlî İhya’sında der ki: “Ağlayan da pişman, ağlamayan da.” İnsan ağlamıyorsa, bir gün pişman olacaktır; çünkü kendisini ağlatacak çok badireler var önünde. Öte yandan, pek çok ağlayanlar da vardır ki, günahlarına değil, başka şeylere ağlarlar; belli hislerin tesirinde dökerler gözyaşlarını. Demek oluyor ki, gözyaşının da meşru istikamette olanı makbuldür.

Sadık olmayan ve meşru gözyaşları da bulunmayan kalbi kasvet bağlamış ve içinde günahlara karşı ürperti kalmamış bir insan, şeytana boy hedefi olmuş, vurup avlanmasına müsait hâle gelmiş demektir. Çünkü böyle bir insan, günahlardan irkilmez, dolayısıyla da bir daha o günaha girmemek üzere vicdanında onun ağırlık ve ızdırabını taşımaz. Katı kalbli insana ne terğib (teşvik), ne de terhib (korkutma) tesir eder.. her yerde rahatlıkla gezer, günah tehlikelerinden hiç korkmaz ve gafleti kendisine daima -mayınlı tarlalarda da bulunsa- emniyette olduğunu fısıldar.

b. Teheccüt: Karanlık gecelerin aydınlatıcı feneridir

Gecelerini teheccüt feneriyle gündüz gibi aydınlatmış olanlar, berzah hayatlarını da aydınlatmış sayılırlar. Teheccüt, berzah karanlığına karşı bir zırh, bir silah, bir meşale ve kişiyi berzah azabından koruyan bir emniyet yamacıdır. Her namaz, insanın öbür âlemdeki hayatına ait bir parçayı aydınlatmayı tekeffül etmiştir; teheccüt ise, ötelerin zâdı, zahiresi, azığı ve aydınlatıcısıdır. Kur’ân’da birkaç yerde teheccüde işaret edilmiştir.16 İki rekât kılınabileceği gibi, sekiz rekât da kılınabilir. Buhârî ve Müslim’in rivayetine göre, İbn Ömer, rüyasında iki dehşetli kimsenin gelip, kollarından tutarak kendisini derin, alevli bir kuyunun başına getirdiklerini ve atacaklar diye korkunca da: “Korkma, senin için endişe yok.” dediklerini Efendimiz’e anlatır. Allah Resûlü, “İbn Ömer ne güzel insandır; keşke, teheccüt namazını da kılsa!” şeklinde tabir ve tevcihte bulunurlar…17 Allah, böylece rüyasında İbn Ömer’e Cehennem’e ait bir berzah levhasını göstermiş ve bir eksiğini hatırlatıp, Efendimiz’in tavsiyeleriyle o eksiğin kapatılmasını sağlamıştır.

Ülfetin dağılmasında, kalblerin yumuşamasında ve şeytanların, günahların tesirlerinden korunmada, Allah korkusu, Allah haşyeti ve muhabbetinden gecenin zülüfleri üzerine bırakılan bir kaç damla gözyaşı ve herkesin uyuduğu saatlerde uyumayan gözlerle eda edilen zikirler, tesbihler, kılınan namazlar ve mütalâa edilen derslerin kalblere ne kazandırdığı, ancak tatbikatla ve tadıp bilmekle anlaşılır. Geceleri aydın olan insanların, gündüzleri hiç aydın olmaz mı?

11. Evlenmeli, mümkün değilse oruç tutulmalıdır

Efendimiz, “Ey gençler topluluğu, evleniniz; gücünüz yetmezse oruç tutunuz, zira oruç günahlara karşı kalkandır.”18 buyurur. Bir genci nefsanî istekleri gerçekten tazyik etmeye başlamışsa, onun vakit geçirmeden evlenmesi tavsiye edilir. Yok, böyle bir tehlike altında değil de, nebiler ve büyük zatlar gibi ismet ve iffet içinde bulunuyor ve yapacağı vazifeleri de varsa, bir yönüyle atmosferi de kendisini muhafaza ediyorsa, onun bekâr kalması düşünülse bile, hususiyle günümüzde şeytana alet olmamak için izdivaca teşvik edilmeli ve bu koruyucu kalkan ve zırh içine alınmalıdır. Aksi takdirde, bir başka kalkan olarak oruç kullanılmalıdır.

12. Ashab-ı kiramın hayatı yaşanıp yaşatılmalıdır

Kalb ve düşüncemizin istikamet ve canlılığı için Peygamber Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerine, sahabe-i kiram, tâbiîn-i izâm ve sırasıyla asırlara ışık tutan salih kimselerin hayatlarına ait tabloların müşâhedeye sunulması, okunması, dinlenmesi, mütalâa edilmesi ve hayatımıza bunlarla renk ve şevk katılması bir başka çaredir. O büyük numunelere kendini ve hayatını mukayese edebilen bir insan, “Onlar öyleydi, ya biz nasılız?” deyip, kendisini muhasebeye çekecek ve böylece önden çekici, arkadan da itici bir güce sahip olacaktır.

Yalnızca kutlama mânâsına ‘anmak’ veya haz duymak için değil, gerçekten onlar gibi olma düşüncesi ve iştiyakı içinde, heyecan dolu bir sine ile geçmişe ait kıssaları okumak ve dinlemek ve neticede kendi hayatımızı onların hayatına göre ayarlamak, üzerinde titizlikle durulması gerekli bir husustur. Halkın karşısına çıkar ve anlatır, mefahirimiz ve tarihimizle iftihar ifade eden nutuklar çeker, “Biz yıldırımlar gibi çakan asil ve necip bir milletin, değişik dünyaların bağrına kıvılcımlar gibi yağan torunlarıyız.” deriz de, biri çıkıp bize, “Onlar öyleydi, ya siz nasılsınız; neredesiniz, ne yapıyorsunuz?” Derse, ne cevap vereceğiz.! Önemli olan, bu sorunun cevabını verebilmektir.

Her insanda yaratılıştan gelen bir taklit ve benzeme arzusu vardır. Her baba, evlâdını dikkatlice gözleyip takip etse, anne-babaya benzemeye çalıştıklarını görecektir. Evet, yedi yaşındaki bir çocuğun, babası gibi elinde tesbih çevirmeye çalıştığını ve saçını taramasına kadar her şeyinde babasına benzemeye gayret ettiğini görürüz. Daha ileri yaşlarda, kiminin sporcuları, kiminin de film artistlerini taklide çalıştığını müşâhede ederiz. Hatta evinizde bulunan çocuklarla azıcık konuşulsa, evinizde nelerin bahis mevzuu olduğu hemen anlaşılıverir. Burada bir müşâhedemi nakletmek isterim:

Babanın arkadaşı oğluna soruyor: “En çok anneni mi seviyorsun, yoksa babanı mı?” Çocuğun cevabı belki babasını bile şaşırtacak mahiyettedir: “Ben en çok Allah’ı ve Resûlü’nü seviyorum amca!”

Bir müşâhedem daha: Yedi yaşında bir ilk okul çocuğu, Almanya’da Alman arkadaşlarıyla havuza giriyor. Çocuk hayâsından suya iç çamaşırıyla girmiştir ve eve ıslak pantolonlarıyla geliyor; dizler de çamurlu. Annenin “Ne bu böyle?” sorusuna çocuğun cevabı enteresan: “Anne, ikindi namazını çimende kıldım.”

Evet, daima canlı, şevkli kalmanın bir yolu, bir çaresi de sahabe gibi yaşamak ve yaşatmaktır. Kur’ân, Efendimiz’i nasıl bize örnek gösteriyorsa, Efendimiz de ashabını “Yıldızlar gibidir.”19 diyerek, bize hidayet ışıkları olarak takdim etmiştir.

13. Nifak ve “günaha girdim” endişesi taşınmalıdır

Bazen de, şeytanın kurcalaması, vesvese, kalb katılığı ve ülfet olmadan da, “Acaba münafık mıyım, günaha girer miyim?” korku ve endişesi taşımak iyidir. Hz. Ömer, İbn Mesud, Abdullah İbn Ömer ve Hz. Âişe, hatta bazı tabakat yazarlarının tespitine göre yirmi kadar sahabi, kendilerinde nifak alâmeti var diye endişe ederlerdi. Haddizatında, vesvese bunların semt-i nasutiyetlerine sokulmamıştır; fakat onlar, çok derin bir iman şuuru ve mesuliyet hissine sahip bulunduklarından kendilerini böyle görmekteydiler.

