NAMAZI OLUŞTURAN UNSURLAR VE HİKMETLERİ
Bir bütün ne kadar kıymetli ise, o bütünü meydana getiren parçalar da o nispette kıymet arz eder. Bir topluluk ya da bir millet düşünün ki ferden ferda kafaları, kalbleri, hisleri olması gereken seviyede ileridir; işte böyle bir topluluk, gelişmiş ve ileri bir topluluktur. Demek bütünün mükemmeliyeti, o bütünü oluşturan parçaların mükemmeliyetine bağlıdır. Namaz da öyle mükemmel bir bütündür ki, onun için bir hazırlık mahiyeti taşıyan temizlenme safhasından selam verip ayrılacağımız âna kadar eda edip yerine getireceğimiz fiillerin her biri başlı başına kendi yerinde ve kendi sahasında paha biçilemez bir değere sahiptir. Dolayısıyla mü’min, namaz için yapacağı şeyleri bilerek yapmalı, namaz dışındaki şeylere gözünü, kulağını tıkamalı, namaz dışında hiçbir şeyin hayalini bulandırmasına izin vermemelidir. Öyle ki tamamen onda fani olup her hâliyle namaz kesilmelidir. Yine onun, yatışında, kalkışında, “Sübhânallah” deyişinde Allah’ın tecelli ettiği görülmelidir. Zaten namazda haşyet ve saygı dediğimiz şey de budur. Ve bu hâl insanı her türlü gafletten, anlayışsızlıktan ve levsiyattan uzaklaştırır; namazın hakiki mânâda namaz olmasını netice verir.
Evet, namazı oluşturan her bir unsurun ayrı ayrı hikmetleri vardır. Namaza başlamak için söylenen tekbirden namazdan çıkmak için verilen selama kadar yapılan her hareket namazın bir yanını teşkil eder ve her birinin kendine has mânâları vardır. Dolayısıyla bunların hepsinin hassasiyetle yerine getirilmesi gerekir. Bir jimnastik salonu düşünelim; orada hareket yaptıran şahıs, salondaki insanlara, “Elini, kolunu, bacağını şöyle tutacaksın; böyle hareket ettireceksin.” şeklinde komutlar verir ve yapılan hareketlerin jimnastik tekniğine uygun şekilde yapılmasını sağlar. Çünkü hususiyle bir kısım arızalara sebep olması muhtemel hareketlerde, işin tekniğine behemehâl riayet etmede zaruret vardır.
Namazı tamamen jimnastiğe kıyas etmek ve bazı hareketlerden ibaret görmek yanlıştır. Fakat namazı eda ederken de yerine getirilmesi gereken bazı şartlar ve fiiller vardır ki, onlara kemal-i hassasiyetle riayet etmek şarttır. Âlimlerimiz, namazın olmazsa olmazı olan unsurları, “namazın şartları” ve “namazın rükünleri” şeklinde ikiye ayırmışlardır. Namazın rükünleri, namaz ibadetini oluşturan temel yapı taşlarıdır; namazda mutlaka yapılması gereken fiillerden her birine namazın rüknü diyoruz. Namazın şartlarına gelince, onlar, namazı oluşturan hareket ve fiiller değilse de, namazın namaz olmasının şartı olan bazı durumlardan ibarettir. Biz, imkân ölçüsünde bunlara değinmek istiyoruz.
1. Namazın Şartları
a. Hadesten Tahâret (Abdest ve Gusül Alma)
Hadesten tahâret, kısaca gözle görülmeyen (mânevî) kirlerden temizlenme demektir. Abdest almak, gusül abdesti almak, bunların mümkün olmadığı zamanlarda teyemmüm etmek gibi. Hades, genel olarak hükmî kirlilik, hadesten tahâret de bu hükmî kirlilikten temizlenme demektir. Bu tahâret, maddî kirleri giderme, beden sağlığını koruma gibi birçok faydayı temin etse de esas itibarıyla ibadet eksenli bir temizliktir. Hadesten tahâret, namaz abdesti olmayan bir kimsenin abdest alması, gusül etmesi gereken bir kimsenin gusül yani boy abdesti alması anlamına gelir. Cünüp olan kimseler, boy abdesti almadan namaz kılamazlar. Boy abdesti almak için su temin edemeyen veya su bulunduğu hâlde bu suyu kullanma imkânı bulamayan kimseler bu şartı teyemmüm ile yerine getirirler.
b. Necasetten Tahâret (Pis Sayılan Şeylerden Temizlenme)
Namazın şartlarından olan necasetten tahâret kısaca gözle görülen pisliklerden temizlenme demektir. Namaz kılacak kimsenin, vücudunu, elbisesini ve namaz kılacağı yeri, necasetten yani dinimizde pis sayılan şeylerden (insan kanı ve idrarı, at, koyun gibi hayvanların idrar ve dışkıları gibi) temizlemesidir.
c. Setr-i Avret (Örtülmesi Gerekli Olan Yerleri Örtme)
İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın mükerrem bir kuludur. İnsanı en mükemmel surette yaratan Allah, onun şerefli bir hayat sürmesi için peygamberler ve kitaplar göndermiştir. O, hayvanlar gibi yaşayamaz. Zira bu şekilde bir hayat sürmek isteyenlerin karşısına Kur’ân’ın أُولَئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar.”189 hükmü çıkar.
İnsanın izzet ve şerefini muhafaza etmesinin yollarından birisi de onun örtünmesidir. Hayvanlar, Cenâb-ı Hakk’ın, onlara bahşetmiş olduğu fitrî elbiseleriyle örtünürken insan böyle değildir. Hayvanların elbise giymemesini kimse yadırgamaz ancak insanın elbisesiz olması, bozulmamış vicdanlar nazarında son derece kerih görülür.
Cenâb-ı Hak, insana, insanca yaşayabilmesi için örtünmesini emretmiştir. Örtünmek, insanı, Allah katında değerli kıldığı gibi başta diğer insanlar olmak üzere tüm canlılar nazarında da izzetli kılan bir davranıştır. Bu sebeple insanın başkalarının yanında edep yerlerini örtmesi farz olduğu gibi, örtünme, namaz ve tavaf gibi ibadetlerin şartlarından da birisi olmuştur. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bulûğa ermiş kadının başörtüsüz kıldığı namaz kabul edilmez.”190 gibi beyanlarıyla erkek ve kadının namaz esnasında avret sayılan yerlerini örtmelerini emretmiştir.
Avret yerlerini örtmesinin yanında her Müslümanın israf etmemek şartı ile ibadet esnasında en güzel ve temiz elbisesini giymesi sünnettir. يَا بَنِي آدَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ “Ey Âdem’in evlatları! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin.”191 âyetinin, Kâbe’yi, avret yerleri açık hâlde tavaf eden Araplar hakkında nazil olduğu ve bu âyetle, tavaf ve namaz gibi ibadetlerin ifası sırasında öncelikle avret yerlerinin örtülmesinin emredildiği, başta İbn Abbas olmak üzere birçok müfessir tarafından bildirilmiştir.192
d. İstikbal-i Kıble (Kıbleye Yönelme)
Mü’min, namaz için bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra kıbleye yönelir. Zira o, buna mani durumlar müstesna bütün namazlarında Kâbe’ye yönelmekle memurdur. Bu emir, وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ “Her ne taraftan yola çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. Her nerede olursanız olun ona yönelin.”193 âyetiyle sabittir. Çünkü Kâbe, sırf Allah rızası için yapılmış bir Beyt-i Atik (eski yapı, mescit); yeryüzündeki diğer mescitler de ona teveccüh ve işaret eden birer yapıdırlar. Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in, beşerin kıyamete kadar yeryüzünde kıblegâhı, Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar da meleklerin metâfı (tavaf yeri) olan Beytullah’ı taş taş üstüne koyup bina etmelerine atıfta bulunarak:
وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَأَمْنًا وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ
“Biz, Beyt’i (Kâbe’yi), insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail’e, ‘Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için evimi temiz tutun.’ diye emretmiştik.” buyurur.194 Bu yüzden Kâbe’nin Müslümanlar nazarında ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), mescidin kıble duvarında bir balgam parçası görür. Bu şekilde bir davranış ağırına gider, kalkıp balgamı kazır ve sonra da şöyle buyurur: “Sizden biri namaza kalkınca Rabbine hususi hitapta bulunur, sanki Rabbi onunla kıblesinin arasındadır. Zinhar kıble cihetine tükürmeyin. (İlla tükürecekseniz bari) sol tarafınıza veya ayağınızın altına tükürün!”195
Mü’min, bu kudsiyetteki Kâbe’ye teveccüh etmekle sanki Allah’ın huzurunda, içindeki bütün kötülükleri dökmüş, kendisini de o günahların başında ağlıyor görür ve düşüncede bir adım daha ileri atarak, kendisini ahirete gidiyor ve orada hayatının hesabını vermek üzere dimdik kıyamda duruyor gibi tasavvur eder. Böyle bir düşünce ve tasavvur içinde eda edilen namaz ise has kulların namazını teşkil eder. Bu hâl, gözlerin ve kulakların kapanıp kalbin duracak hâle gelmesi ve varlığın sâmit infiali (sessiz hareketliliği) içinde Rabb’e teveccüh etmesi hâlidir. Yani kişi kendisi âdeta silinip gider, geride kalan sadece O’dur (celle celâluhu) ve “La ilâhe illallah” (Allah’tan başka ilâh yoktur) derken bu tevhidi bütün enginliğiyle kalbinde hisseder. Onun içindir ki çoğu büyük zat ellerini kulaklarına götürdükten sonra, bu kalbî bütünlüğü kazanabilmek için kıvrım kıvrım olmuşlardır.
