Mü’min Ufkunda Zaman

Mü’min ufkunda zaman hep bir büyü ile cereyan eder; çok defa fevkalâdeliklerle tüllenir ve sihrini tam duyabilenlere zaman ve mekân üstü neler ve neler fısıldar! Hakikî bir mü’minin, bütün bir ömrünü ya da bir yılını değil; bazen değişik vâridât ve televvünleri itibarıyla bir gününü bile tavsîfe gücümüz yetmez. Dahası, biz bir şeyler anlatabilsek de, imandaki sırrı tam tadıp duymamış olanlar onu körler ve sağırlar gibi dinleyecek ve hiçbir şey anlamayacaklardır. Parmağı bala banmamış, damağı onunla tanışmamış, gözü gül görmemiş ve burnu onu koklamamış birine baldaki tadı, güldeki renk ve kokuyu tarif etmek mümkün olmadığı gibi, inanmayana, mü’min ufkunda zamanın nasıl bir sihirle cereyan ettiğini anlatmak da öyle imkânsızdır.

Mü’min ufkunda zaman hep bir sihirle gelir gider; hele bazı vakitlerde ruh, şartlı reflekslere bağlı hareket ediyormuşçasına birdenbire teyakkuza geçer; insanî melekeler bir yerden sinyal almış gibi toparlanır; bütün lâtifeler heyecan, telaş, ümit ve endişe ile uyanır ve her hâlleriyle âdeta karşı konulmaz bir emre âmâde olduklarını îmâ ederler. Bütün pencereler sımsıkı kapalı, panjurlar inik, perdeler de çekili olduğu hâlde, bazen ezanla beraber, bazen de ezandan evvel, fecrin o sihirli esintileri camı, tülü, perdeyi delip geçerek gelir gönüllerimizi sarar ve bir temcid sesiyle bizi Hak huzuruna çağırır. Gözlerimizi açar-açmaz ilk defa minarelerin cümbüşüyle –kerameti şerefelerden yükselen o nurlu kelimelere ait– bir mûsıkî banyosu yapar; sonra, namaz için özel tahâret kurnaları altında taabbüdî arınmadan geçer; ardından da yüz yere sürüp içimizi Rabbimize dökeceğimiz namazgâha yürürüz.

Namaz hemen her zaman, o kendine has büyüsüyle, pencerelerden süzülüp içeriye girerek alışık olduğumuz bir misafir gibi –ev sakinlerinden daha sıcak bir misafir gibi– seccadelerimizde bizi karşılar ve henüz başladığımız o taptaze güne kendi boyasını çalarak gelecek saatlerin mânevî hazzını ruhlarımıza duyurur ve mü’min ufkuna ait ilk sihirli farklılığı ortaya koyar. Böylece, bütünüyle Allah’a açık duygularımızla başlarız güne. Duyarız bir Cennet sabahı neşvesini bütün benliğimizle. İbadet, evrâd u ezkâr, kahvaltı ve daha bir sürü meşgale ve sorumluluk bu ince, nârin ve yemyeşil başlangıcın birer devamı hâlini alır; biz istemesek de her işimize sirayet eder, her davranışımızı kendi şivesiyle konuşturur. Derken, hareket ve faaliyetlerimiz ukbâ edalı bir inceliğe bürünür; zâhiren başkalarıyla aynı zaman dilimi içinde, aynı mekânda, aynı şeyleri paylaşıyor gibi görünsek de, niyet ve nazarlarımızın farklılığıyla hamle ve hareketlerimizde hep Allah’a emanet olmanın esrarını duyarız. Çevremizi, O’na ait tecellîlerle sürekli tül pembe görür.. her simada O’na işaret eden çizgiler müşâhede eder.. bu mülâhazalarla dünyevîlik-uhrevîlik arasında gelir-gider ve inançlarımızın davranışlarımıza aktığını duyar gibi oluruz. Böyle bir ledünnîlikle idrak ufkumuza giren hemen her şeyi daha munis, daha sıcak, daha içli, daha anlamlı bulur ve karşımıza çıkan herkesi, her nesneyi bağrımızda büyüttüğümüz çocuklarımız gibi okşar, koklar ve inançlarımız sâyesinde kendimizi olabildiğine genişlemiş, sihirli bir atmosfer içinde sanırız: Canlı-cansız bütün eşya renk, şekil, desen, mahiyet değiştirip de başkalaşmış gibi güler yüzümüze.. ve ruh olur, mânâ olur akar içimize. Taş-toprak, ağaç-yaprak, gül-çiçek, kuş-böcek.. her şey ama her şey gönül ufkumuzdan ruhlarımıza sürekli bir şeyler fısıldar. Bütün tekvînî emirler, satır satır, paragraf paragraf birer mesaja dönüşür, his ve şuurlarımıza harfsiz-kelimesiz “sehl-i mümteni” ne hutbeler, ne hutbeler îrad eder. Teneffüs ettiğimiz hava, yudumladığımız su, çiğnediğimiz lokma, gözlerimizden gönüllerimize akan güzellikler, bize, bütün bunlarla mahiyetlerimizin münasebetlerini, tat ile tat alma duygularımızın muâşakasını, hayatla umumî atmosferin aynı hesap ve aynı hendeseye göre hareketlerini söyler ve ruhlarımıza mârifet kevserleri içirir.

