MUHTELİF MESELELER

1. Vicdan ve fıtrat asla yalan söylemez. Fıtratı bozulmamış bir kimsenin vicdanı Rabbini bulur ve bilir

Evet, fıtrat kanunları yalan söylemez. Eşyanın tab’ında bulunan vasıf ve hususiyetler, insanı aldatmaz. Meselâ, dünya “Dönüyorum.” diyorsa, dönüyordur. Tohum, “Beni toprağa atın; şartlar yerine gelince filiz çıkarıp, ağaç olacak ve meyve vereceğim.” diyorsa, dediğini yapar. Su, “Soğuk bana vurursa donar, buz olurum.” derse, dediği gibi olur. Ateş, “Yakarım”; yerçekimi, “Boşlukta kalma, çeker ve yere çarparım.”; bülbül, “Şakırım”; yılan “Sokarım ha!” diyorsa, dediklerini yaparlar. Evet, hiçbir fıtrat, hilâf-ı vâki beyanda bulunmaz.

Teklif altına giren bir ruh ve vicdanları olmadığı hâlde cansız maddeler, nebat ve hayvanat fıtratlarıyla yalan söylemezken, vicdan, dolayısıyla da idrak ve şuur sahibi insan fıtratı yalan söyleyebilir mi? Şuur, bir tanzim edici olarak devredeyse, o zaman vicdan da, fıtratına uygun şekilde fonksiyonunu eda eder. Zihne, şuura, duygulara, latîfelere yön ve mânâ kazandıran meknî bir hazine, bir potansiyel olan vicdanın mühim bir unsuru kalb ve kendinden güç aldığı kumandanı da ruhtur. Evet bir kimse, eğer fıtratı bozulmamışsa ve şuur da vazifesini eda ediyorsa, bu takdirde o insan, kitapları ve kâinat sayfalarına yazılmış delilleri okumasa bile –pek çok düşünürün söylediği gibi– yine yalan bilmeyen sızlanışlarıyla vicdan, Rabbini bulacak ve bilecektir. Şu kadar ki, ruhu hesaba katmadan vicdanı meçhul bir mekanizma içinde kabul etmek, vicdansızlık ve ruhsuzluk olur.

2. İnsanın hayvanlardan ayrıldığı noktalardan biri de, ruhun zamanı kavramasıdır

İnsanın, hayvanlar âleminden ayrıldığı çok noktalardan bir tanesi de, geçmiş ve gelecekle olan bağlantı ve alâkasıdır. Hayvan, sadece bulunduğu ânın lezzetiyle yaşar ve keyiflenir. O, geçmişe ait hâdiselerden etkilenmediği gibi, gelecek için de üzülme, endişe duyma, sevinme, emeller besleme ve plân yapma hususiyetlerine sahip değildir. Bir insanı tokatlamak için bile, kendisini kandırmadan bir kenara çekemezsiniz. Hayvanlar ise, burunlarının dibindeki ölümün bile farkına varamazlar. Eğer, kesileceğinin şuuruna varsaydı, hiç mezbahanede hayvan bulabilir miydiniz? Hayvan, mükellef olmadığı içindir ki, ahirette toprak olup gidecektir. Demek ki insan, maddî hücreler yönünden hayvana benzese bile, bu iki varlık arasında vicdan, akıl, şuur ve idrak gibi önemli farklılıklar vardır. Bunlar gibi, sonsuzluk düşüncesi, ebed arzusu, yok olma endişesi ve zamanın kavranması, geçmişten etkilenip, geleceğe ait sevinç ve kuşkuların yaşanması da, insana ait hayvanlarda bulunmayan hususiyetlerdendir.

3. Ebed duygusu ve ebed arzusu, ebede namzet ruha aittir

Ebed duygusu ve ebed arzusu, ancak ebede namzet ruha ait olabilir. Sonlu ve fâni madde, hiçbir zaman sonsuzluk düşüncesinin menbaı ve kaynağı olamaz. İnce elektrik telleri, yüksek gerilimli akımı taşıyabilir mi? Maddî âlemde, insanın iç aynasına ve düşüncesine ebedî yaşama arzusunu aksettirecek ve onda böyle bir duyguyu mayalayacak bir örnek yoktur ki, “Ondan alındı” denebilsin. Öyleyse, sonlu beden hücrelerinin ve kâinat atomlarının ötesinde, başka âlemleri isteyen, “Fâniyim, fâni olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem; isterim, bir Yâr-ı Bâkî isterim, ebedî bir âlem isterim.”1 diyen, sonsuza dilbeste ve ebed âşığı ruhtur.

4. Öldükten sonra bedenî fonksiyonlarımızın devam etmemesi, ruhun bedenimizi terk etmiş olmasındandır

Ölünün gözleri açık da olabilir; böyleyken, neden görmez? Yaptıklarınızın neden farkına varmaz ve size neden cevap vermez? Beden kışlasının hücre askerleri neden dağılıp gitti ve neden işlemez hale geldi? Cevap gayet basit: Kumandan bırakıp gittiği, ruh güneşi battığı ve o kuş, ten kafesinden kurtulup sonsuz âlemlere uçtuğu, et-kemik evinin o geçici misafiri, eşyalarını toplayarak kordonunu kesip öteler yolculuğuna devam ettiği için!.. Ruh, yine ruh! Hayret! Bedene bakın! 60 yıl yaşasın da, sonra 60 gün dayanamayıp bakterilere mağlup olsun ve çürüyüp gitsin! Söyleyin, yıllarca başımda taşıdığım baş gözdelerim gözlerim! Birkaç dakikalığına olsun, bana dostlarımı, kitaplarımı ve çiçeklerimi neden gösteremiyorsunuz?