Hâsılı mü’min, namaza durduğu zaman, yerin merkezinden ta Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar meleklerin metafı olan Kâbe’yi, tebeî bir nazarla karşısına alıp hayalen onu gözünün önüne getirir, kendisinin mübarek bir cemaat içinde, Allah’ın huzurunda durduğunu tasavvur eder ve, “Ben öyle bir cemaat içinde duruyorum ki, Kâbe’ye gözümü diktiğim zaman, bu cemaatin içinde yerde sürüm sürüm sürünen mahlûkatla birlikte benim gibi insanlar ve onların peygamberleri var. Yine bu cemaat içinde Rabbin huzurunda yüzünü yere koyan melekler var. Ben bu muazzam cemaat içinde kıbleye dönüyor, vazifemi eda ediyorum.” der ve bu duygular içerisinde namaza girer.
e. Vakit
Namazın şartlarından birisi de vakit yani her namazın kendi vakti içinde kılınmasıdır. Namaz, günün belli zaman dilimlerinde yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Bu itibarla farz namazlar için vakit şarttır. Bir farz namaz, vakti girmeden önce eda edilemeyeceği gibi vakti çıktıktan sonra da eda edilemez. Bir namazın özürsüz olarak vaktinde eda edilmemesi ve ileriki bir vakitte kaza edilmek üzere ertelenmesi doğru olmadığı gibi, kazaya bırakan kimse için de günahtır.
f. Niyet
Namaz için iç ve dış temizliğini tamamlayan mü’min, kalbi ile huzura gelir ki bu durum kulun hangi makamda olduğunu ve nasıl davranması gerektiğini çok iyi bilmesi demektir. Bu aynı zamanda bir niyet mânâsı da taşır. Zira niyet, kalbin kastıdır; dilin söylemesi değil. Kalb, Rabb’e teveccüh edecek ve O’nun dışındaki şeyler kalbden silinip atılacaktır. İçte bu kazanıldıktan sonra dil onu ister söylesin ister söylemesin fark etmez. Sadece lisanla, “Niyet ettim öğle namazının ya da ikindi namazının sünnetini kılmaya.” demek, niyet mânâsına gelmez. İdeal niyet, daha namaza dururken mâsivâyı kalbden silme, yapacağınız işi Allah’a karşı yaptığınızı düşünme, bunun farkında olmadır. İnsan, ağzı ile ne kadar niyet ederse etsin kalbi bu teveccühü kazanmadıktan sonra namaza durmuş sayılmaz; onun yaptığı, yatıp-kalkmaktan ibaret olur. Bu yüzden İmam Rabbânî gibi âlimler, ağızla niyet etmeyi mahzurlu sayarlar.196 Fakat kanaatimce bazı mü’minler niyetlerini dil ile yapıyorlarsa, “Fukahadan bazılarının kavline binaen yapıyorlar.” demeli, ihtilâfa yol açacak şekilde meseleye yaklaşılmamalıdır.
Herkesin niyeti, Cenâb-ı Hak’la münasebeti ölçüsündedir. Bu açıdan insanlar için farklı farklı niyetlerden bahsedilebilir. Niyetin ilk basamağı, taklidî iman ve İslâm telâkkisiyle yaşayan, işin daha başındakiler için, kişinin, namaz kılacağını, zihin ve kalbinden geçirmesidir. Havassa göre niyet ise insanın, yapacağı işe kilitlenmesi, münhasıran o mülâhazaya bağlı kalması ve bütün duygu ve düşünceleriyle ona konsantre olması demektir. Bunun üstünde, hasların hası diyebileceğimiz insanların niyetine gelince; o, namazın içinde de devamını sağlamak üzere kalbi bütün mâsivâdan (Allah’tan gayrı her şeyden) arındırma demektir. Çünkü maksut O ise, bir kasıtta iki maksut olamaz. Yani kişi, O’nu kastetmiş, maksut olarak sadece ve sadece O’nu hedeflemişse O’nun dışındaki izafî ve hakiki ne kadar maksut varsa hepsini kalb ve kafasından söküp atması gerekir. Bu esnada akla başka bir mülâhaza gelirse o seviyenin insanları döner yeniden tekbir alırlar ve kalblerini boşaltacakları âna kadar da kendilerini zorlarlar. Bediüzzaman Hazretleri ve onun ilk saftaki talebelerinde böylesi bir gayret görülür. Fakat unutulmamalıdır ki bu gayret, şekilde kalmamalıdır. Eğer taklitle, şekil ve suret itibarıyla böyle bir tavır içine girilirse bunun o şahsa kazandıracağı hiçbir şey yoktur.
Niyet mertebeleri içinde daha üst bir seviye olan fenâfillâh ve bekâbillâh mertebesinde kendini dahi unutma hâli vardır. Evet, esmâ ve sıfât dairesini aşıp sübühât-ı vech karşısında erimiş insanların niyetleri belki de böyle bir ufukta kendini bile görmeme, duymama, hissetmeme şeklindedir. Bu ufku paylaşanlara göre namazda iken kendini hissediyorsan hâlâ başka şeylerle meşgulsün demektir. Bu kimseler kendi seviyelerine göre bu durumu ‘şirk’ endişesiyle karşılarlar. Hâsılı, niyet enginliği, derece derece, mertebe mertebedir. Kim, Allah’ı ne ölçüde biliyor, ne ölçüde bir mârifetullah ufkuna sahipse namaza başlarken de kalbî alâkasını ona göre temin ve tesis edecek, ona göre namaza duracaktır.
Bediüzzaman Hazretleri, “Yirmi İkinci Mektub”un Hâtimesi’nde أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ “Hangi biriniz, ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır? İşte bundan hemen tiksindiniz!”197 âyeti ışığında kelime kelime, gıybetin ne kadar çirkin bir fiil olduğunu izah ederken, âyetin başındaki soru mânâsı veren “hemze”nin âyetin bütün kelimelerine bir su gibi sirayet ettiğinden bahseder. Belki de bir nur ve ruh gibi.198 İşte niyet de aynen böyledir. Mü’min, niyetiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccühünü, hakiki maksud, hakiki mahbub ve hakiki mâbudun yalnız O olduğunu âdeta namazın her rüknüne yayar/yaymalıdır. O, namazda okuduğu her şeyde bu niyetine sadık kalmalıdır. Bilhassa ferdî olarak eda edilen nafile namazlarda tekellüf denebilecek ölçüde bu hususa dikkat edilse yeridir. Ancak cemaatle kılınan farz namazlarda böyle bir tavır içine girmek doğru değildir. Zira bu, dini zorlaştırma mânâsına gelir. Ama kendi kendimize kıldığımız nafile namazlarda başından sonuna kadar meseleyi elden geldiğince huzur-u ilâhî mülâhazasına bağlı götürmek için böyle bir niyet gayreti ve arayışı içinde bulunmakta mahzur olmasa gerek.
Namaz, mü’minin miracıdır. Cenâb-ı Hak, miracı anlattığı yerde إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ “Hiç şüphesiz O, hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.” buyurur.199 Âyette geçen zamirle ilgili iki tevcih söz konusudur. Bu tevcihlerden birine göre zamir Cenâb-ı Hakk’a döner; bu tevcihe göre, hakkıyla işitip gördüğünden bahsedilen Allah’tır. Fakat diğer tevcihe göre buradaki semî’ ve basîr sıfatları Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hâlini ifade eder. Şimdi semî’ ve basîr gibi esmâ-i hüsnadan olan iki isimle Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselâm) tavsif buyrulmuşsa burada önemli bir hakikate dikkat çekiliyor demektir. Demek ki Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Miraç esnasında gözüne, kulağına arz edilen her şeyi âdeta iliklerine kadar duyup hissetmiştir. Başka bir ifadeyle Mirac’ı çok iyi sağıp çok iyi doymuştur. Mirac’ın saniyesini, salisesini, âşiresini bile kaçırmamıştır. Başından sonuna kadar, her şey âdeta O’nun şuur süzgecinden geçmiştir.