Böylece, günün ilk dakikalarından itibaren hayatımızı duya duya yaşar ve sürekli fecir şivesiyle oturup kalkmaya başlarız; derken, saatlerin ilerlemesiyle bu neşve ve heyecan az da olsa, zeval rengine bürünür.. ve işte tam bu esnâda yepyeni bir bekâ esintisiyle öğlenin o serinleten gölgesi düşer üzerimize; düşer ve bizi, günün iş, meşgale ve daha değişik aktiviteleriyle akıp giden o sımsıcak dakikalarında “Arş-ı Rahmet”in izdüşümü diyebileceğimiz bir mâbede veya herhangi bir namazgâha çağırır. Bu çağrıya uyup bir kere daha yüz yere sürmek için “Hazîretü’l-Kuds”ün gölgesi böyle bir mekana doğru yürürken, hemen her adımda vicdanlarımızın eline tutuşturulan mârifet, mehâbet ve muhabbet kâselerinden kevserler yudumlar, varacağımız yere derin bir yol zevki içinde ulaşır, revaka adım attığımızda farklı hazlarla ürperir.. şadırvanın başında ayrı bir inşirahla serinler.. bizimle aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşan aydınlık simalarla bir arada bulunmanın neşe ve sevinciyle soluklanır, uhrevî mülâhazaların ra’şeleriyle iç çeker ve yürürüz bir kere daha gün ortasında iman ve İslâm farklılığının vâridâtını duymaya. İçinde, yemek, çay, sohbet ve gelme-gitme adına belli ölçüdeki değişik aktivitelere bağlı uzun bir ruhî dinlenme faslıyla, beden, cismâniyet ve “akl-ı meâş”ın kalbin sırtına yüklediği ağırlıklardan sıyrılır.. gönlümüzün merkezle irtibatını yeniler; oldukça ciddî bir mânevî donanımla yeniden işimizin başına döner ve bir gözümüz dünyada, diğeri ukbâda, ikindinin o masmavi dakikaları gelip çatacağı ana kadar hep dünyevîler gibi, fakat bütün bütün uhrevîliğe bağlılık içinde soluk soluğa çalışır-koşturur, yazar-çizer, okur-düşünür, öğretir-öğrenir, alır-satar, plânlar-uygular, hâl hatır sorar-gönül alır ve âdeta dünya ve ukbâ iç içe yaşarız.

Bu sihirli dakika ve saatler, kim bilir, bizim duyup sezemediğimiz daha neler neler ifade ediyordur.! Ama itiraf etmeliyim ki, ben hemen her zaman, bu nefislerden nefis, tatlı ve derin dakikaları kendi değerleri çizgisinde dile getirememe, resmedememe hicabı içinde oldum; hicabı içinde oldum, zira, mü’mince duyulan bu dakika ve saatleri kusursuz ifade edebilmek için ciddî bir şiir kabiliyetine; Müslümanca bu hareketler içindeki âhengi resmedebilmek için mücerredi tasavvur edebilme istidadına ve her zaman üzerimizde büyüsünü hissettiğimiz zaman parçacıklarını kendi letâfetleriyle duymak için de mûsıkîşinas olmaya ihtiyaç vardır. Benim böyle bir istidat ve kabiliyetim olmadığına göre, ihtimal bu perişan sözlerimle mü’minlere ait zamanın o nurefşân çehresini karartmış bulunuyorum. Eğer bu perişan beyanlar söz üstatlarını harekete geçirme vazifesini görecekse, dolayısıyla maksadın hâsıl olduğunu düşünerek teselli de olabilirim…