Bu, başka mü’minlerde de olabilir: “Çarşıya çıktım; yanımdan manyetik alanına girdiğim bir kadın geçti, yaralandım; kalbim ve duygularım söndü, ne olacak hâlim?” diyen bir insan, bence tedbirli bir insandır. Bu anlayıştaki bir insan, ayağını attığı ve bastığı yeri mayınlı tarla gibi görmektedir.. ve bu, nefs-i levvâme sınırı ve sırrıdır. Yani, nefs-i emmârenin dizginlerini eline almış, almış ama yine de yer yer hatalar yapıyor, ne var ki, yaptığı hatalardan da rahatsızlık ve tedirginlik duyuyor. Günahlara giriyor, fakat ardından da dönüp nefsine “Sen zaten beni batıran, şunu şunu yaptıran değil misin? Nedir senden çektiğim?” diye kınamada bulunuyor. Esasen bu, insanın nefsiyle boğuşmasının bir tezahürüdür. Eğer dişini sıkar dayanırsa, nefsi kendinden elini eteğini çeker ve ‘râdıye, merdıyye’ mertebelerine ulaşır, ‘mutmainne’ye tırmanır ve ‘safiye’yi görüp sezmeye başlar.

C. ÂFÂKÎ (DIŞ ÂLEME AİT) MESELELER

Buraya kadar, daha ziyade insanın ‘ledünnî’ diyebileceğimiz iç âlemine ait meseleler üzerinde durduk ve onun münferit ve şahsî gayretlerine ait hususlara ağırlık verdik. Şimdi de, ferdîlikten çıkıp cemaat olma, dışta isbat-ı vücut etme, içte, uzlette âdeta bir çekirdek gibi sarmaş-dolaş olarak semaya ser çekme ve dal-budak salma safhasında cemaate katılma şeklinde dış dünyasını ve iç fethini tamamlamış olarak, emr-i bi’l-mâruf vazifesini görme, irşad hamulesini yüklenme ameliyesini ele almaya çalışalım:

1. Cemaat hâlinde yaşamak, hayatî bir zarurettir

Allah, insanı toplum içinde yaşayacak bir varlık olarak yaratmış ve onu hemcinslerinin arasına salmıştır. İnsan, maddî ve mânevî yönleriyle ancak toplum ve cemaat içinde yaşayabilir. Onun içindir ki, Hz. Âdem’den bu yana hep cemaat öne çıkmış, fert arka plânda kalmıştır. Şu kadar ki, bazı devreler ve zaman dilimlerinde bu mesele, diğerlerine nazaran daha bir ehemmiyet kesbetmiş ve âdeta bir zaruret hâlini almıştır. Kaldı ki, büyük çoğunluğu itibarıyla hayvanlar bile toplu hâlde yaşarlar; öyle ise en mükerrem varlık olan insan, hayatının her safhasında toplu hâlde yaşamak mecburiyetindedir.

İslâm, bu meseleyi daha bir pekiştirir ve öne alır. Öyle ki, mü’min tek başına namaz kılarken bile, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينَ “Ancak Sana ibadet ederiz ve ancak Senden yardım bekleriz.”20 der; “Ederim, beklerim.” demez. Bir mü’min, günlük şahsî işlerinden ibadetlerine kadar her meselesinde Kur’ân ve Sünnet’le cemaat içine itilir, kendisine cemaat olmanın avantajları gösterilir ve hayatının büyük bir bölümü cemaatle irtibatlandırılır.

a) Cemaatleşme, bugün her zamankinden daha zarurîdir

Bugün küre-i arz, bütün milletleri ve devletleriyle tek bir ülke görünümü almıştır. Ulaşım ve haberleşme, çeşitli vasıtalarla çok kısa zamanda temin edilir olmuş, milletlerin birbiriyle yakın münasebetlerde bulunması sayesinde teknolojik, iktisadî, siyasî ve silah üstünlüğü bakımından dünya birbiriyle yarışır hâle gelmiştir. Bu yarış, her milleti kendi bünyesinde cemaatleşmeye götürmüş, hatta asrın getirdiklerinin zarurî bir neticesi olarak topyekün insanlık, kendini bu yarış ruh ve şuuru içinde bulmuştur.

Dünya çapında ideolojiler, onsekizinci asırdan bu asra genç fidanlar gibi sarkmış ve orijinal bulunarak, Hıristiyanlığa da bir reaksiyon olarak kendilerine sahip çıkılmış, o fidanları gövdeleştirmek isteyenler, dünyanın hemen her yerinde topluluklar meydana getirmek ve kitleleşmek için var güçleriyle ve bütün imkânlarıyla mücadele vermişler ve cihan harplerinde yenik düşenler, önde görünenlere yetişme, hatta geçme hırs ve azmiyle ayrı bir cemaatleşme yoluna girmişlerdir.

Asırların dev çınarı Osmanlı Devleti’ne karşı devam edegelen Haçlı seferleri, esasen yine birlik içinde toplum oluşturmanın örneklerini teşkil etmekteydi. Bugün, aynı topluluklar çok değişik nam ve unvanlarla kendilerini hissettirmekte ve paktlar, pazarlar, bloklar şeklinde ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Bunun ötesinde, kendi bünyelerinde tabiî seyirlerini tamamlayan ya da tamamlamış görünen milletler, görünen ve görünmeyen kollarıyla başka milletlerin içine sızmaya ve oralarda kendi türkülerini söyleyecek cemaatler teşkil etmeye başlamışlardır. Burada, nezahet ve nezaketinize sığınarak, inkâr-ı ulûhiyetin baş temsilciliğini yapan bazı büyük devletleri misal olarak vermek istiyorum: Geriye dönüşe ve tepeden hızla inişe geçtikleri şu dönemde, geçmişte milletimize yaptıklarının cezası olarak baş aşağı gelişlerini -inşâallah- göreceğiz.21 Siz isterseniz, ülkemizdeki kolejleri, kültür hareketleri, beşinci kol faaliyetleri, her çeşit neşriyatları ve nefsanî hayat anlayışları ile bazı ülkeleri de yapıp ettikleri ve başlarına gelenlerle düşünebilirsiniz.

Memleketimiz, memerr-i efkârdır, yani Doğu ve Batı kültürlerinin uğrak yeridir. O, asırlar boyu ipek yoluyla Doğu-Batı ticaretinin uğrak yeri olduğu gibi, bütün fikirlerin de uğrayıp geçtiği veya yerleşip kaldığı bir ülke olmuştur. Sanki her geçen, her uğrayan bu verimli toprağa bir kaç tohum atıp, öyle gitmiştir.

Şimdi siz söyleyin: Tarih boyunca sağlı-sollu, önlü-arkalı bunca toslamalar, vurup geçmeler.. tarihî, millî ve dinî kaynaklı düşüncelerle toplu atan hasım yürekler ve bütün bunların hâsıl ettiği korkunç dalga ve esintiler karşısında eğer bir ve beraber olmasaydık, bugünlere gelip ulaşmamız mümkün olur muydu?

Bu soruyu çevirip şöyle de sorabiliriz: Sayısız dişlerin ve dişlilerin (tek dişi kalmışlar birleşince, cemaatler hâlinde çok dişliler olur) peş peşe amansız saldırıları karşısında mukavemet edebilmemiz, millî bütünlüğümüzü koruyabilmemiz, hayatiyetimizi hem de başkalarına hayat nefhederek sürdürebilmemiz için sağlam ve sarsılmaz bir içtimaî yapı teşkil etmeye ihtiyacımız var mıdır, yok mudur?

Dünya, üzerimize cemaatler hâlinde ve mekanize birliklerle gelirken, onların karşısına fertler hâlinde ve tüfeklerle nasıl çıkabiliriz? Gerçek şu ki, toplu atan yürekleri top da sindiremez. Topumuzun, tüfeğimizin olmadığı yerde, hiç olmazsa yüreklerimiz vahdetle gürül gürül olmalıdır.

Farklı kültürlerden farklı cemaatler ortaya çıkar. Önceki devirlerde farklı doktrinler, değişik fikrî cereyanlar ve kültürler gelişip boy atmadığı ve insanların çoğuna tek tip kültür hâkim olduğu için, tek bir kişinin arkasından -hak veya bâtıl adına- büyük topluluklar sürüklenip gidebiliyordu. Belli bir kültür ve anlayış içinde yetişen insanlar, daha saf olup, daha kolay yönlendirilebiliyor ve bugünkü anlayışla, kitle ruh hâletinden, yani toplum psikolojisinden istifade etmek çok daha rahat ve kolay oluyordu. Bu sebeple bir Hasan Sabbah, bir Bedrettin, yığınları harekete geçirebiliyor ve onları apaçık bâtılların duyguları, düşünceleri kanlı delileri hâline getirebiliyorlardı.

Bugün ise, yukarıda da kısmen temas ettiğimiz gibi, herkes ayrı ayrı kültürlerden istifade edebilmekte ve çok farklı dünya görüşleri insanlar arasında çok çabuk yayılmaktadır. Evet, her seviye ve anlayışta, her inanç ve düşüncede dünyanın öbür ucunda yazılan herhangi bir eser, çok kısa zamanda beri ucunda alıcı, okuyucu bulmakta ve tesir icra etmektedir.

