MURAD-I İLAHÎ ESASTIR

Allah’a güvenen, sa’ye sarılan, hikmete râm olan kimseler işin sonunda mutlaka zaferyâb olurlar. Bugün olmasa yarın, burada olmasa ötede… Ne var ki insanoğlu aceleci bir fıtrata sahip olduğu için arzu ettiği güzelliklerin hemen gerçekleşmesini, vaadedilen nimetlerin hemen gelmesini arzu eder. Bu olmayınca da çoğu zaman ümitsizliğe kapılır. Kişi, imanı da kuvvetli değilse kendi muradını ilahî muradın önüne geçirerek Allah’ın hoşnut olmayacağı duygu ve düşüncelere girer.

Gönlümüz ister ki; Cenab-ı Hakk’ın eltaf-ı sübhaniyesi ve teveccühat-ı ilahîyesi (Allah’ın lütuf ve teveccühleri) müminlerin başlarından aşağıya her daim sağanak sağanak boşalıp dursun. İlahî yardım her zaman onlarla birlikte olsun, Cenab-ı Hak onları hiç boş ve yalnız bırakmasın. Bu tür düşünceler bir mümin olarak insanın Allah’a güvenmesinin, yardım ve inayeti O’ndan beklemesinin bir neticesidir ve bunda hiçbir mahzur yoktur. Yeter ki her işte murad-ı ilahîyi esas alalım, onu her zaman kendi arzu ve isteklerimizin önünde ve üstünde tutalım. Her işimizde murad-ı sübhaniyi esas almak, “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, nebi olarak Hz. Muhammed’den razı ve hoşnuduz.” hakikatine saygının bir ifadesidir.

Ne kadar arzu ederiz ki birkaç asırdan beri ağlayan müminlerin yüzleri gülsün. Onlar da sabikûn-u evvelin (kendilerinden önce gelenler) gibi rahmet-i ilahîyeden istifade etsinler. Yaşadıkları perişaniyet son bulsun, yeniden derlenip toparlansınlar. Asliyet olmasa bile en azından zılliyet planında Râşit Halifeler dönemi bir kere daha yaşansın. Yeryüzünde hak, adalet, hürriyet bir kere daha hâkim olsun. Bunları birer gaye-i hayal görür, bir taraftan bunları tahakkuk ettirme adına koşturur durur, diğer yandan da dua dua Allah’a yalvarırız.

Ne var ki oldukça masum, haklı ve yerinde görünen bu tür taleplerimizin içinde bile nefsin karıştığı şeyler olabilir. “Cenab-ı Hakk’ın teveccühü sağanak sağanak Müslümanların başından aşağıya yağsın.” derken bile nefsimize hisse çıkarıyor olabiliriz. Allah için yaptığımızı düşündüğümüz amellerin içinde dahi nefis ve şeytanın bir dürtüsü bulunabilir. Onların hile ve tuzaklarından emin değiliz. Nasıl olabiliriz ki koca Yusuf Nebi bile, وَمَآ اُبَرِّئُ نَفْس۪ىۚ اِنَّ النَّـفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّوٓءِ “Nefsimi temize çıkarmıyorum. Şüphesiz ki nefis kötülüğü emredicidir.”174 demiş, nefse itimat edilemeyeceğini söylemiştir. Bu yüzden nefisten emin olmamak gerekir. Nefsinden emin olan kendi emniyetini yitirmiş olur.

Bu demek değildir ki ümmet-i Muhammed ve insanlık adına kendi muradımızı ortaya koymayalım. Elbette bir mümin, iki üç asırdan beri sineleri ızdırap içinde kıvranıp duran Müslümanların bugüne kadar maruz kaldıkları sıkıntılardan sıyrılmalarını arzu eder. İster ki mağdur (gadre uğramış), mazlum (zulüm görmüş) ve mehcurların (tehcire maruz kalmış) dünyasında da şafaklar sökün etsin, güneşler doğsun. Bu konuda Allah’a yalvarıp yakarır, Allah’ın rahmetinin genişliğine, fazlının enginliğine güvenerek istediğini O’ndan ister. Bu isteklerinin bir gün kabul olacağına, kışın ardından bir bahar geleceğine gönülden inanır. Fakat Allah’ın muradının esas olduğunu da unutmaz, O’nun tecelli ve tasarruflarına saygıda kusur etmez.

Özellikle kendilerini iman ve Kur’ân davasına adamış kimselerin murad-ı ilahîyi esas almaları ve bu istikamette bir ömür geçirmeleri gerekir. Allah’ın muradını öğrenebileceğimiz yegâne kaynak ise vahy-i ilahîdir, yani en başta Kur’ân-ı Kerim sonra da Sünnet-i Seniyye’dir. Onlar için bu ilahî mesajı anlamaktan, yaşamaktan ve başkalarına ulaştırmaktan daha önemli bir vazife yoktur. Bir hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi onlar dünyaya, fena yüzüne bakan cihetiyle sinek kanadı kadar ehemmiyet vermezler.175 Cenab-ı Hakk’ın rızası, rıdvanı, rü’yeti ve vaadettiği ebedî saadet karşısında dünyanın ne kıymeti olabilir ki! Bu sebeple onlar dualarında sürekli, “Allah’ım Sana mülaki olmaya (kavuşmaya), Habibine mülaki olmaya, sevdiklerine mülaki olmaya gönüllerimizi aşk u iştiyakla doldur, itminana ulaştır.” der, inlerler. Kanaatimce kendi ruh âbidelerini yeryüzünde bir kere daha ikame etmeye azmetmiş insanların bundan başka bir derdi olmamalıdır.

Bununla birlikte dünyaya perestiş eden insanlar, gerçek niyetinizi, neyin arkasında koştuğunuzu bilemediklerinden, sizin de kendileri gibi dünyalık arkasından koştuğunuzu zannedebilirler. Acaba bunların yönetimde gözleri mi var, bunlar şan u şöhret peşinde mi koşuyor, saraylarda rahat bir yaşam mı arzuluyor vs. diyebilirler. Onların bu tür yanlış değerlendirmelerini cehaletlerine verin ve mazur görün onları. Hatta Allah’tan onlar için de hidayet temennisinde bulunun; hidayete kabiliyeti olmayanları da O’na havale edin. Meşgul olmayın onlarla. Önemli olan, i’lâ-yı kelimetullah davasına sahip çıkan insanların en küçük bir zikzak çizmeden kendi güzergâhlarında yürümeye, her işlerinde murad-ı ilahîyi esas almaya devam etmeleridir. Belki bir gün bütün bütün istidat ve kabiliyetleri körelmemiş insanlar bir dönem sağda solda yalpalasalar, patikalarda yürüseler, dere tepelerde düşe kalka emekleseler de bir gün dönüp gelir ve Hazreti Ruh-u Seyyidü’l-Enâm’ın güzergâhında yürümeye başlarlar.


174 Yusuf Sûresi, 12/53.

175 Bkz.: Tirmizî, zühd 13; İbn Mâce, zühd 3

-+=
Scroll to Top