İşte böyle bir teselli ile mü’min ufkunda zamanı hecelemeye devam ediyorum: Derken zaman akar, saatler saatleri takip eder; biz yorgun, gündüz yorgun, güneş solgun; bir sürü tebeddül, tagayyür, ümit ve inkisar çağrışımlarıyla birdenbire ufukta ikindi beliriverir. “Salât-ı Vustâ” farklılığıyla bize gürül gürül bir “hazır ol” çeker.. cismânî bitkinliğimizi atabilmemiz için ruhlarımıza “revh u reyhan” ufkunu gösterir; bizleri yorgun olmayan dakikaların ferahfezâ iklimine çağırır ve gönüllerimize, gurupta renk atmış güneşe bedel, bir ezelî ışık kaynağından kâse kâse ziya içirerek ebediyet iştiyakıyla yanıp tutuşan ruhlarımızı ufuk ötesi âlemlerin sihriyle baş başa bırakır. Böylece, günün son çeyreğinde seccadelerimizle bir kere daha selâmlaşır; selâmlaşmak da ne demek, koklaşır; onlara yüz sürer; ses, soluk ve sızlanışlarımızı emanet eder.. ve ayların, güneşlerin, yıldızların, emrine âmâde bulundukları Zât’ı, bütün varlık adına ve insanî ufka yaraşır şekilde el pençe divan durarak tazimde bulunur.. bu tazim ve tebcîli rüku ile derinleştirir.. secde ile kendi uzaklığımızı aşarak O’nun yakınlığına yürür.. ve böylece ufkumuza damlamaya başlamış akşamın alaca tahassürlerini O’nun huzuruyla ve huzurunda bulunuyor olma ümidiyle yumuşatır; vedâ rengine bürünen hicranlı gün bitimini yeni bir vuslat faslına çevirerek o Ulu Dergâh’ın kapısını tıklatıp “Biz geldik” şeklinde mırıldanır ve herkesin iç içe yalnızlıklar yaşadığı saniyelerde inşirahlarla, sevinçlerle soluklanır ve ciddî bir iç temâşâ ile ufkumuzun enginliğine dalar gideriz. Biz, bu ledünnî dalgınlığı yaşayaduralım, yoğrük bir eda ile dört bir yanda akşam ezanları yankılanmaya başlar. Sevinci tasasına galip bu gurup gurbeti esnasında, minarelerden yükselen semâvî sesler nazla gelip içimize akar ve sinelerimizde bir kurbet çağrısı gibi duyulur. Biz bu çağrıda hemen her zaman bir göç ve intikal edası hissederiz; hisseder ve gündüzden geceye, hareket ve faaliyetten sükûnete, değişik aktivitelerden istirahata geçişi bedâhetin çehresinde okuduğumuz gibi, dünyadan ukbâya, hizmet ve vazifeden ücret almaya, cismâniyetin dağdağalarından rûhâniyâtın ferahfezâ iklimlerine göç edeceğimizi de işaretlerin dilinden dinliyor gibi oluruz. Bütün bunları duyup dinlerken, sürekli gözlerimizden gönüllerimize ve gönüllerimizden de his, şuur ve idraklerimize sımsıcak mânâlar akar; akar da, bu olabildiğine nazlı ve hülyalı dakikalarda iç müşâhedelerimizle âdeta ayrı bir âleme açılıyor olmanın zevkini duyarız. Bir yandan her şeyin ve herkesin derin bir sükûnete teslim olmuş gibi sessizleştiği, diğer yandan zaman ve içindekilerin daha bir içli hâl aldığı bu kasvetli veya durgun gibi görünen saatlerde çok defa realitelerle hülyalar birbirine karışır.. varlık bütün hey’etiyle tıpkı bir hayalet hâlini alır ve insanlar da âdeta ruhanîlere dönüşür.