Bu, şu demektir: Böyle farklı kültürlerin içiçe yaşadığı bir devirde insanlar birbirlerinden kopuktur; toplum hayatı yerine ferdî hayat hâkimdir. “Ben de okuyorum; dünyayı senin kadar ben de biliyorum.” gibi, bilmekten, ilme vukuftan, kültürlü olmaktan doğan “Ben de” anlayışıyla herkes âdeta arslandır. Bu insanlar, dünyaya ait meseleleri öğrenip, dünyayı tanımada sanki müsavî gibidirler. Denk olanlar ise birbirini iter. Böyle bir vasatta her fert, kendi bilgisi, kendi iktidarı, kendi kabiliyeti ve kendi kapasitesinin kendisine kâfi geldiği inancıyla, “Orman bana ait.” deyip, tek başına dolaşmak istemekte, kimsenin vesaya ve koruması altına girmeyi düşünmemekte, hatta bunu lüzumsuz saymaktadır.

Önce şurası iyi bilinmelidir ki, bir fert, dalâlet adına tahripkâr cemaatler karşısında tek başına mukavemet edemez. Bir insan, ‘gavs’ bile olsa, şahsî dehasıyla, kültür ve ilim dünyasıyla, hatta keşif ve kerametleriyle asrımızın dalâletleri ve günah tufanları karşısında tek başına yaşayamaz; yaşasa da, sürüden ayrı kaldığı için her zaman kurtlara yem olabilir. Ayrıca, cemaat içinde bulunmanın getireceği feyizlerden, sağlayacağı avantaj ve lütuflardan da mahrum kalır.

Ayakları cemaat zeminine basmayan insan, ayaklar altında bir yaprak ve bir tüy gibidir; bu yandan üflesen öte yana, öte yandan üflesen bu yana savruluverir. Bu yüzdendir ki, Gavs-ı A’zamlar, İmam Rabbânîler, Muhyiddin İbn Arabîler bile bu asırda yaşasalardı, ferdî hareket etmeyeceklerdi. Sahabe devrinin o en kuvvetli, en iktidarlı ve meleklere parmak ısırtacak insanları bile cemaatleşme ve birlik teşkil etme lüzumunu duymuşlardı.

Bu sebeple, hasımlarımızın içtimaî kanal ve kollarla geçeceğimiz yollarda kurdukları sayısız tuzaklara ve onların cemaatçe hücumlarına, ayrıca, mânevî hasımlarımız olan şeytana, nefse ve günah tufanlarına karşı yem olmaktan, boğulmaktan bizi koruyacak en mühim sığınak, toplu hâlde yaşamaktır. Evet, bu fikre davet, günümüzün en hayatî meseleleri arasındadır.

b) Cemaatte her zaman kuvvet vardır

İki fert ayrı ayrı olduklarında ‘1’i aşamazken, yan yana gelince ‘11’ olur. Üç ayrı ‘1’ yanyana geldiğinde ‘111’e ulaşır. Şimdi, basitçe rakamla ifade etmeye çalıştığımız bu durumu, karanlıkta elinde meşale tutan bir kişinin meydana getireceği aydınlıkla, 11 ya da 111 kişinin meydana getireceği aydınlığı mukayese ederek düşünün. Bir hazineyi kaldırmada da aynı durum söz konusudur. Buna bir de pazu kuvvetinin yanında kabiliyetlerin, ilmin, idrakin ve düşüncelerin ittifakını ekleyin. Ayrıca gaye ve ideal birliği ve cehd ve azim müşterekleri de varsa, işte o zaman, gerçekten topların sindiremeyeceği yürekler gürül gürül ses getirmeye başlar.

Aynen bunun gibi, iç âlemlerinin, ruh ve kalb dünyalarının hayat dereceleri çok ulvî olan ve simalarında melek çehrelerini müşâhede edebileceğiniz arkadaşların şefkat, merhamet ve nurdan tebessümlerle süslenmiş aydın bakışları altında ışıklaştığınızı düşündüğünüzde, şeytanın aldatmalarına ve günahların yakıcılığına karşı nasıl bir atmosfer içinde bulunduğunuzu daha iyi anlayacaksınız. Bu atmosfer içinde direnç kazanacak olan zayıf kalbiniz ve iradenizin fer ve kuvveti de artacaktır. Bu sayede, zülcenaheyn, yani iki kanatlı, çift yönlü bir kuvvete sahip olacaksınız.

c) Cemaatte rahmet ve cemaatle dualarda makbuliyet vardır

Hadisin beyanıyla, Allah’ın rahmeti cemaatle beraberdir. Cemaat üzerinde dolaşan bir bulut, âdeta altına girene rahmet yağdırır. Bir kişinin duası, sadece bir ferdin duası olup, taşıdığı rahmet damlaları da o kadardır. Hâlbuki, tam olarak ittihat etmiş, ağız gönül birliği içindeki bir cemaatin duasının karşılığı, tek tek her ferde inen miktarın kat kat üstündedir ve sağanak sağanaktır.

Eğer rahmete açık semereli bir ağaç olmak istiyorsanız, orman içinde bir ağaç olmaya bakınız; tek başınıza kaldığınızda hiçbir rahmet düşmez.. kuruyup gidebilirsiniz; ama ormana mutlaka rahmet inecek ve siz de o rahmetten bol bol yararlanacaksınız. Yine diyelim ki, siz bir sivilsiniz, silahınız yok; kuvvet ve kudretiniz de sermayeniz kadar… Oysa, askerde tek başınıza bile olsanız, iktidarınız, silahınız, ferdî kabiliyet ve cesaretinizin yanı sıra, içinde bulunduğunuz birliğin kuvvet ve iktidarını da yanınızda bulur ve yerinde bir paşayı, hatta bir orduyu bile esir edebilirsiniz.

İster hayır adına, isterse şer adına olsun, her hâlukârda cemaatin işgücü ve tesiri her türlü tasavvurun üstünde olduğu gibi, böyle bir şahs-ı mânevînin Allah’a teveccüh edip yalvarması da, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini ihtizaza getirmesi ve ilâhî imdada vesile olması bakımından çok önemlidir. Hatta o kadar ki, ehl-i dalâlet bile bir cemaat hâlinde dua etse, bazı ahvalde sizin tek başınıza yaptığınız duaları geri çevirebilir. O hâlde, dalâlet cemaatlerine karşı mukabele ve mukavemet edebilmek için, mü’minlerin de cemaat hâlinde bulunmaya ve cemaat ruhuyla duaya ihtiyaçları vardır.

Cemaat içinde bulunmanın bir büyük faydası da şudur: Kişinin mâsiyetleri, günahları, dualarının kabul semasına yükselmesine engel olabilir; cemaatin dualarının kabul olacağı ise, kat’î gibidir. Bir kudsî hadiste Allah (celle celâluhu) şöyle buyurur: هُمُ الْقَوْمُ لَا يَشْقَى بِهِمْ جَليِسُهُمْ “Onlar öyle bir cemaattir ki, onlarla bir arada bulunan bedbaht olmaz.”22 Evet, gül bahçesinde bulunan, hiç olmazsa o bahçenin kokusundan istifade eder.

d) Cemaat, paratoner gibidir

Cemaat, ilâhî rahmeti cazibesi ve duasıyla davet edip sinelere ulaştırmada vasıta olduğu gibi, belâ ve musibetlerin def’ine de önemli bir vesiledir. Sema, kendine açılan semavî simalıların elleri ve gönülleriyle çok alâkadardır. Evet, cemaat hâlinde dua ve yakarış, Rahmete açılan avuçlara semavî tebessümleri celbederken, aynı zamanda yere uzanan afet ve musibetlerin de def’ine sebeptir. Paratonerden uzak kalanlara, şeytanın şimşekten okları her an isabet edebilir. Bazen de ondan iki gün uzak kalan dört gün, dört gün uzak kalan sekiz gün uzaklaşmış gibi, kendini boşluk ve kasvet içinde bulabilir. Bu, tıpkı ışığın kaynağından uzaklaştıkça, karanlığın ziyadeleşmesi gibidir.

2. Yalnız kalmayıp, mutlaka iyi arkadaşlar edinmek lâzımdır

Yukarıda işaret edildiği gibi, Allah, insanı içtimaî bir varlık olarak yaratmıştır. Yalnız yaşayan bir insan, hem dört yandan hücum eden dalâlet rüzgârları karşısında kuvvetsiz, desteksiz, hem de dualarının kabul olması gibi avantajlardan mahrum kalabilir. Bunun da ötesinde, şeytanın zehirli okları karşısında boy hedefi haline gelebilir… Bu itibarla, Aleyhissalâtü vesselâm, “Yalnız yaşayan, şeytandır.”23 buyururlar.