5. Ölüme çare bulunamayacaktır

Ölüme geçici bir hayat rengi verilebilir; yani hücreleri, kalb atışları ve beyin fonksiyonlarıyla öldü kabul ettiğiniz bir insan, kalb masajlarıyla, elektrik şoku vermekle, ölüme mahkûm denilen uzuv ve vücutları dondurup ilerisi için saklamakla, gelişen cihaz ve keşiflerle, en keskin ve tesirli ilaçlarla hayata döndürülmüş gibi olabilir. Fakat bu, asla ölen insanın hayata döndürülmesi demek değildir. Böyle durumlarda beden, fonksiyonlarıyla ölmüş görünse de ruh, bedenle münasebetini devam ettirdiği ve beden santraline takılı bazı fişleri henüz çıkarmamış olduğu içindir ki bu, bir ölüm ve hayat berzahı sayılabilir. Diyelim ki, teyp kasetinizi vaaz veya Kur’ân dinlemek için cihazınıza koydunuz; cihaz çalıştığı hâlde, ses yükseltici düğme tamamen kısılı kaldığından hiç ses alamıyorsunuz. Bu durumda, siz cihazınızı çalışmıyor zannedeceksiniz; oysa o, çalışmakta, fakat ses vermemektedir. Aynen bunun gibi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sarih ve kesin beyanı içinde, “Her hastalığa çare bulunacak”2 fakat, ruhun beden elbisesinden bütün bütün soyunması, santralına takılı fişleri tamamen çıkarması ve cesede bağlı kordonunu tamamen koparıp ayırması mânâsında “Ölüme çare bulunamayacaktır.”3 Bu bakımdan, bazılarının ölmüş görülen veya zannedilen bir vücudun hayata döndürüldüğünü söylemeleri, esasen çalıştığı hâlde sesi duyulmayan cihazın ses düğmesine dokunmaktan öte bir mânâ ifade etmemektedir.

6. Ölüye arkasından yapılan ihtimam, çürüyüp gidecek bir cesede değildir

Meseleyi fıkhî açıdan ele alacak olursak, ruhun terk-i mekân ettiği andan itibaren safha safha yapılan teçhiz, tekfin ve defin ameliyeleri.. cesedin yıkanması, taşınması ve namazının kılınması.. uykusuz kalma, koşuşturma, ağlama, ilânatta bulunma.. komşu ve akrabanın belki ilk defa bu şekilde bir araya gelmesi.. sarsmadan tabutun taşınması ve geçerken ayağa kalkılması.. evet, bütün bunlar çürüyüp toprak olacak bir ceset için mi? Kabir ziyaretleri, Kur’ân okumalar, dua etmeler, mevlid okutmalar, geride kalan bazı eşyanın hâtıra olarak saklanması, duvara asılan resimler ve hatırladıkça “ah” çekmeler, bütün bunlar çoktan toprak kesilmiş hücreler için mi? İnançsızların dünyalarında bile ölenlerin mumyalanması, anıtlara çelenkler konulup temenna çekilmesi, bel kırıp diz çökülmesi, devrim şehidi(?) tavsifleri, o kokuşup gitmiş, çözülüp dağılmış pislik kalıntıları için mi?… Her canlıyı tüm ayrıntılarıyla temsil eden genetik şifrelerin faaliyet emri nereden geliyor? DNA’sı, RNA’sı ile hücrelerin hayatiyetini ve atomların faaliyetini sağlayıp, düzenleyen ne? Maddî bütün sebepler hazırken, neden onca araştırmadan sonra, “Hücreye hayat-ruh verilemez.” diye itirafta bulunuluyor? Allah’ın (celle celâluhu) varlığı, öldükten sonraki hayat ve onu yaşatacak olan ruh, hep birbirine bağlı hakikatler değil mi? Ruh hakikati, dirilme ve hesap verme düşüncesi, zalimle mazlumun ceza ve mükâfat göreceği inancı, içtimaî hayatta çocuklara, gençlere, yaşlılara, hastalara ve sağlamlara, kısaca iman eden her insana bir fren, bir disiplin, bir denge ve saadet sebebi değil midir?

İnkârcıya –muhalfarz– “Ruh ve hesap günü yoksa, inanmakla bizim kaybımız ne, inkârla senin kazancın ne? Daha dünyada iken, inanan insanın elde ettiği faziletler, insanlık ve mutluluk onun peşin kazancıyken, ya senin o yürekler acısı hâline ne demeli? Bir de hesap günü varsa, o zaman düşün, bizim durumumuzu, senin akıbetini!..” demek hakkımız değil midir?

7. Ruh, neden bilinmez ve görülmez kılınmıştır?

a. Allah’ın (celle celâluhu) Hayy ismine dayanan ve dolayısıyla hayat ve hayatın esası olan ruh, hiçbir sebebe bağlı değildir. O, “Kün!” emri ve ilâhî nefha ile âlem-i emirden, sebeplerin hâkim göründüğü şehadet âlemine intikal eder. Ruhun melekût cihetiyle varlığının temelinde ve öncesinde maddî bir sebep yoktur ki, insanlarca bilinebilsin.

b. Sebepler ve şu maddî âlem, öncesi ve sonrasındaki sonsuzluk sahilleri arasında, hem de buharlaşmaya mahkûm bir damla su hükmündedir. Hele zaman açısından bu âlemin mahiyeti sadece bir gölge, akıp duran nehirde bir parıltı ve çöller üstünde bir halkadır. Bilinebilecek olan cesettir; bilinmeyeni ise, ancak bilinmeyen temsil eder…

c. Görülmeyen ve bilinmeyen âlemlerden gelen şu maddî âlemde daima bir incelme, akıcılık, letafet kazanma ve yine bilinmeyene –meçhule– doğru bir seyr ü sefer hâli hâkimdir.. meçhul ama, malum olan bir meçhule. Demir yüksek derecede eritildiği zaman akıcılık kazanır ve latîfleşir. Odun parçaları, yakılınca alev ve karbon olur. Su, akıcıdır ve cüz’î olarak donup katılaşmasının dışında, görülmeyene doğru yükselip buharlaşır. Atomlara indiğinizde, maddî parçacıkların ötesinde karşınıza yine görülmek istemeyen enerji çıkar. Siz de, yükselmek isterseniz yükselir ve kütle ve maddî hacimleriyle insana bakan yüzleri kara olduğundan ‘karadelik’ denilen mahallerde bir perdeleniş müşâhede edersiniz. Hissedilip görülmeyen, fakat “varım” diyen elektrik akımının istifadeye sunulması için barajlar kurulur, santraller inşa edilir ve direkler dikilip, teller çekilir. Yaşanmış ve görünen kocaman bir tarihçe-i hayatınız olur da, gider küçücük bir hafıza merkezinde sırlar bohçasına dürülüverir. Ve görülmeyen ruh, ölüm rampasından son ve en çalımlı atlayışıyla, ebediyen görünüp var olacağı görünmeyen âleme gider.