Alvar İmamı, “Sefine-i dini namaz yürütür, namaz cümle ibadetin pîridir.” buyurur. Süleyman Çelebi ise, “Ümmetin miracını kıldım namaz.”200 sözüyle bu mazmunu ifade eder. Namaz, mü’minin miracı olduğuna göre mü’min, orada kulağına ve gözüne hâkim olmak durumundadır. O kulak ve göz sadece duyulması gerekli olanı duymalı, görülmesi gerekli olanı görmelidir. Üstad Hazretleri bunu “On Yedinci Söz”de Mevlâna Câmî’nin şu ifadeleriyle anlatır:201
يَكِي خَواهْ، يَكِي خَوانْ، يَكِي جُويْ، يَكِي بِينْ، يَكِي دَانْ، يَكِي گُويْ
“Sadece Bir’i iste, Bir’i çağır, Bir’i talep et, Bir’i gör, Bir’i bil, Bir’i söyle.”202
Buna göre bir mü’min, sadece Bir’i görmeli, Bir’i bilmeli, Bir’i duymalı, Bir’i aramalı, Bir’i çağırmalı, Bir’i hissetmeli, Bir’in dışında her şeye karşı kapalı kalmalı ve namazın bütün erkânında bunu yakalamaya çalışmalıdır. Yakaladığı zaman da, “Bu böyle yakalanmaz. Asıl kendimi unutacak şekilde yakalamalı ve kendimi duymamalıydım. Ben var mıyım, yok muyum unutmalıydım.” demeli ve bu ölçüde âdeta kendinden geçmelidir.
Ölesiye Bir Gayret
Bir kez daha ifade edelim ki bütün bunlar, birer seviye meselesidir. Alıştırma yapmadan, nefsi zorlamadan bu seviyelerin yakalanması mümkün değildir. Yani başta tekellüf olmazsa daha sonra teklif olmaz. İşin başında zorlama olmazsa daha sonra nefse öyle bir şey teklif edemezsiniz. Bu açıdan gözünü bu seviyelere dikmiş bir insanın kendisini ölesiye bir gayretle zorlaması gerekir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri bir yerde, “Ben altmış sene kendimi zorladım. Altmış sene sonra Allah lütfetti, namaz kılmaya başladım.” mânâsına gelecek bir ifadede bulunuyor. O hâlde bizim gibi hayatında hakiki namazı tatmayanlar, hiç olmazsa beş-on sene kendilerini namaz kılmaya zorlamalıdırlar.
Bu arada, yukarıda ifade edilen hususlara bakıp da bizim, yarım yamalak da olsa kıldığımız namazların Allah (celle celâluhu) tarafından kabul edilmediği/edilmeyeceği zannedilmesin. Öyle ümit ediyoruz ki sonsuz lütuf ve merhamet sahibi Rabbimiz, bu seviyede kılınan namazları da kabul buyurur. Öyle ki bu namazlarımızla dahi bizi Cennet’ine koyar, onları berzahta bizim için bir dost, sıratta bir Burak hâline getirir, belki de bir şimşek yapıp ufkumuzu aydınlatır. Bu açıdan hiçbir zaman namazdan geri durmamalı, namaz asla hafife alınmamalıdır. Fakat diğer taraftan himmetler de her zaman âlî tutulmalıdır. Celâl ve azamet sahibi Rabb-i Kerimimize karşı eda edeceğimiz ibadet O’nun büyüklüğü ile doğru orantılı olmalıdır. Yapacağımız ibadet O’nun bize sayamayacağımız kadar çok olan lütuf ve ihsanlarına karşı bir şükür mânâsı taşımalıdır. Dolayısıyla bir mü’min ömür boyu hep hakikat-i namazı bulmaya çalışmalıdır.
Niyette önemli bir husus da ibadetin bütün rükün ve cüzlerinde onun canlı ve hüşyâr bir hâlde varlığını hissettirmesidir. Mü’min, tam bir konsantrasyonla başta ettiği niyetini, yani o mutlak kast, mutlak teveccüh ve mutlak nazarını namazın her rüknünde vicdanında duymalı ve bunların dışında kalan şeylere karşı da isyan etmelidir. Evet, mü’min namazda iken, O’ndan başka her türlü mülâhaza ve düşünceye karşı rahatsızlık duymalı ve bu rahatsızlığını iç dünyasında bir tepki şeklinde göstermelidir. Mesela bir insan, اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ“O, Rahman’dır, Rahîm’dir.”203 derken O’nun sonsuz rahmetinin değişik tecellî dalga boyunun kendisine kadar gelip her şeyi kuşatmasını vicdanında duyamıyorsa içten içe kendi kendini kınayabilmelidir.
Bunların hiçbiri, gerçekleşmesi imkânsız şeyler değildir. Zira bütün bunları, binler ve milyonlar yaşamıştır. Aynı şekilde binler ve milyonlar da yaşamaya namzettir. مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ “Bir kimse bir şeyin arkasına düşer ve o mevzuda ciddiyet gösterirse, mutlaka aradığını bulur.” Bu sözün mefhum-u muhalifi ise, şayet bulmamışsa, arkasına düşmemiş, ciddiyet göstermemiş demektir.
2. Namazın Rükünleri
a. İftitah (Başlangıç) Tekbiri
Kalbe bütünlük kazandırmak, bulunduğu buudların üstüne çıkıp ayrı bir âleme girmek ve âdeta nefsini boğazlayarak “Allahu ekber” demek, namaz kılmak için bir başlangıç teşkil etmektedir.
Dikkat edilirse, ilâhlaştırılıp takdis edilen ve boyun eğilen kuvvetlerin, kendilerine körü körüne itaat edilen liderlerin ortak özellikleri, hep azamet, kibir, üstünlük ve yükseklik duyguları olmuştur. Bu yüzden “Allahu ekber” diyerek namaza başlayan mü’min, bütün cebbar ve mütekebbirlerin üstesinden gelmiş, onları dize getirmiş ve Allah’tan başka bir güç tanımadığını bildirmiş olur. Dolayısıyla kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyi arkaya atar, nazarını lâhut âleminin menfezlerine diker ve oradan gelecek şeyleri beklemeye durur. O, başka bir sözle namaza giremez. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem). مِفْتَاحُ الصَّلَاةِ الطُّهُورُ، وَتَحْرِيمُهَا التَّكْبِيرُ، وَتَحْلِيلُهَا التَّسْلِيمُ “Namazın anahtarı temizliktir. (Namaz dışı şeylerle meşguliyeti) haram kılıp namaza başlamayı ifade eden şey iftitah tekbiridir. (Namaz dışı meşguliyeti) helâl kılıp namazı bitiren şey de sonundaki selamdır.”204 buyurur ve bu hususa dikkat çeker. Başka bir hadislerinde ise, “Abdesti yerli yerinde almadıkça.. hiçbirinizin namazı tam olmaz.”205 buyurur. Bu yüzden namaza tekbirle girmek farzdır.
b. Kıyam (Ayakta Durma)
Mü’minin, Rab karşısında el-pençe divan durarak huzura gelmesi ona, yeryüzünde, iki ayağı üzerinde isbat-ı vücut eden ilk varlık olduğunu hatırlatır. Kimi mahlûkat yerde sürünüp, kimisi de dört ayağı üzerinde iki büklüm yürürken, Cenâb-ı Hak insana âdeta bir “elif” gibi dimdik ayakta durmayı ve yürümeyi lütfetmiştir. Yerde emekleyen ve yüzü yerde sürünen hayvanlar, eğer iki ayağı üzerinde yürümeleri mümkün olsaydı, niçin yerde emekleyeceklerdi? Onlar, insanların sahip olduğu nimetlere sahip olmadığından, şeriat-ı fıtriyenin cebrî kanunları karşısında iki büklüm yürümekte, ya da sürüm sürüm sürünmektedirler. Şayet insan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği nimetleri saymaya kalksaydı –âyetin ifadesiyle– bu mümkün olmazdı.206 Bu sebeple insan, Allah’a ne kadar şükretse azdır. O, en başta içi ve dışıyla ahsen-i takvîme mazhar bir varlık olarak yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak, onu cansız bir varlık olarak yaratmamış; canlılar arasında şuursuz bırakmamış; şuurlular arasında ona bir de akıl ve irade vermiştir. Mü’mine gelince Allah onu kâfir topluluklar içine dâhil etmemiş; aksine temizleyip tasfiye ede ede insanlık mertebesine, ondan da mü’minlik mertebesine yükseltmiştir ki bu hâliyle âdeta onun her tekâmülünde sırtında taşıdığı sepete bir nimet daha koymuştur. İşte mü’min, kıyamda olduğu vakitte, küfesindeki bu nimetleri hatırlayıp, kendisini, mahşerde hesap vermek üzere Rabbin huzurunda, “Hayatın boyunca alıp verdiğin nefeslerin hesabını ver!” emrine muhatap olarak tasavvur edecektir.
c. Kıraat (Kur’ân Okuma)
Kul, “Allahu ekber” deyip Allah’ın büyüklüğünü ilan ve itiraf ettikten sonra, kılacağı namaz ve okuyacağı Kur’ân’ın önemine binaen ve yine onlarda şeytanın bir payı olmaması arzusuyla, أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ “Rahmetten kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım.” der. Bu söz, daha ilk başta insanın kendi aczini itiraf etmesi demektir. Ardından, olup biten her şeyin, yapılan her hareketin Allah’ın adıyla olduğunu/olması gerektiğini ifade eden “besmele”yi okur. Namazda bu şekilde aczini itiraf eden bir insan, kırık kalbiyle Allah’a teveccüh eder ve, “Allahım! Bana verdiğin organları bir makine gibi çalıştırıp idare ettin; en küçük canlı varlıklar olan hücreler başbaşa verdi, benim vücudumu meydana getirdi. Şimdi ise o uzuvlarımın her birisi ayrı birer fert kesildi; kendi hareket ve ifade ettikleri mânâlarla Sana kulluk yapıyorlar. Ben ise bunların kulluğuna sadece sözlerimle tercüman oluyor, namazda hareket ettirdiğim uzuvlarım sayısınca minnet ve şükranlarımı takdim ediyorum.” mânâsına الْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ der.