Evet, yalnız yaşayan insan, er geç şeytanın tuzağına düşebilir, şeytana paçayı kaptırabilir ve onun kızıl pençesine av olabilir. Şeytanın zihne ve hayale attığı her kötü düşünce, yalnızlık ve can sıkıntısı toprağında boy atıp gelişecek bir çekirdek gibidir. Fikir, gönül ve ruhunu kötülük ve günah çekirdeklerinin doldurduğu yalnız bir insanda, bu çekirdeklerin er geç iç tazyik ve zorlamalarla dal budak hâlinde dışarı taşarak, günah meyvelerini vermemesi imkânsız denecek derecede zordur. Her insan, zaman zaman kendini zorlayan bu kabîl düşünce ve hayallerin kendisini nasıl kıstırdığını ve bu kötü düşüncelerin kökünün, daha çekirdek hâlindeyken kurutulmasının lâzım geldiğini, kim bilir kaç defa hissetmiş ve nedametle kıvranmıştır..!

Evet, mü’min kardeşlerimiz ve arkadaşlarımız, zihin, kalb ve ruhumuzun şeytana ait kötülük tohumlarınca işgal edilmemesi ve daha başlangıçta bunların temizlenmesi adına bizim son derece faydalı yardımcılarımızdır.

İnsan konuşurken, dinlerken ya da bakarken, zihin ve hayal faaliyetleri bu duygulara bağlı olarak şekillenir ve renklenir. Siz bu üç faaliyetin üçünü birden yaparken, söz gelimi arkadaşınızla konuşur, ona sorular sorar veya sorularına cevap verir, yani hem konuşur, hem dinler, hem de düşünürken, hayal âleminizde seyahatler tertip edemezsiniz. Zira zihin faaliyetleriniz ve dikkatiniz, konuşmanızda, dinlemenizde ve düşünmenizde odaklaşmış ve bir nevi hapsolmuştur. Bunun tersine, arkadaşlarından kopmuş bir insan, serbest kalmış zihniyle, hele bir de yorganı başına çekince, istediği veya şeytanın kendini sürüklediği hayal âlemlerine dalar gider; öyle zaman da olur ki, encamı ürpertici bu hayalî seyahatten yara almadan geriye dönemez…

Evet, insan, yalnız kalmaktan yılandan-çıyandan kaçar gibi kaçmalıdır; çünkü yalnızlık yılanca, çıyanca düşüncelerin insan ruhunu sarmasına yol açar. İki kişi olmada da aynı tehlikeler bahis mevzuu olabilir; çünkü iki kişinin bir fenalık ve kötülük üzerinde anlaşması, zayıf bir ihtimal de olsa mümkündür. Üç kişininse, -ihtimal hesaplarına göre- günahlarda, fenalıklarda anlaşıp bir araya gelmesi âdeta imkânsızdır. Bu hakikate parmak basan Allah Resûlü, “İki kişi de şeytandır; üç kişi ise cemaattir.”24 buyururlar. Üç kişi, bir cemaat teşkil eder ve şeytanın insana nüfuz edeceği delikleri, çok daha küçültmüş olurlar. İster evli, ister bekâr olalım, evde, mektepte, iş yerinde, sokakta ve çarşıda bizi aralarına alıp, üzerimize kanatlarını gerecek, duygu ve düşüncelerimizi şeytanî esintilerden koruyacak ruh ve irade insanı arkadaşlara ihtiyacımızın varlığı ortadadır.

Çok defa ve çok yerde kendi kalbimiz, kendi gücümüz bizi canlı ve diri tutmaya yetmeyebilir. Bakışlarımız buğulanıp, sinelerimizi sis ve duman sarabilir; kalbimiz katılaşıp, aşk u heyecanımız, günlük işler ve bu çok renkli hayat içinde kaybolmaya, erimeye yüz tutabilir ve meydana gelebilecek bir kabz hâli sonucu -Allah korusun!- sefahate düşebiliriz. Ama en az üç kişi bir arada olsa, o zaman diğer iki şevkli ve canlı arkadaşımızdan hiç olmazsa birinin bast hâline misafir olur, onun rahmet oluğundan beslenir, onun esintileriyle serinler ve o hava ve atmosfer içinde aşk u şevk teneffüs edebiliriz.

a) İyi arkadaş insanı Cennet’e götürür

Burada yeri gelmişken şu mühim hususu da belirtmeliyiz: Evet, arkadaş ama her arkadaş değil; iyi arkadaş seçeceğiz. Eskilerin eskimeyen şu sözleri ne güzeldir:

“Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” “Üzüm üzüme baka baka kararır.” “Gül, güller arasında yeşerir.” “İyi arkadaş, insanı Cennet’e, kötü arkadaş da Cehennem’e götürür.” “İyi arkadaş, misk satan gibidir, hiç olmazsa kokusundan istifade edilir; kötü arkadaş ise, körükçüye benzer ki, hiçbir yanından rahatsız olmasanız bile, en azından kokusundan rahatsız olursunuz.”

Evet, her insan, arkadaşlarından iyi-kötü mutlaka bir şeyler kapar.

b) İyi arkadaşlar içinde olunmalıdır

Ebed yolunda ebed soluyan, simaları hakikat gamzeden, iradelerinde Allah’ın iradesi nümâyân öyle dostlar, ahbablar, arkadaşlar vardır ki, yanlarına gittiğiniz, atmosferlerine girdiğiniz zaman, nebi ile diz dize gelmiş gibi kuvvet kazanır, aşkla, şevkle dolarsınız. Onların iksirmisal söz ve davranışları, içinizde yosun gibi yeşermeye başlamış kötü duygu ve düşünceleri bir hamlede siliverir. İyi arkadaş, nasihatleriyle sizin yüreğinizi hoplatacak, içinize aşk, heyecan salacak, düşüncenize aydınlık getirecek ışıktan bir dosttur. Münevver ve münevvir dostlar, has ahbablar, evet bize lâzım olan, işte bunlardır.

Pek çok mıknatısın bulunduğu bir zemine madenî bir parça atsanız, hangi mıknatısın manyetik gücü fazla ise, onu kendine çeker ve bünyesine yapıştırır.. meteorlar, çekim kuvveti ve hayyiz gücü ağır basan tarafa yönelirler.

O hâlde, evlâtlarınızın kalbleri imanlı, kafaları aydın, anne-babalarına itaatkâr, vatan ve milletlerine hizmetkâr, dürüst, faziletli, fedakâr olmalarını mı arzu ediyorsunuz? Öyleyse, onları balmumu gibi eritip, istediğiniz şekli alabilecek temiz arkadaşlara emanet etmeniz gerekir. Böylece onlar, kendi seviyelerinde, emsallerinin muhitinde, içinde bulundukları potanın şeklini alacaktır.

Diyelim ki, bir ortaokul talebesini üniversite sıralarına oturttunuz ve onun için binbir emek, binbir masrafta bulundunuz, bu yanlış yaklaşımla ne ona bir şey verebilir, ne de kendiniz bir şey elde edebilirsiniz! Aynen bunun gibi, bir genci kolundan tutup, kendinden çok ileri yaşta insanların bulunduğu camilere götürseniz, hatta keşif ve kerametiyle insanın içinden geçenleri okuyan evliyâullahtan birine teslim etseniz, yine de o delikanlıyı orada tutamaz, kalbini ve kafasını tatmin edemezsiniz. Her şeyden evvel o, kendisi gibi inanan ve davranan gençlerin bulunup bulunmadığına bakacaktır. Emsalini göremediğinde ise, nazarları daima sevimli bulmadığı simalara takılacak ve tatmin olmayacaktır. “Müslümanlık iyi güzel ama sadece ihtiyarların, yer değiştirme ruh hâleti içinde esneyerek camiye gelenlerin ve ilmî meselelerden habersizlerin dini.” diyecek, bu durumda da ona tesir etmeniz imkânsız olacaktır.

Bu itibarla, bir gence iman adına bir şeyler verilmek istenirken, onun akıl ve mantık seviyesiyle ilim ve düşünce derecesini hesaba katmanın yanı sıra, İslâm’ın yaşanabilirliği ve kabil-i tatbik olduğu da kendisine gösterilmelidir ki, yaşama arzusunu duysun ve “Onlar yapıyor, ben niye yapmayayım; onlar kılıyor, ben niye kılmayayım, onlar koşturuyor, ben neden koşturmayayım; onlar okuyor, ben neden okumayayım!” desin, düşünsün ve yapsın…

İşte, böyle bir ruh hâletinin meydana gelmesi de, ancak gül kokulu, selvi endamlı, aydın simalı, misk dağıtan ve Cennet’e yol açan arkadaşlar topluluğu içinde mümkün olabilecektir. Karşı yakada ise, hiç de tasvir etmeyi düşünmediğimiz bir nesil var; içki alışkanlıkları, kumar özentileri, fuhşa ait düşünce ve davranışlarıyla boşlukta, doymamış, serâzât bir nesil… Evlâtlarını sevdiklerini ve onlara merhamet ettiklerini söyleyen anne-babalar, evlâtlarına karşı gerçekten merhametli iseler, onları aydınlık gönüllere teslim edeceklerdir…

Nasihat edenleri dinlemek de, ülfetimizin dağılması, kalbimizin yumuşaması ve şeytanın vesveselerine, günahların zorlamalarına karşı koyabilmemiz için de koruyucu ve besleyici çarelerdendir. İnsan, aklı, mantığı ve muhakemesiyle hususiyet arzeden bir varlık olduğu gibi, coşan gönlü, ürperen vicdanı, yaşaran gözleriyle de bir kalb, bir ruh ve bir duygular yumağıdır. Bu itibarla da o, iç âleminde derinleşmeye, ruh dünyasında zenginleşmeye, tefekkür hayatında genişlemeye muhtaçtır.