İki ucu olmayan bir sırlar telinin, insanlar görsün diye bir sahneden geçirildiğini ve üzerine birkaç ampul asıldığını tahayyül edin. Görülmeyen ve mahiyeti bilinmeyen elektrik ve benzeri bir varlığı, ancak ampulde akseden tezahürleriyle tanıyacak ve bilebileceksiniz! Tanıyıp bileceksiniz ama, “yok” diyemediğiniz gibi, “işte şudur” da diyemeyeceksiniz!

8. Ruh, kendisini ispat eden delilleri ile Yaratıcısına da delâlet edip, O’nun varlığını haykırmaktadır

Ruha delâlet eden ve görülmeyeni gösteren, henüz arz edemediğimiz daha nice şeyler vardır. Evet ruh, bütün delilleriyle Yaratıcısına delâlet eder; onu ilân ve ifade eder. Şöyle ki (H. Cisrî’den):

a. Beden, kendindeki mekanizmaları sevk ve idare edecek bir ruha muhtaç olduğu gibi, kâinattaki her şey de, bütün varlık âlemini ve ruhu yaratıp idare edecek olan Allah’a (celle celâluhu) muhtaçtır. İnsanda olan her şey, kâinatta da vardır.

b. Bedende nasıl iki tane değil de bir ruh varsa, Rabbimiz de “Bir” olup, şeriki ve ortağı yoktur.

c. Ruhun bedende “şurası” deyebileceğimiz bir yeri yoktur; fakat o, bedenin her yanında hâkimiyetini hissettirir.. et-kemik ve zaman buudlarıyla kayıtlı olmadığından, bedeni terk edip, istediği yerde de bulunabilir. Teşbihte hata olmasın, Cenâb-ı Hak da her yerde hâzır ve nâzır, fakat zamandan ve mekândan münezzehtir.

d. İrade ve kudret açısından bir ile bin, uzak ile yakın müsavidir. Güneş nasıl bir cam parçasında da, bin cam parçasında da kendini gösterir.. cam parçaları kendisinden çok uzak olduğu hâlde, o her birine kendinden daha yakındır; aynı şekilde ruhun da, bir hücre ile trilyonlarca hücreye, bir uzuvla bütün uzuvlara nispeti aynıdır. Aynen bu kaba temsilde olduğu gibi, Rabbimiz de, her şeyi bir şey gibi idare eder; biz ondan sonsuz mesafelerde uzak bulunmamıza rağmen, o bize şah damarımızdan daha yakındır. Ayrıca, bizi bizden çok daha iyi bilir ve çok daha iyi tanır.

e. Nasıl ruh, bedende olan her şeyden haberdardır ve hiçbir şey ondan gizli değildir, bunun gibi, –iyi bir benzetme olmamakla birlikte– her şey de, Allah’ın (celle celâluhu) ilminde sabittir.

f. İyilik ve kötülükte bulunma, adam öldürme ve kalbleri imanla ihya etme, hayır ve şer işlemede vasıta olan beyin ve uzuvların kumandanı ruh olduğu gibi, hayır ve şerrin yaratıcısı da, Allah’tır (celle celâluhu).

Ruh, ceset öncesi ve ceset sonrası âlemlerin ezelî ve ebedî olduklarını göstermekle, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Bâkî-i Hakikî Cenâb-ı Hakk’a delâlet eder.

h. Ruh, gözle görülmez ve mahiyeti de bilinmez; aynı şekilde Allah (celle celâluhu) da, akla gelen her şeyin verâsının verâsının verâsının verâsındadır.

ı. Ruha ait kabiliyetlerin mükemmeliyeti ve şehadet âlemindeki tezahürleri, Cenâb-ı Hakk’ın isim, sıfat, şe’n ve tezahür-ü Rubûbiyetini akla getirir.

k. Görülme ve mahiyetinin anlaşılması mümkün olmadığından, ruhun varlığını eseriyle tanır ve mevcudiyetini kabul ederiz.

9. Ölümden sonra ruhun geçireceği safhalar

a. İnsan ve hayvanın yaratılışları, mahiyet ve hususiyet itibarıyla farklı olduğundan, ölümleri de farklıdır. İnsanların ruhunu ya bizzat Hz. Azrail (aleyhisselâm) ya da yardımcıları kabzederken, hayvanların ruhlarını vazifeli melekler değil, bizzat Cenâb-ı Hak alır. İnsanlar içinde peygamberlere bizzat Azrail’in (aleyhisselâm) kendisi gelir ve çoğu zaman da geldiğini haber verir; meselâ, Hz. Âdem (aleyhisselâm), Musa (aleyhisselâm) ve Efendimiz’de (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle olmuş, hatta sahih bir hadiste ifade edildiği üzere, huzura girip ruhunu kabzetmesi için Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) izin istemiştir.4 Azrail’in (aleyhisselâm) bizzat gelmediği durumlarda ise, vefat edenin derecesine göre ruh, ya Azrail’in (aleyhisselâm) bir yardımcısı tarafından ya da bizzat kendi nezaretinde kabzedilir.

Her insana ayrı bir meleğin gönderilmesi, tekrim ve teşrif içindir. Her bir insanın ruhunu kabzetmek için müekkel bir melek vardır. Çünkü insan, mahlûkatın en şereflisi, en ekremi ve en mükemmelidir. Böyle olması ise, insanın kerametinin muktezasıdır. İnsanın bir ferdi, diğer canlıların bir nev’inin bütün fertlerine muadil ve mukabil görülür; evet, insan bir nev’ iken, bütün nev’ler hükmündedir.. ve her insan, kendi kaderiyle yaşar. Onun hususî bir defteri ve 360 müekkel meleği bulunur. İnsan, bütün mazhar olduğu şeylerin yanında, ebede namzet ulvî bir ruh da taşıdığı için, önünde uzayıp giden bir sonsuz hayat adına ölmektedir. Bu hususî mahiyet ve mevkiine terettüp eden bir netice olarak, ruhu da hususan Azrail (aleyhisselâm) ya da müekkel bir melek tarafından kabzedilir.