Sonra da, “Bütün bu acz ve fakrıma binaen şu kâinatı büyük bir kitap gibi gözümün önüne serdi ve onu okuma, okuduğum o kitaptan alacağım hüzmeleri kalbimde iman hâline getirme iradesini verdi. Yine onunla kâinatın sırlarını aşma, esmânın sahiline yanaşma, sıfatların keyfiyet ve ahvalini kurcalama ve Zât-ı Bârî’yi düşünmemi mümkün kıldı.” mânâlarını ifade eden الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ der.
Niçin O’nun bu kadar hamd ve şükre layık olduğunu açıklar mahiyette deمَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ (hesap gününün sahibi) der ve Cenâb-ı Hakk’ın, koca bir kâinatı var etmenin yanında, zâhirî ve batınî, dünyevî ve uhrevî her türlü nimetle canlıları donatmasını ve herkesin hesaba çekileceği, mükâfat ve cezaların verileceği gün olan ahiretin tek hâkimi olduğunu ikrar ve tasdik eder.
Sadece bu vasıfları haiz olan bir Zât’a kulluk yapabileceğini ve bu uğurda uzuvlarını kullanabilme güç ve kuvvetini yine O’ndan isteyeceğini bildirmek için de, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dileriz.” der ve mârifet-i ilâhiye adına O’na “Sen” diye hitap edebileceği bir makama yükselir. Çünkü o, kulluk mükellefiyetinin altından ancak böyle bir yardım talebiyle kalkabilir. Ve sanki insan, bu makamda kendisine bir fırsat ve selahiyet verildiğini keşfeder gibi olur ve hiç vakit kaybetmeden gözünü-kulağını, dilini-dudağını, elini-ayağını doğru yola hidayet talebi sadedinde, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanların, yolunu sapıtmış dalâlet vadilerinde dolaşanların yoluna değil!” der. Zira o bilir ki bütün bu azaların her biriyle alâkalı pek çok inhiraf ihtimali söz konusudur.
Ebû Hüreyre (radıyâllahu anh) tarikiyle gelen bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Şüphesiz Allah Teâlâ, âdemoğluna zinadan nasibini yazmıştır.”207 buyurur. Evet, gözün zinası bakmak, kulağın zinası ahlâksız şeyleri dinlemek, ağzın zinası ahlâksızlığa ait laflar etmek, ayağın zinası ahlâksızlığa doğru gitmektir. Görüldüğü gibi bütün bunlar eğri yollardır. İşte bu noktada rahmet-i ilâhiye, rahmet ve şefkate çok muhtaç olan insanın yüzüne güler; kulun gören gözü, tutan eli, işiten kulağı, konuşan dili olur ve ona yanlış adım attırmaz, yanlış iş yaptırmaz, yanlış yere baktırmaz, yanlış söz söyletmez.
Diğer taraftan kul, okuduğu bu âyetlerle âdeta Allah’la (celle celâluhu) konuşur. Bir kudsî hadiste Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hakikati şu şekilde ifade eder:
“Allah (celle celâluhu) buyurdu ki, “Ben, kıraati, kulumla kendi aramda iki kısma böldüm; yarısı bana diğer yarısı da ona aittir. Kuluma istediği verilmiştir. Kul, الْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ‘Âlemlerin rabbi Allah’a hamd ü senâlar olsun.’ deyince, Azîz ve Celîl olan Allah, ‘Kulum bana hamdetti.’ der. الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ‘O Rahman’dır, Rahîm’dir.’ deyince, Allah, ‘Kulum bana senâda bulundu.’ der. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ‘Hesap gününün sahibi.’ deyince, Allah, ‘Kulum beni tebcil ve ta’ziz etti (yüceltti).’ der.إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ‘Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım isteriz.’ deyince, Allah, ‘Bu benimle kulum arasında bir (sözleşmedir). Kuluma istediğini verdim.’ der. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ ‘Bizi doğru yola sevket, o yol ki kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoludur, gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerin değil.’ dediği zaman, Allah (celle celâluhu), ‘Bu da kulumundur; kuluma istediği verilmiştir.’ buyurur.”208
Evet, Fâtiha sûresi, insan vicdanının heyecanlarının ifadesidir. Kul, namazda Fâtiha’yı tilâvet etmekle bir taraftan vicdanlara tercüman olup, istikamet içinde bir cemaatin haritasıyla karşı karşıya kalırken, diğer taraftan da sırtında âdeta Cenâb-ı Hakk’ın kudret elini hisseder hâle gelir. Yine o, Fâtiha dışında tilâvet ettiği âyetlerle çeşitli mahfillerde dolaşır, çeşitli sahnelerle karşı karşıya gelir. Bazen vecd içinde kendinden geçer bazen ağlar-sızlar bazen de içinde burkuntular duyar ve kıraati devam ettirecek gücü kendisinde hissedemez de hemen rükûa gidiverir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) namaz kılarken çoğu zaman uzun uzun Kur’ân okurdu. İbn Mesud böyle bir anısını şu şekilde anlatır: “Bir gece Resûlullah’la birlikte namaz kıldım. Namazı öylesine uzattı ki içimden kötü bir şey yapmak geçti. ‘Ne yapmak istemiştin?’ diye sorduklarında da, ‘Namazı yarıda kesip oturmayı düşündüm.’ diye cevap verir.”209
Müslim’in Hz. Huzeyfe’den rivayet ettiği bir hadis ise şöyledir: “Bir gece Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) birlikte namaz kıldım. Bakara sûresine başladı, ben (içimden), ‘Yüz âyeti tamamlayınca rükûa gider.’ dedim. Yüz âyeti geçince içimden, ‘Herhalde bütün sûreyi bir rekâtta okuyacak.’ dedim. Fakat O yine devam etti. Ben, ‘Bu sûre ile rükûa gider.’ dedim; sonra Nîsâ sûresine başladı. Onu da okudu. Sonra Âl-i İmrân sûresine başladı, onu da okudu. Ağır ağır okuyor, içinde tesbih bulunan bir âyete gelince tesbih ediyor; talep âyetine gelince talepte bulunuyor; Allah’a sığınma ile ilgili bir âyet geldiğinde Allah’a sığınıyordu. Sonra rükûa gitti ve orada, سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ ‘Yüce Rabbimi her türlü noksanlıklardan tenzih ederim.’ demeye başladı. Rükûu da kıyâmı kadar uzundu. Sonra, سَمِعَ اللهُ لِمَنْ حَمِدَهُ رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ‘Allah kendisine hamd edenin hamdini işitir. Ey Rabbimiz! Sana hamd ü senâlar olsun.’ deyip rükûdan doğruldu ve rükûuna yakın bir müddet ayakta durdu. Sonra secdeye gitti ve, سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلَى ‘Ulu Rabbimi tesbih ederim.’ dedi. Secdedeki durması dahi kıyamdaki duruşuna yakındı.”210
Evet, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), namazın içinde yakaladığı sahnelerle her fırsatta Allah’a münacat ve duada bulunuyordu. Bizler, cemaatle kıldığımız farz namazlarda belki bunu yapamayız fakat hususi kılacağımız nafile namazlarımızda her türlü menfezi değerlendirmek suretiyle Rabb’in huzuruna çıkıp içimizi şerh edebiliriz. Zannediyorum bu dert dökme ve Rabbimiz’den günahlarımıza ve yaralarımıza derman dilenme, içimize su serpecek, bizde bir inşirah hâsıl edecektir. Haddizatında, her gün namaz kıldığını düşündüğü hâlde bir türlü namaza giremeyen ve sofada dolaşan bahtsızlar, Rabb’in huzurunda kendinden geçip bütün gönlüyle O’na yönelmenin ne demek olduğunu bilemezler. Zira onlar namazı, bir kısım kuru formüllerden ibaret, eda edilmesi gereken bir ağırlık zannederler. Hâlbuki hakiki bir mü’min, namaza giderken yemeğe gider gibi, daha ötesinde Cennet’e gider gibi zevk ve inşirah içinde gider.. gider ve namazda meydana gelecek menfezlerle, bir an evvel Rabbisiyle mülâkat temin etmeye, O’nunla münasebet kurmaya gayret eder. Cenâb-ı Hak bütün bu mânâları bizlere duyursun. Zira O duyurmadığı müddetçe üzerimizdeki gafletten kurtulamayacak, rehavet ve miskinliği kendimizden uzaklaştıramayacağız. Namazda olsak bile kaç rekât kıldığımızı bilemeyecek, ne dediğimizin farkına varamayacağız.