Evet, o, yer yer içinde oluşan aysberglerin eritilmesine muhtaç olduğu gibi, mânevî gıdasızlığını izale edecek, mânevî süt akıtan çeşmelere de şiddetli bir iştiyak duyar. Kur’ân, Efendimiz’e defaatle “Anlat!”25 der ve O iki Cihan Güneşi de, “Din nasihattır.”26 buyurur.. evet bir yanda, çatlama noktasına kadar ‘anlatma’ talim edilirken, diğer yanda da yine hadisin ifadesiyle “Ya öğreten, ya öğrenen ya da dinleyen ol; dördüncüsü olma!”27 tavsiyesinde bulunularak, iki uç âdeta bir noktada birleştirilmekte ve dikkat nazarları, yerinde anlatmaya, yerinde de dinlemeye çekilmektedir. Hele, Efendimiz’in bizzat, Kur’ân’ı talim ettiği ashabına, Okuyun da dinleyeyim!”28 demesi ne kadar mânidârdır!..

O hâlde insanın, yüreğini coşturup yumuşatacak, içindeki kararmış his ve duyguların kirini, pasını izale edecek, onun ebedî âlemlere şevkini kamçılayacak, bu arada dinî, ilmî dakik meselelerle fikir dünyasını aydınlatacak vaiz ve nasihleri dinlemesi de, yine onun için ekmek kadar, hava kadar mühim bir ihtiyaçtır. Bu sebeple insan, “Bunu biliyorum, bir daha neden dinleyeyim ki!” dememeli; nasıl yemek, içmek devamlı tekerrür ediyor ve bıkmak şöyle dursun, bunlara daima ihtiyaç duyuluyor, öyle de, kalb ve ruhun gıdası sayılan, ayrıca şeytan ve günahların şerrinden de koruyucu rol oynayan nasihat ve sohbetleri dinlemek de, onun için belki bin kat daha lüzumlu bir ihtiyaçtır.

Halk arasında, vaaz ve sohbetlere devam eden bir çok kişinin içkiyi, kumarı bıraktığını, pek çok fenalıkları terk ettiğini, hayırlara koşar olduğunu duyar ve dinlersiniz. Anlatan bir aşk ve heyecan insanı olmasa, gözü yaşlı ve ihlâslı anlatmasa da, yine tesir edebilir; çünkü tesir ettirecek Allah’tır. Bence, günümüzde mahrum bulunduğumuz hususlardan biri de işte budur. Seleflerimiz vaaz ederken, cami ihtizaza gelir, gönüller aşk ve heyecanla dolar; çoğu kez vaaz tamamlanamazdı. Bir kere, dinleyen içi yıkanmış olarak döner giderdi. Ama yine de ümitsiz değiliz; her bitişin ardından bir doğuş başlatan Allah’ın, aşkla coşan, gözü yaşlı, bağrı yanık o gönül erlerini bir kere daha göndereceğine inancımız tamdır.

c) Nasihatçı ve ikazcı arkadaş edinilmelidir

Nasihatçı ve ikazcı bir arkadaş edinmenin ehemmiyetini de burada ifade etmeliyiz. Şimdiye kadar ele aldığımız bahislerle alâkalı olarak üstümüzde âdeta kayyumluk ve bekçilik yapacak iyi bir arkadaşı ikazcı tayin edip, ona ruhsat ve yetki vermek de çok önemlidir.

Evet, böyle bir arkadaş olmalıdır ki, bizde bir gevşeklik, ülfet, günaha biraz meyil gördüğü, az bir kayma müşâhede ettiği zaman hemen ikazda bulunsun, yerinde sertçe kulağımızı çeksin ve başımızı salladığımız zaman da elimizden tutup, bizi sahil-i selâmete çıkarsın.. biz de, sıkıldığımız, kendimizde bir sönme müşâhede ettiğimiz ve ayağımızın kaydığını hissettiğimiz zaman hemen kalkıp, Hızır çeşmesine koşar gibi, bu vefalı ve emin dost, bu güzel arkadaşın kucağına koşalım ve “Sen bir bahçıvansın, hele beni bir gül bahçelerinde dolaştır; bir şeyler anlat bana! Beni şu hayatın girdaplarından, şu günah labirentlerinden çek al, al da, aydınlık iklimlere ulaştır.” demeliyiz.

Ailemizle alâkalı bir mesele ortaya çıktığında ya da ticaretimizde bir sarsıntı olduğunda, nasıl hemen heyecan içinde erbabına koşarız; midemiz veya böbreğimiz sancılandığında nasıl hemen soluğu doktorda alırız; ebedî hayatımızı tehdit eden günah mikroplarına ve şeytanın vesvese ve aldatmalarına karşı da, kuvve-i mâneviyemizi takviye edici ilaç ve şifa arkadaşımıza aynen öyle koşmalıyız.

3. Gözlerimizi çarşı ve sokaklarda haram manzaralardan sakınmalıyız

Çarşıya ve sokağa her çıkışımızda gözlerimize birtakım haramların girmesi muhtemeldir. Gözlerimizi kapasak, yürümemiz mümkün olmayacak; açsak, o zaman da arzu edilmeyen sahneler, ruh dünyamızda bulantı hâsıl edip, bizi günahlara sokacaktır.

Haram karşısında gözünü yuman insan, hiçbir zaman maddî-mânevî bir kayba uğramaz ve bu hassasiyeti gösteren insandan kimseye herhangi bir fenalık gelmez. Verimli, dürüst, samimî çalışan ve gerçekten hizmet veren böyle bir insan, hiçbir zaman şeytanca yaşayışın kurbanı da olmaz. Öte yandan, kendini bu aç bakışlara arzeden karşı cinsin, bundan maddî-mânevî kazandığı hiçbir şey yoktur. Kazanmak şöyle dursun, kendisi, muhatapları, toplumu ve memleketi adına neleri kaybedip, neleri kaybettirdiğine hastaneler, hapishaneler, mahkeme koridorları ve gazete sütunları en büyük şahitlerdir. Unutmayalım ki, en verimli meyveleri, zararlı ışınlardan ve şerarelerden korunan yeryüzü tarlaları verir; buna karşılık, yakıcı bakışlara ve öldürücü ışınlara korumasız maruz kalıp, neticede delik deşik olan derbeder gönüllerden ve felç olmuş iradelerden ne beklenir ki!

a) Çarşı ve pazarda gözlerimize haramların girmesi daima muhtemeldir

“Öyle bir zaman gelecek ki, imanı muhafaza etmek, elde kor tutmak gibi olacak.”29 diyor Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz; evet, “Kor; atsan iman gider, tutsan elin yanar.”

Ve yine buyuruyor: “Nazar (bakış), şeytanın zehirli oklarından bir oktur.” Kalbe saplandı mı ya da göz hunisiyle kalbe indi mi bakışı bulandırır, başı döndürür. Ve sonra Rabbü’l-âlemîn’e tercüman oluyor: “Kim onu Benim korkumdan dolayı terk ederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar.”30

Şeytanın bu zehirli oklarına karşı tavrını ortaya koyan ve her işte olduğu gibi, bu hususta da yine yakınlarından başlayan Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, bakınız ne yapıyor?

Hacda, bir merkûbun üzerinde Arafat’tan inerken, sağdan-soldan geçen kadınlara gözü ilişmesin diye, terkisine aldığı amcası Hz. Abbas’ın oğlu Fazl’ın başını bir sağa bir de sola çeviriyor.31 Hâdiseye dikkat edelim:

Bir defa hâdise, böyle bir duygunun âdeta imkânsız olduğu hacda meydana geliyor. İkinci olarak, mü’minlerin annesi Âişe Validemiz’in ifadesiyle, kadınların erkeklerden ayrı ve yüzlerini dahi göstermeden geçip gittikleri bir dönemde Efendimiz, kendisi hakkında böyle bir şeyin asla düşünülemeyeceği yiğit amcazadesi Fazl’ın başını hem de kendi terkisindeyken sağa sola çeviriyor. Ve bu hâdise, Asr-ı Saadet’in o daima okşayıcı, nazarları, kalbleri yumuşatıcı, burcu burcu vahiy ve Cibril nefesi kokan ve daha dünyada iken ahireti ruhlara duyurup yaşatan hava ve ikliminde cereyan ediyor!