Hayvanlar hakkında ise, yukarıda ifade edildiği gibi, basit ve umumî bir hüküm verilir ve onların ruhlarını Allah (celle celâluhu) doğrudan kabzeder. Çünkü hayvanlar, insan gibi mükellef olmamanın dışında akıl, şuur, idrak ve ebedle alâkalı bir ruha da sahip değillerdir. Onlar, ahirette de ebedî bir hayat yaşamayacak ve adalet-i ilâhiyenin muktezası olarak muvakkaten haşrolsalar bile, Cennet ve Cehennem, kendileri için ferden-ferda bahis mevzuu olmayacaktır. Sadece, Eshab-ı Kehf’in Kıtmîr’i, Salih Peygamber’in (aleyhisselâm) devesi, Süleyman’ın (aleyhisselâm) Hüdhüd’ü ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dayandığı hurma direği vs… gibi Cennet’e girecek olanlar, orada kendi nev’lerini temsil edeceklerdir.

İnsanla hayvan arasındaki bu fark, şuna benzer: Bir ülkede emniyeti ihlâl ve ihtilâle teşebbüs edenlerden yüksek makam ve rütbe sahipleri, Divan-ı Harp’te yargılanıp idama mahkûm edilirken, rütbesiz asker kesiminin ise sadece silahları alınır. Hayvanat ve nebatat taifesi için işte böyle basit ve umumî bir hüküm verilirken, insanlar şeref, makam ve mesuliyetlerine binaen tek tek yargılanıp tecziye edileceklerdir.

10. Ruhlar nasıl kabzedilir?

Meleği kendisine kıyas eden insan, kendi sınırlı irade gücüyle meleğin tasarrufunu anlayamaz. Melekler, ruhanî varlıklar olmaları keyfiyetiyle, zaman ve mekân kaydına girmeyip, aynı anda binlerce yerde temessül edebilirler. Bu, yüzlerce aynası olan odaya giren bir insanın, aynı anda yüzlerce aynada birden temessül etmesi gibidir. Azrail’in (aleyhisselâm) aynı anda birden fazla ruhu kabzetmesi de böyledir.

Kişiyi gerçekte vefat ettiren, Cenâb-ı Hakk’ın bizzat kendisidir. Fakat, ölümün yüzündeki zâhirî çirkinlik Allah’a (celle celâluhu) isnad edilip, Zât-ı Akdes hakkında nahoş düşüncelere sebebiyet vermesin diye, Allah (celle celâluhu), icraatına Azrail’i (aleyhisselâm) perde yapmıştır.

Vefat anında herkes Azrail’le (aleyhisselâm) kontak olur. Bir hastalık, musibet, kaza, kısaca herhangi bir sebep baş gösterince, hemen Azrail’le (aleyhisselâm) irtibat kurulmuş olur. Bu yüzden, Azrail’in (aleyhisselâm) onu aramasına lüzum yoktur. Diyelim ki, muhtelif dalga boylarında neşriyat yapan bir cihaz geliştirilse.. ve bu cihaz, bir düğme ile bin frekansta neşriyat yapsa, aynı anda pek çok cihazı durdurur. Aynı frekanstaki belli bir nokta ile hepsi birden kontak olduğundan, yayın kolayca gerçekleşebilir. Allah’ın (celle celâluhu) icraatında da bu vüs’at ve dolayısıyla da böyle bir sühulet ve kolaylık mevcuttur.. bir emirle binlerce askerin hareket etmesi ve güneşin aynı anda binlerce cam parçası ve su kabarcığında yedi rengi, ışığı ve hararetiyle temessül etmesi misali böyle bir teveccüh ve temasla aynı ölüm frekansında buluşan herkes, Azrail (aleyhisselâm) dokunduğu anda ruhunu teslim eder. Tıpkı, bir elektrik şartelinin düğmesine dokunmakla, aynı anda yüzlerce avize ve lambanın sönmesi gibi…

11. Melek, ölüm anında nasıl görünür?

Her insanın kendine ait bir mertebe ve derecesi vardır. Hasenat ve seyyiatına göre kazandığı mertebe ne ise, Azrail’le (aleyhisselâm) işte o mertebede karşılaşır. İyi bir insanın vefatı hengâmında bir sürü melek beşaşet gamzeden simalarıyla ve ümit veren keyfiyetleriyle kendisini kuşatır. Sonra, bu meleklerin seyyidi Hz. Azrail (aleyhisselâm) belirir, Allah’ın (celle celâluhu) selâmını tebliğ eder ve kendisine ruhunu kabzedeceğini söyler.5 İyi ruh, iyi kabzedilir. Sahîhayn’da yer alan rivayetlere göre, Azrail (aleyhisselâm), avenesiyle, o kişinin yaşadığı hayata göre hususî bir surette gelir. Meselâ, Kur’ân ehline bir şekilde, cihad yapmış olan ruha ona göre ve daha başkalarına başka surette görünür ve ruhlarını kabzeder… Kısaca, iyi kimselere Azrail (aleyhisselâm) ve avanesi de iyi görünür ve iyi muamele eder.

Habis, denî ve kötü kişilerin ölümü esnasında ise melekler sevimsiz, ürkütücü ve dehşet verici tarzda gelirler. O kişinin, onları görünce ödü kopar. Ardından Azrail (aleyhisselâm), dehşet saçan bir vaziyette gelir başucuna oturur ve ona, onun iç dünyasına göre muamelede bulunur.6

12. Ruh, cesetten nasıl çekilip alınır?

Herkes, ölürken başka bir şey hisseder.. ve hiç kimse, hissettiği şeyi ifade etme fırsatı bulamadığı için, kimin ne hissettiğini şimdiye kadar öğrenmek de mümkün olmamıştır. Ne var ki, yine de umumî bazı şeyler söyleyebiliriz:

Güzel yaşamış olanlar, güzel şeyler hissederler; kötü yaşamış olanlar da, kötü şeyler. Güzel yaşayan, tebessüm ederek ve tatlı şeyler müşâhede ederek gider. Perispirisi kendisinden ayrılıp giderken, geride bıraktığı ceset tebessüm eder. Ağzına lokum verilen sünnet çocuğunun, sünnet olurken farkına varmaması misali, nebi ve şehit ruhları kabzolurken Cennet pencereleri açılır ve –Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesiyle– onların ruhları testiden suyun rahatça akması gibi çıkar.. ve ruhları çıkarken, bedenleri de gidecekleri yerin müşâhedesiyle beşaşet içindedir. İyi insan için ölüm, hiç de korkulduğu gibi değil, aksine çok tatlı ve lezzetlidir.. verâsı da öyle…

