Müşâhede

Bir şeyi temâşâ etme ve gözleme mânâlarına gelen müşâhede; ef’âlde esmâyı, esmâda “Müsemmâ-i Akdes”i basîretle rü’yete denir. Diğer bir yaklaşımla, müşâhede, kurb erlerinin, “min verâi hicab”1 ufkuna ulaşarak, eşyanın “ehadiyet-i Hakk”a (Hak birliği) şeffaf bir ayna hâline gelmesinden ibaret sayılmıştır.

Müşâhede, hak yolcusunun, temâşâsını basîret nuruyla gerçekleştirmesi açısından rü’yet diyebileceğimiz görmeden ayrılır ki, İsmail Hakkı merhum, Muhammediye Şerhi’nde bu farklılığa şöyle işaret eder: Yüksek bir mazhariyet olan müşâhede, basîretin müşâhedesidir, basarın değil; zira basarla görülüp hissedilen şey, Hak nurunun zılli, eseri ve tecellîsidir. Basîretle müşâhede edilene gelince o, Hak nurunun hakikati ve “bî kem u keyf” kalben Hakk’ı temâşânın da bir unvanıdır.

Müşâhede, daha evvel üzerinde durduğumuz mükâşefeden de farklıdır. Mükâşefe dairesinin rasat ufku, mânâlar ve mücerret hakikatler olmasına karşılık, müşâhedeninki –Zât-ı Ulûhiyet’in idrak edilemeyişi mahfuz– zevâttır. Diğer bir ifade ile müşâhede, Zât-ı Ulûhiyet hakkında, hususî mânâsıyla O’na ait teveccühe esas sayılabilecek bir yöneliş; mükâşefe ise, ilâhî isim ve sıfatları duyup hissetme ve yaşayıp zevk etme hâletidir.

Müşâhedenin ayakları; duyup sezecek dipdiri bir kalb, işitip değerlendirecek fevkalâde bir duyarlılık ve ötelerle tam bir irtibat ve konsantrasyondur ki,

إِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَه۪يدٌ

“Şüphesiz ki bunda (ilâhî kelâm) kalb taşıyan ve dikkatini toplayıp kulak kesilen kimseye hatırlatma vardır.”2 ilâhî beyanı buna işaret ediyor gibidir..

Müşâhedenin de mükâşefe gibi kendi içinde birbirinden farklı dereceleri vardır. Bu dereceler, hakikati temâşâ adına, değişik kabiliyetlerin kıymet ölçülerine göre, onlara tahsis edilmiş birer rasathane mesabesindedir. Bu rasathanelerden, herkes, imanının enginliği, yakîninin derinliği ve gönlünün vüs’ati ölçüsünde alışverişe mazhar olur ve müşâhede ile şereflendirilir.

Bu derecelerin birincisi, ilim, îmân hakikatiyle beslenen mârifet müşâhedesidir ki, bu noktaya ulaşan sâlik, vicdanındaki güçlü yakîni sayesinde, idrak ufkuna sürekli, ilim televvünlü “vücud” nurlarının aktığını hisseder ve derin bir iştiyakla “Hazretü’l-cem”e yürümeye başlar.

İkincisi, müşâhede-i muayenedir ki, bu ufka ulaşan ârif, delil ve müşâhedeleri aşıp, Hazreti Esmâ ve Sıfât’ın asliyetinde eriyerek kendi zılliyetinin şuuru ile zıllî-şuhûdî bir tevhide erer ve artık gözü başka bir şey de görmez. Bu makamla alâkalı, “Mizanü’l-İrfan” sahibi şunları söyler:

Keşf-i zâtî var ki bir âlî makam,

Orda geçmez sikke-i nakd-i kelâm.

Kim ederse o makamda tâk-ı bâb,

Hep nidâ-i “len terânî”dir cevâb…

Hâl-i Mûsâ’dan verilirse nişân,

Bir tecellî-i celâlîdir hemân..

Üçüncüsü, müşâhede-i cemdir ki bu zirveyi tutan ârif-i kâmil, müşâhedeye inkılâp etmiş îmân ve yakîni sayesinde bütün Esmâ-i Hüsnâ ve Sıfât-ı Kudsiye’yi câmi “Hazreti Vücud”un onu cezbi ve nâsutiyetini ifnâsıyla, doğrudan doğruya, ukbâ nazarıyla, Hâlık’ı, Mâbud’u, Rabb’i, Vâcid’i, Mûcid’i ve Ziya-i vücudu kim olduğunu bilir, bulur ve bütün bütün ağyâr münasebetlerinden kurtulur.

Bu makam münasebetiyle Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri: “Müşâhede, kalblerin safâsı vaktinde ve ilâhî nurlar sayesinde idrak olunan gaybın tecellîsinden ibarettir.” buyurur.

Mizanü’l-İrfan sahibi de bu mülâhazayı şöyle ifade eder:

Ger tecellî eylese Sultan-ı Zât,

Mahvolur tavr-u vücud-u kâinat.

Olsa Mahbub-u Hakikî cilveker,

Hiç kalır mı zıll-i zulmetten eser..!

Gerçi burda remzeder bazı zevât

Berk-i Zât’ı zannederler aynı Zât…

Haddizatında böyle bir yaklaşım, asliyetle zılliyeti birbirine karıştırma ve zevkî, hâlî, vicdanî bir temâşâyı, Zât-ı Hakk’ı müşâhede sanmaktır ki, bu da apaçık bir iltibas demektir. Aşağıdaki mısralar, böyle bir iltibasdan sızmış küçük bir iki katredir:

گَر دُو چَشم حَق شِنَاس آمَد تُرَا……دُوست پُربِين عَرصَهِء هَر دُو سَرَا

غَرِيقِ دَريَايِم اَگَرچِه قَطرَه ايِـم……جُملَهءِ شَمسِـم اَگَرچِه ذَرَّه ايِم

“Eğer sana, Hakk’ı tanıyan iki göz verildiyse, iki cihanı da Dost’la dolu gör! Biz her ne kadar katre isek de garîk-i deryayız.. her ne kadar zerre olsak da bütün bir güneşiz.”

اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ،

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى رَسُولِكَ الْمُجْتَبٰى وَاٰلِه۪ وَأَصْحَابِه۪ ذَوِي الْقَدْرِ وَالْوَفَاءِ.

1 Perde arkası.

2 Kaf sûresi, 50/37.

-+=
Scroll to Top