Yavaş yavaş koyulaşan karanlığın, mü’min ruhlarda çağrıştırdığı mânâlarla, gece ve gündüzün iltikâ noktası diyeceğimiz bu esrarlı dakikalarda, bir kere daha kendimizi, göklerin sihirli sesleri ve ötelerin esrarlı ışıkları arasında seccadelerin üzerinde buluruz. Biyolojik hayatın yorgunluğuna karşılık insanî ruhun günü ibadetle bitirme şevkiyle şahlandığı bu yeni fasılda, acz u ihtiyaçlarımızı daha derinden duyar, şevk u şükrü beraber yaşar ve Yaratan’ın ululuğu karşısında, tepeden tırnağa hislerle dopdolu olarak koşarız yeniden yüzümüzü yerlere sürmeye ve içimizi O’na dökmeye.

Derken, karanlıklar her tarafı kaplar; her şey daha bir lacivertleşir; çevremizdeki nesneler yavaş yavaş silinir gider.. ve işte o zaman arkada bıraktığımız gündüzü, ruhumuzdaki ebedî aydınlık ihtiyacıyla daha derinden hisseder ve bütün benliğimizle, her saati, her dakikası, her saniyesi sonsuz bir saadeti kazanmaya yetecek koskoca bir günün iyi değerlendirilip değerlendirilmediği mülâhaza, muhasebe ve telâşıyla oturup kalkmaya durur.. ve ebedî zulmet, mütemâdî yokluk ve daha bir sürü boşluğa ait seslerin, mahiyetimizin nefsanîlik pencerelerinden içimize sızıp ruhumuzun üzerine çullanmasına karşılık, toparlanır ve “Nasıl olsa önümüzde upuzun bir gece var!” der, seccadelerimizde pusuya yatıp tecellî avlamaya çalışacağımız yeni eşref saatler beklemeye koyuluruz. Ardından da hepimizi derin derin düşünceye salan füsunlu gece gelir.

* * *

Füsunlu Geceler

Gün batıp herkes yuvaya dönünce, çarşı-pazar dört bir yanı düşündüren bir sessizlik kaplar; bir mânâda her şey susar; sadece gece konuşmaya başlar ve bunu da büyük ölçüde leylîler anlar. Leylîler için bir başkadır gecelerin harfsiz, kelimesiz mırıltıları!. Evet o, ufkumuza otağını kurup kendini dinletmeye durunca, bizler de onun o sessiz mûsıkîsi karşısında kendimizi ne keşfedilmedik duygulara salar ve ufkumuzu aşkın ne hülyâlarla oturur kalkarız. Her gece, hemen herkes ve bütün eşya yerli yerinde durduğu halde, biz duygularımızın derinliği, merkezle irtibatımızın sağlamlığı ve canlılığı ölçüsünde, anne-baba ve çocuklarımız… gibi bütün aile fertlerini, evin iç ve dış aksesuarını hemen her akşam daha farklı görür, en içten ve en tabiî alâkalarla onların üzerlerine eğilir, bütün benliğimizle bu yeni dünya ile bütünleşir ve o dar ferdiyet âlemimizi onlarla genişleterek, her yanıyla çok iyi tanıdığımız o her günkü hânemizi ilk defa müşâhede ediyormuşçasına sımsıcak bir Cennet köşesi gibi duyar ve zâhirî ihsasların, kaba mantığın büzüp daralttığı bu malum mekânı, tahayyüllerin sihirli atmosferinde olabildiğine genişlemiş bulur, sık sık Allah’la münasebetin, kalb ve idrak ufkumuzda hâsıl ettiği tesirler karşısında hayretten hayrete girer ve mehâbetle ürpeririz.