Uhud’da şehit olan Abdullah İbn Amr için, oğlu Câbir’e (radıyallâhu anhüma) Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Bilir misin, Allah babanı nasıl karşıladı? Bunu ne göz görmüş, ne kulak duymuş, ne de bir beşer tahattur edebilmiştir. Öyle karşıladı ki tarif edilmez. Baban dedi ki: “Yâ Rabbi, beni dünyaya iade buyur da, şu tatlı ölümün neşvesini arkada kalanlara da anlatayım.” Allah, “Artık geriye dönme yok; o bir kereydi ve artık bitti. Fakat Ben, sizin durumunuzu onlara haber veririm.” buyurdu.7 Sonra da, şu âyet nazil oldu: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma, hayır (onlar) diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar.”8 Bu, Allah yolunda şehit olan herkes için mutlaka bir bişarettir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), vefatı hengâmında her kendine gelişinde “Namaz, namaz!…” diyordu; Hz. Ömer (radıyallâhu anh) da, aynen Efendisi gibi “Namaz, namaz! …” diyerek vefat etmişti. Hz. Halid b. Velid (radıyallâhu anh) da, vefat anında “Atım, kılıcım, getirin onları, son bir kere daha göreyim.” diye inliyordu. Hanzala’nın (radıyallâhu anh), Sa’d b. Muaz’ın (radıyallâhu anh) vefatlarına gökler ağlayıp harekete geçiyor, melekler gasl ve definlerine iştirak ediyorlardı. Osman Efendimiz (radıyallâhu anh) Kur’ân okurken, Ali Efendimiz (radıyallâhu anh) camiye giderken şehit ediliyordu. Bunlara karşılık, çokları da içki masasında, kumar başında, fuhuş yuvasında son nefesini veriyordu. Evet, nasıl yaşamışlarsa öyle ölüyorlardı…

Firavunlaşmış ruhlar, dikenlere takılmış ipek gibi çekilir. Dubleleri kendilerini bırakıp giderken, geride işmizaz ve ekşi yüzler bırakır. Melekler, böylelerinin canlarını çok çetin alırlar. Onların canları, dikenlere takılmış pamuğun ayıklanması gibi çok zor çıkar.

13. Hayvanlar, ölürken ne hisseder?

Hayvanlar, insanlar gibi mükellef olmadıklarından, ruhları kabzedilirken belki hiç acı duymazlar. Tepinmeleri adalî, asabî ve bilmediğimiz, tatmadığımız daha başka bir durum ve keyfiyetin ifadesidir. Kim bilir, belki o çırpınma içinde kendi âlemlerine has bir lezzet de duyuyorlardır. Yeri gelmişken, Avrupa ülkelerindeki bir uygulama ve anlayışı dile getirelim:

Malum, Batılılar hayvanlarını Müslümanlar gibi kesmezler; ya elektrikle şoklar ya da boğazlarından şişlerler. Böyle bir davranış, kesim işinde bile Müslümanlara benzememe inatlarının bir ifadesi midir bilemeyiz! Kendilerini de şöyle müdafaa ederler: “Siz keserken hayvan, tepinip acı çekiyor; biz ise, hayvan acı hissetmesin diye böyle yapıyoruz.” Fakat, bir gerçeğin farkında değiller. Her şeyden önce, kan damarları kesilen hayvanın çırpınmasının tesir ve tazyikiyle, ilim adamlarınca da zararlı olduğu teslim edilen kan, vücuttan güzelce boşalır. Şokla öldürülen hayvanın içinde kalan kan, ete de bulaşarak, yiyenin vücuduna geçer; oysa bizde kanın damlasını içmek ve onunla kirlenmiş elbiseyle namaz kılmak yasaktır. 1989 yılı başlarında İngiltere’de böbrek satışlarının yasaklanması gibi, bir gün gelecek, onlar da meseleyi kavrayıp, bizim sistemimize döneceklerdir.

İkincisi, “Kesilmekle hayvanın ölmesi uzuyor, tepiniyor ve dolayısıyla 15-20 dakika ona acı çektiriyorsunuz.” diyorlar. Nereden biliyorsunuz acı çektiğini?

Her tepinenin acı çekmesi gerekmez ki… Önce de geçtiği gibi, kesilen hayvanda müşâhede edilen durumlar, tamamen asabî ve adalî ihtilaçlardan ibaret olabilir… Hem, hayvanın acı çektiğini hayvan olmayan nereden bilebilir? Bir defa, sen hiç hayvan olmadın ki! Her şey gözden ve gözün gördüğünden ibaret midir ki, hayvan hesabına ve onun canı adına karar verilebilsin!

Üçüncüsü, kâinattaki her varlıkta daima bir üst mertebeye çıkma meyil ve şevki vardır. Bitkiler, “hayvanlar ve insanlar bizi yesin de, hayat derecemiz yükselsin” diye âdeta yarışır. Hayvanlar da, insan bedenine geçerek, hayatiyetlerini şuurlu ve ebede namzet bir vücutta devam ettirmek ister gibi bir yarış içindedirler. Evet, hayvanlarda akıl, şuur ve idrak yoktur ama, onlar da, Yüce Kanun Koyucu’nun kanununa uyarlar. Öyleyse bırakın hayvanlar, insana misafirliğe gidiyoruz diye çırpınmaya devam etsin!..

Dördüncüsü, belki de hayvan kendi âlemine has bir lezzetin ifadesi olarak böyle çırpınmaktadır… Burada şu nükteyi de kaydedelim: Müslüman, Hakk’a teslim olmuş insan olarak her şeyini Allah yolunda feda eder ve şehit olur. Şehit olmak da, bir nev’i kurban olmak demektir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi şehitler, kurban olmaktan bambaşka bir lezzet alırlar ama dışardan baktığınızda onları da çırpınıyor görürsünüz. Oysa hakikat, tamamen başkadır. Melek eliyle getirilip, Hz. İsmail (aleyhisselâm) gibi Allah’ın ekrem kulu, nebisi ve halifesi bir insana karşılık kurban olsun diye takdim edilen bir hayvan,9 –tabir caizse– hayvanlar âleminin şehidi için “Hayır, acı çekmiyor, belki kendine has bir lezzet alıyor.” dersek, herhâlde gerçeğe daha yakın bir yaklaşım ve tespitte bulunmuş oluruz. Kaldı ki, biz bunu ibadet adına yapıyoruz.