Rica ederim, bugün bile bir mescide girdiğimizde veya bir cemaatin huzuruna vardığımızda, istesek de fena hisler düşünemezken, böyle bir şeyin hiç de mümkün olmadığı bir durumda, nazarına başka hayaller girmesin, serseri bir ok gelip kalbini delmesin, içine fısk u fücur nüvesi serpilmesin diye, Fazl’ın yüzünün bir o yana, bir de bu yana çevrilmesini nasıl değerlendireceğiz?..

Bu hâdisenin ifade ettiği mânâ şudur: Orman hiç yanmasın diye meseleyi kökten ele alıp, ormanda bir kibrit çöpüne dahi müsaade etmeme; ortada hiç savaş ihtimali yokken dahi, binlerce askerin bulunduğu karargâh içinde yine nöbeti aksatmama ve bir saniye olsun gözü yummama… Evet, haramlara, fuhşa, tecavüzlere, cinayetlere ve daha nelere nelere götürücü sebeplerin bütününü ortadan kaldırma.. belki bir gün yılan, çıyan sızar diye tüm delikleri kapama.. ve bir bakış, bir gülüş, bir dokunuşla nice hayatların sönüp gitmesinin, nice yuvaların yıkılmasının önüne aşılmaz setler çekme.. yani fenalıklara iten sebepleri ortadan kaldırma ve günahları ta baştan önleme; işte Allah’ın çizdiği yol!

Yine Efendimiz, yedi yaşında müslüman olup, kendi havasıyla büyüyen amcası oğlu ve nesl-i pâkini devam ettirecek damadı Hz. Ali’ye, “Yâ Ali, birinci bakış lehinedir, fakat ikincisi aleyhinedir.”32 buyururlar. Yani, irade dışı ilişen birinci bakışta günah yok ise de, ikinci ve diğer bakışlarda irade devrede olduğu için, nefsin rolü vardır ve bu bakış, kişiyi alıp götürebilecek bir zincirin ilk halkası olduğundan haramdır. Efendimiz, harama götüren yolu, ta baştan bu şekilde önlemekte ve günahlara geçit vermemektedir.

b) Canımız her sıkıldığında sokağa çıkmamalıdır

Canı sıkılan sokağa mı çıkmalı? Ne kadar çarpık bir anlayış! Şeytanın rahatlıkla içeriye sızıp çalışabileceği bir gedik… Can sıkıntısını sokakta geçireceğini sanan insan, yağmurdan kaçarken doluya tutulan gibi olur.

Can sıkıntısı, kalbin tatminsizliğinden, Allah ve Resûlü ile münasebet kurulamayışından, ibadetlere bağlı olamamaktan, arkadaşsızlıktan, okuma ve tefekkür adına boş bulunmaktan, meşguliyetsizlikten, hizmet etmemekten kaynaklanır. Böyleleri için şeytanın nüfuz edeceği menfez ve gedikler hazır demektir. Şeytandan yanmış insanın, yeniden şeytanın oklarının yağdığı mevzilerde dolaşması, deniz suyu içmekten içi yanmış birinin susuzluğunu gidermek için tekrar denize koşmasına benzer.

Meselenin bir de şu yönü var: Can sıkıntısı, Allah’ın ‘Kâbız’ ismiyle kalbi sıkması olarak da anlaşılabilir. Dolayısıyla da o, bir ibtilâ ve imtihandır. Böyle bir imtihan neticesinde kulun sebat ve sadakat derecesi ortaya çıkar. Yani kul, canı sıkıldığı, kalbi daraldığı zamanlarda da ibadetleri yapacak mı diye Allah kendisini dener. Şurası da iyi bilinmelidir ki, bu hâlet içinde eda edilen namaz, arkadaşların iştiyak atmosferinde, cemaat içinde şevk ve neşe ile kılınan namazdan çok daha sevaplıdır; çünkü o anda insan âdeta muharebe hattındadır. Sonra, güneşin bulutlar arkasına saklanması gibi, bu hâl de geçicidir; Allah bu defa ‘Bâsıt’ ismiyle onun kalbini genişletir, kendisine şevk verir. Mağrem nispetinde mağnem, yani meşakkat ve zorluk nispetinde mükâfat ve sevap peylenmiş olur.

c) Çarşı ve pazara çıkarken bazı hususlara dikkat edilmelidir

İnsanın alıştığı günahlardan uzaklaşması da, uyuşturucu tiryakisinin hapını bulamayınca bunalımlara girmesi misali şiddetli ruhî sıkıntılara sebeb olur ve kendisi için günah atmosferi hazır olunca da, hemen içine düşüverir. Dolayısıyla, ister günahkârlar için, ister yılandan, akrepten kaçar gibi günahtan kaçanlar için olsun, çarşı-pazara çıkışta dikkat edilecek bazı hususlar vardır ki, onlara da şöyle bir göz atmamız yerinde olur zannederim:

1- Çarşı ve pazara lüzumsuz yere çıkmamalı, işleri toptan görmeye çalışmalıdır. Günahların seylap hâlinde aktığı yerlerden herhangi bir iş ya da imana hizmet adına herhangi bir vazife bahis mevzuu olmadığı sürece uzak kalmak lâzımdır.

2- Yolun hakkını vermeyi düşünmelidir. Sahabe-i kiram efendilerimiz, çok defa hak ve hakikati anlatmak için dışarıya ve çarşı-pazara çıkarlardı. Hz. Ebû Bekir de, Hz. Ömer de, Hz. Ebû Zer de (radıyallâhu anhüm) bunu yapardı. Böyle bir gaye ile çıkanlar, sokağın ve yolun hakkını vererek günahlara girmekten korunmuş olurlar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabını yol kıyılarına ve sokaklara oturmaktan men ederdi. “Oturmamızda maslahat ve faydalar var yâ Resûlallah!” dediklerinde de, “Öyleyse, yolun hakkını verin.” yani “Gözlerinizi harama karşı kapayın, yolun taş ve dikenlerini temizleyin, gelip geçenlerin selâmlarını alın, selâm verin ve emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l münkerde bulunup hakikati anlatın.” buyururlardı.33

İşte, bu hâlis niyet mevcut olduğu sürece seyyiat ve günahlar hasenata dönüşebilir.

3- Dışarıya müteyakkız ve mücehhez olarak çıkmalıdır. İnsan mayınlı tarlada nasıl yürüyor, can düşmanlarının bulunduğu bir bölgede nasıl mücehhez ve müsellah dolaşıyorsa, öyle de, günahların kol gezdiği çarşı-pazarda da mücehhez ve müsellah bulunmalıdır. Yoksa hissiyatıyla baş başa, hazırlıksız, silahsız, bomboş bir hâlde ve şeytanın zehirli oklarına karşı mânevî kalkan ve mânevî kurşunlarını hazırlamadan çıkarsa, o zaman ruhunu kötülükler, günah manzaraları ve her türlü süfliyat sarabilir. Hele bu durum bir kaç kere tekrarlanırsa, artık o, duyguları ölmüş, günahlara, kötülüklere karşı kayıtsızlaşmış ve haramlara bigâne bir hâlde çarşı-pazar dolaşır ki, şeytanın istediği de budur…

4- Dışarıya çıkmadan önce gerilime geçmelidir. Çarşı-pazara çıkmadan önce, yüreğimizi hoplatacak, heyecanımızı coşturacak, gözlerimizi yaşartacak ve hislerimizi harekete geçirecek bir şeyler okuyup, bir şeyler seyredip, bir şeyler dinlemeli ve öyle çıkmalıyız.. evet ancak böyle bir gerilimle çarşı-pazara çıkmalıdır ki, günahlara karşı bir sütre meydana getirilmiş olsun.

5- Dışarıda iyi arkadaşlarla birlikte olunmalıdır. Sokağa çıkarken, orada bizi bekleyen bir sürü düşmanın mevcut olduğu düşünülerek, bu düşmanlara karşı bir-iki muhafızla, yani arkadaşla çıkmalıdır. Çarşıya pazara çıkarken, ruh dünyamızı ayakta tutan mutlaka bir-iki arkadaşın yanımızda bulunması şarttır. İnsanın iç murâkabesi çok defa kendisini frenlemeye, korumaya kâfi gelmeyebilir. İmanımız tam mânâsıyla berrak ve çok safiyane olmalıdır ki, her an Allah’ın murâkabesinde bulunduğumuzu duyup hissedelim. Bu da her zaman mümkün olmayabilir.