Hemen her akşam gecenin, varlığın üzerine çullanıp her şeye kendi rengini çalarak ufuklarımızı karartmasının hüznü yanında, o sımsıcak yuvalarımızın Cennetlere açık menfezlerinden öteleri tahayyül, hatta derecelerimize göre temâşâ edebilmemiz ölçüsünde içimize uhrevî lezzetlerin aktığını hisseder gibi olur ve âdeta öbür âlemin başımızın üstünde dönüp durduğunu sanırız. Biz, tam bu hülyalı maviliklerde yüzerken –sözüm yüzebilenler için– birdenbire minareler en derin füsunla son bir kez daha gürler ve her yanı velveleye verirler. Onlardan yükselen sesler mâbed harîmini aşarak gelir tâ evlerimizin içinde bizi bulur ve yatak odalarımıza kadar her yana şiirini, şivesini boşaltır, bize en tatlı işâ şerbetleri sunar. Biz de, bütün benliğimizle ona mukabelede bulunur ve yatıp istirahat etmeyi yatsıyla uhrevîliğe bağlar; uyku ile ölümü kardeş görme mülâhazasıyla, gönlümüz, gözümüz Hak’ta, duygularımız O’na kilitli, huzurunda bir kere daha huzur arar; o günkü sergüzeştimizin muhasebesini gözden geçirir; istiğfar, tevbe ve inâbelerimizle, şer düşüncelerinin ayaklarına zincir vurur, önlerini keser; tazarru, niyaz ve dualarımızla da hayır temayüllerimizi güçlendirir; gönüllerimizi birer “Beyt-i Hudâ” gibi mâsivâ kirlerinden temizleyerek Sultan’ın teveccüh ve tecellîsine hazır hâle getirir; böylece uyku ve istirahatimizi dahi ibadet rengiyle bezemeye çalışırız. Buna muvaffak olmamız ölçüsünde de, cismâniyetimizin tabiatı gereği yer yer ufkumuzu saran kasvetlerden sıyrılır ve huzur soluklamaya başlarız. Derken, yatak odalarımıza kadar evimizin her yanı sımsıcak bir anne kucağına döner.. ve zaman, mekân birbiriyle öylesine kaynaşır ve bütünleşir ki; bazen onları âdeta tek bir şeyin iki ayrı yüzü sanırız. Hatta çok defa kendimizi de o vahdet içinde, zaman-mekân vâhidinin en önemli buudu ve en temel unsuru gibi görür; “ibnüzzaman”, “ibnülvakt” olma ufkunu aşarak zamanı da, mekânı da kendi çocuklarımız ve emirber neferlerimiz gibi tahayyül ederiz. Böyle bir mülâhaza ile kalblerimiz, ruhlarımız değişik semâvî vâridâtla dolar-taşar ve zaman bize en mahrem sırlarını fâşetmeye başlar.

Her zaman bir büyü ile gelip başımızın üstünden geçen o canlı geceler, hep aynı çerçevede karşımıza çıkıyor gibi görünseler de, mevhibeleri ve çağrıştırdıklarıyla, bize farklı ses ve soluklarla neler ve neler mırıldanırlar. Na’tlar dinleriz onlardan; münâcâtlarıyla coşarız; onların karanlık sinelerinden fışkıran ışık hüzmeleriyle hayretler yaşar ve sükutlarında da en duyulmaz sesleri duyarız.

Gecelerin öyle füsunkâr bir güzelliği vardır ki, içlerinde cereyan eden hemen her şey alışılmış ve bellenmiş olmasına rağmen, onlar bu sihirleriyle ötelere gündüzlerden daha açıktırlar ve tıpkı bir “şeb-i arûs” koridoru olmaları itibarıyla da âdeta birer tahayyül, istiğrak ve muâşaka atmosferi gibidirler. Onların o sırlı ve sihirli iklimlerinde her zaman Cânan ilinden gelen esintilerin inceliği ve bu inceliği duyan ruhların vecd ü heyecanı hissedilir; hissedilir de gönül, bütün leylîlere o kendine has temâşâ ufkundan, İbrahim Hakkı gibi:

“Ey dîde nedir uyku gel uyan gecelerde, Kevkeblerin et seyrini seyrân gecelerde. Bak hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyret,

Bul Sâni’ini ol âna mihman gecelerde.”

diyerek seslenir ve onları sonsuzu rasat etmeye çağırır.

Bu çağrıyla kimileri hemen toparlanır, tâ göklere kadar bütün âfâkı rasat etmeye durur; mehtaptan işaretler alır; yıldızların büyülü edalarıyla kendinden geçer;

“Dinle de yıldızların şu hutbe-i şîrînini, Nâme-i nûrunu hikmet, bak ne takrîr eylemiş. Hep beraber nutka gelmiş Hak lisanıyla derler: “Bir Kadîr-i Zülcelâl’in haşmet-i sultânına, Birer bürhân-ı nur-efşânız vücûd-u Sâni’a; Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz! Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhân gösteririz; İşittiririz insan olan insana.. Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü; Hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz!”1(Bediüzzaman)

der ve bütün bir gece boyu hayret, hayranlık arası gelip gitmeye başlar..

Kimileri koşar seccadesine; el pençe divan durur; tesbihten hamd ü senâya yürür; tekbirlerle gürler, tâzimâtını tâ göklere duyurur. Saniyelerini seneler hükmüne getirir ve saatlerine de ebediyetleri sıkıştırmaya çalışır…

Kimileri yürür sessizce seccadesine; yatar pusuya; dalar vuslat hülyâlarına; uzaklaşır kendi sahillerinden ve gözleri ufuklarda Sultan’a kurbet yolları arar..