14. Vefattan sonra ruh ne olur?

Vefattan sonra ruh, Allah’ın (celle celâluhu) huzuruna kadar yükselir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanına göre, ruh çıktıktan sonra melekler onu bir atlasa sarar ve Mele-i A’lâ’ya kadar götürürler. Uğradığı her menzil ve tabakada, “Bu ne güzel ruh, bu kimin ruhu?” diye sorarlar. Melekler, onun yeryüzünde anıldığı en güzel isim ve unvanlarıyla tanıtarak, “Bu, namaz kılan, din uğrunda bin bir mehâliki iktiham eden falanın ruhu.” derler ve herkes, hüsnü istikbâl eder. Nihayet, semavatın üstünde Huzur-u Rabbilâlemîn’e çıkarılır. Cenâb-ı Hak, hüsnü kabul gösterir ve “Bunu tekrar kabre götürün; Münker-Nekir’in sualine hazır olması için, cenazesinin başına koyuverin.” buyurur. Bunun üzerine onu sual-cevap için geriye getirirler. Orada, “Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne?” suallerine cevap verir10

Kötü insanın ruhu ise her yerde kötü karşılanır. Seb’a-semâvât’ta nefretle yâd edilir. Huzur-u Kibriyâ’dan da baş aşağı atılır. Münker-Nekir’e cevap verecek hâle gelemez ve cevap veremez. Çünkü, dünyada lüzumsuz şeylerle vakit geçirmiş ve yararlı işlerde bulunmamıştı.. bu şekilde o, kıyamete kadar türlü türlü azap çeker.

Kabirde sual vardır, tazyik vardır, fakat asıl hesap Mahkeme-i Kübrâ’dadır. Hadisin ifadesiyle, kabir sıkar ve tazyik eder. Hesapsa, haşirden sonra görülecektir. Evet, mizan kurulacak, defterler dağıtılacak, Sırat geçilecek, sonra da Cennet ve Cehennem’e sevindiren ve ürperten bir sevkıyat olacaktır. (Bu ve benzeri meselelerin teferruatı hakkında yazılmış pek çok kitap olduğu gibi, hadis kitaplarında da yeterince bilgi mevcuttur.)

Kabir, aynı zamanda dünyada temizlenmemiş bazı günahların hesabının da yapıldığı ve temizlendiği bir yerdir. Asıl Hesap Günü’ne bırakılan büyük cinayetlerin yanında, önemsiz sayılabilen günah ve lekelerin bir kısmı, Allah (celle celâluhu) tarafından ya bu damıtma odalarında giderilir ya da büyük suçların muhakemesi ve cezası ileride kurulacak büyük mahkemelere bırakılarak, –tıpkı dünya hayatında küçük polisiye vak’aların karakollarda, birkaç günlük sıkıntıyla atlatılması gibi– kabirde de ‘lemem’ denilen küçük günah ve hataların hesabı görülüp, bitirilebilir.. dolayısıyla da çekilecekler çekilmiş ve ileriye bırakılmamış olur.

Ehl-i tahkik, Kur’ân ve Sünnet’e istinaden şöyle der: Büyük günahların yanında küçük günahları da olan kimselerin bir kısım kusurları, dünyada çekilen sıkıntı, musibet ve hastalıklarla temizlenirken, bazısı da vefat anında silinir ve kalanlar da, Büyük Mahkeme’ye bırakılmasın, orada hizlana maruz kalınmasın diye, kabirde üçüncü bir temizleme ameliyesinden geçer. Kabrin temizleyemeyeceği ölçüde kabarık olan leke ve günahlar ise, ileride Haşir Meydanı’nda, terazinin başında, sıratta ve daha da olmazsa Cehennem’de temizlenecektir. (Allah, bizleri burada temiz yaşatsın ve kirlerimizin oralara kadar temadisine meydan vermesin!)

Bir kısım hadislerden öğrendiğimize göre, Hz. Abbas (radıyallâhu anh), şiddetle arzu etmesine rağmen, Hz. Ömer’i (radıyallâhu anh) ancak vefatından tam altı ay sonra rüyasında görebilir ve sorar: “Neredeydin yâ Ömer?”, “Sorma, hesabı henüz verebildim.” der. Belki, orada üzerinde en ufak bir iz kalmasın diye Mevlâ, onu böyle bir ameliyeye tâbi tutmuştur. Evet, günah ve zellelerin küçüklerini temizlemede kabrin sıkması ve tazyiki büyük bir rol oynar. Acı bir ilaç ama, arkada Cennet şifası var.

Kabir sıkmasını Sa’d b. Muaz (radıyallâhu anh) gibi seviye insanı bir sahabide de görüyoruz. Sahih hadis kaynaklarına göre, Muaz (radıyallâhu anh) kabre konunca Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Fe sübhânallah, kabir Sa’d b. Muaz’ı da sıkarsa!” buyururlar.11 Demek ki, kabrin tazyik etmeyeceği insan yok. O Sa’d ki, vefatında Cibril (aleyhisselâm) gelip “Sa’d’ın ölümüyle Arş ihtizaza geldi Yâ Resûlallah!” demişti. Cenazesine iştirak eden Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayaklarının ucuna basarak yürüyünce, sebebi soruldu ve şöyle cevap verdiler: “Cenazesini teşyî’ için o kadar melâike geldi ki…”12 Sa’d (radıyallâhu anh) oydu… Sıkma da bu… Ya biz!..

15. Berzah âleminde ruh ne yapar?

Ruhlar, cesetlerinin bulunduğu kabirlere mânevî vasıta ve kablolarla bağlı bir kulak bırakarak, kendileri için bir nevi kışla ve bekleme salonu olan berzah âlemine giderler. Kabre intikalleriyle beraber ruhlar, birtakım temessül ve menfezlerle karşı karşıya kalırlar. Dünyadaki amelleri, o âlemde belli bir keyfiyet ve hüviyet kazanmış olarak karşılarına çıkar. Namazları, Kur’ân’ları, Allah (celle celâluhu) yolundaki hizmetleri, tesbihleri orada gönüllerine inşirah ve sürur verici birer enîs, birer dost olarak bulurlar. Cennet’e ait pencereler açılır; nazarlarına en latîf sermedî manzaralar, güzel tablolar arz edilir ve Cennet’lerini seyredip dururlar. Dünyada çirkin yaşayanlara, temessüller de çirkin olur ve onlara Cehennemler gösterilir. Biri, kıyametin bir an önce kopmasını arzularken, diğeri hiç kopmamasını ister. Berzah âleminde kıyamet koptuktan sonra ne kadar kalınacağını ancak Allah (celle celâluhu) bilir.