d. Rükû
Sırtında taşıdığı nimetlerin hesabını vermek için huzur-u kibriyaya varan mü’min, أَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِ وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ “Biz insana iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu (doğru ve eğriyi) göstermedik mi? Fakat o, sarp yokuşu aşamadı.”211 âyetiyle yani, “Biz sana her türlü nimeti verdiğimiz, nebilerin açtığı büyük ve doğru caddeye hidayet ettiğimiz hâlde sen, gafleti aşamadın, verilmesi gerekeni veremedin, dolayısıyla Rabbin yoluna giremedin.. bütün bunların hesabını şimdi ver.” mânâlarıyla, âdeta ayaklarının bağı çözülür, ayakta duramayacak hâle gelir ve rükûa eğilir. Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğünü ve O’nun verdiği bütün nimetleri ikrar içinde, “Evet, bana çok şey verdin Rabbim! Zira efendiler, büyükler hep verir; küçükler ve köleler ise suistimal eder. Ben, Senin yüceliğin karşısında kendi küçüklük ve kusurumu itiraf ediyor, فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ “Yüce Rabbini hamd ile tesbih et!”212 emrine imtisal ediyor ve, سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ “Büyük Rabbim (her çeşit kusurdan) münezzehtir.” diyerek “Meleklerin tesbihatıyla senin kapını çalıyorum.” der ve kendi kusuru karşısında Rabbin kusursuzluğunu ilan ve itiraf eder.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), rükûa gittiği zaman şöyle dua ederdi:
اللَّهُمَّ لَكَ رَكَعْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، أَنْتَ رَبِّي خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَمُخِّي وَعَظْمِي وَعَصَبِي، وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي، لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
“Allahım, Sana rükû ettim, Sana inandım ve Sana teslim oldum. Sen Benim Rabbimsin. Kulağım, gözüm, beynim, iliklerim, kemiklerim, sinirlerim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.”213
Yine rükûdaki duruş, iki büklüm yürüyen mahlûkatın ibadetidir ki mü’min onu da hatırlar ve orada yaptığı dua ile sanki, “Sana hamdolsun Rabbim! Beni, iki büklüm yürüyen mahlûkatın gibi değil de elif gibi dümdüz yarattın. Her ne kadar şimdi Senin azamet ve ululuğunu ifade ve itiraf için eğildim ise de yine doğrulabileceğim.” demek ister.
e. Secde
Mü’min, bütün bu mânâları rükûda kalbinde duyduktan sonra, Rabb’inden gelen bir recâ (ümit) meltemi ile başını kaldırır ve yeniden O’nun rahmetine doğru nazar eder. Sahih hadis kitaplarında, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle bir hadis rivayet edilir:
“Mahşer meydanında bir kulun hesabı görülmektedir; günahı ağır bastığından dolayı ‘Cehennem’e götürün.’ diye ferman edilir. Melekler, onu derdest eder Cehennem’e doğru götürürler. Kul, bir aralık geriye döner bakar. Zamandan ve mekândan münezzeh olan Rab –kulunun niçin geriye dönüp baktığını bildiği hâlde– meleklere hitaben, ‘Kuluma bir sorun bakalım niçin dönüp bakmış?’ der. Kul şu cevabı verir, ‘Ya Rabbi! Ben Senin hakkında hiç böyle düşünmemiştim. Ben zannetmiştim ki dağlar ağırlığında günahlarla huzuruna gelsem dahi beni mağfiret eder ve Cennet’ine koyarsın. Senin hakkındaki zannım bu istikamette idi. Sen ise beni Cehennem’e gönderiyorsun!..’ Bunun üzerine Allah (celle celâluhu), ‘Kulumun Benim hakkımdaki zannı neyse Ben ona öyle muamelede bulunurum. Kulumu bu ümidinde yalancı çıkarmayacağım. Onu Cennet’e götürün!’ diye ferman eder.”214
İşte kul, rükûdan tekrar doğrulurken bir inşirah hisseder gibi, سَمِعَ اللهُ لِمَنْ حَمِدَهُ “Allah, kendisine hamd edeni işitir.” der. Âdeta bir “elif” gibi dimdik ayağa doğrulduğu zaman da “Rabbim! Hamd sanadır. Beni insan olarak yarattın. Hesabın dehşetinden rahmetinle beni kurtardın ve daha pek çok lütufta bulundun.” mânâsına رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ der.
Bazen mü’min bunu yeterli bulmaz ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi;
اللَّهُمَّ إِنِّى أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ، وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ، لاَ أُحْصِى ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ
“Allahım, gazabından rızana, azabından afiyetine, Senden Sana (celâlinden cemaline) sığınırım. Seni senâ etmekten âciz olduğumu itiraf ederim. Seni senâ etmenin hakkını verebilecek olan da yine ancak Sensin.”215
Ya da;
رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ مِلْءَ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَمِلْءَ مَا بَيْنَهُمَا
وَمِلْءَ مَا شِئْتَ مِنْ شَىْءٍ بَعْدُ
“Ey Allahım, ey Rabbimiz, semalar dolusu, arz dolusu, bu ikisi arasında ne varsa onlar vüs’atinde ve bunlardan başka istediğin her şey dolusu hamdler Sanadır.”216 şeklinde dua eder.
Rabbin rahmetinin kendisiyle beraber olduğunu düşünerek hesabın ağırlığıyla ilgili endişeleri bir nebze hafifler de ruh dünyasında ümit meltemleri esmeye başlar. Sonra da Cenâb-ı Hakk’a karşı şükranın ifadesi olarak yüzünü yere koyup secdeye kapanır. Orada da üç defa, سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلَى “Yüce Rabbim (her çeşit kusurdan) münezzehtir.” demek suretiyle Rabbi tazimde bulunur.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân-ı Kerim’in فَاسْجُدْ لَهُ “Allah’a secde et…”217 emrine imtisal edip secde ediyor; bazen اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي ذَنْبِي كُلَّهُ، دِقَّهُ، وَجِلَّهُ، أوَّلَهُ وَآخِرَهُ، سِرَّهُ وَعَلاَنِيَتَهُ “Allahım! Büyük-küçük, eski-yeni, gizli-açık bütün günahlarımı mağfiret buyur!”218 diyerek kendinden geçiyor; bazen de: اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ “Allahım! Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm de kendisini yaratıp şekillendiren, ona kulak, göz takan Yaratanına secde etmiştir. Yarattığı her şeyi en güzel surette yaratan Allah ne yücedir!”219 şeklinde dua ederek Rabbisine karşı tazimat ve tekrimatını ifade ediyordu.
Hâsılı mü’min, yaptığı bu secde sayesinde –tıpkı Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kulluğuyla yükselip Miraç’ta Rabbisiyle görüştüğü gibi– bir görüşme ve mülâkat için O’nun arkasında alması gereken yeri alacaktır. O, namazını, bu yüce mevkiye talip olma niyetiyle eda etmelidir. Rabbinin kendisine yaptığı emir ve teklifi, yine Rabbinin kendisine vaat ettiği şeyi elde etmek için yapan mü’min, namazın bütün erkânında tatlı bir zevk ve sınırsız bir lezzet duyacaktır. Zira bu vaadin arkasında rıza-i ilâhiyi elde etme ve cemal-i ilâhiyi müşâhede vardır. Ayrıca bu büyük vazifeyi eda ederken rehber olarak önde Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) vardır. Cenâb-ı Hak, namazın neşvesini ruhlarımıza sindirsin ve bizi hep onunla dopdolu kılsın! Yine namaz adı altında eda edeceğimiz miracı hepimize müyesser kılsın!
Muhakkikîn-i ulema, namazın rükünleri arasında yer alan secdeyi, “insanın ulaşabileceği en son zirve” olarak kabul eder ve “Diğer rükünler, secdeye ulaşabilmek için birer basamak hükmündedir.” derler. Evet, insan, abdest ile başlayan huzur-u ilâhiye çıkma ameliyesinde çeşitli safhalardan geçer ve Allah Resûlü’nün ifadesiyle, “Kulun Rabbine en yakın olduğu…”220 mekâna, yani secde hâline ulaşır. Yalnız burada önemli olan, secdedeki insanın, Rabbi ile olan kalbî münasebeti ve duyduğu, hissettiği şeylerdir. Mesela namaz kılan bir mü’min, kıyamda dururken, “Rabbim, şayet Sen teşrî kılmasaydın, Sana karşı nasıl kulluk yapılır ben bilemezdim; Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun!”; rükûda “Bu hâlim benim ubûdiyetimi ifade etmede yeterli mi, değil mi bilemiyorum ama Efendimiz’i örnek alarak yapabildiğim kadar yapmaya çalışıyorum, Sen kabul eyle!” ve secdede; “Eğer muktedir olsaydım Allahım, başımı ayaklarımdan da aşağıya koyardım.” gibi düşüncelerle namazın her bir rüknünü duya duya eda etmelidir.