Kimileri hep tenha yerleri kollar; her zaman gönlünden tütüp duran iştiyaklarla gürler; hasret ve hicrandan dert yanar; vuslat intizarlarını dillendirir ve sabahlara kadar bir buhurdan gibi tüter durur..

Kimileri ak çağların hasretiyle yanar kavrulur ve “Acaba talih bir kere daha yüzümüze gülmez mi?!” der inler..

Kimileri çaresizliğini âh u efgânla seslendirir; deliler gibi dolaşır durur; fecrin tulûuna ve fecir süvarilerine türküler söyleyerek teselli olmaya çalışır..

Kimileri de geleceğin aydınlık günleri yolunda projeden projeye koşar ve oturur kalkar şafakların sökün edeceği eşref saatleri bekler.

Hâsılı, her tarafta yüz bin muzdarip dolaplar gibi inler, neyler gibi sızlar ve o kapkaranlık gecelerde akla hayale gelmedik sesten-soluktan, renkten-ışıktan dünyalar kurar ve hâle tepkilerini dile getirmeye çalışır.

Evet, bizim ufkumuzda gece de gündüz de ışığa açık ve hep rengârenktir; bizler sabahtan akşama, akşamdan sabaha hemen her zaman büyüsünü ruhlarımızda duyduğumuz o altın saat, altın dakika ve altın saniyelerde sürekli hasret-vuslat arası gel-gitler yaşar.. ebediyet beklentisiyle oturur kalkar.. ve meyvelerini ilerde toplayacağımız, tatlarını ötelerde duyacağımız, gurub bilmeyen masmavi günlerin hülyâlarıyla köpürür durur.. sonsuzun o tasavvurları aşkın zevkleriyle mırıldanır ve ömrümüzün ışıktan dakika, saniye ve saliselerinin çok farklı, olabildiğine derin ve rengârenk şekillere bürünerek, bizim hesabımıza bir ebediyet havzına boşaldığına/boşalacağına inanırız; inanır ve yapmaya çalıştığımız şeylerin bir santiminin bile zayi olmayacağını düşünürüz. Dünyada yaşadığımız o nurefşân günlerin, o aydınlık saatlerin, o aşklı, şevkli, şiirli zamanların bir başka âlemde güller gibi açacağını, ağaçlar gibi çiçek ve meyvelerle salınacağını; orada bütün güzelliklerin tasavvurları aşkın bir uhrevî derinlikle devam edeceğini düşünür ve bu dar âlemi öteler vüs’atinde duyuyor gibi oluruz.

İman, tevekkül, teslim ve ebedî saadet çizgisindeki hayatımız bize, her zaman en erişilmez güzellikleri, en derin zevkleri duyurarak bizi hemen her an en cazibedar, en zevk-efzâ şeylerden müstağni kılmıştır/kılar. Bizler iman ve ümitlerimiz sayesinde hep masmavi geçen ömrümüzde zamanın hemen her parçasından en seviyeli nesirlerle, en büyüleyici şiirlerle anlatılamayacak öyle şeyler dinleriz ki, kendi kendimize: “Yoksa bunlar ruhanîlerin muhavereleri mi?” diye düşünürüz.

Bu ışıktan dünyada, bu sihirli ufukta ve o nurefşân saat, dakika ve saniyelerde bizim duyup anlayabildiklerimiz bunlar.. kim bilir, zamana kendi düşüncesinin boyasını çalabilmiş zaman ve mekân üstü ruhlar ondan daha ne derin ve ne renkli şeyler dinliyorlardır… Ne var ki, belli ölçüde de olsa, kendi enginliğiyle zamanın o büyüleyici esrarını duyabilmek için zihnî, fikrî, ruhî, hissî ve kalbî bir rehabilitasyona ihtiyaç olduğunu da unutmamak lâzım. Böyle bir rehabilitasyonun en kestirme ve yanıltmayan yolu da, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a teslimiyetle kalb ve ruhun zümrüt tepelerinde seyahat olsa gerek…

1 Bediüzzaman, Sözler s.214-215 (On Yedinci Söz, İkinci Makam).

-+=
Scroll to Top