Berzah âlemine intikal eden ruhlar bizi duyabilirler, fakat biz onları duyamayız. Allah (celle celâluhu) dilemeyince onlar da duyamayacağı gibi, yine Allah (celle celâluhu) dilerse, buradakilere de duyurabilir. Kabirleri keşfeden evliyâ vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Bedir’de müşrik cesetlerinin atıldığı kuyunun başına varıp, “Allah’ın size vaad ettiği şeyleri gördünüz mü?”13 buyurmuşlardı…

Âli ve yüce ruhlar içinde berzah âlemindeki ruhlarla temas kuranlar vardır. Muhyiddin İbn Arabî (rahmetullahi aleyh), ervah-ı âliye ile sık sık temas ettiğinden bahseder. İmam Suyûtî, Efendimiz’le yakazaten yetmiş defa görüştüğünü ve Ahmed Rifaî Hazretleri de, Aleyhissalâtü vesselâm’ın ruhuyla teşerrüf ettiğini anlatır. İmam Buhârî’nin abdest alıp namaz kıldıktan sonra murâkabe ile, rivayetlerinin doğru olup olmadığını Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) arz ettiği nakledilen haberlerdendir… Rüya yoluyla görüşmek ise, zaten mümkündür. Kötü ruhlara gelince; buradaki iyiler onlarla niye görüşsün ki?!

Bir bakıma kıyamete kadar ayaklarında bir nevi zincir bulunduğundan, ruhlar bir daha dünyaya gelemez. Dolayısıyla, ruh çağırma seanslarında “geldi” denenler ruh olmayıp, cin veya şeytandır. Kötü ruhlar, zaten zincirli oldukları için gelemezler; iyi ruhlar da öylelerine gelmez. Şu kadar ki yüce ruhlar, her zaman dünyayı gezebilir, iman adına yeni tekevvünleri takip edebilir ve mezarlarıyla münasebetlerini sürdürebilirler.

Hadis-i şerifler, ümmet-i Muhammed’i mezarlar ve içindekiler hakkında hassasiyete davet etmektedir. Ayrıca, günümüzde parapsikolojinin de ortaya koyup kabul ettiği bir gerçek olarak, her bir ruh, kendi mezarında yatan cesedinin atomlarıyla sonuna kadar münasebettar olup, zaman zaman onları ziyaret kastıyla mezarına girip çıkabilir. Binaenaleyh, kendi kemikleri, atom ve molekülleriyle münasebetini devam ettiren muazzez bir ruhun mezarına yapılan müdahaleler, hele yerine bina yapıp, sonra da o binada günah icra edilmesi, herhâlde o ruhu rahatsız ve taciz edecektir. Günümüzde bunu teyid eden hâdiselere de çeşitli yerlerde çokça şahit olunmaktadır. Meselâ, Ankara’nın göbeğinde bir mezar, dozerlerle yerinden sökülememiştir. Yüzlerce insan, dozerlerin yolun ortasında çakılıp kaldığını ifade etmektedir. Batılı yazarlar da, bu mevzuda çok şey söylemektedirler. Eskiden benzeri hâdiseleri cami imamlarımız anlattığında “üstûre-hurafe” derlerdi; şimdi ise ilim adamları anlatıyor, hem de ilim adına.

16. Ruh bedenden ayrıldıktan sonra bazı uzuvlar canlı kalabilir mi?

Belli hücrelerin koloniler teşkil etmesiyle kurulmuş bir devlete benzeyen bedene tek tek her hücreyle münasebet içinde hükmedip, emir ve direktiflerde bulunan ruh, bedenden ayrıldıktan sonra da birtakım hücreler, hayatlarını muvakkaten sürdürebilir. Eğer bazı beyin hücreleri 50-150 saat ölmeden, değişmeden kalabiliyorsa, o zaman bu müddet zarfında, beyinden kendi diline mahsus bazı sinyaller, haberler ve mesajlar almak, pekâlâ mümkün olabilir. Senelerdir, bilhassa faili meçhul cinayetleri aydınlatmak için bu mevzuda çalışmalar yapılmaktadır. Hususiyle, beyinde ölmeden kalan hücrelerin dilini anlayıp, şifresini çözebilecek elektronik beyin misali aletler icat edilebildiği ve bu yolla faili meçhul cinayetlerde katiller tespit edilebildiği takdirde, Hz. Musa (aleyhisselâm) zamanında bir maktulün canlanıp, kendi katilini haber verme hâdisesinden bahseden âyetin14 sırrına yaklaşılmış olacaktır.

17. Ruhlarla beraber ceset de haşrolacak mı?

Önce şu hususu belirtelim ki, cesedin ruh ile münasebetinin keyfiyeti değişik âlemlere göre farklı farklıdır; bu âlemde başka, kabirde başka, berzahta başka ve ahirette daha başkadır. Bu dünyada biz, maddî cismaniyetimizin tesiri altında bir ruh ve ceset münasebetine şahit olmaktayız.

Pek çok ehl-i tahkik, zerrât-ı asliye denilen insandaki asıl ve temel zerrelerden bahseder. İnsanın ilk zerreleri, yani insan bedenine âdeta kaide ve temel olup, hadiste “acbü’z-zeneb”15, yani kuyruk sokumu kemiğiyle ifade edilen bu zerrât-ı asliyenin tam nerede olduğunu tespit etmek mümkün değildir. Allah (celle celâluhu), insanı bu temel zerreler üzerine kurmuştur ve ahirette de onlar üzerinde haşredecektir. İnsana ait hususiyetleri camî olan bu zerreler, kim bilir, belki de genlerdir. Eğer böyleyse, bir insandaki genler, bir yüksüğü ya doldurur, ya doldurmaz. Ama bu kadarcık az bir şey, ruhla kontak olduğu zaman cismaniyet adına acı duyuyorsa, elbette lezzet de duyacaktır. İhtimal, haşir esnasında ve daha sonraki âlemlerde insanın bütün zerreleri değil de, kendine ait bu aslî zerreler ruh ile temas kuracak ve çoklarının parmak bastığı üzere, Allah’ın (celle celâluhu) lütfuyla, sağdan soldan alınmış diğer zerreleriyle birlikte, meyvelerin ve zeminin zerreleri gibi, şu dünyada hizmet eden daha başka zerreler de cismaniyeti teşkil edecektir. Bunun böyle olmasına mâni bir durum olmadığı gibi, zannediyorum aslında mâkul olanı da budur. Diğer zerreler ise, o âleme muvafık şekilde asıl zerrelerin etrafında toplanıp, insan bedenini teşkil edebilirler…