Evet, namaz, Mirac’ın gölgesinde, öteler ötesine yapılan bir seyahat; secde ise o seyahatin en önemli bir rüknüdür. Dolayısıyla insan, secdede nihaî kurbeti hissetmeye ve kalbinde onu yakalamaya çalışmalıdır.
Secde, –Mevlâna’nın tabiriyle– “şeb-i arûs” misali insana değerlendirmesi için verilmiş bir fırsattır. Herkesin mârifet ufku ve kâmet-i kıymeti ölçüsünde “âsâr-ı feyz”e mazhar olabileceği bir zemindir.
Secde, insanın, Allah’ın haricindeki her şeyi ve herkesi silip “illallah” diyeceği ve Rabb’le kurbet yudumlayacağı yerdir.
Evet, Cenâb-ı Hakk’ın şanına muvafık kemal-i inkiyadın adıdır secde. Öyleyse burada ne, nasıl, ne şekilde ve niçin yapılması gerekiyorsa bunlar nazara alınarak yapılmalıdır.
f. Teşehhüde/Tahiyyata Oturma
Tahiyyata oturma, kulun, namazda terakki için çabalaması ve bütün gayretini sarfedip sonuçta bitip tükenmesinin ifadesidir. Kul, vücudunda ne kadar enerjisi, dimağında ne kadar duyarlılığı, ruhunda ne kadar heyecanı var ve hisleri ne kadar uyanıksa bütününü Rabbine terakki için kullanacak, sonra da tahiyyata oturacaktır. Zira tahiyyatta Miraç destanlaştırılmaktadır. Miraç ki, insanların yüz çevirmelerine mukabil Resûl-i Ekrem’e gök kapılarının açılıp, sema ehlinin tebessüm ettiği ve Allah’ın “Buyur, ey kulum!” diye iltifatta bulunduğu kutlu yolculuktur. Her mü’min, kendi çapına ve kalbinin enginliğine göre namazını inişli çıkışlı zikzaklarıyla eda ettikten sonra, ister kendisini hesabın ağırlığı altında ayağa kalkamayacak şekilde tasavvur etsin ve otursun, ister her şeyden âzâde, nimetleri elde etmenin havası içinde ferih ve fahur olarak âdeta Cennet’in koltukları üzerine kuruluyor gibi otursun, isterse de –Necm sûre-i celilesinde anlatıldığı üzere– Rabbin huzuruna çıkma, vücûb ve imkân arası bir yeri ihraz etme, karşılıklı olarak Rabbiyle konuşma mualla makamında otursun. Burada, bütün maddî ağırlık ve külfetiyle namazı eda ettikten sonra kalbinin enginliğine ve duygularının hüşyarlığına göre miracın destanını okuyacaktır.
Evet, tahiyyat, miracı anlatmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki kendi kendimize huzur-u ilâhiye çıkmamız çok zor; ne kadar kulluk yapsak da bizden evvel gelip geçen, iz bırakan ve bir şehrah açan Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) uğramadan, O’na selam çakıp O’nun aracılığını temin etmeden Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkmak imkânsızdır. Onun içindir ki Rabbimize karşı tahiyyatımızı, yani yaptığımız bedenî ve malî bütün ibadetlerimizi O’nun için yaptığımızı ifadeden hemen sonra, Resûl-i Ekrem’e selam veriyor, “es-selâmu aleyke eyyühe’n-nebiyyü” diyoruz. Bunun tasavvurda mânâsı; günah ve seyyiatımızla Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna giderken Hz. Muhammed’in arkasında saf bağlama ve bu tatlı mülâkatta konuşulan şeylere kulak kesilme, ne dendiğini anlamaya çalışmadır.
Orada önce Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Tahiyyat, tayyibat ve salavat Allah içindir.” yani, “Zerrat-ı vücudumuzla yaptığımız bütün ibadetler, kazanıp topladığımız maldan sarf ettiğimiz şeyler sanadır ve senin rızan içindir Allahım! Ben, böylesine ahd ü peymanımı ve sadakatimi dile getirmek için huzuruna geliyor, bu sözlerle seni selamlıyorum.” der ve Allah’a (celle celâluhu) selam verir. Cenâb-ı Hak da kendisine bu şekilde selam sunan Habib’ine, “Ey Nebi! Selam, Allah’ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun!” sözleriyle mukâbelede bulunur ve âdeta, “Ey şanı yüce Nebi! Selamına mukabil sana da selam olsun.” der.
Bütün bu konuşmalar, aklın almayacağı, mekânın var mı, yok mu idrak edilemeyeceği bir makamda cereyan ederken melekler, “Selam, bizim üzerimize ve Allah’ın salih kulları üzerine de olsun!” der ve bu sözlere kulak kesilirler. En sonunda Cebrail (aleyhisselâm), bu senfonizmaya tatlı bir hava ve bir âhenk katar, arşı-ferşi çınlatacak şekilde, “Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur, yine şehadet ederim ki Muhammed, Allah’ın kulu ve resûlüdür.” der; Allah’ın, Mâbud-u Mutlak ve Maksud-u bi’l-İstihkak olduğunu; Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise şanı yüce bir nebi olduğunu bütün yer ve gök ehline haykırır.
Demek tahiyyat, Miraç’ta bu serencamenin tasavvur ve tahayyülünden, kulun kulluğu sayesinde Allah’a doğru yükselişinin destanlaştırılmasından ibarettir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu destanı yaşadıktan sonra, اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ، وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ، وَمَا اَسْرَفْتُ وَمَا أَنْتَ أَعْلَمُ بِهِ مِنِّي، أَنْتَ الْمُقَدِّمُ وَأَنْتَ الْمُؤَخِّرُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ “Allahım, geçmiş-gelecek, gizli-açık ve haddi aşarak işlediğim bütün günahlarımı mağfiret buyur ve bunlardan da öte Senin benden çok daha iyi bildiğin günahlarımı da bağışla. Öne geçiren de geri bırakan da Sensin. Senden başka ilâh yoktur.”221 duasını okur ve namazından ayrılırdı. Allah (celle celâluhu), namazımızı eda ederken, tahiyyatta bu serencameyi tasavvur etmeye bizleri muvaffak kılsın.
3. Namazı Tamamlayıcı Unsurlar
a. Namazda İç ve Dış Tadil-i Erkân
Tadil-i erkân; namazın rükünlerini, namazı oluşturan hareketleri hakkını vererek yapmak; her bir rüknü, rükünler arasındaki fasılaları, en azından azalar sükûnete erip uzuvlarda itmi’nan hâsıl oluncaya kadar uzatmaktır. Bu, insan cesedinin maddî olarak namazda alacağı vaziyettir ki, ona riayet etmeden namaz tamam olmaz.
Hz. Ebû Hüreyre anlatıyor: “Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mescitte otururken mescide bir adam girdi, bir köşede namaz kıldıktan sonra Efendimiz’in yanına geldi ve selam verdi, Efendimiz de selamını aldı. Adam tam oturacağı sırada Allah Resûlü ona, ‘Git namazını tekrar et, namazın olmadı.’ dedi. Adamcağız gitti, tekrardan namaz kıldı, geldi, selam verdi, selamı alındı ama aynı söze muhatap oldu: ‘Git namazını tekrar et, namazın olmadı.’ Adam ikinci ya da üçüncüde: ‘Yâ Resûlallah! Benim bildiğim bundan ibaret, neresinde yanlışlık varsa öğretseniz!’ deyince Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
‘Namaza kalktığın zaman tekbir getir ve namaza başla. Sonra bir miktar Kur’ân oku. Sonra rükûa git ve azaların sükûnet buluncaya, oturaklaşıncaya kadar rükûda kal (başka bir rivayette; ‘mafsalların kendilerini salıp gevşeyinceye kadar‘). Sonra başını rükûdan kaldır ve vücudun dimdik oluncaya kadar secdeye gitme. Sonra secdeye var ve azaların oturaklaşıncaya kadar secdede kal. Sonra secdeden başını kaldır ve vücudun oturma durumunda sükûnet buluncaya kadar otur. Sonra tekrar secdeye git ve azaların sükûnet buluncaya kadar da kalkma… ve bütün namazlarını böyle kıl.’”222
Bu ve benzer delillerden hareketle, içlerinde Hanefi mezhebinden İmam Ebû Yusuf’un da olduğu fukahanın pek çoğu, tadil-i erkâna riayeti farz kabul etmişlerdir. Hanefi mezhebinde fetvaya esas olan görüşe göre ise vaciptir. Dolayısıyla namaz eda edilirken, mutlaka tadil-i erkâna riayet edilmelidir. Kanaatimce tadil-i erkâna farz diyenlerin görüşünü amelde esas almak ihtiyata daha muvafıktır. Madem bunu söyleyen müçtehit imamlar kendilerini tamamen Kur’ân’a vermiş; Kur’ân ve Sünnet’i anlamayı hayatlarına gaye edinmiş büyük insanlardır, onların aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda ihtiyata muvafık olanla amel etmek en doğru hareket tarzıdır.