Evet, bazen öyle zayıf anlarımız olabilir ki, kendimize hâkim olamayız ve nazarımız harama kayabilir, ruhumuzda bir yara meydana gelebilir, fena düşünceler kafamıza tohumlar gibi saçılmış ve günahlar ruhumuzda mayalanmış olabilir. Ama yanımızda bir-iki arkadaş olduğunda, güzel şeyler konuşur ve güzel şeylerin müzakeresini yapabiliriz. Hem, arkadaşların gözleriyle kendimizi kontrol altında tutar ve nazarlarımıza, kulaklarımıza dikkat edebiliriz. Bazen, o esnada Cenâb-ı Hakk’ın bizi kontrol ettiğini düşünemeyebiliriz ama arkadaşımıza karşı ayıp olmasın diye kendimize çeki-düzen verme gereği duyarız. Belki riya olur, sun’îlik olur ama, olsun; zira bu, fenalıklardan, günahlara girmekten daha iyidir.. hem de, riya müsbet amellerde -meselâ namazda- amelin ruhunu ifsat etse de, menfî amellerde böyle bir zarar söz konusu değildir. Meselâ insan, sırf riya için zina etmese, zina etmemiş olur; görmesinler diye hırsızlık yapmıyorsa, yapmamış olur. Göz zinası, kulak zinası, el ve ayak zinası, düşünce zinası, evet, ne olursa olsun insanın hayaline fıskı, günahı çekebilecek her şey, her fena düşünce gösteriş için dahi olsa terk edildiğinde, o günah, elini ve pençesini ruhlarımıza salmadığı sürece selâmette sayılırız.

Evet, güzel bir söz ya da güzel bir nasihat dinleme, güzel bir yazı okuma, güzel bir şey seyretme veya güzel bir manzarayı mütalâa etmekle mârifete, haşyete, mehâbete uyanmak gibi güzelliklerle dolmuş olarak evden çıkacak, buğu buğu bu tesirlerin altında işimizin başına, mektebimize, vazifemize, hizmetimize gidecek ve bunların tesirini devamlı ruhlarımızda hissedecek ve böylece şeytandan, günahlardan korunmuş olacağız.

6- İrade dışı bulaşan şeyler temizlenmelidir. Bu kadar gayretimize rağmen üzerimize yine de sağdan soldan irademiz haricinde gelip bulaşan, kalb ve ruhumuzu yaralayan çamurlar ve lekeler olabilir. Bu türlü durumlarda ise hemen ibadetlerin vesayası altına girip Cenâb-ı Hakk’a yönelmek icabeder. Bir gün beyninden vurulmuş gibi Huzur-u Risaletpenâhî’ye bir sahabi gelir, kendini yere atar ve: “Mahvoldum yâ Resûlallah, caddeden geçen bir kadına baktım ve dokundum.” diye inler. Derken o esnada âyet nazil olur: “Günün iki yanında namaz kılın; şüphesiz ki, iyilikler kötülükleri giderir.”34

Evet, namazlar, Allah indinde günahları silip süpüren şeylerdir. Hadiste, namazların namaz aralarında işlenen küçük günahlara keffaret olduğu ifade edilir.35 Rabbimize karşı yaptığımız kulluklar, namazlar, niyazlar, -inşâallah- elimizde olmadan ve irademizi aşarak gelip bize çarpan günahlara keffaret olacaktır. Ayrıca, harama her göz kapama, insana bir vacip işlemiş gibi sevap kazandırır.

7. Günahlar, tevbe ve istiğfarla temizlenmelidir. Her günahta küfre giden bir yol vardır. Her şeyden önce günah, kulun Cenâb-ı Hakk’ın inayet atmosferinden dışarı çıkması ve ilâhî teminatı reddetmesi demektir. Ayrıca kul, günah işlemekle şeytana tam hedef olmuş sayılır; günahlar arttıkça da Allah’ın himaye ve koruması azalır.

Günah, bir pas, bir leke ve bir kirdir; öyle ki, hadisin ifadesiyle, üst üste biriken lekeler, derhal tevbe ve istiğfarla temizlenmezse, kalbî hayatımızla Rabbimiz’in bize bakışı arasına girip, O’ndan gelen tecellîleri keser, rahmet esintilerini perdeler ve bizi inayetten mahrum bırakır.36 Himayesiz kalan bir kalb ise, neticede -Allah korusun!- şeytanın küfürle vurabileceği bir vaziyet kesbetmiş sayılır.

İkinci olarak, kendini mahcup edecek bir günah işleyen insan, kimsenin bu günahı görmesini istemez. Ama Allah’ın ve meleklerin onun yaptıklarını gördüklerinin de farkındadır. Onun hep bu zayıf anını kollayan şeytan, bu esnada ona, “Keşke şu günahımı gören olmasaydı; ya da keşke şu şey, günah olmasaydı!” dedirtir.

Günahta ısrar ve onu küçük görme de, insanı küfre itebilir. İnsan, günahlara alışmış ve onlardan kopamıyorsa, bazen böylelerini o levsiyattan kurtarayım derken daha kötü durumlara itmiş oluruz. Meselâ, “İçki içme!” dediğimiz birisi, “Bir kadeh haram olmaz; hem, bu kadarını da katı buluyorum.” diyecek ve küfre ait benzeri sözlerle o günahın kurbanı olacaktır. Keza namaz kılmıyorsa, “Gel, kıl!” ısrarları karşısında, gelmeme ısrarında bulunacak ve sonunda da “Gelmiyorum.” deyiverecektir.

Esasen günah, ısrar edildiği, zararsız bilindiği, tevbe ve istiğfar ile de temizlenmediği zaman günah olur. Yoksa kendisinde ısrar edilmediği, zararı bilinip korkulduğu, tevbe, istiğfar ve samimî bir nedamet ile terk edildiği zaman ise, -Kur’ân’ın ifadesiyle- inşâallah affa mazhar olacaktır. Dağlar cesametinde de olsa, -şirk hariç- Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur. Elverir ki, O’nun af, merhamet ve ğufran kapısına varılsın.

4. İnsan meşguliyetsiz kalmamalıdır

Meşguliyetsiz insan, fıska açık yaşar, dolayısıyla da şeytana fırsat vermiş olur. Bu sebeple, boş durmamalı ve bizi daima gerilim, coşkunluk, tazelik içinde tutup, günahlardan da koruyacağı için hep hizmete koşmalı, ‘emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker’le irşad faaliyetinde bulunmalıyız.

Şeytan, daha ziyade âtıl insanlara, atâlet ve tembellik içinde miskin miskin oturanlara hücum eder. O, hiçbir iş yapmayan, vaktini sinek avlamak, avare avare dolaşmakla geçiren ve saatlerce dumanlı yerlerde boş laf eden insanlara musallat olur. Ve yine o, din, iman, vatan ve millete hizmet adına hiçbir şey yapmayan, din ve iman hizmetlerine karşı kapalı yaşayan, yer yer dolup boşalmasını bilmeyen fertlerle uğraşır ve onları baştan çıkarır. Zira böyleleri, şeytanın arayıp da bulamadığı birer avdır.

Madem şeytan daha çok miskinlik, tembellik ve meşguliyetsizliğimizden istifade ediyor; hizmet adına dolup boşalmaktan hoşlanmıyor ve boş durduğumuz sürece içimize uygun olmayan düşünceler, kuruntular atıyor, başka şeylerle meşgul olmayan hayalimizi kendi namına meşgul ediyor ve günahları düşündürüp günah işlemeye zorluyor, öyleyse biz de, daima meşguliyetle, aksiyonla, faaliyet ve hizmetle ve irşad yolunda terlemekle şeytanın parmak sokabileceği yerleri doldurmalıyız ki, o da bizde umduğunu bulamasın.

İşleyen demir pas tutmaz; sürekli hareket eden, durmadan hak ve hakikati duyurma adına koşan bir insanın aynı zamanda hem bedeninde, hem de ruhunda bir zindelik, bir neşe olacak ve hadisin ifadesi üzere, ‘emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker’ yaptığından, vahyin bereketi, içinde ilhamlar hâlinde hissedilecektir. Rızkı bereketlenecek, aile yuvası da Cennet köşelerinden bir köşe olacaktır. Yine hadisin işaretiyle, bu vazife ve hizmetler kesildiği zaman vahyin bereketi de kesilecek, vahyin bereketinden mahrum olanlar da, felç olmuş gibi karanlıklar ve sıkıntılar içinde boğulup gideceklerdir.