18. Cehennem azabını ruh mu görür, yoksa ceset mi?

Bazı felsefeciler, birtakım mutasavvife ve Hıristiyanlar, sadece ruh azap görür diyorlarsa da, biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, cesedin ruhla beraber haşrolacağına inandığımız gibi, vücudun ruhla beraber azap göreceğine de inanırız. Zira ruhla cesedin durumu, topal ile körün durumu gibidir: Kör topalı sırtına alır, topal da köre yolu tarif eder ve böylece ikisi yol almış olur. Ruhla ceset, dünyada olduğu gibi, ahirette de hem azapta, hem de lezzette müşterek olurlar. Kaldı ki, âyet ve hadisler, cesedin ve uzuvların göreceği azaptan da, tadacağı nimetlerden de sarahaten bahsetmektedir. Ahiret hayatına muvafık bir beden düşünmeden, nimetlerden nasıl istifade edilebilir ki? Sonra, ruhla birlikte cesedimizin atomlarını da yaratan Allah (celle celâluhu), ruhla beraber bedeni de diriltecek veya tâzib edecek ya da nimetlerle mükâfatlandıracaktır. Kudret ve ilim O’nundur; dilerse öyle yapar, dilerse böyle. İnsan, her meselenin hakikatini bihakkın öbür âleme gidip, oranın sürprizleriyle yüz yüze geldiği zaman anlayacaktır. Çünkü onları ne göz görmüş, ne kulak duymuş ve ne de onlar hatır ve hayale gelmişlerdir…

19. Vefattan sonra ruhlara gönderebileceğimiz en büyük hediyeler nelerdir?

Her şeyden önce, dünyadan göçen ruh, o âlemlerde kendisine lâzım olacak hediyeleri, erzakı ve istifade edeceği hemen her şeyi, bu dünyadan bizzat kendisi götürecek, ilâhî bir kaide olarak her nefis, burada kazandığını orada hazır bulacaktır. Nasıl bir ülkeden diğerine geçilirken pasaport ve vize isteniyorsa, aynen bunun gibi, kabirde başlayıp ta Cennet’in kapısına kadar uzanan hayatında da insandan şekil ve kalıp değil, kalbde iman ve amel-i salih istenecektir. Ayrıca, şefaat dairesine girebilmek için de, adres bırakmak, alında, yüzde nur, işaret ve alâmet taşımak gerekecektir. Binaenaleyh, giden nasıl ve neyle gitmişse, orada öyle muamele görecektir. Ancak, üç menfez ve pencere vardır ki, bunlardan da istifade mümkündür:16

a. Sadaka-i cariye denilen, insanların istifade edebileceği yol, köprü, cami, çeşme, mescit, vakıf müesseseleri ve bunları en verimli ve hayırlı şekilde kullanacak nesillerin yetişmesi için de yurtlar, yuvalar, mektepler ve müesseseler yapmak gibi salih amellerde bulunmaktır ki, arkada bırakılan bu türden bir müessese ayakta kaldığı müddetçe, –Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları çerçevesinde– iyi bir çığıra vesile olunduğu için kıyamete kadar orada yetişenlerin kazandıkları sevapların bir misli de, bu müesseseleri kuranların amel defterlerine kaydedilecektir.

b. İlim erbabının bıraktığı eserler de sadaka-i cariyedendir. Âlim, kapasitesine göre bunlardan alacağı mükâfatı alır. Ayrıca ilim erbabına omuz verme, sahip çıkma, hakikî ilim yolunda yürüyen ve ayaklarının altına meleklerin kanatlarını yaydığı nesle kanat germe ve onların kitap, defter, yiyecek ve giyeceğini temin etme şeklinde yapılan çalışmalar da, hayır cihetinde kapanmaz birer menfez ve birer sadaka-i cariye sayılabilir.

c. Giden ruh, ardından hayırlarda bulunacak ve hayırlı nesiller yetiştirecek hayırlı bir evlât ister. Allah, zaten çocuklarınızın dünyasını hazırlamıştır; siz de onlara sahip çıkmış, müesseselerini hazırlamış, hizmet vermiş ve yetişmelerine itina göstermişseniz, bu takdirde arkanızda hayırlı evlâtlar ve nesiller bırakmışsınız demektir. Ancak bıraktığınız böyle bir nesildir ki, ahiret hesabına size yararlı olacaktır. Yoksa giden ruh, ne helva, lokma, yemek; ne yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gece, ne mevlid, ne paralı hatim, ne telkin, ne devir, ne de duvara asılacak eski bir resim bekler! Frekans tutarsa onları ziyaret et, selâm ver ve kendi gönlünü hoplat; dilde dua ve istiğfar, gözünde de damla damla yaş olsun.. ve onlara, o âlemde geçer akçe olan hediyeler gönder!

1 Bediüzzaman, Sözler s.290, 633.

2 Buhârî, tıp 1; Müslim, selâm 69; İbn Mâce, tıp 1; Ebû Dâvûd, tıp 1, 11.

3 Tirmizî, tıp 2; İbn Mâce, tıp 1; Ebû Dâvûd, tıp 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/278..

4 el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 9/35; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/259.

5 Bkz.: Nahl sûresi, 16/32.

6 Bkz.: Enfâl sûresi, 8/50; Muhammed sûresi, 47/27.

7 İbn Mâce, cihad 16.

8 Âl-i İmrân sûresi, 3/169.

9 Bkz.: Sâffât sûresi, 37/107.

10 Buhârî, cenâiz 87.

11 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/55; et-Tabarânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/232.

12 Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 12; Müslim, fedâilü’s-sahabe 123, 125; Tirmizî, menâkıb 50; el-Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 9/308-310.

13 Buhârî, cenâiz 85.

14 Bkz.: Bakara sûresi, 2/72, 73.

15 Buhârî, tefsîru’l-Kur’ân (39)4; Müslim, fiten 141-143; Ebû Dâvûd, sünne 22; Nesâî, cenâiz 117; İbn Mâce, zühd 32; Muvatta, cenâiz 48; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/322.

16 Müslim, vasiyet 14; Ebû Dâvûd, vesâyâ 14; Tirmizî, ahkâm 36.

-+=
Scroll to Top