Bu, namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usûlüne uygunca yerine getirmek, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmaktır. Bunun için namazda Kur’ân-ı Kerim’i uzunca okuyup kıyamı uzatma, rükû ve secdede uzunca durma gibi hususlar da çok önemlidir. Bir yönüyle esas olan, rükünlerin hakkıyla yerine getirilmesi ve meşakkatlerine katlanılmasıdır. Çünkü bu rükünlere hakkıyla riayet etmek, insana her namazda ayrı ayrı buudlar kazandıracaktır. Bundan dolayıdır ki insan, kıldığı namazlarını bir kere daha yorumlamalı; kıyam, rükû ve secdeyi derinlemesine bütün benliğinde duymaya çalışmalıdır.
Namazı şekil olarak eksiksiz kılmak, onun ne rükün ve şartlarında ne de sünnet ve müstehaplarında ve hatta âdâbında bir noksanlığa meydan vermemek şüphesiz çok önemli bir meseledir ve hiç kimse basit göremez. İnsanın, Rabbiyle münasebetinde asıl olan mânâdır, özdür, ruhtur. Fakat onları taşıyan da lafızlardır, şekillerdir, kalıplardır. Bundan dolayı, mutlaka o lafızlara, kalıplara da dikkat edilmelidir. Esas alınan mânâyı, mazmunu o kalıpların taşıması lazım. Dolayısıyla, kalıp ve şekillerin hiçbir mânâsı yok denilemez. Zâhirî ahkâm onlara bina edilir. Fakat söylediğimiz gibi asıl olan işin ruhudur, bu da namazı huşû ile eda etmekle hâsıl olur.
Her ne kadar fıkıh kitaplarında öyle bir tabir olmasa huşû ve hudû için “iç tadil-i erkân” denebilir. Huşû ve hudû, meseleyi namazın mazmununa bağlı götürmektir.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde “ihsan” kavramı anlatılırken o, “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek.” olarak tarif edilmekte ve “Sen O’nu görmesen de O, seni görüyor ya!”223 buyrulmaktadır. Namaz, böylesine engin bir şuurla eda edilmeli, her hâlükârda dikkatli ve huşû içinde kılınmalıdır. Kılınan her namaz, bir öncekinden farklı bir hava ve farklı bir buudda eda edilmelidir.
Namazın muhtevası, insanların çok engin düşünmelerine vesile olacak kadar geniştir. Namaz kılarken, derinlemesine bir aşk u şevk içinde Allah’ın huzurunda bulunmanın şuurunda olmaktan, onu Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasındaki cemaatten bir fert olarak kıldığını hissetmeye kadar; doğrudan doğruya kendisini meleklerin safları arasında görmekten, bir hamlede bizim ufkumuzu aşan, Arş’ın örtüsüne alnını koyuyor gibi onu eda etmeye kadar geniş bir yelpazede namazı duyma şekilleri vardır.
İnsanın buna muvaffak olmasının şart-ı evveli, namazı tıpkı bir miraç veya miracın gölgesi gibi bilmesidir. Zira o, sadece yatıp kalkmaktan ibaret bir hareketler mecmuası değildir. Mü’min için, her namaz bir miraç vesilesidir ve ona düşen, her namazda, farklı farklı buudlarda bile olsa miracını tamamlamaktır.
Namazın Gayesi
Cenâb-ı Hakk’a yapılan bütün ibadetlerde mutlaka bir feyiz ve bereket vardır. O’nun rahmet kapısına yönelen bir insanın mahrum kalması düşünülemez. Ancak insan, yapacağı ibadetlerini, alacağı feyze, daha doğrusu haz ve zevke bağlamamalıdır. Bazen öyle namaz olur ki siz onu kabz hâlinizde, yani ruhunuzun sıkıldığı, gönlünüzün daraldığı bir anda eda etmiş olursunuz. Zâhire göre ve acele ile hüküm verecek olursanız böyle bir namaz hakkında kötümser düşünebilirsiniz. Hâlbuki o en makbul namazlardan biri olmuştur. Zira maddî-mânevî füyûzât hislerinden tecerrüt etmiş olduğunuz bir zamanda dahi siz, kulluğunuzu unutmamış ve Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna gelmişsiniz. Size hiç avans verilmiyor fakat bu durum aynı zamanda sizin sadakatinizden bir şey de eksiltmiyor.. ve işte hâlis kulluk da budur.
Madem Cenâb-ı Hak, اُدْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ“Bana dua edin, icabet edeyim.”224 buyurarak dudaklarımızdan dökülecek her duaya icabet edeceğini bildiriyor; öyle ise ben de O’nun kapısının eşiğini aşındırmaya devam etmeliyim.” deyip oradan ayrılmamak, bir bağlılık ve sadakat ifadesi olacaktır. Eğer bir insan hayatı boyunca, hiçbir haz ve lezzet duymadan böyle bir kulluk yapıyorsa bütün ömrünü, ihlâs ve samimiyet içinde en hâlisane kullukta geçirmiş sayılır.
Diğer taraftan, mânevî dereceler elde etmek de kulluğa hedef ve gaye yapılmamalıdır. Onun içindir ki, Cennet arzusuyla kulluk yapan için “Abdü’l-Cenne” (Cennet’in kulu) denmiştir. Hâlbuki Cennet, amel ve ibadet için maksat olamaz. İbadet, Hak emrettiği için ve O’nun rızasını elde etmek maksadıyla yapılır.
Evet, ibadetin gerçek sebebi, Allah’ın emridir. Yani biz ibadeti Allah emrediyor diye yaparız. Cehennem endişesiyle tir tir titreyerek namaza kalkan ve Allah (celle celâluhu) karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde iki büklüm olan insana ise “Abdü’n-nâr” (Cehennem’in kulu) denilmiştir.
O zaman, “Abdullah” (Allah’ın kulu) nasıl olunacak? Kişi ibadetini ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusundan değil, sırf Allah’ın kulu olduğu ve Allah emrettiği için yapacaktır.
İnsan, maddî-mânevî bütün füyûzât hislerinden mahrumiyet içinde bulunduğu kabz hâlinde de mutlaka namazını kılmalıdır. Hatta onun ağlama ve sızlaması bir feyiz ve bereket vesilesi olabileceği gibi, bazen bir iptilâ ve imtihan da olabilir. Kalbini, her an fikir ve murâkabe elinde tutamayan bir insanın ağlayıp sızlaması bile onun için ciddi bir tehlike olabilir. Çünkü o, kalbinin derinliklerine her zaman vâkıf ve nigehbân olamaz. Hatta bu hâller tamamen namaza verilmiş atiyye ve ihsanlar da olsa, bu yüzden de insan namaz kılarken hep onların peşinden koşsa, ihlâsa dair çok mühim bir kısım noktaları kaybetmiş olur. Zira kapalı bir sandık gibi, Allah huzuruna, sadece Allah rızası duygusuyla meşbû ve meşgul olarak gitmek çok önemlidir.
Rabbimizden dileyelim, samimiyette, Kendisine bağlılıkta, ihlâsta bizi zirvelere ulaştırsın! Buna karşılık durumumuz halkın nazarında varsın yıkık-dökük ve hırpanî olsun. Böyle bir dış görünüşün pek önemi yoktur. Önemli olan, Allah’ın nazarında büyük olmaktır. Bu noktada herkes endişe ile iki büklüm olmalı ve اَللَّهُمَّ اجْعَلْنِي فِي عَيْنِي صَغِيرًا وَفِي عَيْنِكَ كَبِيرًا “Allahım, beni kendi nazarımda küçük, nazar-ı ulûhiyetinde de olabildiğince büyük kıl!”225 diye dua etmelidir.
Bir diğer husus da şudur: Cenâb-ı Hak ibadet yapanlara bir kısım ruhanî zevkler ihsan edebilir. Bazı büyük kimseler vardır ki, bunlar “ucb” (kendini beğenme) denen şeyi kalblerinden silip tam tevhide erdikleri için, mazhar oldukları bütün bu güzellikleri, o güzellikleri sırtlarına bir urba gibi giydiren Zât’tan bilirler. Onun için, bu gerçeği gürül gürül söylemeyi “tahdis-i nimet” (mazhar olunan nimetlerin, şükür sadedinde söylenmesi) sayarlar. Mesela Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Herkes haşrolduğu zaman, ben Livâü’l-Hamd’in sahibi olarak haşrolacağım.”226 Başka bir hadislerinde ise; “Allah bana beş şey verdi ki, başka peygamberlere vermedi.”227 buyurur.