5. Allah’ın (celle celâluhu) dinine yardım edene Allah (celle celâluhu) da yardım eder

Kendini Rabbi’ne ve O’nun Habibi’ne hizmete, hakka ve hakikate tercüman olmaya ve irşad faaliyetlerine adamış, evet, bu şekilde Cenâb-ı Hak’la aramızdaki mukavelenin bize ait yanını ifa etmiş genç-ihtiyar, kadın-erkek, talebe-hoca her meslek erbabından, her yaş ve baştaki insanlara karşı Allah da, mukavelenin diğer yanı adına şöyle buyuracaktır: إِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ37 Yani, eğer siz Allah’ın dinine yardım eder, dine tercüman olup, gönüllere duyurma yolunda ahdinize sadık olursanız, Allah da size yardım eder. Siz iman ve Kur’ân’a sahip çıkıp, onların ayaklar altında pâyimâl olmaması için çalışırsanız, Allah da sizi şeytan ve nefsinizin ayakları altında bırakmaz ve pâyimâl etmez. Karşılıklıdır bu; yaparsan O da yapar; koşarsan O da koşar… Hem de nasıl? Hadisin beyanıyla, Kendi’ne bir karış yaklaşana O, bir adım yaklaşır; yürüyerek gidene koşarak gelir; yani, bir elini uzatana iki elini uzatır.38

Biz vefa gösterip, Allah’ın dinine omuz verdiğimiz sürece, Allah’ı her zaman bize karşı vefalı bulacağız ve O, bizi şeytanın vesveseleri ve nefsimizin arzularıyla baş başa bırakmayacaktır. Evet, bizi yâd ellerde bozulmaya, sönmeye, çürümeye ve ölmeye terk etmeyecek ve “kulum” diyecektir. Şu şeker-şerbet söze bakın: أَوْفُوا بِعَهْدِۤي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ “Siz Bana karşı sözünüzde vefalı olun; Ben de size sözümde vefalı olayım.”39

Siz, Allah’ın dinine yardım ettikten sonra, O’nun, şeytanı size musallat edip, sizi batırması olacak şey mi? Siz aşkla, şevkle gerilip, gönüllerde Allah’ın duyulması ve kalblerin O’nunla oturaklaşması istikametinde ölesiye koştururken, terleyip yorulurken, zanneder misiniz ki, Rabbiniz, çarşı-pazarda bilerek veya bilmeyerek işlediğiniz günahları yüzünüze vuracak, sizi bataklıkta, şeytanın elinde bırakacak ve hasenâtınızı da bire bir yazacak!

Hayır hayır; siz kandan irinden deryalar geçiyor gibi O’nun yolunda koşarken, her an bir günah çamurunun size bulaşması karşısında ruhunuzun birkaç defa sarsıldığı, kalb ve duygularınızın örselendiği bu günah iklimi ve günah atmosferinde O sizi nefsanî isteklerinizle baş başa bırakmayacak, yardım elini ve yakîn bürhanını mutlaka gönderecektir.

Esasen her birerlerimiz, şahsî hayatımızda irademizi kötüye kullanmada ısrar etmediğimiz, ısrarla “Günaha gireceğim.” demediğimiz sürece, Rabbimiz’in böylesi nimet ve inayetlerine pek çok defa şahit olmuşuzdur. Tam bir uçurumun kenarına geldiğimiz ve muhakkak bir günahla karşı karşıya kaldığımız anda, âdeta gökten iki elin uzanıp bizi düşmekten kurtardığını müşâhede etmişizdir. Meselâ, yalnızlıktan patlayacak hâle gelip tam sokağa çıkayım dediğiniz anda güzeller güzeli bir arkadaşınız çıkagelmiş ve sizi bir eracifin içine girmekten kurtarmıştır. Hatta bazen hiç farkında olmadan, bazılarımızın dudağında bir dua, bir âyet veya bir nur belirivermiştir; belirivermiştir de, şeytanın oklarına hedef olmaktan ve nefsanî isteklerin kurbanı hâline gelmekten kurtulmuşuzdur. Evet, Allah’ın yardım ve korumasına en büyük davetçi, mukaveleye sadakat içinde O’nun dinine omuz vermektir.

‘Mağrem’ nispetinde ‘mağnem’ ve riziko nispetinde mükâfat vardır. İnsan, ne kadar sıkıntı ve meşakkate maruz kalırsa, kavuşacağı nimetler de o nispette çaplı ve inşirah verici olur. Sınır boyunda, düşman tehlikesi karşısında, kar ve soğukta imanlı Mehmetçiğin tuttuğu bir saatlik nöbet, kendisine senelerce yerine getirilemeyecek kadar çok nafile ibadet sevabı kazandırır. Elbette, aynı zaman dilimini koğuşta sıcacık yatağında geçiren, o sevabı kazanamayacaktır. Öte yandan, sınır boyundakinin alacağı sevap, elbette cephede, avcı hattında düşmanla yaka paça olan muharibin alacağı sevap kadar olmayacaktır.

Aynen bunun gibi, dine hizmet etme, irşad vazifesinde bulunma, peygamberlerin birinci vazifesi olup, -hadisin beyanıyla- en çok belâ ve musibete maruz kalanlar da onlardır. Hamza’yı büyük yapan ve göklerde ‘Allah’ın Arslanı’ diye yazdıran, onun fütursuzluğu, pervasızlığı, ölümü gülerek karşılaması, ukbâ planlı yaşaması ve hayatı istihkârıydı.

İnsan, çektiği ve katlandığı meşakkate göre evsaf ve ayar kazanır. Nefsanî arzu ve istekler, insanı en çok sıkıştırdığı, şeytanın sağdan soldan ona öldürücü oklar yağdırdığı dönemlerde o, dinî hassasiyetini koruyorsa bir başka amûdî (dikey) yükselir. Dine sahip çıkıp Peygamber vârisi olarak irşad yapmanın, taşıdığı rizikolara karşılık, o nispette de avantajları vardır. Bu avantajlar daha dünyada iken kısmen hissedilse de, asıl ihtişam ve hakikatiyle ötede zuhur ve inkişaf edecek, Cennet ve Cemalullah meyvelerini verecektir.

1 Müslim, tevbe 12, 13; Tirmizî, kıyame 59; İbn Mâce, zühd 28.

2 Beyhakî, Kitabü’z-zühdi’l-kebir 2/157; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/222.

3 el-Beyhakî, ez-Zühd 1/165; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 13/523.

4 Yûsuf sûresi, 12/53.

5 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/190-191.

6 İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 1/442.

7 Bkz.: Aclunî, Keşfü’l-hafâ 1/370.

8 Bkz.: Tirmizî, kıyamet 26; zühd 4; Nesâî, cenâiz 3; İbn Mâce, zühd 31.

9 Bkz.: Müslim, cenâiz 108; Tirmizî, cenâiz 60; Nesâî, cenâiz 101.

10 Buhârî, küsuf 2, nikâh 107, rikak 27, eymân 3, Müslim, salât 112;.

11 Bkz.: Kurtubî, el-Câmiu liahkâmi’l-Kur’ân 17/123.

12 Tirmizî, fezâilü’l-cihad 12.

13 İsrâ sûresi, 17/107.

14 Tevbe sûresi, 9/82.

15 İbn Hacer, Fethu’l-bârî 11/139.

16 Bkz.: İsrâ sûresi, 17/79; Secde sûresi, 32/16; İnsan sûresi, 76/26.

17 Buhârî, teheccüd 2, 21, tabir 35, 36; Müslim, fezâilü’s-sahabe 139, 140.

18 Buhârî, savm 10; nikâh 2, 3; Müslim, nikâh 1.

19 Deylemî, el-Müsned 2/310, 4/160; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/147.

20 Fatiha sûresi, 1/5.

21 Bu ifadeler, 1980 öncesine aittir.

22 Müslim, zikr 25; Tirmizî, daavat 128.

23 Tirmizî, cihâd 4; Ebû Dâvûd, cihâd 86.

24 Tirmizî, cihâd 4; Ebû Dâvûd, cihâd 86.

25 Bkz.: En’âm sûresi, 6/70; Kaf sûresi, 50/45; Zâriyât sûresi, 51/55; Tûr sûresi, 52/29; A’lâ sûresi, 87/9; Ğâşiye sûresi, 88/21.

26 Müslim, îmân 95; Tirmizi, birr 17; Ebû Dâvûd, edeb 59.

27 Dârimî, mukaddime 26; el-Bezzâr, el-Müsned 9/94; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 5/284.

28 Bkz.: Buhârî, tefsiru sûre (4) 9, fezâilü’l-Kur’ân 32, 33, 35; Müslim, müsafirîn 247.

29 Tirmizî, fiten 73; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/390, 391.

30 Hâkim, el-Müstedrek 4/349.

31 Buhârî, meğâzî 77, hac 1, sayd 24; Müslim, hac 407; Ebû Dâvûd, menasik 25.

32 Tirmizî, edeb 28; Ebû Dâvûd, nikâh 43; Dârimî, rikak 3.

33 Bkz.: Buhârî, isti’zan 2, mezâlim 22; Müslim, libâs 114, selâm 2, 3.

34 Buhârî, mevâkît 45; tefsiru sûre (11) 6; Müslim, tevbe 39, 40.

35 Bkz.: Müslim, taharet 14, 15, 16; Tirmizî, mevâkît 46; İbn Mâce, taharet 79, 106.

36 Tirmizî, tefsiru sûre (83) 1; İbn Mâce, zühd 29.

37 Muhammed sûresi, 47/7.

38 Bkz.: Buhârî, tevhîd 15, 50; Müslim, tevbe 1, zikr 1, 20-22.

39 Bakara sûresi, 2/40.

-+=
Scroll to Top