Bunlar tahdis-i nimet makamında söylenen sözlerdir. Biri bana güzel bir elbise giydirmiş, gezdiğim her yerde, o zatın bana karşı cemilesini, hediyesini ifade ediyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıyor ve şöyle diyorum: “Bu sırtımdaki elbise güzel, hatta bana da güzellik katıyor, Rabbim’in yarattığı hilkatteki güzelliğe ayrı bir buud kazandırıyor. Ama bu güzellik benden değil, bu elbiseyi bana giydiren Zât’tan ve bana giydirdiği elbiseden kaynaklanmaktadır.” İşte bu mânâda Rabbimiz’in, üzerimizde olan ikramlarını söylemede beis yoktur; hatta çok defa onları gizlemek belki nankörlük olur.
İşte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yine böyle bir tahdis-i nimet sadedinde, إِنَّ اللهَ عَزَّ وَجَلَّ جَعَلَ لِكُلِّ نَبِيٍّ شَهْوَةً، وَإِنَّ شَهْوَتِي فِي قِيَامِ هَذَا اللَّيْلِ “Allah her nebiye, bir şeye karşı şehvet (kuvvetli arzu) vermiştir. Benim arzum ise gece ibadetine karşıdır.”228 buyurmuştur. Ancak Efendimiz, hiçbir zaman namazdan aldığı ruhî haz için namaz kılıyor değildi. Bu ifadelerde, bu türden şeylere açık olan insanlara işarette bulunulmaktadır. Himmet âli tutulacak ve namaz o hâle gelinceye kadar çalışma ve gayret devam edecektir.
b. Cemaatle Namaz
Namazları cemaatle kılmak, hiçbir zaman ihmal edilmemesi gereken çok önemli bir sünnettir. İmam Ahmed İbn Hanbel’in cemaat hakkındaki anlayışı dikkate değerdir. O, cemaati, namazın farzlarından biri sayar. Tabiîn efendilerimiz de cemaat hususunda son derece titizdirler. Mesela büyük imam A’meş (Süleyman İbn Mihran), –tebe-i tabiîn imamlarından Vekî İbn Cerrah’ın şehadetiyle– yetmiş sene boyunca ilk tekbiri hiç kaçırmamıştır. Yetmiş sene, tek bir rekâtı bile kaza ederken görülmemiştir. Bir başkası, ömrü boyunca namazlarda başkasının ensesini görmemiştir; çünkü hep en ön saftadır.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), namazın cemaatle kılınmasına çok ehemmiyet vermiş ve her vesile ile bunu teşvik etmiştir. “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki içimden geçiyor; ezan okunduğunda birini imamlığa geçireyim, ben de yanıma biraz odun alayım da gidip şu namaza gelmeyenlerin evlerini başlarına yakayım.”229 hadisi O’nun cemaate verdiği önemi göstermektedir. Nitekim fukaha, bu hadisten hareketle cemaate farz, vacip ve sünnet-i müekkede gibi hükümler vermişlerdir. Ahmed İbn Hanbel Hazretleri; وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَارْكَعُوا مَعَ الرَّاكِعِينَ “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte rükû edin.”230 gibi âyet-i kerimeler ve arz ettiğimiz hadis ve benzeri pek çok hadis-i şeriften hareketle, namazın cemaatle kılınmasının farz-ı ayn olduğu hükmüne varmıştır. Bir kısım Şafiî fukahası, namazın cemaatle kılınmasını farz-ı kifâye olarak kabul ederken, Hanefi ve Malikiler ise sünnet-i müekkede olduğunda ittifak etmişlerdir.
İnsanlığın İftihar Tablosu, “Cemaatle kılınan namaz tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha üstündür.”231 buyurmuştur. Sevab-ı uhrevînin umuma terettüp etmesi itibarıyla, bir ferde verilen sevaptan diğerlerinin mahrumiyeti söz konusu değildir. O sevabın tamamı, nuraniyet sırrıyla herkesin amel defterine işlenir.
Bu hadisler, aynı zamanda bize, Allah yolunda yapılan ibadet ü taat ve seyr u sülûkteki ferdî muvaffakiyetlerin, mutlak mânâda mükâfat ve karşılık göreceğini, ancak neticede bunların yine ferdiyet plânında kalıp, hiçbir zaman cemaat hâlinde eda edilme keyfiyetine ulaşamayacağı hakikatini öğretmektedir. Bu husus namaz, oruç, hac vs. ibadetlerde olduğu gibi, iman ve Kur’ân yolunda yapılan gayretlerde de mevzubahistir.
Evet, tek bir ferde, Allah’ın vaat ettiği şeylere ulaşma teminatının olmadığının bilinmesi gerekir. İnsan, iman ve Kur’ân adına tek başına harikulâde bir şeyler yapsa bile bu, daima ferdiyet plânında kalır. Fakat bir iş, duygu ve düşüncede aynı değerleri paylaşan bir topluluk hâlinde eda edildiği takdirde, iştirak-i a’mâl-i uhreviye düsturundan hareketle, o insanların her bir ferdi bu amelden kazanılan sevaptan hissedar olur. Hususiyle yaşadığımız asır kolektif şuur asrıdır ve ancak bu şuurla hareket edilerek Kafdağı’ndan ağır yükler kaldırılabilir.
189 A’râf sûresi, 7/179.
190 Tirmizî, salât 277; Ebû Dâvûd, salât 85; İbn Mâce, teyemmüm 132.
191 A’râf sûresi, 7/31.
192 Bkz.: Müslim, tefsir 25; Nesâî, menâsik 161.
193 Bakara sûresi, 2/150.
194 Bakara sûresi, 2/125.
195 Buhârî, salât 34-36, 38-39, mevâkît 8; Müslim, mesâcid 52, 54.
196 Bkz.: İmam Rabbânî, el-Mektûbât 1/160 (186. Mektup).
197 Hucurât sûresi, 49/12.
198 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat, s.312 (Yirmi İkinci Mektup, Hâtime).
199 İsrâ sûresi, 17/1.
200 Süleyman Çelebi, Mevlid (vesiletü’n–necat), s.118.
201 Bediüzzaman, Sözler, s. 231 (On Yedinci Söz, İkinci Makam).
202 Molla Câmi, “Yusuf ile Züleyha” Heft Evreng, 2/22 (59. Beyit)
203 Fâtiha sûresi, 1/3.
204 Tirmizî, tahâret 3, salât 176; Ebû Dâvûd, tahâret 30, salât 74; İbn Mâce, tahâret 3, 30, salât 75.
205 İbn Mâce, tahâret 57; Dârimî, salât 78.
206 Bkz.: İbrahim sûresi, 14/34; Nahl sûresi, 16/18.
207 Buhârî, isti’zân 12, kader 9; Müslim, kader 20-21.
208 Müslim, salât 38; Tirmizî, tefsir 2; Nesâî, iftitah 23.
209 Buhârî, teheccüd 9; Müslim, salâtü’l–müsâfirîn 204.
210 Müslim, salâtü’l–müsâfirin 203; Nesâî, tatbîk 74; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/384.
211 Beled sûresi, 90/8-11.
212 Vâkıa sûresi, 56/74, 96; Hâkka sûresi, 69/52.
213 Nesâî, iftitah 104; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/268.
214 el–Beyhakî, Şuabü’l–îmân 2/9.
215 Müslim, salât 222; Tirmizî, daavât 76, 113; Ebû Dâvûd, salât 152, 338.
216 Müslim, salâtü’l–müsâfirîn 201; Tirmizî, daavât 32; Ebû Dâvûd, salât 118.
217 İnsân sûresi, 76/26.
218 Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 201; Ebû Dâvûd, salât 118; Tirmizî, daavât 32.
219 Müslim, salât 216; Ebû Davud, salât 147.
220 Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 148; Nesâî, mevâkît 35, tatbîk 78.
221 Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 201, zikr 70; Tirmizî, daavât 32; Ebû Dâvûd, salât 121, fezâil 358.
222 Buhârî, ezân 95, 122, ist’zân 18, eymân 15; Müslim, salât 45.
223 Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 5, 7.
224 Mü’minûn sûresi, 23/60.
225 el-Bezzâr, el-Müsned 10/315; ed-Deylemî, el-Müsned 1/473.
226 Tirmizî, menâkıb 1; İbn Mâce, zühd 37.
227 Buhârî, teyemmüm 1, salât 56; Müslim, mesâcid 3, 5.
228 et–Taberânî, el–Mu’cemü’l–kebîr 12/84.
229 Buhârî, ezân 29, 34, ahkâm 52; Müslim, mesâcid 251-254.
230 Bakara sûresi, 2/43.
231 Buhârî, ezan 30; Müslim, mesâcid 249.